KURUMSAL OLAĞANÜSTÜLÜKTEN HUKUK DEVLETİNE GEÇİŞ TEORİSİNE KATKILAR: ARJANTİN – Dr. Eduardo S. Barcesat

0
35

Dr. Eduardo S. Barcesat

Buenos Aires Universitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

1: Kurumsal olağanüstülük nitelemesi (Darbeler):

            24 Mart 1976’da Arjantin Cumhuriyetinde yapılan darbe, María Estela Martínez de Perón’un başında olduğu hükûmetin siyasi bozulma sürecine eşlik eden kurumsal olağanüstülük yapılarının öncesinde oldu. Esasen, 20.840 No’lu Ulusal Güvenlik yasasıyla, silahlı kuvvetlere “gerilla”lar üzerinde baskı kurma, Barış Zamanı Daimi Askerî Mahkemeleri’ne de Askerî Adalet Kanunu hükümleri uyarınca misilleme kurbanlarını yargılama yetkisi verildi. Bu kanun birtakım suç teorileri için idam cezasını öngörüyordu. Bu yasayı, silahlı kuvvetlere gerilla eylemlerini “sonlandırma” görevini veren başkanlık kararnameleri takip etti. 

Hatta María Estela Martínez de Perón hükûmetini deviren darbe meydana gelmeden önce dönemin Arjantin ordusu Genelkurmay Başkanı JORGE R. VIDELA, “Yıkıcılık karşıtı mücadele için talimatlar” (1975 Ekim) olarak adlandırılan bazı gizli emirler verir; bunlar mücadelenin amaçlarını tanımlamaktadır: a) Menfaatlerin güvenliğini muhafaza etmek; b) Kişilerin güvenliği; c) Devletin güvenliği. Daha önce söylendiği gibi menfaatler kişilerin üstündedir, onlardan daha önemlidir. 

Bu talimatlarda, gelecekteki terör devletinin detaylı ve milimetrik bir tasarımı bulunmaktadır. Ülke, savaş sahnesi gibi düşünülmüş, Arjantin ordusunun askerî birlik yapılanmasına uygun çeşitli bölgelere ayrılmıştır. Bu bölgeler, gelecekteki misilleme kurbanlarının kaderini tayin etme bağımsızlığına sahip bölge komutanlarının siyasi ve baskıcı idaresi altındadır. Güvenlik güçleri ve polis teşkilatı gibi farklı tabakalarıyla birlikte tüm silahlı kuvvetlerin bu bölge komutanlarının yönetimi altında faaliyet göstermelerine karar verilir. Bu grupların tamamı, terör baskısı ve bundan sorumlu kişilerin dokunulmazlığı konularındaki karşılıklı anlaşmayı önceden güvence altına almak için bu yapının bir parçası olmalıdır. Silahlı kuvvetlerin farklı ast-üst birlikleri bünyesinde bulunan  Görev Güçleri ve Grupları’nın faaliyeti kurallara uydurulur ve yine onlara da kurbanların kaderini tayin etme konusunda lojistik olarak bağımsızlık sağlanır. Askerî jargonda bu durum, sıkıyönetim çağrısıyla (Madde 23, Ulusal Anayasa) bu kişilerin mahkum olması veya kişilerin kitleler halinde zoraki kaybolması olaylarının bir parçası olması halinde “aklanmaları” anlamına geliyordu.

1974 Kasım ayında (Kararname 1386/74) María Estela Martínez de Perón tüm ulusal topraklarda süresiz olarak sıkıyönetim ilan eder; bunun esasları arasında şunlar kaydedilmiştir: “Halkın hükûmetini korumak” ve “güçlü Arjantin’i güvenceye almak”. Çelişkili bir biçimde, ulusal hükûmetin yanı sıra bölgesel ve kentsel yönetimleri de ortadan kaldıran darbe, devirdiği hükûmetin sıkıyönetiminin başına geçer. 1974 Kasım’ı ile 24 Mart 1976 arasında içeri alınan siyasi tutukluları miras bırakan, anayasal hükûmetin getirdiği sıkıyönetim uygulamasıyla süresiz olarak insanları tutuklayan bu hükûmetin daha önce ifade edilen halk hükûmetini koruma ve güçlü bir Arjantin yaratma amaçları vardı. Hukuk devletini yıkmak için Ulusal Anayasa’yı ve bu anayasaya uygun olarak seçilmiş yetkilileri korumaya yönelik bir yapı olarak anayasal metinleri bünyesine dahil edilen sıkıyönetimden daha makus bir kuruluş yoktur. Arjantin Anayasası’nın 23. maddesindeki sıkıyönetim devleti, Ulusal Anayasa’nın ilk bölümünde yer alan çoğunlukçu siyasi kuvvetler arasında (Olivos Antlaşması) kararlaştırılan dokunulmazlık sayesinde 1994 yılı Anayasal Reformu sonrasında da varlığını sürdürmüştür. Görüşe göre hiçbir siyasi güç ya da hükûmet, kendi paçasını korumak ya da kurtarmak söz konusu olmadıkça kurumsal olağanüstülük durumundan feragat etmeyi istemiyor. 

            Sıkıyönetimin doğasını en iyi tarif eden kişi, anayasacılar olarak adlandırılan kişilerden biri değil; yasal müdahale veya düzenleme olmaksızın krala –– yargı müfettişinin tepkisizliği ile kralın yalnızca kendi muhakemesine dayanarak – birini tutuklama veya mahkum etme yetkisi veren bir Ortaçağ hukuk uygulaması olan “lettre de cachet”[1] yi meydana çıkaran M. FOUCAULT’dur (“Hapishanenin Doğuşu”, Ed. Siglo XX, Buenos Aires 1974). Tam olarak da 1368/74 No’lu Kararname’nin giriş bölümünde, sıkıyönetim uygulaması gereği hâkimlerin kişileri tutuklama ve nakil etme yetkisi engelleniyordu Bu devlet başkanına mahsus bir yetkiydi  ve hukuki olarak yeniden incelenebilir değildi.    

            Gücün bu sorgulanamazlığı, kurumsal olağanüstülüğün belirleyici bir unsuru olmasından ötürü dikkat çekmek istediğimiz hususlardan biridir. Bütün dünya tarihinde gücün sorgulanamaz oluşu daimi olmuştur. Söz konusu gücün monarşik bir güç veya Papa’nın gücü olması farketmez. Bu, mutlak ve sorgulanamaz hale getirilebilir bir güçtür. Kimse bu durumu XVI. LUIS’nin savunma avukatı MORRISON’dan daha iyi ifade etmemiştir: “… bir kral hüküm sürmeli ya da ölmelidir ancak asla ama asla yargılanmamalıdır…” Bu Ortaçağ anlayışı, şekil değiştirerek “hukuki olarak sorgulanabilir olmayan siyasi meseleler” adı altında demokratik ve cumhuriyetçi oluşumlara nüfuz etmiştir. Hiçbir öğreti, bu durumun geçerli (durum listesi) veya derinlikli (sorgulanamaz olanın bilgisi) bir tanımını yapamamıştır. Dahası, genelde anayasal metinlerde dahi bahsi geçmez. Arjantin Cumhuriyeti Ulusal Anayasası’nın bilge 19. maddesi, yalnızca üçüncü şahıslara zarar vermeyen veya insanların mahremiyet alanı olan toplum ahlakı ya da düzenine etki etmeyen şeylerin sulh hâkiminin müdahalesinden muaf olmasını kararlaştırır. 

            Kurumsal bir barometre olsa, sorgulanamaz siyasi meselelerin sayısını ya da hâkimlerin anayasal metin ve uluslararası insan hakları anlaşmaları tarafından saptanmış hak ve güvencelerin korunması faaliyetini taahhüt etmeksizin bir devletin demokratik esenliğinin ölçülebileceğini savunuyoruz.  

Arjantin hukuk sisteminde,  ilk Ulusal Yargı Teşkilatı Kanunu (Yasa 27, madde 3) hâkimlerin ilk görevinin Ulusal Anayasa’nın üstünlüğünün onunla ters düşen diğer güçlerin eylemlerinin üzerinde gözetilmesini güvence altına almak olduğunu ifade eder. Çelişkili bir biçimde, tüm terör devleti dönemi boyunca (1976-1983) hiçbir hâkim, sıkıyönetim uygulamasıyla Ulusal Yürütme Gücü’nün tasarrufunda olan zoraki kaybolma kurbanlarının kaderini ve yerini tayin etme ya da tutukluların tutukluluğunu durdurmayı sağlamaya yönelik çok sayıdaki hábeas corpus [2] eyleminde, ilk görevi olan Ulusal Anayasa’nın üstünlüğünün gözetilmesini güvence altına almaktan bahsetmedi ya da bu görevi yerine getirmedi.

            Hiçbir gücü zorla ele geçirenlerin adalet yönetimi hâkimi, (ulusal yeniden yapılanma süreci) kaçırılan bir kişinin yerini tespit etmeyi, zoraki kaybolma durumunu sonlandırmayı, Ulusal Yürütme Gücü tasarrufundaki tutukluları kurtarmayı başaramadı. Milli Adalet Yüksek Mahkemesinin uygulattığı tek serbest bırakma emri uluslararası baskıyla gerçekleşmiştir (Dava: J. TIMERMAN). Askerî cunta tarafından altüst edilmişti. Bu cunta onu bir uçağa bindirip Arjantin vatandaşlığını da elinden alarak serbest bıraktı.

            Sıkıyönetim boyunca Ulusal Yürütme Gücü’nün inisiyatifinde haklı yasal bir gerekçe olmaksızın on bir binden fazla tutuklama yapıldı. Ne sivil-askerî diktatörlük zamanında ne de demokratik geçiş döneminde yerleri bulunmayan zoraki kaybolma kurbanlarının sayısının ise otuz bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

            Diktatörlük (1976-1983) terör devletinin uygulamalarını daha ileriye götürebilmek için üç aşamalı bir eylem planından faydalandı: “Gizlilik-Saklılık-Dokunulmazlık”. Gizli kişiler yıkıcılık karşıtı mücadeleyi idare edenlerdi. Saklılık, devletin baskı uygulama aracı olma işiydi; birliklerin adam kaçırma işlerinde, kesinlikle teşhis edilmesi mümkün olan araçlar kullanılmıyordu. Baskıcı güçler, Görev Güçleri ve Grupları’nın içinde yer alan bir birlik, mevki veya rütbeye ait olduklarını ortaya çıkarabilecek herhangi bir üniforma veya başka bir unsur da kullanmıyorlardı. Yalnızca silah taşıyorlardı; aileleri, insan hakları örgütlerini ve halkı yanıltmak için kurbanların ilk başta kapatıldıkları yerler de gizliydi. Orada, işkence altındaki sorgulamanın ardından Görev Gücü veya Grubu kurbanların kaderini tayin ediyordu. Bu kurbanlar Ulusal Yürütme Gücü emriyle ya mahkum ediliyorlar ya da zorunlu kayıp oluyorlardı. Kurbanların ölümü de onlardan geriye kalanların ne olduğu da bir muammaydı. Bu, Arjantin diktatörlüğü altında Hitler tarzı bir “Gece ve Sis”ti. Son olarak, üç aşamalılığın üçüncü kısmı: Gerek yasal kovuşturmalarda gerekse medyada bu suç eylemleri hakkında hiçbir bilginin bulunmayışı sayesinde sağlamlaştırılan dokunulmazlık.

            Öte yandan, olağanüstülüğü “kurumsal canavarlık” olarak adlandırmamız aşağılama maksatlı değildir. Bu adlandırma aracılığıyla insana özgü hal ortadan kalkmış olur. İnsanların zoraki kaybolması baskıcılar üzerinde bir çeşit ayna işlevi görmektedir. Aslında, hukuk devletinin yeniden kurulmasıyla, asıl kaybolanlar o baskıcılar oldu. Onların toplumundaki kayboluşları adam kaçırma, gizlice hapsetme, öldürme ya da kalıntılarını saklama yoluyla gerçekleşmedi. Yalnızca, bellek gücü ve adaletin yeniden işlerlik kazanması aracılığıyla insanlık halinin dışında kaldılar.

            Diktatörlüğün ekonomik planı çöker, Falkland Adaları ve Güney Atlantik’teki askerî macerası başarısızlığa uğrar. Tüm bunlar, diktatörlüğün askerî idare ve devlet yönetimiyle ilgili hedefleri konusundaki kabiliyetsizliğinin de sadık bir yansıması olur. 

            Demokratik geçiş dönemi Ulusal Anayasa’nın geri kazanılmış üstünlüğünün çatısı altında başlar. Bir üst-anayasal düzen yaratmayı hedefleyen askerî birlikler dağılır ve daha sonraları “suç planı” olarak tanımlacak şeyin bir parçasını oluşturan askerî çetelerin evrakları onların yasa dışı faaliyette bulunma niteliklerini gözler önüne serer.

            Darbelerin kısa ömürlü oluşunu niteleyen bir diğer unsur da şudur: Büründükleri isimler istedikleri kadar gösterişli olsun (“Kurtarıcı Devrim”, “Arjantin Devrimi”, “Ulusal Yeniden Örgütlenme Süreci”) bunlar devrim değildir. Daha da kötüsü, kendilerine itaat edilmesini sağlamak ve gerçek hukuki nitelikleri olan “zorbalıkla yönetime el koyma” kimliklerini saklamak için anayasal kurumların isimlerini (Ulus Yasaları, Yasama Gücü, Yürütme Gücü, Yargı Gücü) kullanmalarıdır.

            Devrimler, toplumsal ilişkiler ve kurumların düzenini dönüştüren yeni rejimler yaratırlar. Darbeler ise hiçbir şeyi dönüştürmez, yalnızca egemen kesimlerin ayrıcalıklarını korurlar.

            Sunumun bu ilk kısmını aşağıdaki şekilde özetliyorum:

  • Darbeler, kurumsal olağanüstülük biçimleri ve kuruluşları beklentisinde olan demokratik hükûmetlerdeki bozulmalardan ileri gelir.
  •  Darbe her zaman sistemin ve güçler ayrılığının içini boşaltarak devletin bütün işlev ve yetkilerini tek elde toplayan despot bir güç yaratır.
  • Gücün sorgulanamazlığı en korkunç boyutlara ulaşır.
  • Darbeci grupların üstünlüğünün Ulusal Anayasa’nın dahi üstünde olması amaçlanır.
  • İtaati sağlamak için anayasal kurumların isimlerini kullanırlar.
  •  Hakim sınıf ve kesimlerin otoriter olarak güçlendirilmesi sürecidir.
  • Hegemonyacı uluslararası güçler karşısında gelişmekte olan ülkelerin bağımlılığını derinleştirir. 

2: Demokratik geçiş dönemi; gereklilikler, kazanımlar ve başarısızlıklar:

Demokratik geçiş döneminin başlamasından kısa süre önce yazdığım bir denemede bu sunum için tekrar kullanmayı uygun gördüğüm şu iki tezi ortaya atmıştım:

  1. Kurumsal olağanüstülükle ilerideki hukuk devleti arasında toplumsal yapının her safhasında bir sekte, bir mesafe olmalıdır; toplumsal uygulamalar bütününde her zaman bir devamlılık olamaz.
  2. Bağımlı bir ülke için bağımlılığın ortadan kaldırılması hukuk devletinin kurulmasının “sine qua non” (Latince: olmazsa olmaz) şartıdır.

Bu iki tezi biraz daha geliştirmem gerekir.

2.1: Devletin hukuki devamlılığının gözden geçirilmesi:

Net çizgisi ve pozitivist fikriyle egemen ideolojik hukuk devleti ile kurumsal olağanüstülüğü birbirinden doğan talimatların etkililiği sloganı altında eşitliyordu. Hukuk bilimi tarafından geliştirilen ve varsayımsal (pozitif değil) bir kural olan hukukun geçerliliğinin nihai ilkesini meydana getiren temel bir kuraldan (gründnorm) bahseden HANS KELSEN’in muazzam çalışması şu şekilde özetlenebilir: “Eğer genelde A emir veriyor ve B de genel olarak itaat ediyorsa, A’nın emir vermesi ve B’nin de itaat etmesi gerekir”. Bu böyle olması gerekir şeklindeki varsayımsal kural uluslararası hukukun genel pozitif kuralını değişikliğe uğratabiliyordu. Bu kural “tanıma ilkesi” olarak adlandırılır ve uluslararası usule göre, halihazırdaki düzen tarafından öngörülmemiş veya istenmemiş bir darbe sonucu ortaya çıkan yeni bir hükûmeti, talimatlarının etkili olması şartıyla tanıma esasına dayanır.

            Hukuk düzeninin yasal bir otoriteden mi yoksa gücün zorla ele geçirilmesinden mi geldiğine ilişkin bu kayıtsızlık tanıma ilkesi aracılığıyla Latin Amerika diktatörlük süreçlerinin “onaylanmış” olmasını sağladı. Sonuçta darbe yöneticilerinin talimatları etkiliydi ve önemli olan da dışa bağımlılığın farklı biçimlerde de olsa değişmez devamlılığının garanti altında olmasıydı. 

            İnsan hakları ihlallerinin ciddiyetinden ve bağımlılığın derinleşmesinden kaynaklanan ekonomik-sosyal başarısızlık, özellikle de Güney Latin Amerika üçgeninde demokratik geçiş süreçlerini başlatmak için ulusal ve uluslararası boyutlarda insanların bilinçlenmesini sağladı.   

            Toplumsal yapının her aşamasındaki kırılma ve mesafe hükûmetin üç önemli gücü olan yasama, yürütme ve yargının bütünleştirilmesinde kullanılmalıydı. Kazanan güçlerin yapmaya çalıştıkları ya da dayattıkları şartlandırmaların da ötesinde, genel seçimden galip çıkanlar (yasama, yürütme), kurumsal olağanüstülük ve hukuk devleti arasındaki bu kırılmayı büyük ölçüde karşılar. 

            En büyük sorunu yargı gücü meydana getirir. Politik güçlerin ve özel mülkiyet hakkına etki edebilecek olası demagojik sapmalarının önüne geçmek için  FEDERALİST olmaktan aristokrat, ömürlük ve çoğunluk karşıtı olmaya kadar çeşitli şekillerde algılanmış olan yargı güçleri her halükârda meydana gelen değişimlere karşı kendilerini koruma eğilimi gösterirler. Devlet yönetimine zorla el koyanların adalet idaresinden yargı gücü olarak bahsetmeye karşı çıkıyoruz. Çünkü onlar bulundukları yere gücü zorla ele geçirme, insan hakları ihlallerini örtbas etme yoluyla geldiler. Hâlâ birçok davada sanki aslında hukuk devletinin yargı gücüymüş gibi hukuk devleti çatısı altında çoğunlukla değişmemiş birleşmelerini sürdürmektedirler.    

            Arjantin’in durumunda, “İlerideki Hukuk Devleti” (Rosario, Eylül 1983) başlıklı X. Ulusal Avukatlar Konferansında, kurallara uygun olarak görevi yerine getirme yemini etmiş olsalar dahi zorla ele geçirme yoluyla adaletin idaresine dahil olan hiçbir üyenin gelecekteki Ulusal Yargı Gücünün bir parçası olamayacağına hükmedilmiştir. Ancak gerçek şu ki üyelerin yüzde 90’ı sorunsuz bir şekilde yeni Ulusal Yargı Gücünde yerini almıştır. Bu kurumsal hatanın sonuçları Arjantin hukuk devleti için istenmeyen etkiler meydana getirebilir. 

            Siyasi/yönetici gücün devlet araçlarından bahsedildiğinde de durum çok farklı değildi; o da büyük ölçüde hukuk devleti çatısı altında algılandı. Bu durum tıpkı bahsedilen hâkimlerin yeni yargı sistemine dahil olmaları gibi doğmakta olan hukuk devletinde bir iç düşmana sahip olunmasına zemin hazırlıyordu.

            1994 Anayasal Reformu ile “Ulusal Anayasa’nın üstünlüğünün gözetilmesi ödevi” olarak anılan dikkat çekici bir ibarenin anayasaya eklenmesi sağlandı. Anayasanın 36. maddesi, siyasi güce el koyanların eylemi ile hukuk devleti arasındaki kırılmayı ifade eder. Bu hukuk devleti, yönetime el koyanlar tarafından gerçekleştirilen tüm eylemlerin yanı sıra zor kullanma eyleminin kesin hükümsüzlüğünü ve onulmazlığını kabul eder. Yasal otoritenin uygulanması konusundaki yetki yalnızca Ulusal Anayasa’nın yasal organlarına verilmiştir. Bu eylemlerin failleri ve iştirakçileri zaman aşımına uğramayan cezai sorumlulukları yükleneceklerdir. Herhangi bir devlet görevi ve kadrosu almaktan daimi olarak men edileceklerdir ve bu kişiler “adi vatan hainleri” olarak en ağır anayasal ehliyetsizliğe maruz kalacaklardır (madde 29, Ulusal Anayasa). Çeşitli Arjantin avukatlık münazaralarında bu örnek teşkil eden ibareden “hukuk dersi” olarak bahsettim.

            Ulusal Anayasa’nın 36. maddesi 1994 yılından sonra düzenlenen eyalet anayasalarının bazılarının metinlerinde yinelenmiştir ve çeşitli Latin Amerika ülkelerinin anayasası tarafından benimsenen ibarelerle benzer özellikleri vardır. Hukuk devleti ile kurumsal olağanüstülük arasında bundan böyle “hukuki süreklilik” yoktur.

Kırılma ilkesinin gerek adı geçen darbeleri öngörerek gerekse meydana gelenleri soyutlayarak Güney Amerika kıtasında farklı uygulamaları oldu. Eşit ve birebir aynı uygulamadan bahsetmek mümkün değildir; Uruguay’da Başkan H.LUGO’yu yerinden eden darbede olduğu gibi bazı durumlarda, bu ilkeye gereken değerin verilmesi sağlanamadı. Kısaca anlatılan kural yapıcılığın doğa yasalarına nüfuz eden o gereklilik ilkesinden faydalanmadığı biliniyor.

2:Diktatörlük ve bağımlılık:

            Arjantin Cumhuriyeti demokratik geçiş döneminin ilk zamanları, Başkan R. ALFONSIN hükûmeti sivil-askerî diktatörlüğün yönetime el koyduğu dönemden,  özellikle de özel sektörden kaynaklanan, 1980 senesinde dönemim Arjantin Cumhuriyeti Merkez Bankası Müdürü Dr. D. CAVALLO idaresinde devlet kamu borcu kapsamına alınan dış borcun gözden geçirileceğini duyurdu. Ancak gerçek şu ki ülkelerin ve uluslararası finans örgütlerinin baskısı bu borcun gözden geçirilemez oluşunu dayatmalarıyla sonuçlandı.

            Sivil-askerî diktatörlüğün çok sayıdaki başarısızlıklarından birinin de “ulusal yeniden yapılanma süreci”nin “amaçlar”ı arasında yer alan Arjantin’in dış borcuna son vermek olduğunun altını çizmek gerekir. O zaman için bu borç yedi milyar Amerikan dolarını bulmuyordu. Yönetime zorla el koyma süreci dış borcu kırk sekiz milyar dolara çıkardı. 

Arjantin’deki durumun incelenmesi, bağımlılığın ve boyun eğişin arkasında yatan en önemli nedenin dış borç olduğunu ortaya koyar. Bu borçla ilgili birbirini izleyen yıkıcı müzakereler borç tutarını iki yüz milyar dolara çıkardı. Bu rakam gayri safi yurt içi hasılanın çok üstündeydi.  

            Şimdi size dev bir buzdağının görünmeyen yüzünden bahsetmek istiyorum. Bilindiği gibi görünen kısmı buzdağının toplam kütlesinin üçte birine eş değerdir; diğer üçte ikilik kısım ise suyun içine batık haldedir. Bu suya gömülü kütle ekonomide, teknolojik bağımlılığı temsil eder. 20. yüzyılın en önemli ekonomistlerinden JOHN KENETH GALBRAITH (“Viaje a través de la economía de nuestro siglo”, ed. F.C.E., México, yıl 1992), etik ya da hukuki nedenlerden ötürü, gelişmekte olan ülkelerin feshedilmiş dış borcu beyan edildiği zaman dahi teknolojik bağımlılığın eski durumuna dönmeyeceğini ustalıkla öğretmiştir – GABRAILTH Amerika kıtasının fethinden 500 yıl sonra bu sürenin dolduğunu ilan edileceğini söylüyordu – Teknoloji transferinin uluslararası  koşulları dolayısıyla bu borç kendini yeniden üretecektir. Gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerden yıllık olarak kredi şeklinde aldıkları her bir dolar aynı yıl içinde o ülkelere telif hakkı, patent, lisans veya benzer teknolojik transfer ödemeleri biçiminde üç ya da dört dolar olarak gönderiliyordu. Dünyada hiçbir yasal iş veya yatırım bu kâr yüzdesini sağlamaz. 

            Çok daha az teknik itinayla ancak korkunç bir küstahlıkla Amerika Birleşik Devletleri Arjantin Büyükelçisi JAMES WALSH Güney Amerika ülkelerinin gerileyebileceğini ve hatta dış borç vadelerini ödemeyebileceklerini ancak “casus belli” (Latince: savaş sebebi) olan patent kanunu taslağını onaylayamayacağını söyledi. İlginç bir şekilde basın, eski Başkan CARLOS S. MENEM hükûmetinden, yaptığı tehditten ötürü elçiye itimatnameyi iade etmesini ve onu kendi ülkesine göndermesini talep etmek yerine bu sert diplomatik yorumu kutladı.

            90’larda yine Dr. MENEM’in başkanlığı zamanında Arjantin devleti yabancı yatırımları arttırma çağrısı altında elli dört adet ikili yatırım anlaşması (TBI) imzalamaya sürüklendi. CEPAL’in (Latin Amerika Ülkeleri Ekonomik Komisyonu) rakamları yabancı yatırımların seviyesinde çok az bir değişiklik meydana geldiğini ortaya koyuyor. Ancak Arjantin topraklarının doğal zenginlikleri yabancı şirketler tarafından çıkarılabilir hale getirildi ve bu şirketler çatışma olması ihtimaline karşı DÜNYA BANKASI, CIADI (Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi) Kurulu koruması altındaydılar. 2002’nin başlarında Uluslararası Para Fonu’nun (FMI) tavsiyesiyle peşi sıra hükûmetler tarafından uygulamaya konan neoliberal model ve Amerikan dolarının serbest dönüştürülebilirliği patladığında Arjantin Ulusu, İkili Yatırım Anlaşmaları’nın (TBI) himayesindeki sözleşmelerin feshinden kaynaklanan bir diğer borcun altına daha girdi.

            Bütün yabancı yatırımların korunması, zenginliklerin ve yenilenemez kaynakların çıkarılmasını uluslararası şirketlerin kontrolüne vermenin yanı sıra gelişmekte olan ülkelerin kendi yasal ve temsil hakkı yetkilerini de yabancılara devretmesi şeklinde işlemiştir. Esasen şirketler ve hükûmetler arasındaki anlaşmazlık durumlarında bu meseleler yatırımı alan ülkelerin ulusal yargısına götürülmemektedir. Ancak uluslararası özel hukukun genel ilkesi ilk kâr ödemesinin yapıldığı yerin uygulanacak yasa ve yargı yetkisini saptadığını kabul eder.  Fransız Medeni Kanunu’ndan başlayarak onun izinden giden diğer ülkelerde de bu durum böyle kabul edilmiştir. Sonuç olarak, en büyük ekonomik değeri olan sözleşmelerde, gerçekleştirilen yatırımın yapıldığı ülkenin yasası ya da yargı yetkisi değil uzlaştırma mahkemelerinin yetkisi söz konusu olmaktadır. Bu da genellikle CIADI (Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi) uzlaştırma mahkemesidir. Bu kurum, kendi yönetmeliğinde ulusal yasanın ve onun içtihatının uygulamasından bahsediyorsa da düzenlemenin hiyerarşik sırasını bozar ve böylece “ex aequo et bono”[3]ayrıcalıklı hale getirilir; bu adeta uzlaştırıcıların –daha iyi ifade edilemez – uzlaştırıcısıdır.

            Bu sunumu kaleme aldığım süre zarfında Arjantin’de gerçekleşen hükûmet değişikliği (10-12-015) NESTOR KIRCHNER ve CRISTINA FERNANDEZ DE KIRCHNER hükûmetlerinin on iki yılını şekillendiren, yüksek toplumsal katılımla şekillenmiş üretime dönük modelin ve ulusal egemenliğin geri kazanılması yolunun terk edilmesini de beraberinde getirdi. En fazla dış borç muafiyeti (yaklaşık altmış milyar dolar, ödemelerde en az faiz oranı ve borç erteleme hakkı) Yasama Gücü’nün tatil döneminde yayımlanan başkanlık kararnameleri aracılığıyla hızla çöpe atılıp gitti. Bu, Ulusal Meclis’in olağan oturumlar dönemi yeniden başlamadan önce egemenliğimize tahakküm eden ve bizi yeniden uluslararası mali sermayenin hırsına bağlı hale getiren emrivaki politikanın ortaya konması için yapıldı. Yatırımlarına kıyasla aşırı kazançlar elde edecek olan (yüzde binden fazla) “holdouts”ları, daha doğru tabiriyle “akbaba hisselerini” ödemeyi kabul etmekten ve önceki hükûmetin bu “akbaba hisselerini”nin fahiş fiyat taktiklerine ve muazzam ölçekteki karlarına bir son vermek için bunların faaliyetini bir düzenlemeye bağlayan başarılı uluslararası girişiminin üzerine toprak atmaktan daha yıkıcı bir şey olamaz.

            Şu anki hükûmet pervasızca bir ironiyle “sıfır fakirlik” kararı alırken diğer taraftan da uygulamada yalnızca “holdouts”larla olan yıkıcı müzakereyle değil 2005 ve 2010 yıllarında tahvil takasları şartlarını kabul eden dış kredi sağlayıcılarının, THOMAS GRIESA gibi zayıf ve hukuk cahili bir hâkim karşısında, alacaklarını ilk baştaki miktar ile borç erteleme ve faiz karlarını telafi ederek talep edebilmelerinin önünü açarak ülkeyi yeniden borçlandırıyor.  

            Bu bildirinin kaleme alındığı tarih göz önüne alınırsa Arjantin Yasama Gücü ile ilgili neler olabileceğini tahmin etmeye çalışmak için henüz erken. Ulusal kredi üzerideki borçları azaltma ve kamu borcu ödemesini ayarlama konusundaki anayasal çekişme Meclis’in meselesidir (madde 75, inc. 4º ve 7º, Ulusal Anayasa). Bununla beraber, emrivaki bir politikanın bağımlılık zincirlerinin yeniden takılmasıyla sonuçlanabileceği ihtimalinden de endişe duyulması gerekir. Gerek IMF’nin gerekse ABD hükûmetinin yeni borçlanmayı uygun bulduklarını ifade etmeleri tesadüf değildir. Arjantin topraklarının geniş kaynakları ve doğal zenginlikleri bu uluslararası aktörlerin göz hapsindedir.

            Bu bölümde ortaya koyduğumuz ve geliştirdiğimiz demokratik geçişin iki önemli şartından biri – elbette gururla – anayasal metindir, özellikle de onun 36. maddesidir. Diğeri ise uluslararası insan hakları anlaşma ilkelerinin anayasal düzeyinde bu metne dahil edilmesi olarak gösterebilir. Bu düzenlemenin içinde Birleşmiş Milletler Örgütü İnsan Hakları (1966/76), Medeni ve Siyasi Haklar, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Anlaşmalarının bulunduğunu ifade etmek de önemlidir. Bu düzenleyici kurumlar her iki şart konusunda aynı hükümlerle yola çıkarlar. Sözü edilen, İnsan Hakları Uluslararası Hukukunun en üst düzey kurallarının düzenlenmesi ve onaylanmasıdır. Bu uluslararası hukuk kaynaklarının ve doğal zenginliklerinin tek sahibi olan halkların kendi kaderlerini tayin etmesini ve ekonomik bağımsızlığını içeren  milletlerin G193’ünü kasteder. Devletler ya da hükûmetler değil halklar denmektedir. Öte yandan, bu düzenleme ve onun ulusal – uluslararası pozisyonu bağımlılık yapıları tarafından tehdit altında bulunmaktadır.

            UNESCO’nun ilk yöneticisi ve “İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları” ve “İnsan Haklarının Felsefi Esasları” isimli iki değerli eserin yazarı KAREL VASAK ilk eserinin öö sözünde “…bireyler için yaşam hakkı ne ise halkların kendi kaderini tayin etmesi de odur.” diyordu.

            Bağımlılığın kırılması ile de tam olarak bundan, halk olarak yaşam hakkımızdan bahsedilmektedir. Başarılması gereken işte budur.

            Bunun için demokratik geçişin gereklilikleri hakkındaki o deneme yazısının üzerinden geçen otuz yılın ardından, bağımlı bir devletin hukuk devletine dönüşebilmesinin “sine qua non” (olmazsa olmaz) koşulunun bağımlılığın kırılması olduğunu tekrar ifade ediyorum.

3: Terör Devleti’nin işlediği suçlar için sorumluların yargılanması ; “Arjantin Olayı”nın incelenmesi:

Arjantin’deki  Terör Devleti’nin işlediği suçların yargılanmasını ele alan bu çalışma, muhakkak bu uluslararası sempozyumdaki diğer Arjantinli katılımcıların yaptığı sunumları tamamlayıcı nitelikte olacaktır.

Bu nedenle, yargılamanın teknik ve siyasi yanlarına odaklanmalıyım.

Demokratik geçiş sürecinin ilk Devlet Başkanı Dr. RAÚL ALFONSIN’in önayak olduğu “İlk üç Askerî Cunta’nın Yargılaması” olarak anılan, 13/84 Dava’sı olarak da bilinen dosya ile süreç başlar. Bahsi geçen yargılamanın görülmesini emreden 157/83 No’lu Kararname, demokratik geçişi hazırlayan dördüncü askerî cuntayı hariç tutarak soruşturma ve cezai kınamayı ilk üç askerî cuntaya katılanlarla sınırlandırır. Bu sürecin başlamasıyla eş zamanlı olarak, Askerî Adalet Kanunu (Şubat 1984 23.049 sayılı yasa) yeniden düzenlenir. İlk başta, bu ciddi suçların tanınması ve hükme bağlanması konusunda esasen bu suç örgütünün kendi mahkemesi olan Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi görevlendirilir. Askerî Adalet Kanunu düzenlemesi altı aylık süreçte hiçbir mahkumiyet hükmünün karara bağlanmamış olması durumunda savcılık vasıtasıyla zorunlu temyiz başvuru noktası olan Federal Başkent Federal Islah ve Ceza Ulusal Temyiz Odasının yargı yetkisini üstlenmeye çağrılmasını öngörüyordu ve sonuçta öyle de oldu.

Zoraki kaybolma kurbanlarının sayısını tahmin edebilmek çok zor. Birçok vakada, diğer yakınlarının veya kendilerinin başına gelebileceklerin korkusuyla bizzat aileler bilgi sağlamayı ya da şikayette bulunmayı reddediyorlardı. İnsan hakları hareketi, mütevazı bir biçimde, bu sayıyı otuz bin kurban olarak saptadı. Bu oranın ihtiyatlılığı hakkında sizi temin ederek, Korgeneral J.R. VIDELA’nın Komutanlar Cuntası’nın 1 Nolu Kurumsal Mutabakatı hakkındaki raporunu sunarken otuz bin gerilla ve on beş bin sempatizanın varlığından bahsettiğini de eklemek isterim. Zoraki kaybolma kurbanlarının sayısı hakkındaki en yakın rakamlar o raporda yer almıyorsa bu durum incelenmeye değer demektir. Federal Savcılık, sanıkların üzerindeki suçlamaları hafifletmek için kaybolma mağdurları hakkında sekiz bin civarında ihbarın kayıtlara geçtiği Kişilerin Zoraki Kaybolması Milli Komisyonundan (CONADEP) insan hakları örgütleri ve yakınlarının çabasıyla toplanan kanıtlarla doğruluğu teyit edilmiş yedi yüz on bir vakanın olduğu bilgisini seçip çıkarmıştır. Dava sırasında suçlama yaklaşık yetmiş vakaya indirgendi ve bu küçük sayı üzerinden sorumluların cezası karara bağlandı; bazı beraat kararları da çıktı. Fark edilebileceği gibi gerçek vakaların sayısıyla son kararı vermek için göz önünde bulundurulan vakaların sayısı arasında adeta bir uçurum vardı. Birçok vakanın bir kenara bırakılmasına dair savcılık gerekçesi bu vakaların yeterli delilden yoksun oldukları ve verilen ceza sayısının ele alınan vaka sayısına göre değişiklik göstermesinin gerekmemesiydi. Yargılama şeklinin bir kusuru olarak gördüğümüz bu ifade, meydana gelen olayları aydınlatma görevini icra etmenin, yaşananların tekrarlanmasını engellemek bakımından yargı sürecinin en önemli özelliği olduğunu bir kenara bırakır. Hayatta kalan mağdurların ve zoraki kaybolma durumu devam eden kurbanların aileleri için davalarının adil bir mahkeme tarafından yürütüldüğünü bilmek de çok büyük bir önem taşır. Bu, bir çeşit ailelerin yas tutmasına yardımcı olmaktır.[4]

            Birçok insan hakları toplantısında insanların toplu halde zoraki kaybolmasının kayıtlara geçen en korkunç ve anormal suç olduğunu savunduk. Hatta bu durum toplu ölümlerden bile daha ağırdır çünkü kurbanların akıbeti hakkında kesin bilgi olması yakınlarına yas tutma olanağı sağlar. Tüm antropoloji tarihinde ölülerinin, atalarının onurunun insan için vazgeçilmez bir  unsur olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Sevdiği kişinin yokluğunun sürekli olduğuna haklı olarak direnen ailenin acısı bu yokluktan kaynaklanan yarayı kapatmasına izin vermez. Ayrıca sivil-askerî diktatörlük temsilcilerinin kurbanlardan her birinin akıbetine ilişkin bütün kayda değer bilgiyi kilit altına alması da onların kötülüğünü ortaya koyar. İnsanları kaçırmayı, onların gizli merkezlerde alıkonulmasını, oralarda her tür olumsuz fiziki koşullarda katilleri için bilgi arayışıyla işkenceye maruz bırakılmaları demek olan zoraki kaybolmanın çok fazla korkunç ve anormal yanı vardır. Kurbanlar bağlanmış, kelepçelenmiş, bıçaklanmış, hapsedilmiş, herhangi bir hijyen veya mahremiyet olmaksızın zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya zorlanmış, çer çöp veya artık yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Kadınlar tecavüze uğramış, hiçbir özen olmaksızın gizli şekilde doğum yapmış, bebekler baskıcıların ailelerine teslim edilmek üzere annelerinden ayrılmış ve en sonunda da kurbanlar insan olmaya yaraşır saygıdan yoksun şekilde toplu ve karanlık bir ölüme terk edilmişlerdir. Kalıntılarının saklanması, kurbanların akıbeti hakkında kayda değer bilginin olmayışı, adalet yönetiminin bu yapılanlar karşısındaki sessiz suç ortaklığı: Tüm bunlar insanların zoraki kaybolması gerçeğinde saklıdır.

            Özel durumdan etkilenenler olarak kurbanların yakınları 13/84 No’lu davaya müdahil olmayı da başaramadılar. İnsan hakları savunucusu kuruluşların yasal organlarındaki çetin bir tartışmanın ardından ailelerin büyük çoğunluğu yalnızca savcılığın faaliyetine destek vermeyi, kişisel olarak davaya müdahil olmamayı kararlaştırdı. Mesele, uzatmalı bir süreç için uygun siyasi koşulların olmayışı ve silahlı kuvvetlerdeki bir rahatsızlığın yeni bir askerî ayaklanma ile son bulabilecek oluşuydu. Benim şahsi durumumda, yaşam hakkı, özgürlük, insan varlığının fiziki ve psikolojik bütünlüğünü savunmak neredeyse günlük bir rutindi. Mağdurların ailelerini tatmin edebilecek başka bir adli süreç olamayacağını anlayarak müdahil olduklarım arasındaki en sembolik davaları yürütme kararı aldım. Bu davalardan biri Avukat TERESA ISRAEL’inkiydi. Kendisine gençliğinden beri yardım ettiğim, misilleme mağdurlarının savunmasına dahil olmuş en cesur avukatlardan biri olan bu kişi 8 Mart 1977’de, Dünya Kadınlar Gününde ortadan kayboldu. Diğer dava ise kendisini hiç tanımadığım ancak ailesi İnsan Hakları Daimi Meclisinde aktif militanlık yapan, genç  PABLO FERNANDEZ MEIJIDE’nin davasıydı. Başlangıçta Federal Mahkeme her iki kayıp kişinin ailesinin de duruma müdahil olmasına karşı çıktı. Bahsi geçen davaya katılımlarına imkan sağlayan Milli Adalet Yüksek Mahkemesi oldu. Her iki dava için J.R. VIDELA ve E.E. MASSERA ömür boyu hapis cezasına mahkum edildiler. Bu karar, durumları yargı kapsamına alınan her iki aile için de manevi bir tazminat oldu. Ancak bu durumun, Savcılık makamınınki gibi sözlü olarak ifade edilemediği bir gerçektir. Bizim iddiamız, herhangi bir yayımlama veya duyurma olmaksızın yazılı olarak sunulmak zorunda kaldı.

            Benim bu sürece dair kişisel görüşüm terör devletinin korkunç ve anormal suçlarının en üst sorumlularının yargılanması kararını olumlu şekilde değerlendirmek olur. Ancak değerlendirilen davaların sayısının azlığını ve ayrıca ailelerin, insan hakları hareketi ve örgütlerinin payına düşen tüm kanıt çabalarının altını çizmeden de edemiyorum. Bu kanıt toplama çabası olmaksızın hiçbir şey elde edilemezdi çünkü devlet yalnızca bu suçların yargılanacağı platformu sağlamakla sınırlı kaldı; kurbanların akıbetini açığa çıkartmak için hiçbir şey yapmadı. 

            Federal Mahkeme tarafından hükmü verilen kararın yöntemi ve temeli bir önceki paragrafta ortaya konmuştur. Cezai kınama ve hükmün insan hakları uluslararası hukukuna veya  jus gentium[5]’a başvuru olmaksızın Ulusal Ceza Kanunu’nda temellendirilmesine karar verildi. Bahsettiğim davalarda öncelikle 1956 yılında Arjantin tarafından onaylanmış olan Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması hakkındaki davaya konu olan olayın öncesine ait bir ceza yasası olarak Uluslararası Sözleşme’ye başvurmayı tercih ettim. Federal Mahkeme bahsi geçen Uluslararası Sözleşme’ye başvurdu ancak onu uygulamadı. Açıklamalarına göre soykırım suçunun cezai statüsünü barındıran bir iç yasa eksikti ve Uluslararası Sözleşme eksikleri olan bir cezai düzenlemeydi çünkü cezanın niteliğinin devletlerin iç hukuku ile kurulmasından bahsediliyordu. İlk iddia bana sıradan görünüyor; uluslararası anlaşmaların onaylanması ulusal yasalarla yapılır. Bu nedenle Soykırım Sözleşmesi’yle aynı metni yineleyen başka bir iç yasa talep etmek yalnızca gereksiz bir laf kalabalığına sebep olur. Daha ciddi olan ikinci iddia ise benim kıstaslarıma göre, Sözleşme’nin III. maddesinde sınıflandırılan bütün soykırım suçu işleme varsayımları incelenerek çözülüyordu. Bunlar bizim Ceza Kanunumuzda tipik suçlar olarak kabul ediliyordu Bu nedenle suçun niteliğine göre uygulanabilecek maddeler arasından birinin seçilmesi ve onun hükümlerinin uygulanması mahkeme kararını da belirlemiş oluyordu. Ancak konu basit bir öğretisel tartışma değildi. 13/84 No’lu Dava’daki yargılamanın sınırlı niteliğine ve milletin içinden geçtiği siyasi atmosfere bakıldığında, failler ve cezai olarak sorumlu olan iştirakçiler için af, erteleme ya da cezanın değiştirilmesi veya hafifletilmesi gibi imtiyazların uygulanmasını bu sözleşmenin yaptığı gibi önleyebilecek, hükmü geçmez bir suç eylemine dayanan bir cezanın sağlanması gerekiyordu. Soykırım Sözleşmesi’ni uygulamak bunu takip eden süreç bakımından büyük önem taşımış olabilirdi ancak ne yazık ki hem Federal Mahkeme hem de kararı yeniden inceleyen Yüksek Mahkeme bahsedilen sözleşmeyi uygulamayı reddetti.

            Federal Mahkemenin 30 puntoyla yazdırdığı karar araştırmaya devam edilmesi gerektiğini ve ülkenin iç bölgelerindeki Federal Mahkemelerin faaliyeti ve yine bunların bölgesel çekişmelerine göre faillerin cezalandırılmasını öngörüyordu.

            Yüksek Mahkeme’nin kararıyla cezaların onaylanmasının ardından hükûmet, cezai eylemin zaman aşımından bahsederek terör devletinin işlediği suçlar hakkında işlemde olan soruşturmaların kapatılması için savcılara talimatlar verdi.

            Davaların devam etmesinden kaynaklanan askerî rahatsızlık öyle bir noktaya geldi ki Milli Hükûmetin cezai eylem için yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren altmış günlük bir zaman aşımı süresi belirleyen, “son nokta” olarak tanınan 23.492 nolu yasayı onaylaması ve dikte etmesi gerekti. Bu yasa Federal Mahkemelerin “son nokta” yasasından etkilenmemek için süreci hızlandırmalarını gerektiriyordu. İnsan hakları savunucusu kuruluşların yasal organları, insan hakları bölgesel ve uluslararası vesayet organlarında varlığını sürdürebilmek için ulusal yargının keskin bıçağından geçmesi gereken hükümsüz ve anayasaya aykırı 23.492 No’lu yasanın üzerini çizerek yargı yetkisine ilişkin bir mücadeleye giriştiler.

            Askerî rahatsızlık, birliklerin kışlaya kapanarak askerî personele karşı uygulanan yeni usullere son verilmesini talep eden, kendilerini “boyalı yüz” (karşıdakini korkutmak için bir çeşit koyu renk boya yüze sürülür) olarak adlandıran askerlerin ayaklanma hareketine yol açar. Bu baskı nedeniyle ve “son nokta” ile olan kısıtlı zaman aralığı dolayısıyla “zorunlu itaat” olarak adlandırılan silahlı kuvvetlerin alt kademe, güvenlik ve polis kadrosunun üstlerinin zorunlu emirlerine itaat ettikleri kabul edildiği “iure et de jure”[6] 23.521 No’lu yasa ilan edilir. İçinde bebeklerin kaçırılması ve başa bir yere götürülmesi ya da mülkiyet hırsızlığı olan vakalar bu yasal varsayımın dışında bırakıldı.

            Ulusal yargı yetkisi merkezinde Yüksek Mahkeme 23.492 No’lu “son nokta” yasası ile 23.521 No’lu “zorunlu itaat” yasasını onayladı. Yüksek Mahkeme Başkanı Dr. BAQUÉ cesur bir ifadeyle bu ikinci yasanın anayasaya aykırılığı yönünde oy kullandı. Amerika Kıtası İnsan Hakları Komisyonu (1992 ve 1993 yılları)  Dr. CARLOS S. MENEM başkanlığında geçirilen bu yasaların ve sonrasındaki hükümlülerin affıyla ilgili kararnamelerin Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre hükümsüz ve zarar verici nitelikte olduğu kararına vardı ve bu yasaların iptalini tavsiye etti. İki yıl sonra Birleşmiş Milletler Örgütü İnsan Hakları Komisyonu da aynı yöndeki kararını açıkladı.

            Hükûmet, başlangıçta bölgesel ve uluslararası organların tavsiyelerini gözardı etti. Daha sonra Dr. FERNADO DE LA RUA’nın kısa süreli başkanlığında Ulusal Meclis bölgesel ve uluslararası organların kararlarını uygulamaya çağrıda bulunarak ilgili kanun yapıcıların ateşli tartışmaları arasında her iki yasayı da “feshetti”. Bu çok büyük bir kurumsal ikiyüzlülük eylemi oldu çünkü yasaların iptali onların geçerli olmasına denk gelmektedir; en iyicil cezai yasa olarak davaların yeniden açılmasını imkansız kılar; sonuç olarak feshetme yasaların meşruluğunun üzerine adeta cila oldu.

            Hakikat ve adaletin uygulanması kuralcı/kurumsal boşluğa bağlı olarak engellendiğinden dolayı insan hakları örgütleri hakikat davaları olarak bilinen süreçleri desteklediler. Bu örgütler, kişilerin zoraki kaybolmasının etrafındaki koşulları, bunları tertip edenlerin ve onların fiziki sorumlularının kimler olduğunun araştırılmasını organize ediyor ancak elbette onların cezai hükmünü düzenleyemiyordu.

Dr. NÉSTOR KIRCHNER’in başkanlığa gelir gelmez “son nokta” ve “zorunlu itaat” yasalarının kaldırılması için gerekli koşullar sağlanır. Bu, Yüksek Mahkemenin daha sonraki bir kararıyla onaylanabilecek milli yasa ile yapılır (25.779 No’lu yasa). Davalar yeniden açılır, 1994 Anayasal Reformunda ilave güç organı olma durumuna bağlanarak Başsavcılık Makamının yetki alanı katlanır.

Göz önüne serilen faaliyetlerini ve onun kazanımlarını D. ADRIANA ARCE’nin analitik sunumu tamamlamaktadır. 

            Bu kısmı, bu davaların nasıl devam etmesi gerektiği sorusunu devreye sorarak tamamlıyorum. Bu davalardan bazılarında sivil-askerî diktatörlüğün sivil görevlilerinin sorumlulukları araştırılmaktadır. Yargı süreçleri devam etse de araştırma yapılmasında ve delillerin elde edilmesinde Yargı Gücü ile ortaklaşa çalışan siyasi-idari gücün önemli kuruluşları ortadan kaldırıldı.

4:  İnsanlık karşıtı suç mu yoksa soykırım mı? 

            Bildirinin bu son kısmını tanımlanan suç eyleminin insanlık karşıtı suç mu yoksa soykırım suçu kapsamına mı alınması gerektiğinin incelenmesine ayırıyorum.  

            O ya da bu durumda, zaman aşımına uğramayan niteliğe sahip insanlık karşıtı suç teşkil eden olaylar arasında bir fark yoktur. Baskıcılar ceza indirimlerine sığınamayacaklardır ve evrensel adalet ilkeleri tarafından takip edileceklerdir.

            O zamanın Madrid Ulusal Mahkeme Yargıcı Dr. BALTASAR GARZÓN Arjantin ulusu ile ilgili ceza davalarını İspanyol ceza hukukunun bir parçası olan soykırım kapsamına almıştır. Soykırım faaliyetinin bir ulus grubuna yönelik olduğunu savunmuştur.

                        Federal Başkentin Barolar Birliği İnsan Hakları Komisyonu Koordinatörü olarak bu kurumun yönetimi tarafından sivil-askerî diktatörlük süresince Alman vatandaşlarının zoraki kaybolmasını inceleyerek Almanya’da (sembolik olarak Nüremberg’de) meydana gelen sürecin sonucu niteliğinde bir görüş yazısı kaleme almam teklif edildi. Bu yazının odak noktası “grup” (birlik) kelimesinin “uzlaşma” tanımlamalarından (milliyet, ırk, etnik köken, din) daha fazla önem arz etmiş olmasıydı ve bu birlik baskıcı hükûmet tarafından adlandırılmıştı. Yalnızca baskıcı biçimde devletin güç aracı olarak  kullanılmıyordu, aynı zamanda baskı uygulanan grubu saptama anlamsal gücünü de yerine getiriyordu. Arjantin olayındaki adlandırma biçimleri şu şekildeydi: “teröristler”, “terör suçluları”, “hükûmeti devirme”, “hükûmeti deviren suçlular”, “gerillalar”. Buenos Aires Eyaleti’ndeki La Plata N/1 Federal Mahkemesi ve Santa Fé Eyaleti’ndeki Rosario Federal Mahkemesi tarafından bütün resmî açıklamalarda bu hukuki nitelendirmeler takip edildi. Bunun aksine, Milli Adalet Yüksek Mahkemesi’nin resmî açıklamaları ile yönlendirilen diğer bütün mahkeme kararlarında bu suçlar “jus gentium” ile belirlenmiş olan insanlık karşıtı suçlar kapsamına alındı.

Uluslararası ceza hukukunun bu iki betimlemesi arasındaki tek fark Soykırım Sözleşmesi’nin 1956 yılında ulusal pozitif hukuk bünyesine alınmış olması ve dava olayları için öncül yasa olmaktan ötürü anayasal tedbire uymasıdır.


[1] Lettre de cachet (Fransızcada “kaşeli mektup”), Fransa’da Ancien Régime (eski rejim) döneminde, özellikle bir kişinin tutuklanmasını sağalamak amacıyla kullanılan ve altında kralla birlikte bir bakanın da imzası bulunan kral buyrultusu. (ç.n.)

[2] İhzar müzekkeresi : Mahkemece yapılan çağrıya uymayanların kolluk gücüyle mahkemeye gelmesini sağlamak için verilen yazılı emir. (ç.n.)

[3] Latince hukuki bir ifade. Mevzuat ve içtihada bakmaksızın, hakkaniyeti esas alarak karar vermek (ç.n.)

[4] Yakınlarının akıbeti hakkında bir bilgisi olmayan aileler için gerçek anlamda yas tutmak dahi mümkün olmaz. Bu mahkemeler aracılığıyla hiç değilse yakınlarının öldüğünü kesin olarak bilmek onlara yas tutma imkanı sağlayacaktır. (ç.n.) 

[5] Latince terim: Uluslararası Hukuk. (ç.n.)

[6] Yasayla kabul edilen ve karşı kanıt sunulması kabul edilmeyen  varsayım, kanuna göre, kanuni olarak. (ç.n.)