28 ŞUBAT’TA HUKUK*

0
17

Prof. Dr. Muharrem Kılıç / Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Başkanı 

*28 Şubat 2022 tarihinde İstanbul Üniversitesinde düzenlenen Tekrar ve Fark Sempozyumunda sunulmuştur.

28 Şubat, postmodern darbe olarak adlandırılıyor. Ben bu darbeyi “yeni nesil bir darbe” türü olarak tanımlıyorum. Nitekim bütün şiddet unsurları, lojistik desteği ve dinamikleriyle başlı başına bir darbe olarak karşımıza çıkıyor. Atipik kendine özgü dinamikleri olan bir darbe olarak karışımıza çıkmaktadır. Yakın tarihte yaşanmış 25 yıllık bir serencam söz konusudur. Darbenin mimarları tarafından öngörülen bin yıllık vadenin gerçekleşmediğini görüyoruz. Yani bunun ilanihaye devam edecek bir hendese ya da üstten tepeden inmeci bir mühendislik eseri olarak devam edeceğine dair öngörünün akim kaldığını görüyoruz. Ancak bunun ilanihaye sonun kesildiği darbelerin bir daha Türk siyasi dönemi açısından adının anılmayacağını ifade etmenin mümkün olmadığını 15 Temmuz darbesi bize hatırlattı. Sunumumun sonunda 28 Şubat ile 15 Temmuz arasındaki benzerlik ve farklılıklara değineceğim. 

Darbe olarak adlandırılan olayları harekete geçiren farklı dinamikler olduğunu görmekteyiz. Bu dinamiklerin başında aslında tarihî bir dinamik geliyor. Bunu yalnızca 28 Şubat darbesiyle değil, topyekûn bir militaristtik bir darbe türü olarak düşünmemiz gerekir. Yalnızca 1960 darbesi değil 1946 yılındaki cunta yapılanmasından cumhuriyet öncesi döneme varıncaya kadar saray darbelerinin özellikle modernleşme sürecinde Osmanlının son yıllarında ortaya çıkan müdahillerin ve darbelerin de anılması gerekmektedir. Darbelerin tarihsel kökleri bulunduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bu yalnızca ulusal alana müdahale gibi değil aynı zamanda küresel de bir sorundur. Demokratik siyasal sistemin zafiyete uğradığı, yalnızca siyasal sistem açısından değil, belki eş zamanlı da değerlendirilmesi gerekmektedir. 

Bu kapsamda beş temel alan üzerinden bu dinamikleri tasnif edebiliriz. Bir diğer dinamik olarak sosyo-ekonomik dinamik karşımıza çıkıyor. Sosyo-ekonomik durumun ulusal ekonomik performansla da doğrudan ilişkili olduğunu görüyoruz. Bu aynı zamanda siyasal istikrarın da bir teminatı olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında bu dinamiğin köklerinin varlık gösterdiğini ifade etmemiz gerekiyor. 28 Şubat darbesi açısından belki en fazla üzerinde durulması gereken sosyolojik dinamik olduğunu söylememiz gerekiyor. Burada ağırlıklı olarak insan hak ve özgürlükleri açısından bu darbenin ortaya çıkarttığı maliyete işaret edeceğim. 

Sosyolojik dinamiğin altını özellikle çizerek ifade etmek istiyorum. Zira bu darbe daha önceki darbe tecrübelerinden de farklılık arz eder biçimde toplumun kitlesel anlamda temel değer alanları ile doğrudan çatışan bir darbe türü olarak karşımıza çıkıyor. Yani insanların dinî inançları, kabulleri, gelenekleri ile bütün bunun simgelerini hedef alır biçimde ciddi bir düşmanlaştırma, şeytanlaştırma formunda ortaya çıktığını görüyoruz. Bu sosyolojik etkinin etkili biçimde yansıma noktasında kimisinin sendikal ayakta, kimisinin sivil toplum ayağında, kimisinin akademisyen ve üniversite ayağında olmak üzere militarist irade ile aynı tarafta saflaşan bir kötücül şer cephesinin oluştuğunu görüyoruz. Bu yönüyle aslında sosyolojik dinamiğin harekete geçirildiğini yani bir anlamda sosyolojinin de temel hareket noktası olan toplumsal yapıyı dönüştürme saikinin harekete geçirildiğini görüyoruz. 

Bu noktaya siyasal dinamik açısından baktığımızda, bunun da köklerinin her dem mevcut olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. 1980 darbesi sonrası ortaya çıkmış olan ve halen cari olan 1982 Anayasasında da görüldüğü üzere anayasal düzenin kurgusunda temel motivasyon “siyasal alanın işlevsizleştirilmesi”dir. Yani apolitik bir biçimde tüm siyasal dinamiklerin, aktörlerin ve figürlerin değersizleştirildiğini görüyoruz. 1980 sonrası ortaya çıkan bu anayasal kurguda da aslında bütün bu siyasal alanın hapsedilmesi/sınırlandırılması motivasyonuna dayandırıldığını ifade etmemiz gerekiyor. Bu noktada nasıl mekanik olarak icra edildiğini sorgulayabiliriz. 28 Şubat’ta da olduğu üzere birtakım vesayet odaklarını hareket geçirmek suretiyle bu mekaniğe işlevsellik kazandırıldığını görüyoruz. Bunların en önemli aktörlerinden birisi o dönem için de geçerli olan üniversiteler olarak karşımıza çıkıyor. 

Bir TV programında bir hocamızın ifade ettiği üzere üniversiteler aslında 28 Şubat darbesinin laboratuvarı niteliğindedir. 28 Şubat sürecinde gün aşırı, haftada bir veya daha fazla sürekli olarak üniversitelerden başörtüsü/inancı nedeniyle üniversitelere alınmayanların görüntülerini basın üzerinden geniş kitlelere yayarak tabiri caizse “simgesel şiddet” yarattıklarını söylememiz gerekiyor. Burada simgesel şiddet belki fiziksel şiddet boyutuna varmıyor ancak diğer darbelerden farklılık arz eder biçimde yeni nesil darbe türünde baktığımız zaman simgesel şiddetin bütün unsurlarının kullanıldığını görüyoruz. Toplumun temel değer alanlarına ilişkin logoların, renklerin yasaklanmasının simgesel şiddet unsuru olarak ortaya çıktığını ifade edebiliriz. Hak ihlalleri açısından baktığımızda eğitim hakkından sağlık hakkına; ifade özgürlüğünden basın özgürlüğüne hatta yaşam hakkına varıncaya kadar birçok hak alanında ihlallerin farklı biçimlerde farklı tarihlerde ortaya çıktığını görüyoruz. Özellikle altı çizilmesi gereken durumlardan bir tanesi ise kamu hizmetlerine girme hakkı açısından baktığımızda fişlemelerle, etiketlemelerle insanların tehdit edildiğini, görevlerinden el çektirildiğini yer değiştirmelerin yapıldığını bu doğrultuda ihlallerin ortaya çıktığını görmekteyiz. 

Siyasal dinamik açısından baktığımız zaman hak ihlallerini doğuran neticeleri ortaya çıkaran temel faktörlerin başında da demokratik siyasal sistemin felç edilmesi/paralize edilmesi düşüncesine dayandığını söylememiz gerekiyor. Bir anlamda evrensel demokratik hukuk sisteminin ilkeleri olarak hem hukuk devleti hem de hukukun üstünlüğü ilkesinin berhava edildiğini görmekteyiz. Jüristokrasinin yani bir yargısal aktivizmin varlık gösterdiğini de söylememiz gerekiyor. Yargıçlara verilen brifinglerde bütün illerin cumhuriyet başsavcılarını toplayarak bir bildirgeye, “laiklik” bildirgesine, imza attırdıklarını biliyoruz. Bunun üzerinden verilen telkinler ve talimatlarla yargısal alanı da tanzim etmek ve yargı adaletini felce uğratma şeklinde tecelli ettirdiklerini görüyoruz. Bir bütün olarak baktığımız zaman aslında bütün bu gerçekleştirilenlerin hukukun araçsallaştırılması olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. İstediğiniz biçimde hukuku yasayı kanunu yorumlatmak suretiyle istediğiniz amacı istihsal etme durumunun ortaya çıktığını ifade etmemiz gerekiyor. 

Burada siyasal dinamik boyutuyla baktığımızda aslında egemenlik hakkının kullanılması noktasında Anayasa’mızın 6. maddesinde de yer aldığı üzere egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması ilkesi düsturunun bir açıklaması olarak karşımıza çıkan, hiçbir kimse veya zümreye egemenliğin kullanılmasının devredilemeyeceği ifade edilmekle beraber bu süreçte ne yazık ki bu yetkinin bu yetkiyi kullanmaması gereken kişilerin elinde bir yetki aşımıyla kullanıldığını görüyoruz. Bu durumun kuvvetler ayrılığı prensibine de aykırılık arz ettiğini ifade etmemiz gerekiyor. İcrai organların, yürütme organlarının, yargısal organlarla iş birliği çerçevesinde, kuvvetler ayrılığı prensibince bir denge denetleme unsuru olarak karşımıza çıkmadığını brifinglerle talimatlandırıldıklarını görüyoruz. 

Üniversiteler bu işin laboratuvarı olarak karşımıza çıktığını ifade etmiştim. Burada yalnızca üniversitelere girişte dinî inançları çerçevesinde bir kısıtlamanın ortaya çıkmadığını, yanı sıra kat sayı uygulaması ile aslında nesillere sâri biçimde Türk eğitim sisteminde onarılması güç tahribata yol açtığını ifade etmemiz gerekiyor. Çalışma hakkına ilişkin olarak da ciddi kısıtlamaların ve engellerin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Özellikle görev yeri değişikliği kimi zaman tehditlerle kimi zaman fiilen uygulanmak suretiyle çalışma hakkı açısından engellemelerin hak ihlallerinin ortaya çıktığını söylememiz gerekiyor. İfade özgürlüğü ve örgütlenme haklarının ihlali noktasında da kimi sivil toplum örgütlerinin sakıncalı olarak kabul edilen bir dönemin rejim zihniyeti yüzünden sivil toplum alanının bloke edildiğini, kapatmalara maruz bırakıldığını ifade etmemiz gerekiyor. Basın özgürlüğü açısından baktığımız zaman, akreditasyon uygulaması yapılmak suretiyle bazı basın yayın organlarının sistem dışı bırakıldığını biliyoruz. 

Kamu hizmetlerine girme hakkı açısından daha önce de belirttiğim üzere, temel ilke aslında görevin gerektirdiği niteliklerin aranması iken bunun dışında başkaca ayrımlar temelinde birtakım kısıtlamaların getirildiği belirtmek isterim. Sağlık hakkının ihlali açısından, trajik bir tablo olarak merhum Medine Bircan’ı ifade edebiliriz. Sağlık hizmetlerinden o dönem başörtüsü nedeniyle yararlandırılmadığı için yaşamını yitiren Medine Bircan açısından aynı zamanda yaşam hakkının da ihlal edildiğini ifade etmemiz gerekiyor. O dönem sıklıkla karşımıza çıkan bu ihlaller nedeniyle çokça mağdur olduğunu ifade etmemiz gerekir. 

Ayrımcılık ilkesi açısından Anayasa’mızın 10. maddesine baktığımız zaman kanun önünde eşitlik ilkesinin sayma usulüyle değil geniş biçimde kişilerin din, dil, ırk, renk ayrımı yapılmaksızın eşitliği ilkesi kabul edilirken bu noktada din, mezhep ve inanç merkezinde ciddi ihlallerin yapıldığını söylememiz gerekiyor. 

Son söz olarak şunu ifade etmek isterim. Darbelere dair bütün durumlar aslında insan hakları sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Ortaya çıkan hak ihlalleri tablosuyla birlikte insan hakları sorunu olarak literatürde kaydedilmiştir. Buna ilişkin olarak ne yazık ki işin sosyolojisi, siyasal dinamiği açısından yapılması gereken çalışmaların yeterince ilgi görmediğini ve üzerine çalışılmadığını da üzüntüyle ifade etmek isterim. 28 Şubat’tan 15 Temmuz’a kadar ortaya çıkan bu tarihsel koridorda bunu var eden şeyin ne olduğunu 15 Temmuz’u yaratan FETÖ cuntasını var eden dinamiğin köklerinde aramak gerekiyor. Aslında 28 Şubat’ın ortaya çıkardığı siyasal alanı hapseden bakış açısını görüyoruz. Çünkü toplumsal değer alanlarına yönelik bu bakış açısı, bu sınırlandırıcı ihlal edici bakış açısı bu türden yapılanmalara güç kazandırdığını, kolektivist vesayeti ortaya çıkardığını söylememiz icap ediyor.