Av. Hüsnü Tuna / AK Parti Konya 23. Dönem Milletvekili
*28 Şubat 2022 tarihinde İstanbul Üniversitesinde düzenlenen Tekrar ve Fark Sempozyumunda sunulmuştur.
Sivil toplumun bir darbeciler kulvarında yer alanları, bir de darbenin hedefi olan sivil toplum tarafları vardır. Darbenin hedefi olan sivil toplum yanıyla bir de panelimizin konusu fark ve devamlılık yani darbeler arasındaki benzerlikler ve farklılıklara dair de birtakım şeyler söylemek istiyorum. Malum olduğu üzere, hepimiz biliyoruz darbeciler darbelerini meşru bir zemine oturtmak için çaba sarf ederler. Halk nezdinde ya da toplum üzerinde yapılan hukuksuzluğa karşı direniş engellensin diye bir meşru zemin çabası her daim olmuştur. 80 darbesinde her iki tarafa da aynı merkezden silah verilerek öğrenci olaylarını sağcı solcu sınıflamasıyla geliştirerek olayların büyütüldüğünü biliyoruz. Nitekim 12 Eylül hareketiyle olaylar birden kesilince madem böyle niçin bu saate kadar beklediniz sorusuna karşılık Kenan Evren’in, sürecin olgunlaşmasını bekledik sözü meşhurdur.
28 Şubat, bugün 25. yılını hatırladığımız ya da unutmadığımız bir sürecin adıdır. Meşrulaştırma süreci 28 Şubat için de olmuştur. O konuya değinmek istiyorum. 80 darbesini yapanlar ülkenin ileriye dönük siyasal yapısını organize etmek istediler ve seçimlerde birçok siyasiyi bloke ederek seçilmelerini engellediler. Buna rağmen yine muhafazakâr siyasi yapının birinci parti olarak çıkmasını engelleyemediler. Darbecilerin,1980 sonrası süreçte gerçekleştirecekleri uygulamaların bir işareti mahiyetinde idi. Nitekim 80 sonrası iktidara gelen muhafazakâr siyasal yapı, Türkiye’nin vesayet sistemini organize eden ve destekleyen kurumlara müdahale etmeye başladığı anda işaret fişeğini yaktılar. Rahmetli Özal MİT müsteşarını değiştirme iradesini ortaya koyduğu zaman, 1988 yılıydı sanıyorum, parti genel kurulunda suikaste maruz kaldı. O eylem,müteakip dönemde gerçekleşmesi planlanan 28 Şubat’ın ilk işaret fişeğidir. Darbeciler 28 Şubat’ın, yani 80 sonrası yapılacak darbenin, neye bina edilmesi gerektiği hususunu muhafazakâr siyasetin gelişmesiyle şekillendirdiler ve irtica üzerinden korkusu-tehlike üretmeye karar verdiler. Malum olduğu üzere 80’li yılların sonunda askerliğini yapan insanlar bilirler, askerî birliklerde eğitim tatbikatlarında “düşman kuvvetlerini” “kırmızı kuvvetler” olarak nitelendirilirdi. 80’li yılların sonunda NATO’da Türkiye’de ve üçüncü dünya ülkelerinde darbeleri organize eden,darbecileri arkadan yöneten NATO’nun konseptinde düşman hedefi değiştirildi.. “Yeşil kuvvetler” yani “İslam Dünyası” düşman konseptine oturtuldu. Türkiye’deki darbecilerde 28 Şubat darbesinin böylece irtica zeminine oturtulmasında karar kıldılar.
1989 sonlarında Başbakanlığa Millî İstihbarattan bir yazı gelir. Yazıda, önümüzdeki günlerde Türkiye’de bir kısım cinayetler işlenecek, bu cinayetler yurt dışından getirtilen tarikat mensupları tarafından işlenecek mesajı vardır. Yazı ayrıca birtakım isimler de barındırır. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun vb. kişilerin öldürüleceği yazıda belirtilmiştir. O yazının Başbakanlığa ulaşmasından itibaren bir ay geçmeden 1990 yılının Ocak ayında Bahriye Üçok öldürüldü. Cinayet kitap içerisinde gönderilen bir patlayıcı ile gerçekleştirildi. Daha sonra devam eden süreçte Çetin Emeç, Muammer Aksoy, 93’te Turan Dursun, 94’te Uğur Mumcu öldürüldü. Bu kişiler, laiklik hassasiyeti yüksek olan insanlar olarak bilinirler. Bu cinayetler, 90’lı yıllarda İsrailli yöneticilerin ifadesiyle Türk Mossad’ı yani Mili istihbarat içerisinde faaliyet gösteren ve Türk Mossad’ı olarak nitelendirilen CIA ve Mossad ekiplerince gerçekleştirilmiş cinayetlerdir. Hâl böyle olmasına rağmen, o günün gazetelerini gören arkadaşlar bilirler ki, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Turan Dursun öldürüldükten sonra şeriatçı güçler öldürdü diye gazetelerde büyük puntolarla haber yapılmıştır. Bahriye Üçok öldürüldükten sonra laiklik karşıtı güçler tarafından öldürmüştür şeklinde başlıklar atılmıştır. Bu süreçte laiklik tehlikesinin boyutlarını gösteren bir cinayet serisi olarak bunlar işlenmiştir. 94 yılının sonlarında yapılacak olan mahalli seçimler çok önemliydi. O mahalli seçimlerde Refah Partisi’nin büyük çoğunlukla belediyeleri almasıyla, bence, darbeciler darbe sürecini biraz daha hızlandırdı. 95 genel seçimlerinde Refah Partisi’nin kaybetmesi için gereken her şeyi yaptılar. Hatta Taksim’de birlikte mitingler yaptılar. Ama 1995 seçimlerinde Refah Partisi’nin birinci parti olarak sandıktan çıkmasını engelleyemediler. 1996 yılında Refah Partisi’nin hükûmet kurmasını engellemeye çalışmalarına rağmen, Refah Partisi Doğru Yol Partisi ile koalisyon yaparak hükûmeti kurdu. Bu son olayla birlikte hazırda bekleyen cuntacılar darbenin kararını verdiler.28 Şubat Darbesi, Millî Güvenlik Kurulu kararıyla ilan edilmeden önce “Avrupa Birliği’nden”, “İsrail’den” gelen istihbarat örgütleri heyetler, Türkiye’de Genel Kurmayda Çevik Bir ve ekibiyle görüşmeler yaptılar. Yine aynı dönemde Amerika’dan heyetler gelerek görüşmeler yaptılar. Özellikle Avrupa Birliği’nden gelenlerin yaklaşımı çok ilginçtir. Görüşmelerde bu Refah Partisi Doğru Yol Partisi hükûmetini kan dökmeden nasıl değiştireceksiniz, o konuda bilgilendirilmek istediklerini beyan etmişlerdir. Darbeciler 28 Şubat’ı nasıl yapacaklarına dair bilgiler vermişlerdir.
28 Şubat’tan önce Genelkurmay Başkanı İsrail’e giderek “İsrailin”onayını almıştır. 28 Şubat MGK toplantısından sonra Çevik Bir, Amerika’ya giderek “darbecilere -bizim çocuklar- gözüyle bakan derin Amerika’nın onayını almıştır. Böylece izinler alındıktan sonra 28 Şubat darbesi uygulamaya konulmuştur.
Sivil toplum kısmına gelecek olursak, 28 Şubat darbesi laiklik hassasiyetine bina edildiğini ifade etmiştik. Bunun bir unsuru da laiklik gelişmelerini İran’ın Türkiye’ye din ihracı ya da sistem ihracına dayalı var olan gelişmeler olduğu algısı oluşturmak suretiyle İran menşeli irticanın Türkiye’de düşman hâline getirilmiştir. 28 Şubat darbesi bunun üzerine bina edilmeye karar verildi. Aslında 90lı yılları hatırlayanlar bilir, 1984’te Şemdinli’de eylem kararı alarak Türkiye’deki yurt içi eylemlerini başlatan PKK’nın da ülke içerisinde yoğun eylemleri olmasına rağmen, birinci tehdit olarak irticanın-muhafazakâr siyasetin- gösterilmesi bu darbenin nedenini ortaya koymaktadır.
Millî Güvenlik Kurulunda darbecilere verilen brifinglerde darbenin sebebini açıklayan bir resim vardır. Boynunda poşu bulunan üzerinde otomatik kurşunların dizili olduğu elinde silah olan bir PKK militanı, arkası dönük önü ileriye dönük. Onun yanında darbenşin hedefi olan ve 1. Tehdit olarak algılanan başı takkeli, çember sakallı, elinde tesbih olan bir T.C. vatandaşı vardır. Bu, Darbenin açık bir şekilde kimleri hedef aldığını gösteren bir sembol niteliğindedir. Bir diğer sembol de darbecilerin irticaya karşı bilgilendirildiği brifinglerde sunulan irticacı gruplardır. Kimdir bu gruplar: Millî Görüşçüler, Millî Nizam Partisi, Millî Selamet Partisi, Refah Partisi, Millî Gençlik Vakfı, Avrupa Millî Görüş Teşkilatı, Radikal İslamcılar, Müslüman Gençlik, İslami Hareket, Kaplancılar vs. Aynı listede irticacı olarak tanımlanan tarikatlar: Nakşibendi, Kadirilik, Süleymancılık, Nurculuk, Işıkçılık. Bakınız bunların hepsi, özellikle Millî Görüşçüler adı altında sunulanların hepsi, Türkiye’de veya yurt dışında faaliyet gösteren legal-yasal kuruluşlar olmasına rağmen, irticai tehlikenin öncüleri olarak sunulmuşlardır.
28 Şubat’taki irtica tehlikesiyle İran ilişkilendirilmesi 2013 yılı 17-25 Aralık’ta Fetöcüler tarafından “polis-yargı darbe girişimin de” aynen kullanılmıştır. 17-25 Aralık’ta hazırlanan dosyaların içerisine baktığınız zaman darbe/ kumpas iddianameleri, İran ajanlarının AK Parti iktidarı tarafından kamu kurumlarına yerleştirildiği ve bunların üzerinden Türkiye’nin İranlaştırılacağı tezine dayanmaktadır. 2010’lu yıllarda 17-25 Aralık’ı organize edenlerden Fetöcü Ali Fuat Yılmazer’in, 28 Şubat’ta irticacı grupların darbecilere brifingle bildirilmesini ben üstlendim diyen açıklaması vardır. Ali Fuat Yılmazer’in açıklamalarından Fetöcü ve emniyet içerisindeki Mossad’ın temsilcisi olan tiplerle asker içindeki NATO’nun temsilcilerinin birlikte, müştereken ve müteselsilen 28 Şubat darbesini organize etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Bir diğer önemli nokta, 28 şubat darbesi sürecinde ordudan atılanların da müdahil olduğu 28 Şubat davasını müdahiller vekili olarak takip edenlerden birisiyim. Müdahil vekili olarak sanıkların savunmalarının büyük bir bölümünü inceledim. Sanıkların bir çoğu, biz askeriyeden fetöcüleri attık dediler. Askeriyeden o dönemde atılan askerlerden hiçbirisinde Fetö ile iltisak bulunmamıştır. Atılanların hepsi ya hanımı başörtülü ya çocuğu başörtülü ya kendisi namaz kılıyor vs. diye atılmıştır. Esas Fetö örgütü ile iltisaklı askerlerin, 28 Şubat darbesi sürecinde harp akademilerine alınarak yüksek rütbelere geçişlerinin sağlandığı ortaya çıkmıştır. Çünkü 15 Temmuz darbesini gerçekleştiren üst düzey generallerin, amirallerin vs. büyük çoğunluğunun 97,98,99 ve 2000’li yıllarda harp akademilerine girdiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 28 Şubat darbesi de FETÖ, ABD, İsrail, NATO iş birliği ile gerçekleştirilmiş bir darbedir. 15 Temmuz ve ondan önceki 17-25 Aralık darbesi de FETÖ, ABD, İsrail birlikteliğiyle gerçekleştirilmiş darbe girişimleridir.
28 Şubat’ta darbeci Batı Çalışma Grubunun çalışma prensiplerini Yavuz Psikolojik Harekât Planlarıyla organize etmişlerdir. Bu durum andıç olarak kamuoyuna yansımıştır. Bu harekat planında darbenin uygulama yöntemini şöyle açıklanmaktadır; “hareket tasarısı, psikolojik hareket teknik ve kurallarına uygun vasıta ve yöntemleri kullanarak devlet çapında seçilen hedeflere yönelik psikolojik harekat faaliyetlerini gerçekleştirmek” tarzında olacaktır. Hareket tasarısında hedef kitleler açıklanmıştır. Bu operasyonun hedef kitleleri:”düzenli camiye giden vatandaşlar, diyanet işleri başkanlığı personeli, ilahiyat fakültesi öğrencileri ve öğretim üyeleri, imam hatip okulları öğrencileri ve öğretim üyeleri, kuran kursu öğrenci ve hocaları, tarikat ve cemaat mensupları ve bu grupların etkisi altında kalmış vatandaşlarımız, irticai faaliyetler nedeniyle ceza ve tutuk evlerinde bulunan hükümlü ve tutuklular ile onların aileleri ve yakınları”dır. 28 Şubat darbesinin kimlere yapıldığını açıkça gösteren şeylerden biriside başörtüsüdür. 28 Şubat deyince tabii ki başörtüsü gündeme gelmemesi mümkün değildir. Gündeme geldiği zamanda yeni nesil, “çok abartıyorsunuz bu hususu yani sürekli başörtüsü sorunundan bahsediyorsunuz” diyerek serzenişte bulunur ya da hadiseyi küçümseyen söylemler de bulunurlar. 28 Şubat’ın hedefi laiklik karşıtı güçlerin(!) “muhafazakâr vatandaşların” etkisiz hâle getirilmesi ve tehlikeli hâle geldiğinin gösterilmesiydi. Başörtüsü bunun müşahhaslaşmış şekliydi. Her ne kadar MGK sunumunda irticanın birinci tehdit hâline “sakallı tesbihli,takkeli” vatandaş üzerinden algı oluşturulmak istenmiş ise de darbe uygulamasında “başörtüsü ve başı örtülü vatandaşlar “ irticai bir tehlike kabul edilmek suretiyle onların üzerine bina edilmiştir. Bu nedenle 28 Şubat darbesinin asıl hedefi-mağdurları ya da ezilenleri hanımlar ve kız çocuklarıdır. Onun için başörtüsüne ve başı örtülülere yapılanlar hiçbir zaman unutulmamalı unutturulmamalı ve sürekli gündeme getirilmelidir.