“28 Şubat’ın arkasındaki iki dinamik şudur: İlki askeriyede, yargıda, bürokraside, sermayede, medyada ve finans dünyasındaki müesses nizam (establishment) denilen yerleşik düzenin böylesine güçlenen bir ‘İslamlaşma’ eğilimini kendi bekaları için, makam, mevki ve maddi varlıkları için tehdit olarak görmeleridir. İkincisi, Batı’nın da -komünizmden sonra- 1991’den itibaren artan İslamlaşma eğilimini tehdit olarak gördüğü ve bu tehdidi yeni bir mücadele alanı olarak benimsediği; bu mücadele için dünya ölçeğinde pek çok hakim ideoloji ve yönetimlere bu konuda destek sağladığı bir dinamiktir. Şu şekilde destek mekanizmalarından söz edebiliriz: Medya dezenformasyonu ve istihbarat desteği sayesinde mücadeleye katkı! Dolayısıyla 28 Şubat süreci tamamen bu iki dinamiğin üzerine kuruludur dersek sanırım abartmış sayılmayız.”
…
“Müesses nizamın siyaset ve bürokraside, medyada yer alan kesimi siyasette yükselenleri tehdit olarak görüp yok etmek amacı gütmüş; ekonomik alanda ise seçkinci anlayışla yetiştirilmiş, büyütülmüş, desteklenmiş az sayıdaki sermaye grubu, KOBİ ağırlıklı ve Anadolu kökenli yeni sermaye grubunun yükselişini de kendine tehdit ve rakip olarak görmüştür. Dolayısıyla bu yok etme amacı güdenler askeri kışkırtarak ve medya üzerinden büyük bir psikolojik harekât uygulayarak bir yıl gibi kısa bir sürede Refah-Yol hükümetini devirmiş ve 28 Şubat postmodern darbe sürecinde sonuç almışlardır. Kesinlikle ekonomik, politik ve sosyal temelli bir operasyondan bahsediyoruz. Dış destekleri de vardır, fakat içeride zaten o dış desteğin teşvikiyle harekete geçecek bir yapı mevcuttu. O yapının korkusu da dinî olmaktan çok ekonomik ve politik çıkar eksenliydi, ama sözde irtica ve dincilikle, irticayla mücadele bu sürecin kod adı hâline gelmiştir. ‘Bu insanlar (Anadolulu müteşebbis ve mütedeyyin kitle) köyden geldiler, bizim malımıza, mülkümüze, çıkarlarımıza, pazarımıza ortak olmaya başladılar’, diyememişlerdi. Bunu diyemedikleri için de sözde köktendincilikle, irticayla mücadele dendi. Bu anlamda Batı ‘köktendincilikle mücadele’ ifadesini kullanırken, Türkiye’deyse yaklaşık bir yüzyıldan bu yana ‘irticayla mücadele’ kelimesi kullanıldı ve bu kavram her zaman bir hareketin önünün kesilip ya da yok edilmek istendiği dönemlerde revaç buldu. 1908’de ‘31 Mart’ vakası böyleydi, Terakki Perver’in ve Serbest Fırka’nın yok edilmesi böyleydi, 1960 İhtilali böyleydi, 1980 İhtilali böyleydi ve nihayet 28 Şubat postmodern darbe de böyleydi.”
…
“Hükümet dağıldıktan ve yerine Anasol-D hükümeti kurulduktan sonra süreç hızlandı. Sermaye boyutuna baktığımızda şöyle engellerden söz edebiliriz: MÜSİAD üyesi ya da dindar bir müteşebbisin, iş hayatında var olamayacağı, askeriye ve genel anlamda kamu, özel olarak ise bankalar ile iş yapamayacağı gibi basın üzerinden yürütülen bir dezenformasyon kampanyası yoluyla firma sahipleri ürkütüldü. O dönemde MÜSİAD üyeliğinden istifa eden iş adamları oldu. Şu kadarını söyleyeyim: 1997 ortalarında 2823 üyeyle o dönemki en yüksek üye sayısına ulaşmışken, 3 Kasım 2002’ye yani AK Partinin seçimi kazandığı tarihe kadar geçen 5,5 yılda ise üye sayımız 1800’e düşmüştü. Yani üyelerimizin neredeyse 1/3’ünü kaybetmiştik o dönemde, zira -MÜSİAD üyesi ya da dindar- sermayedarlar üzerine maliye ve sigorta müfettişlerinin gideceği, bu iş adamlarına bankaların teminat mektubu veya çek defteri vermeyeceği, kredi tahsis etmeyeceği, kamudan herhangi bir ihalenin verilmeyeceği; dahası adli makamların ve askerlerin MÜSİAD üyelerinin üzerine gideceği şeklinde bir korkutma ve yıldırma harekâtı ile pek çok kişi ürkütüldü.”