28 ŞUBAT DARBE YARGILAMASI – Av. Cüneyt Toraman

0
35

Av. Cüneyt Toraman [1]

ÖZET

Darbe, dünyanın her yerinde “cezası en ağır” suçlardan biri kabul edildiği halde, bu ağır yaptırım, darbelere engel olamamıştır. Darbelerin engellenememesinin nedenlerinden biri bütün darbelerin, uluslararası (güçlü) bir desteğe sahip olması; ikincisi, darbecilerin kamu kurumlarında (istihbaratta, yargıda, vs.) özellikle güvenlik kurumlarında önemli bir desteğe, darbe karşıtlarını bertaraf edebilme gücüne ve yeteneğine sahip olması; üçüncü­sü, darbe suçunun hiçbir suç tipiyle kıyaslanamayacak ölçüde, “çok failli” bir suç olması ve olağan suç tipleri için örgütlenen adli mekanizmanın, bu suçu ortaya çıkarabilmede/yargılayabilmede yetersiz kalması; dördüncüsü, bu yapının kamu, siyasetçiler, medya, iş dünyası, STK’lar, sendikalar, meslek kuruluşları başta olmak üzere, toplumun “belli bir kesimini” ikna edip, desteğini arkasına aldıktan sonra harekete geçmesi; beşincisi, dar­belere karşı halkın yeterli bir bilince ve örgütlenmeye sahip olamamasıdır. Darbeleri gerçekleştirenler, yargılanmalarına sebebiyet verebilecek önlemleri aldığı için, darbecileri yargılamak imkansız denecek kadar zordur. Ancak bütün bu zorluklara rağ­men, bazı ülkelerde “darbecilerin yargılandığına” tanık olmaktayız. Darbe yargılamalarını, o ülkelerin “özel koşullarına” bağlamak gerekir. Türkiye’de darbecilerin, yargılanamamasının başlıca nedeni, 1908’den 2007 yılına kadar yaklaşık 100 yıl, darbe düzeninin hüküm sürmesi, darbecilerin siyasal otoriteyle birlikte (iç içe) hareket etmiş olmasıdır. 1908’den 1950 tarihine kadar, “tek parti diktatörlüğü” hüküm sürmüş; 1950 ile 1960 arasında (sadece on yıl) Demokrat Parti iktidara gelmiş, “iktidar olamadan” askerî darbeyle devrilmiştir. 1961 Anayasasıyla, kesintisiz bir darbenin temelleri atılmış, bu düzen (fiilen) 2007 yılına kadar devam etmiştir.

Türkiye’de, “darbe anayasalarıyla” şekillenen otoriter ve katı askerî vesayet rejimi, 2002 yılında, Ak Partinin iktidara gelmesiyle zayıflamaya başlamıştır. Darbecilerin yargılan­ması, “ilk kez”, Ak Parti iktidarı döneminde gündeme gelmiştir. 12 Eylül darbesiyle ilgili soruşturma ve dava, darbecilerin yargılanmasına engel teşkil eden, Anayasanın geçici 15.maddesinin, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda, kaldırılmasıyla başlamış­tır. Referandumu takiben, darbe mağdurlarının ısrarlı başvuruları sonucunda soruşturma başlatılmış, 5 kuvvet komutanından hayatta kalan ikisi hakkında kamu davası açılmış­tır. 28 Şubat darbesiyle ilgili soruşturma da darbe mağdurlarının ısrarlı başvuruları so­nucunda, (12 Eylül darbesi soruşturmasından sonra) başlatılabilmiştir. Her iki darbeyle ilgili soruşturma, çok sayıda engelle karşılaşmıştır. Bu engellerden “birincisi, soruşturma makamlarının, yeterli donanıma sahip olmaması; ikincisi, soruşturmayı yürütenlerin de­rin yapılarla bağlantılı olması; üçüncüsü, darbe failleri arasında ayrımcılık yapılması; dör­düncüsü, soruşturmanın başka amaçlar için kullanılması; beşincisi, darbe mağdurlarının ve kamuoyunun ilgisizliği” olarak sayabiliriz. Darbe yargılamaları sürecinde yaşadığımız tecrübeler, bizlere, toplumun darbelere karşı bilinçlendirilmesinin, güçlü bir şekilde örgüt­lenmesinin ve olası sapmalara karşı güçlü tepki vermelerinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

I.BÖLÜM: DARBELER

I.GİRİŞ

Hukuk devleti, (normatif anlamda) siyasal sistemin işleyişini düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu kuralların başında da, halkın yönetime katılması ve el değiştirmesi formülasyonları gelmektedir. Halk, seçtiği temsilcileri eliyle yönetime katılmakta, meşru temsilin temelini de “sandık” oluşturmaktadır. Dolayısıyla, siyasal iktidar ile halk arasında “temsil ilişkisi” söz konusudur. Anayasalar ve yasalar, “halk” ile “siyasal iktidar” arasındaki bu ilişkinin sürekliliğini sağlayacak hükümler içermektedir. Demokratik sistemlerde halkın iradesini etkileyen unsurlar olsa da siyasal iktidarlar, halkın oylarıyla belirlenmektedir. Bu durum, siyasal iktidarların meşruiyetinin de temelini oluşturmaktadır.  Hukuk devletinde, hukuk kurallarına aykırı “her müdahale” gayrimeşru kabul edilir. Yargı kurumları, “hukuk düzeni” işlediği sürece işlevlerini yerine getirebilir, “suç işleyenleri yargılayabilir, cezalandırabilir. Eğer hukuk düzeni örgütlü bir çete tarafından “ele geçirilir” ve darbe teşebbüsü başarılı olursa, mevcut mekanizma işlemez hale gelir, hukuk düzeni yerini, çete (darbe) düzenine bırakır. Böyle bir durumda, darbecileri yargılamak imkansız hale gelir.

Darbe suçunun, doğrudan doğruya hukuk düzenini hedef alması ve başarılı olması duru­munda sistemi işlemez hale getirmesi nedeniyle suç tiplerini, “hukuk düzenine yöne­len suçlar” ve “diğerleri” şeklinde ikiye ayırmamız gerekir. Darbe suçunun doğrudan doğruya “hukuk düzenini” hedef alması ve sistemi işlemez hale getirme riski nedeniyle, “teşebbüsü” dahi tam suç kabul edilmekte, suç kartelasının en tepesinde yer almaktadır. Darbenin çok ağır bir suç olarak kabul edilmesine ve ağır yaptırımlara tabi tutulmasına rağmen, (Türkiye dahil) pek çok ülkede, bu suçun işlendiği ve başarıya ulaştığı da bilin­mektedir. Darbeye teşebbüs suçunun ortak özellikleri bulunmakla birlikte, her ülkenin özel koşulları da etkili olmaktadır. Bu çalışmamızda; “Türkiye’deki darbelerin” nedenleri, beslendiği kaynakları, darbelerin gelişim süreci, ortak özellikleri ve sonuçlarına ilişkin ge­nel bir değerlendirmeden sonra, Türkiye’de darbelerle ilgili soruşturma sürecini ve özel­likle 28 Şubat darbesiyle ilgili soruşturma sürecini (DÜNÜ), darbenin BÇG (Batı Çalışma Grubu) ayağıyla ilgili açılan kamu davasını (BUGÜNÜ) ve bu davanın geleceğini (YARINI) ele almaya çalışacağız.

1.DARBE

Darbenin sözlük anlamı[2] (etki, çarpma, vuruş, çarpışma, şok, sıkıştırmak, pekiştirmek) kişiyi sersemletecek şekilde “şiddetli vurma” olarak tarif edilmektedir. Büyük bir depremin, binaları yerle bir etmesi, milyonlarca kişinin ölmesi, denizlerin zemininde gerçekleşen büyük depremlerden sonra metrelerce yükseklikteki dev dalgaların (tsunami) karanın içlerine doğru yürümesi, önüne gelen her şeyi yutması, büyük gemileri ceviz kabuğu gibi savurması, devasa binaları yıkması, büyük bir selin, güzergahındaki evleri, insanları, arabaları, hayvanları sürükleyip götürmesi, büyük bir yanardağın harekete geçmesi, lavların çevreye yayılması, vs. “darbe” anlamına gelen sözcüklerle ifade edilmektedir.

İnsanlar, olağan tehlikeler için tedbirler almıştır. Yağmurların birikerek (sele dönüşüp) insanların canına veya malına zarar vermemesi için, şehirlerde su tahliye kanalları döşenmiş, yağmur sularının tahliyesi sağlanmıştır. Yangın tehlikesine karşı, yangın merdivenleri, alarm sistemleri ve yangı tüpleri konulmuştur. Hasta olanların tedavileri için, hastaneler kurulmuştur. Aynı şekilde, suçları önlemek ve suç işleyenleri yakalamak amacıyla, hemen her mahallede güvenlik birimleri, karakollar kurulmuştur. Olağan risklere karşı alınan bu önlemler, olağan durumlarda, ihtiyaca cevap verebilmektedir. Ancak, büyük sel baskınlarında, şehirlerin alt yapı şebekesi (kanalizasyon kanalları), büyük yangınlarda, yangın tüpleri işe yaramamakta, savaş halinde, hastanelerin yatak sayısı ihtiyacın onda birini dahi karşılayamaz hale gelmekte, darbe teşebbüslerinde, küçük çaplı suçları önlemeye ve yakalamaya yönelik karakollar, binlerce kişiden meydana gelen çetelere karşı çaresiz kalmaktadır. Vücudumuzdan örnek verecek olursak, olağan tehlikeleri savuşturabilen “bağışıklık sistemimiz”, ileri düzeyde bir saldırı durumunda, işlemez hale gelmektedir.

Siyasal iktidarı ele geçirmeye yönelik operasyonlar da, (doğal afetlerle) benzer sonuçlar gösterdiği için, bu girişimlere, genel bir ifade ile “darbe” denilmektedir. Devletlerin olağan saldırıları savmaya yönelik mevcut koruma mekanizmaları [3] da çok geniş kapsamlı ve örgütlü saldırıları önlemede (genellikle) yetersiz kalmaktadır. Darbe suçları genellikle, devlete yönelen saldırılardan korumakla görevli ordunun desteğiyle gerçekleştiğinden, devlet (içeriden) korumasız kalmakta, ordu, karşısında direnecek etkili bir güç kalmadığından, başarılı olmaktadır. Ordunun darbe suçuna katılması, tehditlere karşı devleti korumasız bırakmakta, sistemi “işlemez” hale getirmekte, adeta, siyasal sistemin bağışıklık sistemini çökertmektedir. Devlet mekanizmasının kontrolünün darbecilerin eline geçmesiyle, sistem, darbeyi gerçekleştirenlerin ideolojisi doğrultusunda (ve hukuka bağlı olmaksızın) çalışmaya başlamaktadır. Bu çerçevede, hakları ihlal edilenlerin son başvuru kapısı “yargı” işlemez hale gelmekte, bu da hak ihlallerinin ve mağdur sayısında olağanüstü bir artışa sebep olmaktadır. Bu nedenle (bütün) darbeler, son derece yakıcı ve yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır.

Darbenin “hukuki anlamı” ise ordunun veya ülke içindeki beli bir grubun, hukuka aykırı yöntemlerle “Anayasayı ihlal” etmesi (anayasal düzeni, anayasal kurumları, kısmen veya tamamen işlemez hale getirmesi) olarak tarif edilmektedir. Her devletin belli bir hukuk düzeni vardır. Siyasal iktidara sahip olmanın kuralları ayrıntılı olarak belirlenmiş, aynı şekilde, son bulması da kurallara bağlanmıştır. Koca Reis lakabıyla ünlü politikacı Sadet­tin Bilgiç: “Demokratik parlamenter sistemlerde, hukuk dışı tutum ve davranışlara karşı her türlü devletin nitelikleri ile ilgili bir, iki ve üçüncü maddelerindeki hükümler değiştirilemez, değişti­rilmeleri teklif dahi edilemez. Tek Parti iktidarı; anayasaya aykırı kanun çıkarırsa, Cumhurbaşkanı’nın Meclise iade yetkisi vardır. Meclis ısrar ederse, Anayasa Mahkemesi’ne götürme yetkisi vardır. Cumhurbaşkanı götürmezse, siyasi partilerin ve yargının götürme yetkisi vardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa tadili yaparsa, Cumhurbaşkanının iade yetkisi vardır. Meclis ısrar ederse referanduma götürme yetkisi vardır.”[4]

Hiç bir devlet, hiçbir hukuk düzeni; hiç kimsenin, (hukuk düzeninin uygun görmediği) meşru olmayan yöntemlerle iktidarı ele geçirmesini uygun görmez. Devletler, hukuka aykırı yollarla iktidarı ele geçirmeyi, (darbe teşebbüslerini) önlemek için ceza kanunlarına, çok ağır cezalar koymuşlardır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda[5] (eski TCK 146.madde, yeni TCK 309.maddeler), darbeye teşebbüs suçları için, (en ağır ceza olan) ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörülmüştür. Darbeye teşebbüs suçu, ceza yasalarında, diğer suçların tamamından farklıdır. Ceza kanunlarında diğer suçlar, genellikle hukuk düzeni içindeki “olağan ihlalleri” önlemeye kamu düzenini, “kişilerin” can ve mal güvenliğini korumaya yönelik olduğu halde, darbeye teşebbüs suçu, bizatihi “hukuk düzeninin” kendisini hedef almaktadır. Hukuk düzeni (yani, komuta merkezi) çetelerin/örgütlerin eline geçerse, sadece bireylerin değil, toplumun tamamının hak ve özgürlükleri tehlikede olacaktır.  Küçük bir çocuğa tecavüz suçunda, mağdur, çocuk, ailesi ve çevresi ile sınırlı olduğu halde, darbeye teşebbüs suçunda mağdur, toplumun kendisi ve tamamıdır. Her suç çirkin olmakla birlikte, “darbeye teşebbüs suçu”, diğer suçlar ile kıyaslanamayacak derecede tehlikeli ve çirkin bir suç tipidir. Bu niteliği nedeniyle, bu suçlar, yüzlerce suçtan oluşan suç kartelasının, en tepesinde yer almaktadır.

2.DÜNYADA DARBELER

Darbeler tarihi, “siyasal iktidarların” tarihiyle at başı gitmektedir. Roma İmparatoru Jülius Sezar darbe kurbanıdır, bazı Roma imparatorları darbeyle iktidara gelmiştir. Napolyon, 1799’da Fransa’da iktidarı bir darbeyle ele geçirmiştir. Antik Yunan ve ve Hindistan kentlerinde darbeler fazlasıyla yaygındı. 20. asrın sonlarına doğru “darbeler” gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere Latin Amerika’da, Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da bir hayli yaygınlaşmış; 1980’lerden sonra azalmaya başlamıştır.[6] Darbeleri gerçekleştirenler; hükûmetlerin sosyal ve ekonomik sorunlarını çözmede yaşadıkları sorunları ve dolayısıyla ortaya çıkan yeni sorunları, gerçekleştirdikleri darbelerin gerekçeleri olarak sundukları halde bunların hiç biri, darbenin gerçek sebebi olmadığı, darbenin bahanesi olarak göste­rildiği yıllar sonra ortaya çıkmıştır.

Dünyada gerçekleştirilen darbelerin büyük bir çoğunluğunda “asker/ordu” başrolü üstlenmiştir. Esasen, (gerek geçmişte ve gerekse günümüzde) silahlı gücün (ordu ve/veya emniyetin) (AKTİF VEYA PASİF OLARAK) içinde yer almadığı bir darbe teşebbüsünün başarı şansı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, siyasal iktidarlarla sorunu olan ve bu iktidarı değiştirmek isteyen güçler, devletin silahlı gücünden (ordu ve/veya emniyetten) yararlanmak istemiştir. Ordunun müdahalesini haklı göstermek için, halkın inanabileceği “bahaneler” üretmişlerdir. (1980 darbesinde, darbe şartlarını olgunlaştırmak için, toplumun farklı kesimlerini birbiriyle çatıştırıp, bu çatışmayı tırmandırıp, binlerce vatandaşımızın ölümüne sebebiyet vermişlerdir.) (28 Şubat darbesini gerçekleştirenler de, anayasayı, meclisi işlemez hale getirmek ve hükümeti düşürmek için, rejimin tehdit altında olduğu yalanını yaymaya çalışmışlardır.)

Darbe teşebbüsünde bulunanların algı operasyonları, çoğu kere başarılı olmuş, toplumun belli bir kesimini ve kamu görevlilerinin önemli bir kesimini inandırmış ve yanlarına almayı başarmıştır. (Bu darbelere, başka saiklerle destek verenlerin olduğu da bilinmektedir.) Darbelere gerekçe yapılan bu iddiaların (bahanelerin) hiç birinin doğru olmadığı, (darbe teşebbüslerinin en etkili aracı olan) psikolojik harekat ürünü olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin, Türkiye’de, 1980 darbesine gerekçe yapılan sağ-sol çatışması, 13 Eylül 1980 tarihinde bıçak gibi kesilmiştir. 28 Şubat darbesinin alameti farikası olan “irtica tehdidi” (irtica tehlikesi), Refah-Yol hükümeti düşürüldükten sonra bıçak gibi kesilmiştir. (Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, 1980 darbesine gerekçe yapılan bu durumu: “13 Eylül gününe kadar kan aktı Türkiye’de, ama 13 Eylül sabahı durdu. Sonra söyledim, ‘ 11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül’de nasıl durdu?’ dedim. ‘Yetkimiz yoktu’ dediler. ‘13 Eylül günü yetkiniz nereden çıktı?’ dedim. 13 Eylül günü var olan yetki, 11 Eylül günü de vardı. Sıkıyönetimin bütün yetkileri vardı. Ve üzüntü ile söyleyeyim ki, 1980’nin 12 Eylül’ü devletin çöküşüdür. Yani, devlet çökmüş de birisi onu kaldırıyor değil. Devleti kendi elimizle çökertmişizdir. Ondan sonrasında da bence, Türkiye rejimi çok büyük yara almıştır ve her şeyi yara almıştır.” diye özetlemiştir. (Basit bir medya taraması, bu iddiamızın en kesin kanıtıdır.)

Dünyadaki darbelerin gerçekleştirilmesinde, “ABD istihbarat servisi CIA ve dünya si­yasetinde etkin olarak yer almak isteyen diğer güçler, başrol oynamıştır. Darbeler, güçlü devletlerin zayıf ve küçük devletler üzerindeki emellerini gerçekleştirmede etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Özellikle CIA’nın Latin Amerika ülkeleri için “diktatör ve darbeci yetiştiren” bir okul olduğu”[7] bu eğitimin, sadece Latin Amerika ülkelerini değil, Türkiye’yi de kapsadığı bilinmektedir. Bilim adamlarımız, ABD’nin başka ülkelerin askerlerini (subaylarını) bu amaçla eğittiğini öne sürmektedir; “ABD’ye eğitim için asker veya sivil göndermek, ABD hesabına darbeci yetiştirmeyi kabul etmek demektir. Tabii olarak, ABD’de eğitim alan herkes ‘darbeci’ olur demiyoruz. ABD’nin eğitim vermekteki amacına dikkat çekiyoruz. Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde 1962 yılında “Dış Yardım Kanunu” tartışılırken, o zamanki ABD Savunma Bakanı Mc Namara bakınız ne diyor: “Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabancı uluslardan 18.000 kişi eğitim görüyor olacaktır. Bu kişilerden her biri demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğrenecekler. Ülkelerine döndüklerinde her biri bunun uygulayıcı olacaktır.”[8]

İtalya’da (1948’de) – Komünist Parti seçimleri kazandığında CIA’nın devreye girmesi, İran Başbakanı Muhammed Musaddık petrolü mil­lileştirmek istemesi üzerine, (1953’de) askerî darbe ile Musaddık’ı devirerek Şah rejiminin kurulması, Guatemala’da, seçimle iş başına gelen Jacobo Arbenz’in, Amerikan “United Fruit” Şirketini millileştirme girişimi üzerine, (1954’de) askerî darbeyle düşürülmesi, Ha­iti’de (1959’da) CIA destekli bir darbe ile “Papa Doc” Duvalier ülkenin diktatörü olması, Ekvador’da (1961’de), seçimle iş başına gelen Başkan Jose Velasco’yu CIA destekli askerî güçlerin istifaya zorlayarak hükûmeti devirmesi, Dominik Cumhuriyeti’nde seçimle ge­len Devlet Başkanı Juan Mosch’un (1963’te) devrilerek, CIA’nın askerî bir yönetim kurdur ması, Brezilya ve Endonezya’da seçimle gelen hükûmetlerin (1964-65) askerî darbeyle devrilmesi, Yunanistan’da (1967‘de) seçimlerinden iki gün önce Batı destekli askerî darbe gerçekleşmesi, Şili’de (1973’te) seçimle iş başına gelen Sosyalist Başkan Salvador Allen-de’nin öldürülerek yerini Batı destekli askerî darbe sonucunda General Augusto Pinoc-het’in alması, dünyada gerçekleşen ABD ve CİA patentli darbe ve müdahalelerden sadece birkaçıdır. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan NATO’ya bağlı ülkelerde, ko­münizm tehdidine karşı kurulduğu söylenen “illegal yapılar” darbelerde son derece etkili bir rol oynamıştır. Türkiye’de gerçekleştirilen darbelerin, bu yapının organizatörlüğünde yapılmış olması darbelerin uluslararası boyutunu gözler önüne sermektedir.[9]

II.TÜRKİYEDE DARBELER

1.OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE DARBE GELENEĞİ

Darbelere en fazla maruz kalan ve en çok zarar gören ülkelerin başında, (maalesef) Türki­ye gelmektedir. Türkiye siyasi tarihinin önemli bir kısmını, “darbeler” oluşturmaktadır. Osmanlı devleti döneminde, askerler defalarca “istemezük” deyip kazan kaldırmış (isyan etmiş), Osmanlı padişahlarının üçte biri (36 Osmanlı padişahının 12’si) bu müdahaleler sonucu değiştirilmiştir.[10] Yeniçeri ocağı, Sultan II. Mahmud dönemine kadar onlarca kanlı ya da kansız askerî darbeye imza atmıştır. Yeniçeri ordusunun bu disiplinsiz tavrı kendi sonunu hazırlamış, 1826 yılında koca bir ordu kanlı bir karşı darbe ile tarih sahnesinden silinmiştir.[11] 1908’in 23 Tem­muz’un­da yap­tık­la­rı ih­ti­lal­le Sa­ray’ın gü­cü­nü kı­ran ve Pa­di­şa­h’ı “Ana­ya­sal mo­nar­şi” (Meş­ru­ti­yet) re­ji­mi­ne ge­çi­şe zor­la­yan İtti­hat ve Terakki, “hür­ri­yet, eşit­lik ve kar­deşlik” slo­ga­nı eş­li­ğin­de ger­çek­le­şen Meş­ru­ti­yet’in ikin­ci defa ila­nın­dan yak­la­şık 8 ay son­ra, 13 Ni­san 1909’da mey­da­na ge­len ve “31 Mart Vaka­sı” ola­rak anı­lan “kar­şı dar­be”(!) ha­re­ke­ti­ni fır­sat bi­le­rek Sul­tan II. Ab­dül­ha­mid’i hal’ eder ve onun ye­ri­ne tah­ta çı­kar­dı­ğı za­yıf Sul­tan Meh­med Re­şad’ı her da­im kon­trol al­tın­da tu­ta­rak ik­ti­da­rı­nı sağ­lam­laş­tı­rır.

2.1908-1950 TEK PARTİ DÖNEMİ

Osmanlı devletinden Cumhuriyet’e “geçiş dönemi” incelendiğinde, toplumda ciddi bir ay­rışmanın veya çatışmanın söz konusu olmadığı, Osmanlı devlet geleneğinin, (darbeler dahil) Cumhuriyet döneminde de kesintisiz olarak devam ettiği görülecektir. Yakın tari­himizin yetkin araştırmacılarından Erik J. Zürcher, 1908-1950 aralığını tek bir dönem olarak alır ve buna “İttihat ve Terakki Dönemi” adını verir. 16 Mart 1920’de İngilizle­rin İstanbul’u işgali üzerine Meclisi Mebusan çalışamaz hale gelmiş, Padişah da 11 Nisan 1920’de meclisi feshetmiştir. Meclisin feshinden 12 gün sonra meclis üyeleri, 20 Nisan 1920’de Ankara’da toplanmışlar, işgal güçlerine karşı mücadelenin merkezi olmuşlardır. Birinci Mecliste İttihat ve Terakki, ciddi bir muhalefetle söz konusu olsa da İttihat Terakki’nin otoritesine (iktidarına) engel olamamıştır.

3.ÇOK PARTİ DÖNEMİ

a.1960 Darbesi

İttihat Terakki ve CHP tarafından yeniden dizayn edilen siyasal sistem, 1960 darbesinin gerçekleşmesinde/gerçekleştirilmesinde etkin bir rol oynamıştır. 1960 darbesi, İkinci Dün­ya Savaşından sonra şekillenen dünyada, Türkiye’nin yörüngesini tayin etmeye yönelik “format atma” girişimidir. 1960 darbesini gerçekleştirenler, 1961 Anayasası ile katı bir “as­kerî vesayet” düzeni[12] kurmuşlar, deyim yerindeyse darbeyi otomatiğe bağlamışlar; siyasal sistemi müdahalelere açık (ve hazır) hale getirmişlerdir. Bu nedenle, 1961 Anayasası, 1960 darbesinden sonra askerî vesayetin sürekli müdahalelerinin ana sebebini oluşturmaktadır.

Türkiye, tek partili dönemden çok partili hayata (demokrasiye), ikinci dünya savaşı sona erdikten sonra, giderek artan demokrasi rüzgarı ve dış baskıların etkisiyle geçmiştir. Türkiye’nin, tek parti yönetiminden çok partili hayata geçmesi, Türkiye’de, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Şaibeli 1946 seçimlerinden sonra yapılan 1950 seçimlerinde, Demokrat Parti tek başına iktidara gelmiştir. Sadettin Bilgiç[13] Demokrat Parti 1950 yılında seçimi kazandığında, nasıl bir enkaz devraldığını anlatmaktadır.  “Demokrat Parti iktidara geldiğinde, memleket, ekonomik bakımdan da yokluk içerisinde idi. Erkek işçinin yevmiyesinin 25 kuruş, kadın işçininki 20 kuruş olduğu dönemde yol vergisi 6 lira idi ve 18 yaşından 60 yaşına kadar her erkek vergi mükellefi idi. 18 yaş ile 60 yaş arasında ailede 3-4 kişi varsa ailenin gençlerinden biri üç buçuk ay, ikisi 48’er gün, yiyeceği kendinden (azığı belinden) yolda taş kırar veya kürek ve kazma sallardı. Buna rağmen, kara yolu yoktu. İzmit’ten İstanbul’a, Kırıkkale’den Ankara’ya bile demiryolundan başka vasıta ile gidip gelinmezdi. Ama yol vergisi alınmaya devam edilmiştir. Ağnam vergisi (hayvan vergisi): Koyun, kuzu, keçi, oğlak kendisi 80 kuruşa alınıp satılmamakta, çok düşük fiyatla alınıp satılmakta idi. Fakat vergi 80 kuruştu. Hayvan başına olması itibarı ile âdil gibi görünen bu vergi yüzünden, tahsildar, vergisini ödeyememiş koyun ve keçi sürüsü yakalarsa, mal sahibi, sürüsüne sahip çıkmazdı. Çünkü, tellâlla haraç mezat satılan sürü, vergiye yetmediği gibi, sürü sahibinin geri kalan borcu için evine haciz gelir, en zaruri ihtiyacı olan kabı, kacağı, yatağı, yorganı icra yolu ile satılırdı. Büyükbaş hayvanların vergisi de (manda, inek, at, eşek) hayvan başına iki lira idi. D.P. 1951’de bu vergileri kaldırdı. Tarım ürünlerine taban fiyat politikası uygulayarak hem üretimin artmasını, hem de nüfusun %75-80’inin, küçük çiftçi ve köylünün iki yakasının bir araya gelmesini ve yüzünün gülmesini sağladı. Milletin %75-80’ini ilgilendiren bu uygulamaya hâlâ popülist politika diyenler vardır. Fakat milletin ayağı ilk defa ayakkabı, sırtı ceket gördü.” Demokrat Parti, ülke sorunlarını çözmeye çalışırken, sürekli darbe tehditlerine maruz kalmıştır. Dönemin gazeteleri ve meclis zabıtları bunun en somut kanıtıdır.

CHP ve destekçileri, “1960 darbesinin, Demokrat Partinin hatalı icraatları nedeniyle gerçekleştirildiğini” öne sürmekte ise de, darbenin gerçek nedeni, (DP’nin icraatları değil) ABD’nin, Türkiye’yi kontrol altına alma arzusudur. 1960 darbesini ABD’nin organize ettiği[14] bugün tartışma konusu bile değildir. Adnan Menderes, iktidarının son yıllarında Marshall Planı kapsamında Amerika’dan artık kredi alamayınca, Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu amaçla Sovyetler Birliği’ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin gelişmesi için Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı yapılmaktaydı. Bazı siyaset bilimciler, 1960 darbesinin ana sebebinin, DP hükümetinin Rusya’yla yakınlaşması olduğunu öne sürmektedir. Gazeteci Serdar Turgut, 1960 darbesinin “gizli amacını” şu sözlerle ifade etmektedir: “1960 darbesi, Türkiye’nin sosyal ve siyasi yaşamında dinin etkisinin artamaya başlayacağı korkusu nedeniyle yapıldı. Menderes ve arkadaşlarına işkenceye varacak derecede kötü davranılması ve asarak cezalandırma gibi uç ceza verilmesi, düzenin hakim güçlerinin Türkiye’de sistemi dindarlara açmaya çalışan kadroya verdiği bir cezadır. Resmi tarihi anlatanlar ve yazanlar o dönemin bu yüzünden hiç bahsetmezler. Ancak onların verdiği darbe gerekçeleri ne yazık ki o günlerde olanı biteni anlatabilmekten çok uzak kalıyor. Cumhuriyetin gizli tarihi aslında dini duyguları ve dindarların gücünü bastırmanın tarihidir. O tarihe bu gözle bakmadığınızda 1960 darbesinin gizli amacını da ortaya çıkaramazsınız.”[15]

1960 darbesinin “şartlarını olgunlaştırmak” için, medyaya önemli görevler verilirken, öğrenciler de, yürüyüşe ve protestoya yönlendirilmiştir.  28 Nisan’da İstanbul’da 29 Nisan’da Ankara’da öğrenciler harekete geçmiş, İstanbul’da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz, polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Darbeye giden yolda en önemli eylemlerden biri de, Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin 5 Mayıs 1960 tarihinde, AnkaraKızılay‘da yapmış oldukları 555K (yani, 5.ayın, 5.günü, saat 5`te, Kızılay’da) olarak anılan protesto eylemidir. Demokrat Parti, olayların yayılmaması için, bazı illerde sıkıyönetim ilan etmiştir. Ancak DP’nin aldığı önlemler, darbeye engel olamamıştır. Medya, darbeye ve darbecilere, olağanüstü destek vermiş, darbe teşebbüsünde bulunanların kendilerine verdikleri, “üniversite öğrencilerinin kıyma makinelerinde kıyıldığına” ilişkin akıl ve mantık dışı haberleri, hiçbir araştırmaya ve incelemeye tabi tutmadan yayınlamaktan çekinmemişlerdir.

27 Mayıs 1960 sabahı, saat 3.15’te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3.30’da tanklar hareket etmiş, Saat 4.36’da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile 1960 darbesi bütün Türkiye’ye ve dünyaya ilan edilmiştir. Demokrat Partinin önde gelenleri tutuklanmış, yargılanmaya başlamıştır. Millî Birlik Komitesi, DP’liler hakkında, daha sonradan doğru olmadığı anlaşılan bazı haberleri (Demokrat Partililerin yurtdışına kaçarken yakalandığı, beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve parayı kaçırmaya çalıştıkları, 28 Nisan – 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce gencin öldürüldükten sonra kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömüldüğü, bir kısmının hayvan yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini) yaymaya başlamıştır. Başbakan Adnan Menderes hakkında, başbakanı itibarsızlaştırmaya ve küçük düşürmeye yönelik davalar (Köpek davası, bebek davası, don davası, vs.) açılmıştır. 14 Ekim 1960‘ta başlayan Yassıada davaları, (19 dava), 11 ay 1 gün sürmüş, 203 günde, 872 oturum yapılmış, 1068 tanık dinlenmiş, yargılama hükmün açıklandığı 15 Eylül 1961 tarihinde son bulmuştur. Yüksek Adalet Divanı, Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan oybirliğiyle, eski T.B.M.M. Başkanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay başkanı Rüştü ErdelhunAgah Erozanİbrahim KirazoğluAhmet Hamdi SancarNusret KirişçioğluBahadır DülgerEmin KalafatBaha AkşitOsman KavrakoğluZeki Erataman oy çokluğuyla olmak üzere, 15 sanığın idamına karar vermiştir. İdamına karar verilen üç sanıktan ikisi, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961’de sabaha karşı, Adnan Menderes ise, 17 Eylül 1961’de saat 13.30’da İmralı Adası‘nda asılmak suretiyle idam edilmiştir.

1960 darbesi, milletin iradesini ipotek altına almak amacıyla yapılan bir darbedir. Darbeden sonra (sipariş üzerine) hazırlatılan 1960 Anayasasının içeriği, darbenin amacını, çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu anayasa; bir sonraki darbenin anayasasının da esasını teşkil etmiştir.[16] Türkiye, çok partili dönemin ilk 14 yılı hariç (neredeyse) tamamı, darbe anayasalarıyla yönetilmiştir. 1982 anayasasında, çok sayıda değişiklik yapılmasına rağmen, 1961 anayasasıyla kurgulanan sistemin özü (iskeleti) hala yürürlüktedir.

1961 Anayasası, yargıya ilaveten, (halkın temsil mekanizmaları olan) TBMM’yi ve yürütmeyi (hükümeti) kontrol altında tutmayı esas almıştır. Bu çerçevede, seçimle iktidara gelen siyasal iktidarın yetkileri, “atanmış” bürokrasi arasında paylaştırılmıştır. 1960 darbesini gerçekleştirenlerin amaçları arasında yer alan “askeri vesayetin” devam etmesi için, anayasada, “vesayet kurumları oluşturulmuştur. İktidara gelecek olan hükümetlerin politikalarını tayin etmek ve yön vermek için MGK ihdas edilmiştir. TBMM’nin çıkaracağı yasalar denetlemek ve gerektiğinde iptal etmek için, Anayasa Mahkemesi ihdas edilmiştir. Aynı mahkemeye, MGK’nun tayin etiği politikalara aykırı davranan “siyasi partileri kapatma” yetkisi verilmiştir. Yine aynı mahkemeye, başbakanı, bakanları yargılama yetkisi (yüce divan) verilmiştir. Mevcut sistemi ayakta tutmak için, DGM’ler ihdas edilmiştir. Yargı mensuplarını kontrol etmek için, HSYK ihdas edilmiştir. Radyo ve TV’lerin denetimi için, RTÜK ihdas edilmiştir. Üniversiteleri ve yükseköğrenimi kontrol altında tutmak amacıyla, YÖK kurulmuştur. Askerler için özel mahkemeler kurulmuştur. 1961 anayasasıyla getirilen vesayet kurumları, 1960 darbesinin, “oyunun kurallarını” yeniden belirlemek için yapıldığını göstermektedir. Halkın egemenliğini sınırlayan bu anayasa, orduyu, özerk bir yapıya kavuşturduğu için denetlenememiş, art arda darbeler olmuştur.

b.1980 Darbesi

1960 darbesinden sonra en kapsamlı müdahale 1971 yılında gerçekleşmiş, köklü değişklikler yapılmış, siyasal sistem yeniden dizaynedilmiştir.[17] 12 Eylül 1980 darbesi de ABD’nin eseridir. 1979 yılında İran’da gerçekleştirilen devrimin Türkiye’ye sıçramasını önlemek, 1980’den önce hükûmetlerinin kurulmasında anahtar rolünü oynayan MSP’yi sistemin dı­şına atmak, askerî vesayeti biraz daha tahkim etmek amacıyla, TSK’nın emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilmiş bir darbedir. 12 Eylül 1980 darbesi de, (öncesiyle/sonrasıyla) 1960 darbesine benzemektedir. 12 Eylül darbesinin arifesinde Amerika’ya bir gezi yapan Hava Kuvvetleri Komutanı Org.Tahsin Şahinkaya’ya ABD Milli Güvenlik uzmanı Paul Hanze “Umarım Türkiye’de durumun kontrolden çıkmasına müsaade etmezsiniz.” diyordu. Orgeneral Tahsin Şahinkaya, ihtilale bir gün kala, 11 Eylül günü yurda döndü. Darbeye uygun zeminin oluşturulması bağlamında değerlendirilen “bu olaylarla, huzur ve güven ortamının bozulduğu, can güvenliği endişesinin arttığı, devlet otoritesinin kamu düzenini sağlayamaz hale geldiği, siyasilerin problemleri çözemediği, askeri müdahalenin zorunlu hale geldiği” algısı oluşturulması amaçlandı. Darbenin önde gelen generallerinden Bedrettin Demirel’indarbeyi bir yıl önce yapacaktık ama şartların olgunlaşmasını bekledik” mahiyetindeki açıklamaları bu değerlendirmeyi doğrular niteliktedir. 1980 darbesini gerçekleştirmek, daha doğrusu şartları olgunlaştırmak için, darbe öncesinde terör eylemleri tırmandırılmıştır.

 1 Mayıs 1977’ de DİSK’in Taksim’de düzenlediği “1 Mayıs işçi bayramı” kutlamaları sırasında çıkan kargaşada 28 kişi ezilme veya boğulma, 5 kişi silahla 1 kişi de panzer altında kalarak (34 kişi) hayatını kaybetmiş 130 kişi de yaralanmıştı. 6 Nisan 1978’de Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu posta ile gönderilen paketin patlatılmasıyla gelini ve torunu ile öldürülmüş, eylemi solcuların yaptığı kanaatine varan halk ayaklanmıştı. 16 Mart 1978’de Beyazıt meydanında gösteri yapan sol görüşlü öğrencilerin üzerine el bombası atılması sonucu 7 öğrenci hayatını kaybetmişti. Olaylardan çok sonra bomba attığını itiraf eden Zülküf İsot, polis arabasıyla olay yerine gittiklerini ve bombayı polislerin vererek kendisine attırdığını itiraf etmişti. 1978 yılı Sivas, Çorum ve Kahramanmaraş olayları Alevi-Sünni çatışmasına dönüştürülmek için provokasyonların yapıldığı bir yıl olmuştu. Daha sonra sıkıyönetim mahkemelerine intikal eden olaylara zamanında müdahale edilmediği, otorite boşluğu yaşandığı, yardım istenen askeri birliklerin göreve gelmediği dönemin yetkililerinin beyanlarında yer almakta ve 12 Eylül İddianamesinde yer almaktadır. Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, katili Mehmet Ali Ağca’nın her şeyi açıklayacağım açıklamasından sonra askeri elbise giydirilerek cezaevinden kaçırılması yine iddianamede ibret verici olay olarak anlatılmaktadır.

Türkiye’nin birçok yerine yayılan sağ-sol, ülkücü-komünist, alevi-sünni çatışmaları olarak görünen, bazen sol fraksiyonların kendi aralarındaki çatışmalar bir türlü önlenemezken, Milli Selamet Partisinin düzenlediği Konya Mitinginde İstiklal Marşına ve Bayrağa saygısızlık yapıldığı iddiaları, Cumhurbaşkanı seçimi için TBMM’de devam eden oylamalarda bir türlü netice alınamaması darbeye uygun zemin olarak değerlendirilip 12 Eylül 1980 günü Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları yönetime el koyduklarını ilan etmişlerdir. Darbeyle birlikte, Anayasa askıya alınmış, Meclis kapatılmış, TC. Hükümeti devrilmiş, siyasi partiler kapatılmış, gözaltı ve tutuklamalar başlamıştır.  Bu darbeyi gerçekleştirenler, 1982 Anayasasına eklenen geçici 15.madde ile anayasa (yasaların anası) ile koruma altına alınmıştır. 12 Eylül darbesinin yarattığı tahribat, çok büyük bir doğal felaketin sonuçlarını çağrıştırmaktadır.

c.28 Şubat darbesi

Soğuk savaş döneminde, “komünizmi” birinci tehdit olarak niteleyen Amerika, komünizmin çökmesinden sonra, tehdit skalasının birinci sırasına İslam’ı yerleştirmiştir. 1989 yılı, (tüm dünyada ve Türkiye’de) “yeni bir dönemin” başlangıcı olmuştur. O zamana kadar, Komünizmin çöküşüne kadar (komünizmin yayılmasına engel olacağı düşüncesiyle) İslam ile çatışmamaya özen gösteren ABD, 1990’lı yılların başından itibaren, “İslam = Terör” politikasını benimsemiştir. Bu yeni politakın sonucu olarak, 1989’den önce komünizmin yayılmasına set oluşturan “yeşil kuşak” projesini terk etmiş, İslam’ı birinci tehdit olarak nitelemiş, bu politika değişikliği, ABD’nin müttefiki olan bütün ülkelerde uygulamaya konulmaya başlamıştır. 28 Şubat darbesi, sadece Tür­kiye’deki Müslümanları değil, (Amerika’da, Avrupa’da, Çin’de, Rusya’da, Afrika’da, Orta­doğu’da, Asya’da) “dünyadaki bütün Müslümanları” kapsayan, “küresel” bir darbedir! ABD’nin bu yeni politikası nedeniyle, dünyanın her yerinde (Çin’in Uygurlara yönelik bas­kıları gibi) Müslüman azınlıklara büyük baskılar başlamış, Avrupa ülkelerinde İslamofobia paranoyası toplumun bütün katmanlarına yayılmaya başlamıştır. Müslümanlara yönelik mevzi hak ihlalleri, 11 Eylül saldırısıyla birlikte daha sistematik hale gelmiştir. Ünlü Fran­sız hukukçusu Jean-Claude Paye, 2004 yılında yayımladığı “Hukuk Devletinin Sonu” isimli kitabında, İkiz Kulelere yönelik terör eyleminin 3 yıl içinde bütün Avrupa hukukunu nasıl etkilediğini somut örnekleriyle ortaya koyuyor. Türkiye’deki 28 Şubat darbesi, ABD’nin bu (yeni) politikasının Türkiye’ye uyarlanması operasyonudur. 2002 seçimlerinden itiba­ren (Ak Parti iktidarıyla birlikte) Türkiye’de 28 Şubat darbesinin etkilerinin azalmaya ve (hatta) izlerinin silinmeye başlaması, bizleri yanıltmamalıdır. 28 Şubat darbesinin küresel etkileri, dünyanın diğer bölgelerinde devam etmektedir. 28 Şubat darbesinde, diğer dar­belerden “farklı bir yöntem” kullanıldığını da belirtmek gerekir. Bu farklılık nedeniyle 28 Şubat darbesi, “postmodern darbe”[18] olarak adlandırılmıştır.

28 Şubat darbe süreci, 1989 yılının Aralık ayında MİT müsteşarı Teoman Koman’ın, Baş-bakanlık’a gönderdiği bir yazıyla[19] başlamış, 1990’lı yılların başından itibaren laik kimli­ğiyle tanınan sembol isimlere suikastler düzenlenmeye başlamış, faili meçhul cinayetler ciddi oranda artmaya başlamış, kamu kurumlarında geniş kapsamlı bir tasfiye ve kadrolaş­ma başlatılmıştır. 1993-1994’lerde tırmandırılan terör eylemleri, “laik-anti-laik”, “alevi-sünni”[20] çatışması denemeleri, bu tarihlerde darbe planlandığını göstermektedir. Bu dönemde gerçekleştirilen operasyonlar (terör eylemleri) beklentileri karşılamamış olmalı ki plan­lanan darbe, 1995 seçimleri sonrasına ertelenmiştir. 1995 seçimlerinde, Refah Partisi’nin birinci olmasıyla, darbe süreci yeniden hız kazanmış; ikinci ve üçüncü sıradaki iki parti­ye, zoraki[21] koalisyon hükûmeti kurdurulmuştur. Kurulduktan üç buçuk ay sonra dağılan ANA-YOL koalisyon hükûmeti döneminde, (bu hükûmetin dağılmasından sonra) Refah Partisi’nin içinde yer alacağı (müstakbel) hükûmeti düşürmenin alt yapısı hazırlanmıştır.

ANAYOL hükümeti güvenoyu alamayınca, Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi, Refah-Yol hükümetini kurdu.Refah-Yol hükûmeti kurulduktan sonra, “irtica” söylemleri artmaya, yoğunlaşmaya başla­dı. Bunlardan en ilginci, “irtica” tehlikesini haklı göstermek amacıyla 28 Aralık 1996 tarihinde, Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin’in aynı evde basılmasıyla başlayan ve 28 Şu­bat 1997 tarihli MGK toplantı tarihine kadar medya organları tarafından sürekli gündemde tutulan “bir oyunun” sahneye konulmasıydı.[22] 28 Şubat darbesinin üzerinden yıllar geç­tikten sonra, o günlerde, tarikat şeyhi olarak takdim edilen Ali Kalkancı’nın, gerçekte ta­rikatla herhangi bir ilgisinin olmadığı, alkolik biri olduğu, tarikat şeyhi gibi gösterilerek, kendisine sahte müritler ayarlandığı, bu kişinin tecavüzüne uğradığını iddia eden ve mağdur rolünü oynayan Fadime Şahin’in de pavyonda çalışan telekız, konsomatris olduğu, Sisi lakaplı Seyhan Soylu ve yapım şirketi tarafından organize edildiği ortaya çıkmıştır. Bu olaydan 13 yıl sonra, Ali Kalkancı’nın uyuşturucu (captagon) imalatı nedeniyle tutuklanması[23] Fadime Şahin’in ortadan kaybolması, kimliğini değiştirmesi, (darbeden sonra başını açması) bunu teyid etmektedir. Bu planlar sonucunda, Refah-Yol düşürülmüştür. Refah-Yol hükûmetinin düşürülmesinden sonra Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında yeni bir hükûmet kurulmuş, bu dönemde “irticai terör örgütleri” (!) listeleri hazırlanmış ve sivil top­lum örgütleri, İslami grup ve cemaatler “terör örgütleri” olarak nitelendirilmek suretiyle, operasyonlara maruz kalmıştır. 28 Şubat darbesinden milyonlarca kişi mağdur olmuştur. 28 Şubat darbesi, 2002 yılında Ak Partinin iktidara gelmesiyle en önemli desteğini (hükümet) yitirmiş, kamu kurumları içindeki gücü zayıflamaya başlamıştır. Bu darbede hakları gaspedilenlerin mağduriyetleri, yavaş yavaş giderilmeye, hakları iade edilmeye başlamıştır.

4.KONTR-GERİLLA:

Türkiye’deki darbeler ve darbe teşebbüslerinin tamamı, (diğer ülkelerde olduğu gibi) “dış destekli” ve bu desteğin Türkiye’deki uzantısı “Kontr-gerilla” örgütü olduğundan, darbe veya darbe teşebbüsü yargılamalarının doğru bir şekilde yürütülebilmesi için, bu yapının bilinmesi gerekmektedir. Türkiye’de “Kontr-gerilla”[24] örgütü olduğundan, darbe veya darbe teşebbüsü yargılamalarının doğru bir şekilde yürütülebilmesi için, bu yapının bilinmesi gerekmektedir. Türkiye’de “Kontr-gerilla”[25] adıyla bilinen bu örgüt, NATO tarafından, bu pakta bağlı ülkelerde[26] (muhtemel) komünist bir devrime karşı mücadele etmek için (merkezi devlet teşkilatı dışında) kurulmuştur. Bu örgütler, komünizm işgaline karşı “silahlı mücadele” amacıyla kurulduğundan, ordu merkezli bir yapılanmaya gidilmiştir. Türkiye’de, “Özel Harp Dairesi”nin adı, bu sebeple sıkça gündeme gelmiştir. Devlet teşkilatı içindeki bütün kurumlar yasayla kurulduğu halde, bu örgüt, illegal (gizli) bir organizasyon olduğu için bu kuruluşta görev yapanlar, görevleri, bütçesi, faaliyetleri gizli tutulmuştur. Oldukça esnek bir yapıya sahip olduğu için, ülkenin her yanında –gerek gördüğü kadar- büro ve konut edinmekte, her ülkede farklı isimler kullanmaktadırlar. Kuruluşu, araç-gereçleri, parasal kaynakları, eğitimi, NATO tarafından gerçekleştirilen bir örgütün, NATO’ya (dolayısıyla ABD ye) göbeğinden bağlıdır. Devletin denetimine bağlı olmayan bu örgütler, (devlet içinden aldıkları destek sayesinde) komünist hedeflere yönelik (adam kaçırma, öldürme, bombalama vs.) eylemler gerçekleştirirken, (uyuşturucu, fidye, kumar, vs.) yasa dışı ilişkilere de girmişlerdir. Bu örgütlerin kuruluş amaçlarına aykırı eylemleri her ülkede büyük rahatsızlık yaratsa da (1990’dan önce) komünizm tehlikesi nedeniyle tasfiyesi düşünülmemiştir. 1989’da komünizmin çöküşü ve Rusya’nın dağılmasıyla birlikte düğmeye basılmış, NATO’ya bağlı ülkelerde faaliyet gösteren bu örgütler tasfiye edilmeye başlamıştır. Türkiye’deki yapının tasfiyesi, PKK terör örgütüyle mücadele için gerekli olduğu gerekçesiyle (sürekli) ertelenmiştir.

Siyasi tarihimizde, bu örgütlerin varlığı, defalarca gündeme geldiği halde, (bilinen sebeplerle) üzerine gidilememiş, adli bir işlem yapılamamıştır. Erol Mütercimler, “Ergenekon adlı bir üst örgütten ilk söz eden kişinin Tümgeneral Memduh Ünlütürk, olduğunu” öne sürmektedir. 12 Mart döneminde işkenceli sorguların yapıldığı ve kontrgerilla kadrolarının ilk kez ortaya çıktığı Ziverbey Köşkü’nün komutanı olarak tanınıyordu. Ve yıllar sonra ilk kez kendisinin de içinde yer aldığı bir vatanseverler örgütünün ayrıntılarını anlatıyordu. Mütercimler, başta dinlediklerine inanamadı: “Memduh Ünlütürk Paşa kendisinin de bu Ergenekon’un içinde olduğunu söyledi ve dedi ki, ‘Ergenekon Genelkurmay’ın da, hükümetlerin de, bürokrasinin de herkesin üstünde bir örgüttür. Yasayla falan kurulmuş bir örgüt değildir. Bu, 27 Mayıs darbesinden sonra CIA, Pentagon tarafından kurdurtulmuş. Bunun içinde bulunan insanlar da buraya hizmet eden insanlardır. Ama bunlar vatana ihanet olsun diye hizmet etmezler. Biz vatanı kurtarıyoruz, vatana hizmet ediyoruz, vatana yararımız dokunuyor düşüncesiyle bu örgütün içinde yer almışlardır. Özellikle Amerika’da kontrgerilla eğitimi görmüş olan, bu kurslardan geçmiş olan generallerin bir bölümü yeri geldiğinde bu kontrgerilla içinde yer alır. Sonuçta ben daha başka insanlardan Ergenekon’u araştırdığımda şunu gördüm: Bunun içinde subaylar var, emniyetçiler var, profesörler var, gazeteciler var, işadamları var, sıradan insanlar var. Bugün çeteler dediğimiz bu küçük birimler var ya, işte bu birimler Ergenekon’un içindeki birer bölüm, birer parça. Adını saydığımız kişiler de Ergenekon adı verilen bu üst örgüt tarafından kullanılan tetikçiler.”  Bülent Ecevit de bu örgütle ilgili olarak; “Biz bunu 1977’de açıklamıştık. Tabii bunun adını Gladio adıyla değil, kontrgerilla adıyla da değil, bunu resmi adıyla açıklamıştık. Yani benzer uygulamaların değişik ölçü ve biçimlerde başka bazı Batı ülkelerinde de olduğu anlaşılıyor, ama bizde o yıllarda Emniyetin birçok eksiklikleri bulunduğu için bu olayların üstüne çok etkili biçimde yürünemiyordu. Bazı görev verdiğim kimseler de olayların üstüne bir noktadan sonra yürümediler veya yürüyemediler.” Komünizmin çökmesinden sonra, Avrupa’daki bütün benzeri yapılar tasfiye edildiği halde[27] Türkiye’de Kontrgerilla tasfiye edilmemiştir. Tasfiye edilse idi, böylesine önemli bir haber, mutlaka kamuoyuna intikal ederdi. Askerlerin kontrolünde olan bu yapı, askeri vesayet formunda devlet kurumlarında etkili olmuştur. 28 Şubat darbesi de, bu yapının eseridir. Büyük bir gizlilik içinde yürütülen sızmalar ve çalıntı sorular sayesinde, ordu içinde geniş çaplı bir örgütlenmeyi gerçekleştiren FETÖ, bu yapının kontrolünü tamamen ele geçirmenin hazırlıklarına başlamıştır. 2007 yılında cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle birlikte, Ak Partiye yönelik baskılar da artmaya başlamıştır. Bu dönem içinde, ordu içindeki rakiplerini tasfiye etmeye karar veren FETÖ, 2007 yılında, (Üsküdar) Ümraniye’de darbe teşebbüsü operasyonlarını başlatmıştır. Kontrgerilla adıyla bilinen bu “derin yapının” Türkiye’de tasfiye edilmediği bilindiğinden, Ergenekon ve Balyoz davaları devlet içindeki derin yapının tasfiyesi olarak takdim edildiğinden, kamuoyundan ciddi bir destek de bulmuştur. FETÖ, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla önemli bir tasfiye gerçekleştirmiş, boşalttıkları makamların koltuklarına örgüt elemanlarını yerleştirmiştir.

5.KESİNTİSİZ DARBE SÜRECİ:

Bugün; 28 Şubat darbesine adını veren (önemli kararların alındığı) 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısının üzerinden, tam 19 yıl geçmiştir. Bu darbenin yıl dönümü vesilesiyle, Türkiye’nin hemen her yerinde, çok önemli etkinlikler ve programlar yapılmakta, 28 Şubat darbesi ve diğer darbeler tartışılmaktadır. Bu tartışmalar sırasında dile getirilen, darbelerle ilgili “yaygın bir yanlışa” dikkat çekmek istiyorum. Siyaset bilimcilerimiz, akademisyenlerimiz, aydınlarımız, “Türkiye’de, onar yıl arayla darbe yapıldığını” dile getirmektedir. Bu değerlendirme, ordunun siyasal sisteme fiili müdahalelerinden hareketle mantıklı görünse de tarihsel süreçle ve gerçeklerle bağdaşmamaktadır. 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat’taki müdahaleleri “darbe” olarak niteleyecek olursak, bu dönemlerin dışında olağan bir dönemin varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Oysa ne 1960’ta, ne 1971’de, ne 1980’de ne de 28 Şubat darbesi öncesinde ve sonrasında, sağlıklı işleyen bir hukuk mekanizmasının varlığından söz edebiliriz. Demokrat Parti, 1950 seçimlerini kazanarak hükûmet de kurmuş ama “iktidar” olamamıştır. Sürekli CHP’nin “darbe tehditlerine” maruz kalmış; bu tehditler, 29 Mayıs 1960’ta fiiliyata (darbeye) dönüşmüştür. Türkiye’de, 1960’tan 2007 yılına kadar, (istisnalar hariç) “bütün hükûmetler”, darbe tehdidi ve kapatılma korkusu altında görev yapmıştır. Kişisel kanaatime göre, 1908 yılında (İttihat Terakki darbesi ile) başlayan ve 2007 yılına kadar devam eden süreci, “kesintisiz darbe” dönemi, 1960, 1971, 1980, 28 Şubat müdahalelerini, büyük bir darbenin (ana depremin) artçı sarsıntıları olarak değerlendirmek gerekir. Bu darbelerin, “kontrgerilla” olarak bilinen (ABD’nin kontrolünde bulunan) illegal yapı tarafından organize edildiğinin altını bir kez daha çizmek gerekir.

4.YARMA GİRİŞİMLERİ

1908 yılından 2007 yılına kadar süren “kesintisiz darbe” süreci, büyük siyasi krizlere neden olsa da sistemi “koruma mekanizmaları”[28], “düzeni değiştirmek” isteyenleri etkisiz hale getirmiştir. Yaklaşık yüz yıl süren kesintisiz darbe düzenine karşı, sadece üç kez yarma girişimi olmuştur.[29] Birinci yarma girişimi, birinci Meclis’teki Meclis Başkanlığı döneminde (seçiminde) yaşanmıştır. 18 Mart 1920’de tatil edilen ve 11 Nisan 1920 tarihinde feshedilen Meclisi Mebusan üyeleri, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanır. 24 Nisan günü Meclis Başkanlığı seçiminde, (meclisi mebusanın eski başkanı) Celaleddin Arif Efendi ile İttihat Terakki’nin desteklediği Mustafa Kemal Paşa aday olur. Celaleddin Arif Efendi’den 1 oy fazla (110 oy) alan Mustafa Kemal Paşa, Meclis Başkanı seçilir. İttihat ve Terakki’yi (bu zihniyeti) devre dışı bırakmaya yönelik birinci yarma girişimi 1 oy farkla başarısız olur. Birinci mecliste, iki grup arasındaki çekişme devam etse de, seçimlerin yenilenmesiyle muhalefet grubu tasfiye edilir. Çok partili hayata geçtikten sonra Demokrat Parti iktidar olamadan darbe ile görevden uzaklaştırıldığından, Demokrat Parti dönemi, yarma girişimi olarak değerlendirilmemiştir. İkinci yarma girişimi, Anavatan Partisi’nin kurucusu Turgut Özal tarafından yapılmıştır. Özal kapalı devre işleyen sistemi, AB kriterleri çerçevesinde dışa açılmaya zorlamış, değişime ket vuran bürokratik mekanizmaları yumuşatmaya çalışmıştır. Cumhurbaşkanıyken, askerî vesayet düzeninin sürekliliğini sağlayan (stratejik önemi haiz) “üst kurullara” önemli atamalar yapsa da düzeni değiştirme/dönüştürme teşebbüsü, zehirlenmesi nedeniyle yarım kalır. Üçüncü yarma girişimi ise Ak Parti tarafından yapılmıştır.

28 Şubat darbe süreci, 2002 yılında (bu darbenin mağdurlarından) Ak Parti’nin tek başına iktidara gelme­siyle “kesintiye” uğramıştır. Ak Parti’yi iktidardan uzaklaştırmaya yönelik çok sayıda “operasyon” gerçekleştirilmiştir. Yargıtay Başsavcısı, Ak Parti aleyhine kapatma davası açmıştır. Yeterli çoğun­luğa sahip olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiştir. Darbeye gerek kalmadan iktidardan düşürmek için olağanüstü bir çaba sarf edilmiştir. Bu süreç içinde, çok sayıda darbe teşeb­büsü iddiasıyla kamu davaları açılmıştır. Daha sonra, darbe teşebbüslerini soruşturan ve yargılama yapan özel yetkili mah­kemelerin hâkim ve savcılarının, Fetullah Gülen örgütünün talimatları doğrultusunda hareket ettikleri, (delillerin değiştirilmesine, sahte deliller eklenmesine göz yumdukları) ortaya çıkınca, bu mahkemelerin kaldırılmasını takip eden süreçte, sanıkların tümü beraat etmiştir. Bu soruşturmayı yürütenler hakkında kumpas davaları açılmıştır. Yargı içindeki “cunta”[30] bu milletin darbecilerle yüzleşmesine ve hesaplaşmasına engel olmuştur.

28 Şubat darbesinin izlerinin 2010 yılından itibaren kazınmaya başlaması, dünyanın en uzun darbelerinden birinin sona erdiğini göstermektedir. Askerî vesayet sisteminin etki­siz hale geldiği/getirildiği düşünülürken bugün Türkiye’yi, (tek parti döneminde temelleri atılan) “fabrika ayarlarına” döndürmeye yönelik girişimlerin, başka görüntülere bürüne­rek devam etmesi darbecilerin “pes etmediğini” göstermektedir. Milletin iradesini devre dışı bırakan eski sisteme dönülmek istenmiyorsa, hukuki/siyasi/idari/ekonomik/sosyal her bakımdan “köklü reformlara” ihtiyaç bulunmaktadır. Mevcut Anayasa’daki vesayet kurumları, eskiye dönüş için “ciddi bir tehdit” oluşturmaktadır. Vesayet kurumlarından arındırılan “yeni bir anayasa”, darbe tacirlerinin son umutlarını da yok edecektir. Ana­yasa değişikliğini takiben; tek tip eğitim başta olmak üzere bütün sistem, yeni baştan inşa edilmelidir. Toplumun bütün kesimlerini kucaklayan (vatandaşları arasında ayırımcılık yapmayan) bir anayasa, bu topraklarda kalıcı bir barışın da teminatı olacaktır.

III.TÜRKİYEDE DARBELERİN BİLANÇOSU:

1.1960 DARBESİ

1960 darbesi salt siyasal iktidara, başbakana veya bazı bakanlara yönelik olmayıp, doğ­rudan doğruya millete (bu partiye oy veren, destek veren, milyonlarca kişiye) karşı ya­pılmıştır. Bu dönemi ele alan yüzlerce bilimsel eser, binlerce makale, darbelerin nasıl bir tahribata sebebiyet verdiğini gözler önüne sermektedir. Yukarıda arz edildiği üzere 1960 darbesi, yeni kurulan Cumhuriyet’e istikamet belirleme, NATO ve ABD eksenli “format atma” girişimidir. Demokrat Parti’nin, hükûmetin kurulmasından üç ay sonra (17 Eylül 1950’de) Kore’ye[31] asker göndermesi, bu kararın hükûmetin ve muhalefetin ortak kararı olduğunu göstermektedir. Bu, darbenin doğal sonucudur. 1960 darbesini gerçekleştiren­ler, yargılanamadan, yargılama tehdidi dahi olmadan, bu dünyadan göç etmişlerdir. Bu darbe hakkında gereken hükmü tarih verecektir. Esasen tarih bu konuda hükmünü vermiş; bu darbenin mağdurlarının itibarlarını iade etmiş; (İstanbul) Vatan caddesine idam edilen Adnan Menderes adına anıt mezar dikilmiş; bu darbeyi gerçekleştirenleri, darbe­cilerin emrinde çalışanları, dönemin başbakanı ve bakanlar hakkında idam kararı veren tetikçi hâkimleri mahkum etmiştir.

2.1980 DARBESİ

1980 darbesi esas itibarıyla, 1979 yılında gerçekleştirilen İran devriminin Türkiye’ye sıçra­maması, askeri vesayet rejimini tahkim, tali olarak, (oyun kurucu olarak işlev gören) MSP’yi sistemin dışına atmak ama­cıyla yapılmıştır. 1980 darbesinden önce, sözde komünizm tehlikesini bertaraf etmek için oluşturulan Kontrgerillayı etkin hale getirmek ve meşruiyet alanı açmak amacıyla, sol ör­gütlerin gelişmesine zemin hazırlanarak “çatışmanın sürekliliği” sağlanmıştır. Çatışmalar, (Kontrgerillayı bünyesinde barındıran) güvenlik bürokrasisinin yerini sağlamlaştırmıştır. Türkiye’deki sağ-sol çatışmaları, İran devriminden (1 Şubat 1979) sonra hızla yayılmaya, bütün şehirler, mahalleler, bu gruplar tarafından paylaşılmaya başlanmıştır. Kamuoyu, İran devrimini takip eden 18 ay içerisinde darbeye hazır hale getirilmiştir. Bu süreç içinde, binlerce kişi yaşamını yitirmiş, on binlerce kişi sırf siyasi görüşleri nedeniyle askerî mah­kemelerde ve DGM’lerde yargılanarak mahkum edilmiştir. 12 Eylül darbesi, bu sempoz­yumun ayrı bir oturumunda ele alındığı, önemli tespitler yapıldığı için bu oturuma atıfta bulunuyorum. 12 Eylül iddianamesi, 1980 darbesinin organize bir plan dahilinde ger­çekleştirildiğini ortaya koymaktadır. Bu darbede, diğer darbelerde olduğu gibi, hak ihlalleri sistematik hale gelmiş, binlerce kişi yaşamını yitirmiş, milyonlarca kişi mağdur olmuştur. 1960 yılında, belli bölgelerdeki az sayıdaki sokak hareketleri darbenin gerekçesi yapıldığı halde, 1980 darbesinde te­rör ve şiddet eylemleri, Türkiye’nin her tarafına yayılmıştır. Dolayısıyla, 1980 darbesi 1960 darbesiyle kıyaslanamayacak ölçüde çok sayıda kişinin mağduriyetine neden olmuştur.

1980 darbesinin bilançosu: 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Hakla­rında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala milita­nı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis›e gönderildi. 71 bin kişi TCK›nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurt­taşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurt dışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci ceza­evine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi aç­lık grevinde öldü. 16 kişi –kaçarken– vuruldu. 95 kişi -çatışmada– öldü. 73 kişiye –doğal ölüm raporu– verildi. 43 kişinin –intihar ettiği– bildirildi.

3.28 ŞUBAT DARBESİ

28 Şubat darbesi, gerek darbenin süresi, gerekse yarattığı tahribat ve gerekse kapsama alanı açısından diğer darbelerle kıyaslanamayacak boyuttadır. 28 Şubat darbesi, komüniz­min çökmesiyle (1989 yılının sonlarından itibaren) başlamış, 1997 yılında zirveye çıkmış, Refah-Yol hükûmetinin düşürülmesiyle büyük bir hız kazanmış, bu darbeyi gerçekleştirenlerin amaçları bu süreçte gerçekleştirilmiştir. Üniversitelerde ve kamuda başörtü yasağı başlamış, meslek liselerine katsayı uygulaması getirilmiş, imam hatip liselerinin orta kısımları kapatılmış, 8 yıllık eğitim süresi bitirilmeden kuran eğitimi yasaklanmış, din ve vicdan özgürlüğü büyük baskılara maruz kalmıştır. 28 Şubat darbesinin hukuk ve insanlık dışı uygulamaları, 2000’li yılların başında zirveye çıkmıştır. Dini grup ve cemaatler, vakıflar ve dernekler, gazete ve dergiler, terör örgütü olarak yaftalanıp, operasyonlarına maruz kalmıştır. Bu darbeyi gerçekleştirenler, 2002 seçimleriyle birlikte en önemli desteğini (hükümet desteğini) yitirmiştir. Yukarıda açıklandığı üzere, 2002 yılından itibaren, bu darbeden kaynaklanan mağduriyetler yavaş yavaş giderilmeye başlamıştır.

28 Şubat darbesinin bilançosu: 1990 yılının başlarından itibaren başlayan ve 17 yıl sü­ren 28 Şubat darbesi, milyonlarca mağdur yaratmıştır. Darbenin amaçları doğrultusunda, önlerine çıkan her engeli ezip geçmişlerdir. 1990’lı yıllardan itibaren, 17.000 faili meçhul cinayet işlenmiştir. Darbenin alt yapısı hazırlandıktan sonra Refah-Yol hükûmetini devir­mişlerdir. Hükûmetin devrilmesini takiben, “irticai terör örgütleri” listeleri[32] hazırlamış; sivil toplum kuruluşlarına, dini grup ve cemaatlere, “irticai terör örgütü” olarak yaftalayıp operasyonlar düzenletmişler, masum insanların mahkumiyetine karar verilmesini sağ­lamışlardır. 28 Şubat darbesinin aktörleri, bütün STK’ları fişlemiş, hedef kitleye mensup STK’ların medya, okul, yurt, pansiyon, vs. kapatmaya çalışmıştır. 28 Şubat davasının iddi­anamesinde, sanıklardan ele geçirilen bir belgede, 80 ili kapsayan, aşağıdaki sayısal veri­lere yer verilmiştir:

Vakıflar            :392Dernek ve cemiyetler:170
Örgütler- tarikatlar- cemaatler:261 Gazete:63
Dergi               :119Radyo:71
TV                   :29Yurt:1.911 
Pansiyon          :312Okul:464
Kurs/Dersane:4.503  
  Toplam:8.295

28 Şubat darbe sürecinde, Türkiye’nin en büyük siyasi partisi (Refah Partisi) kapatılmış, bazı parti mensuplarına siyaset yasağı getirilmiştir. Başörtüsü yasaklanmış, (Üniversitelerde okuyan başörtülü öğrenciler okula alınmamış, başörtülü devlet memurları memuriyetten atılmıştır. Çok sayıda kamu görevlisi erkek, “irtica” gerekçesiyle kamu görevinden atılmıştır. Vakıf üniversiteleri dahi yasak kapsamına alınmıştır. İkibine yakın subay ve astsubay, YAŞ kararıyla, irtica (!) gerekçesiyle ordudan atılmış, beşbinden fazlası özlük haklarını kaybetmemek için istifa etmek korunda kalmıştır. İmam Hatip Liselerinin orta kısmı kapatılmış, (sekiz yıllık zorunlu eğitim süresi içinde) kuran eğitimi, yaz kuran kursları yasaklanmıştır. Meslek liselerine katsayı uygulaması getirilmek suretiyle, (dereceye giren öğrencilerin dahi) üniversitelere girmeleri engellenmiştir. Çok sayıda dernek ve vakıf aleyhinde kapatma davası açılmış, birçoğu kapatılmış, mallarına el konulmuştur. Dini yayın yapan radyo ve televizyonlar hakkında kapatma kararları verilmiş, yayın yapmaları engellenmiştir. Ticari kuruluşlar, “yeşil sermaye” yaftasıyla yasaklara maruz kalmıştır. İrticai terör örgütleri listesi hazırlanmak suretiyle, dini grup ve cemaatler terör örgütü olarak yaftalanmış, gözaltına alınmış, tutuklanmış ve mahkum edilmiştir.

Refah Partisi, 24 Kasım 1995 Milletvekili Genel Seçimlerinde 6.012.450 oy, % 21,37oy oranı, 158 milletvekili kazandı. 21 Mayıs 1997 tarihinde, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, AYM kapatma davası açtı, (8 ay dolmadan) 16 Ocak 1998 tarihinde Kapatma kararı verildi. 1995 genel seçimlerinde en fazla oyu alan Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması, bu partiye oy veren 6 milyondan fazla kişiyi mağdur etmiştir. 1997-1998 yılında Liselerden mezun olan öğrenci sayısı: 476.698 dir. (Kaynak: YÖK, “Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu”, Mart 2003; 2001-2002 ve 2002-2003 yıllarına ait veriler MEB’den alınmıştır.) Yükseköğretimin tüm kademelerinde (lisans, yüksek lisans, doktora, Yüksekokul, Meslek Yüksek Okulunda) okuyan (en az) 1.200.000 öğrenciden %5’i başörtülü olsa, 60.000 öğrenci olur. On yılda, 60.000 x 10 yıl: 600.000 başörtülü öğrencinin yükseköğrenim görmesinin engellendiği anlamına gelmektedir. Katsayı uygulamasının başladığı 1998-1999 öğretim yılından, katsayı uygulamasının kaldırıldığı tarihe kadar, milyonlarca meslek lisesi mezunu, bu uygulamadan mağdur olmuştur. 1997-1998 öğretim yılında 5.924 genel, meslekî ve teknik lisede 2.263.396 öğrenci öğrenim görmüştür. Ortaöğretim kurumlarında okuyan öğrencilerin 1.208.653’ü meslek liselerinde okumaktadır. Bu sayıyı, yasağın devam ettiği on yılla çarptığımızda, 12 milyon 80 bin meslek lisesi mezunu öğrencinin katsayı nedeniyle mağdur edildiği ortaya çıkmaktadır. İki milyon civarında kamu görevlisinin yarısına yakını irtica” gereçseyile soruşturmalara maruz kalmış, önemli bir kısmı kamu görevinden atılmıştır. Yargı denetimine tabi olmayan YAŞ kararıyla 1.600’den fazla subay astsubay ihraç edilmiştir. Beşbinden fazlası da, özlük haklarını kaybetmemek için, istifa etmek zorunda kalmıştır. Kapatma davaları açılan ve kapatılan dernek ve vakıfları, meslekten atılan kamu görevlilerini, baskı ve sindirme amaçlı yargılananları ve ailelerini eklediğimiz­de, toplumun yarısından fazlasının mağdur olduğu ortaya çıkacaktır.

IV.TESPİTLER

1)-Ulus devletlerin inşasından sonra gerçekleştirilen darbeler, darbelerin dış kaynaklı olduğunu, yabancı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmek için yapıldığını, bu darbelerin ger­çekleştirilmesinde “yerli iş birlikçilerden yararlanıldığını” göstermektedir. Darbe yapmak isteyen yabancı güçler, darbeyi haklı gösterecek “gerekçeler/bahaneler” üreterek kamu­oyunu (darbenin bu amaçla yapıldığına) inandırmaya çalışmışlardır. Bilimsel araştırmalar ve yıllar sonra açıklanan gizli arşivler, darbelerin arkasında yabancı ülkelerin bulunduğu­nu göstermiştir. Darbe sürecinde, darbenin önde gelen isimlerinin darbeye destek veren ülkelere yapmış oldukları ziyaretler, bu ilişkiyi göstermektedir. Darbe organizasyonunda yer alanların bir kısmının, gösterilen darbe gerekçelerine inanması, yabancı güçlere hizmet ettikleri gerçeğini ortadan kaldırma­maktadır.

2)-Darbelerin büyük bir çoğunluğu “ordu” tarafından gerçekleştirilmiştir. Esasen, (gerek geçmişte ve gerekse günümüzde) ordunun (aktif veya pasif olarak) içinde yer alma­dığı bir “darbe teşebbüsünün” başarılı olma şansı yok denecek kadar azdır. Darbe yapmak isteyenler, (daima) orduyu araç olarak kullanmak istemiş ve bun­da çoğu kere başarılı da olmuştur. Gerçekleştirilen darbelerde, güvenlik bürokrasisinin etkin rolü, bu görüşün haklılığını göstermektedir. Türkiye’de gerçekleştirilen darbelerde (1960, 1980 ve 28 Şubat), ordunun öncü rolü, darbelerde en etkili unsurun “ordu” olduğunu gös­termektedir. 17/25 Aralık 2013’te yargı bürokrasisinin öncülüğünde, (kimi sivil unsurların desteğiyle birlikte) emniyet ve Jandarma desteğinde, tamamen farklı (sıra dışı) bir darbe yönte­mi denenmiş ise de, yasama ve yürütmenin iş birliğiyle[33] etkisiz hale getirilmiştir.

3)-Darbeler tarihi, bütün darbelerin, kapsamlı bir plan dahilinde yapıldığını göstermek­tedir. 1960, 1980 ve 28 Şubat darbeleri, belli bir plan dahilinde gerçekleştirilmiştir. 1980 darbesinde Bayrak darbe planı, 28 Şubat darbesinde BÇG’nin hazırlamış olduğu planlar, darbelerin önceden hazırlanan planlar dahilinde gerçekleştirildiğini göstermektedir. TSK’in insan kaynağı (harp okulları) darbelerin ana kaynağıdır. Bu yapı değiştirilmediği, çeşitlendirilmediği, sivil okullardan öğrenci alımı yapılmadığı takdirde darbe teşebbüsü tehdidi devam edecektir.

4)-Bütün darbeler kamuoyunu, darbeye hazır hale getirmeye yönelik psikolojik harekat planları çerçevesinde yürütülmüştür. Toplumun belli bir kesiminden (medya başta ol­mak üzere; siyasi partiler, üniversite öğrencileri, öğretim görevlileri, vs.) yararlanma yolu­na gidilmiştir. Bu planları etkisiz hale getirmenin yolu, planı deşifre etmek, karşı propaganda yapmaktır. Toplum bu konuda ikna edilebilirse, darbecilerin darbe planları işlevsiz hale gelecektir.

5)-Darbeler, görünüşte siyasal iktidarlara karşı yapılsa da gerçekte, siyasal iktidara destek verenlere, halkın iradesine karşı yapılmaktadır. 1960 darbesi, toplumun yarısının onayı­nı alan (%47 oy) Demokrat Parti iktidarına; 1980 darbesi, bütün siyasi partilere; 28 Şubat darbesi, son seçimde 6 milyondan fazla oy alan iktidar ortağı Refah Partisi’ne ve bu parti­ye gönül verenlere karşı yapılmıştır. Her devlette, siyasal sorunlar olabilir. Bu sorunların hukuk kuralları içerisinde ve meşru yöntemlerle çözülmesi gerekir. Bu mekanizmaları ça­lıştırmak yerine, ordunun düşmanla mücadele etmesi için kendisine emanet edilen silahı halkına doğrultmasını hiçbir ahlak ve vicdan onaylamaz. Ordunun darbe teşebbüsü, gü­venlik görevlisinin, görevli olduğu marketi soyması ve market sahibini öldürmesi ile eş değerdedir.

6)-Darbeler, hak arama yollarını tıkamış; (açıkça veya dolaylı olarak) anayasal düzeni (siyasal sistemi) işlemez hale getirmiş; binlerce, on binlerce, milyonlarca kişinin mağ­duriyetine sebebiyet vermiştir. Esasen darbe hazırlıkları, kamu kurumlarındaki tasfiyeyle başlamıştır. 28 Şubat darbesini gerçekleştirenler de darbeye karşı “en ciddi direnişin” ordu içinden gelebileceği korkusuyla, önce ordu içindeki muhafazakâr askerleri tasfiye etmeye başlamışlardır. Asker kişilerin tayin, terfi ve ihraç işlemleri (o tarihte yargı denetimine tabi olmayan) YAŞ’ın (Yüksek Askerî Şura) yetkisinde olduğundan, yüzlerce başarılı asker, disiplinsizlik (!) iddialarıyla YAŞ kararlarıyla ordudan atılmıştır. Aynı şekilde, askerî ve­sayetin etki alanında bulunan HSYK (Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu) darbecilerin bek­lentilerine uygun karar vermeyen (hukukun temel ilkelerini esas alan) hâkim ve savcılara disiplin soruşturması başlatmışlar, bir kısmının görev yerlerini değiştirmişler (sürgüne göndermişler), bir kısmını ise meslekten ihraç etmişlerdir.

7)-Darbeler, ülke ekonomilerine büyük zarar vermiştir. Ülkelerin “güven” ortamını zede­leyen darbeler, sermaye dolaşımını olumsuz etkilemek suretiyle, halkın fakirleşmesine yol açmıştır. Türkiye darbelerin sonucu olarak, IMF’nin desteğiyle ayakta durabilen (ma­aşlarını ödeyebilen) bir ülke haline gelmiştir. Her darbede ülkenin serveti, (kaynakları), darbeye destek verenlere peşkeş çekilmiş, ülkenin zenginlikleri yağmalanmıştır. 28 Şubat darbe sürecinde bazı bankalar, belli işadamlarına verilmiştir.[34] Bu bankaları devralanlar, bankalarının içini boşaltmış, (off shore hesapları hariç) bankalardaki mevduatlar devlet güvencesinde olduğundan, devlete (yani halka) 60 milyar dolar civarında ağır bir fatura (ekonomik yük) bırakmıştır.

8)-Darbeler, (siyasal iktidarı, belli siyasi partileri) toplumun belli kesimini hedef aldığın­dan, travmalara neden olmuştur. Darbeler, vücudumuzda sabit iz bırakan derin yaralara benzemekte, (olayın üzerinden) çok uzun süre geçmesi bu yaraları iyileştirmemektedir. 1960 darbesinin üzerinden 56 yıl geçtiği halde hâlâ 1960 darbesinin konuşuluyor olması, siyasilerin bu darbedeki kimi olaylara atıfta bulunması, darbelerin ne kadar kalıcı izler (yaralar) bıraktığını göstermektedir.

9)-Darbelerin ortak özelliklerinden biri de darbeleri gerçekleştirenlerin merhametten yoksun ve acımasız oluşudur. Esasen, insani duygulara sahip olanların böyle bir olu­şumda yer alması imkansızdır. 28 Şubat darbecileri, İmam Hatip lisesinde okuyan kız çocuklarının çığlıklarını duymamışlar, görmezden gelmişlerdir. İmam Hatip liselerinden mezun olanların üniversiteye girmelerini engellemek için tamamen hukuk dışı bir hesap­lama (katsayı) yöntemiyle dereceye giren öğrencilerin dahi üniversiteye girme hayallerini söndürürken vicdanları sızlamamıştır. Tıp fakültesinin son sınıfında okuyan ve birkaç ay sonra mezun olacak bir öğrencinin (başörtüsü nedeniyle) okuldan atılmasını normal karşılayabilmişlerdir.

10)-Darbeciler, darbenin yaratacağı (sosyal, siyasal, ekonomik) tahribatı önemsememişler veya fark edememişlerdir. Darbe, çok büyük bir organizasyon ve beceri gerektirmektedir. Ancak bu durum, sadece darbe suçu için değil bütün suçlar için geçerlidir. Darbeciler, güçlerini haklı olmalarından değil, (kendilerine emanet edilen) silahlardan almaktadır. Haksız ol­duklarını çok iyi bildikleri için muhaliflerini “fikirle değil” psikolojik harekat yöntemleriyle (yalanla, dolanla, iftirayla), “tehditlerle” sindirmeye, etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır­lar. Sivil toplum örgütleri, vicdan sahibi insanlar, darbe süreçlerine karşı seslerini yükselt-se de örgütlü yapı karşısında etkili olamamakta, (ölüm, işkence, hapis, vs.) ağır bedeller ödemektedir.

11)-Darbeler, “yasaklar rejimi” olduğundan, düşüncelerin özgür bir şekilde ifade edilme­sine, dolaşımına, özgür bir şekilde tartışılmasına, bu tartışmalardan, pozitif sonuçlar çıka­rılmasına da mani olmuştur. Bu eğilim, tozların halının altına süpürülmesine, (pisliklerin üstünün örtülmesine), çözümü gereken ivedi sorunların çözümlerinin ötelenmesine yol aç­mıştır. Özgürlüklerin ana üsleri olması gereken üniversiteler ve rektörleri de darbelerden olumsuz etkilenmişlerdir. İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, 28 Şubat darbe sürecinde, (14.03.1998 tarihinde) tüm öğretim görevlilerinin katıldığı bir top­lantıda, “üniversitede başörtü yasağını uygulamaları” isteğine, “Başörtülü öğrencileri derse almadıklarında sorun çıktığını ve derslerin aksadığını” ifade eden öğretim görevlisine, bu yasağın uygulanması için, “gerekirse bilimsel çalışmalara ara vermelerini” “bilimsel çalış­malarını ertelemelerini”24 istemesi, Türkiye’deki üniversitelerin darbelere karşı çıkması bir yana, darbelerde öncü bir rol üstlendiğini göstermektedir.

12)-Darbeler, tercihlerini güçten yana kullandıklarından, her istediklerini “zorla” yaptıra­bileceklerine inanmaktadır. Bu nedenle, halk tarafından sevilmezler! Halk desteği olma­dığı için iktidarlarını “zorbalıkla” sürdürürler. Türkiye’de, darbe dönemlerini takiben (1960, 1980, 28 Şubat) yapılan seçimler, halkın onları sevmediğini, (darbelerden ve) dar­becilerden ne kadar nefret ettiğini ortaya koymaktadır.

2.BÖLÜM

28 ŞUBAT DARBESİ” YARGILAMASI

I.28 ŞUBAT DAVASININ DÜNÜ” (SORUŞTURMA)

1.SORUŞTURMANIN BAŞLATILMASI

28 Şubat darbesinin hazırlık hareketleri, 1990 yılının başında, önce devletin stratejik ku­rumlarında kapsamlı bir tasfiye ve kadrolaşmayla başlamış, gereken alt yapı hazırlandık­tan sonra darbenin amaçları yavaş yavaş gerçekleştirilmeye başlamıştır. 2002 genel seçim­lerinde, Ak Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle kamu kurumlarında örgütlenen darbe destekçileri, yürütme erkinin desteğinden mahrum kalmıştır. 2002 yılından 2007 yılına kadar, devletin içindeki derin yapının (askeri vesayetin) Ak Parti hükûmetini düşürmeye yönelik çabaları başarılı olamamıştır. Cumhurbaş­kanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sona ermesiyle askerî vesayet sisteminin ana unsurlarından birinin (cumhurbaşkanlığı makamının) kaybı riski ortaya çıkmıştır. Ak Par-ti’nin kendi adayını cumhurbaşkanı seçtirmesini engellemeye yönelik girişimler başarısız olmuş; Ak Parti’nin, cumhurbaşkanlığı seçimlerini engellemeye yönelik muhtıraya “erken seçimle” karşılık vermesi ve 2007 genel seçimlerinde %46,58 oy alarak parti kurucuların­dan Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçmesiyle 28 Şubat darbe sürecinde, devletin bütün kurumlarında örgütlenmiş bulunan vesayetçi yapı, ağır bir darbe almıştır. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumla, Anayasal sistemin özüne (vesayet kurumlarına) yönelik değişikliklerle, fiilen sona eren askerî vesayet hukuken de sona ermiştir.

2010 yılında Referanduma sunulan Anayasa paketinde, en fazla tartışılan maddelerden biri (yürürlük­ten kaldırılması istenen) 1982 Anayasası’nın Geçici 15.maddesi olmuştur. 12 Eylül darbe­sini gerçekleştirenlerin yargılanamayacağını düzenleyen bu maddenin kaldırılmasına, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerine doğrudan veya dolaylı olarak destek verenler karşı çıkıyor­du. “Anayasanın Geçici 15.maddesinin, 12 Eylül 1980 darbesini suç olmaktan çıkardığını, so­ruşturma başlatılsa bile, bu suçun 20 yıllık zaman aşımı süresine tabi olduğunu, kamu davası açılamayacağını, uzamış zaman aşımı uygulansa bile (olağan zaman aşımı süresi yarı nisbe-tinde artırıldığında) 30 yılın bitimi tarihinde (referandumun yapıldığı 12 Eylül 2010 tarihinde) zaman aşımına uğramış olacağını” iddia ediyorlardı. Anayasa değişiklik paketinin %58 ora­nında oyla kabul edilmesinin ardından Ankara Cumhuriyet Savcılığı, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren 5 kuvvet komutanından hayatta olan ikisi (Kenan Evren, Tahsin Şahin-kaya) hakkında soruşturma başlattı ve soruşturma sonunda iki kuvvet komutanı aleyhine kamu davası açtı. 12 Eylül darbesine iştirak edenlerin büyük bir çoğunluğunun hayatta olmaması, hayatta olanların da 70 yaşın üzerinde olması, bu soruşturmanın önündeki en büyük engellerden biriydi. 12 Eylül darbesiyle ilgili iddianamenin hayatta olan iki kuvvet komutanıyla sınırlı olması, bu davanın “sembolik bir dava” olduğunu gösteriyordu.

Anayasa referandumundan otuz yıl önceki bir darbe (12 Eylül 1980) hakkında soruşturma yürütülürken, bundan kısa süre önce gerçekleştirilen ve soruşturmaya mani hiçbir enge­lin de bulunmadığı bir darbeyle (28 Şubat) ilgili soruşturma açılmaması, ağır eleştirilere maruz kaldı. Gerçekten, 28 Şubat darbesine iştirak edenlerin büyük bir çoğunluğu hayatta olmasına ve bu darbeyle ilgili soruşturma açılmasına ve yürütülmesine engel hiçbir (fiili veya hukuki) engel olmamasına rağmen, 28 Şubat darbesiyle ilgili soruşturma açılmaması ciddi bir çelişkiydi. Darbe mağdurlarının yoğun baskıları sonucunda, Ankara Cumhuriyet Savcılığı, 12 Eylül darbe soruşturmasından sonra, 28 Şubat darbesiyle ilgili soruşturma başlatmıştır. Ancak, 28 Şubat darbesine kimlerin katıldığı (iştirak ettiği) bütün detaylarıy­la birlikte kamuoyu tarafından bilinmesine rağmen, soruşturmayı yürüten savcı, soruştur­mayı 28 Şubat darbesinin (en önemli) bileşenlerinden BÇG (Batı Çalışma Grubu) (asker kişilerle) ile sınırlı tutmuş, sadece BÇG ile sınırlı bir iddianame düzenlemiştir.

2.SORUŞTURMADAKİ EKSİKLİKLER

28 Şubat darbesiyle ilgili soruşturma, özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) yürürlükte olduğu (görev yaptığı) dönemde başlamıştır. Bu mahkemeler, son derece geniş bir yetkiye sahip olup, bu mahkemelerin veya savcılarının talepleri derhal yerine getirilmek zorundaydı. So­ruşturma makamları (kolluk veya soruşturma savcısı) geniş yetkilere sahipti. Özel yetkili mahkemeler ve savcıları, olağanüstü yetkilere sahip olmalarına rağmen, 28 Şubat darbe­siyle ilgili soruşturma ve yargılama ciddi engellerle karşılaşmıştır.

a.Soruşturmayı yürütenler açısından: Darbe yargılamaları önündeki en önemli engel, soruşturmayı yürütecek “kolluk” ve “savcılar”dır. Darbe soruşturmalarına engel teşkil eden “genel” nedenlerden biri, soruşturmayı yürütenlerin yeterli donanıma sahip olma­maları, “özel nedeni” ise, soruşturmayı yürütecek olanların derin yapılarla bağlantılarıdır.

aa.Yeterli donanıma sahip olmamaları: Darbe suçu, son derece komplike, Türkiye’nin her bölgesiyle ve hatta (özellikle) yurt dışı bağlantıları olan, on binlerce fail tarafından işlenen bir suçtur. Klasik ceza hukuku eğitimiyle bu suçun soruşturulabilmesi mümkün değildir. Hukuk fakültelerinde ve hâkimlik veya savcılık stajı sarasında, (hırsızlık, dolandırıcılık, gasp, adam öldürme, adam yaralama, vs.) münferit suçların eğitimi verilmektedir. Sınırlı sayıda failin işlediği suçlarla, çok faille ve organize suçlar farklıdır. Darbe ve darbeye teşebbüs suçu, siyaset bilimi ile hukukun ortak alanıdır. Siyasal sistemler, ülkeler arasındaki iktidar savaşlarını, darbeleri bilme­yenlerin sağlıklı bir soruşturma yürütebilmesi imkansızdır. Kolluk görevlileri için geçerli olan bu tespit, soruşturmanın başındaki savcı için de yargılamayı yapacak hâkimler için de geçerlidir.

bb.Soruşturmayı yürütecek olanların “derin yapılarla” görev ilişkisi: Herhangi bir soruşturmanın sağlıklı bir şekilde yürütülmesinin ön koşullarından biri, soruşturmayı yü­rütecek olan kişilerin, hiçbir baskı altında olmamasıdır. Darbe teşebbüsünde bulunanlar, genellikle soruşturma ve kovuşturma makamlarıyla sıkı ve samimi bir ilişki içinde olmuş­lardır. Bu ilişkinin sonucu soruşturmalara ve kovuşturmaya da yansımakta, soruşturma makamları, bu kişiler aleyhinde işlem yapmakta isteksiz davranmaktadırlar.

cc.Soruşturmayı yürütecek olanların “derin yapılarla” bağlantıları: Soruşturmayı yürütecek olanları, “soruşturma yapacağı kimselerle” ideolojik veya örgütsel bir ilişki (dayanışma) içinde olabileceği gibi[35] soruşturulması gereken yapının dışında, “farklı bir yapıyla” da bağlantıları olabilir.[36] Kolluk güçlerinin veya soruşturma savcısının bu yapı­larla ilişkisi varsa böyle bir soruşturmanın yürümeyeceği (veya sürüncemede bırakacağı) açıktır.

b.Darbe suçunun failleri arasında ayırımcılık: 28 Şubat darbe yargılaması önündeki ikinci önemli engel, soruşturmayı yürüten savcının, bu darbenin failleri arasında “ayırımcılık” yapmasıdır. Soruşturmayı “BÇG”nin (Batı Çalışma Grubu) asker kişilerle sınırlı tutması, darbenin failleri arasında ayırımcılık yapıldığını göstermektedir. Soruşturmayı yürüten savcının, bunu hangi saikle yaptığını bilmemekle birlikte, şüpheliler arasında ayı­rım yapması, açılan davanın temeline dinamit koymuştur. Ceza muhakemesi hukukunda, aynı suça iştirak edenlerin “aynı dava” içinde olmasa bile, “aynı anda” yargılanmaları esastır. Aksi takdirde, şüpheli­ler arasındaki bağlantıların, sebep sonuç ilişkilerinin ortaya çıkarılabilmesi imkansızdır. Herhangi bir terör örgütünün işlediği cinayetin faillerinin, banka soygununun faillerinin bir kısmı yargılanırken bir kısmının yargılanmaması veya bu suçların faillerinin farklı farklı mahkemelerde yargılanması, birden fazla parçalara bölünmesi, ceza yargılamasının temel amaçlarından biri olan “maddi gerçeğin” ortaya çı­karılmasına engeldir.

c.Suçtan zarar görme kavramının hatalı yorumlanması: Ceza yargılamasında, suçtan zarar görenlerin davada taraf olabilmesi için, suçtan doğrudan doğruya zarar görmesi aranmaktadır. Darbe soruşturmasını yürüten savcılar, bu kavramı dar yorumlamakta, mahkeme kararı veya belge talep etmektedir. Oysa, darbelerin en önemli özelliği, başta yargı olmak üzere, anayasal kurumların işlememesidir. Hakim ve savcılar, darbecilerin baskısı altında bulunmaktadır. Yargıya yaptıkları başvurulardan sonuç alamayan darbe mağdurları, yargıya başvurmaktan vazgeçmektedir. 28 Şubat darbe sürecinde başörtülü öğrencilerin okula sokulmadığı bilinen bir gerçektir. Bu öğrenciler okula alınmamakta, okula alınmadığı için devamsızlık nedeniyle kaydı silinmektedir. Binlerce öğrencinin, o dönemde devamsızlık yapması hayatın olağan akışına aykırıdır. Aynı durum, YAŞ kararıyla ordudan atılan subay ve astsubaylar için de geçerlidir. Darbe sürecinde ordudan atılmış olmasının yeterli görülmesi gerekir. Darbeye teşebbüs suçunda, zarar görme deyimini daha geniş yorumlamak gerekir. Darbe toplumun hangi kesimini muhatap almışsa, bu kesimden zarar gördüğünü iddia eden herkesin, doğrudan zarar gördüğü kabul edilmelidir.

d.Soruşturmanın, ordu içinde tasfiyeye yönelik olması: 28 Şubat soruşturması önün­deki üçüncü engel, soruşturmanın adli soruşturma dışında başka amaçlara yönelmesidir. 28 Şubat soruşturmasını yürüten yetkili makamların, (ÖYM savcıları ve bu savcılarla bir­likte çalışan kolluk birimlerinin) bu soruşturmadan önce yürütmüş olduğu (sözüm ona) Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını, ordu içindeki bir grubu tasfiye amacıyla kullan­dığı ve bu amacı gerçekleştirebilmek için delil uydurduğu, delillere ekleme yaptığı orta­ya çıkmıştır. Soruşturmanın, asker kişilere yönelmesi ve asker kişilerle sınırlı tutulması, bunların çoğunun (mesleki kariyerlerini bitirmeye yönelik bir tedbir uygulanması) tutuk­lanması, soruşturmayı güvensiz hale getirmiştir. BÇG’nin, 28 Şubat darbesinin en etkili kurumlarından biri olduğu tartışmasız olmakla birlikte BÇG aleyhinde açılan kamu dava­sında, hangi sanıkların 28 Şubat darbesine iştirak ettiklerinin ve hangilerinin ise (ordu içindeki) cemaat mensuplarının önünü açmak amacıyla soruşturmaya dahil edildiğinin ele alınmasını (ortaya çıkarılmasını) gerektirmektedir. Emniyet ve yargı içindeki FETÖ liderine bağ­lı olarak hareket eden unsurların, 28 Şubat soruşturmasını, örgütlerinin siyasi amaçları doğrultusunda kullanması bu davayı “geçersiz” hale getirmeye yeterli olmasa da dava dosyasına sunulan delillerin her bir sanık yönünden ayrı ayrı değerlendirme zorunluluğu getirmesi nedeniyle, büyük bir kaosa yol açtığı kuşkusuzdur.

e.Müşteki ve mağdurların açısından: 28 Şubat soruşturması önündeki dördüncü engel, müşteki ve mağdurların ilgisizliğidir. Darbeler, toplumun hak ve özgürlüklerini ihlal etme­den gerçekleşmeyeceğinden her darbe, on binlerce, milyonlarca mağdur yaratır. 1960 darbesi de 12 Eylül darbesi de 28 Şubat darbesi de milyonlarca mağdur yaratmıştır. Bazı suçların (casusluk, kimlik belgesinde sahtecilik, sahte para basma vs.), mağduru doğrudan doğruya “devlet” olabilir. Bazı suçların ise bir veya birden fazla “mağduru” olmaktadır. Darbeye teşebbüs suçları da yüz binlerce, milyonlarca kişinin mağduriyetine sebebiyet veren, çok failli ve çok mağdurlu bir suçtur. Kamu davalarında, mağdur ve mağdurlar (kamu davası açıldığında davaya katılması), suçun faillerinin istemediği bir durumdur. Müşteki ve mağdurlar, adil bir yargılamanın “denge” unsurudur. Mağdurların öfkesi, davaya katılmaları, davanın tek tarafı olarak seyretmesine, yörüngesinden çıkmasına, farklı bir mecraya savrulmasına engel olmakta; mahkemenin (mağdurun ve sanığın) tam ortasında tarafsız kalmasını sağlamaktadır. 28 Şubat soruşturmasında ise mağdurlar, bu soruşturmaya gereken önemi göstermemiş­ler, mağduriyetlerine ilişkin şikayet ve delillerini soruşturma dosyasına göndermemişler­dir. Milyonlarca mağduru olan bir suça ilişkin soruşturmada başvuru sayısının “yüzlerle” sınırlı kalması, mağdurların bu soruşturmaya karşı ne kadar ilgisiz kaldıklarının kanıtıdır. Mağdurların ilgisizliği, soruşturma savcısının hazırlamış olduğu iddianameye de yansımış, sanıklar büyük bir baskıdan kurtulmuşlardır.

f.Kamuoyunun ilgisizliği: 28 Şubat soruşturması önündeki beşinci önemli engel, ka­muoyunun 28 Şubat darbe soruşturmasına ve davasına karşı duyarsızlığı/ilgisizliğidir. Toplumun “belli bir kesimine” (Alevi, Ermeni, laik, vs.) yönelik hak ihlalleri, toplumun tamamına yönelik ihlallerinden daha fazla ilgi görmektedir. Dünyanın en uzun süren ve en fazla mağduru olan bir darbeye karşı, önceki yıllarda TV programlarında, etnik kimliklere yönelik tutum ve davranışlara karşı yürütülen (local) kampanyalardan daha cılız bir tepki verilmesi, sorgulanması ve üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir durumdur.

II.28 ŞUBAT DAVASININ BUGÜNÜ (KOVUŞTURMA)

Yukarıda dile getirdiğimiz (soruşturma aşamasındaki) eksikliklerin, kovuşturma evresin­de araz çıkaracağı tabidir. Soruşturma savcısı, 28 Şubat darbesinin bileşenlerinden biri (BÇG) aleyhine düzenlemiş olduğu iddianameyi mahkemeye sunmuş, mahkemenin iddia­namenin kabulüne karar vermesiyle, “kovuşturma evresi” başlamıştır. Kovuşturma evresi­nin başlamasıyla, özel yetkili mahkeme, (büyük çoğunluğu tutuklu) sanıkların sorgularını yapmaya başlamıştır. Sanıkların sorgulamaları devam ederken, ÖYM’ler tarafından yürü­tülen ve sonuçlandırılan davalarda (Ergenekon, Balyoz, Şike, vs.), soruşturmayı yürütenle­rin, “sahte delil uydurdukları, delillere eklemeler yaptıkları, vs.” iddiaları dile getirilmeye, özel yetkili mahkemelerin meşruiyeti sorgulanmaya başlamıştır.

Yargılama devam ederken, ÖYM’ler nezdinde yürütülüp sonuçlandırılan (hükme bağlanan) Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, benzeri (Şike davası, vs.) davalarda, sanıkların Anayasa Mahkemesine “bireysel başvurularıyla” ilgili olarak Anayasa Mahkemesi “ihlal” kararları vermeye başlamıştır. Tam bu sırada yargı merkezli illegal yapı, 17-25 Aralık 2013 tarihinde, yolsuzluk ambalajı altında, “hükümeti düşürmeye yönelik” darbe girişiminde bulunması üzerine, Ak Parti, bu mahkemeleri kaldırma hazırlıklarına başlamıştır. Bu hazırlıklar kısa sürede tamamlanmış yasanın kabulüyle, Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılmış, bu mahke-melerdeki dava dosyaları, genel yetkili Ağır Ceza Mahkemelerine gönderilmiştir. Bu mahke­melerin görev alanındaki suçları soruşturmakla görevli Cumhuriyet Savcıları da, ellerinde bulunan soruşturma dosyalarını, genel yetkili savcılara tevdi ve teslim etmeye başlamış­tır. ÖYM’lerin kaldırılmasıyla, emniyet ve yargı içinde yeni bir cuntanın mevcudiyeti, bu mahkemelerde “adil yargılama yapılmadığı”, sanıklara kumpas kurulduğu gerçeğini or­taya çıkarmıştır.[37] Bu illegal yapı (cunta) (FETÖ), ÖYM’leri “operasyon aracı” olara kullan­dığına göre, 28 Şubat davasında da böyle bir yönteme başvurmuş olmaları muhtemeldir. BÇG aleyhine açılan kamu davasının iddianamesinin içeriğindeki binlerce belgenin masa başında üretilmiş olması mümkün olmamakla birlikte, özellikle “dijital delillere” ihtiyatla yaklaşılması (başkaca delillerle çaprazlama çek edilerek) doğrulanması gerektiği açıktır.

1.YARGILAMADA BİRLİK İLKESİNİN İHLALİ

28 Şubat darbesinin faillerini, yukarıda açıklamıştık. 28 Şubat darbesinin gerçekleşme­sinde çok önemli bir paya sahip olsa da kamu davasının Batı Çalışma Grubu ile sınırlı tutulması, ciddi bir eksikliktir. Aynı suça iştirak eden faillerin, aynı davada yargılanması esastır. “Yargılamada birlik” ilkesi, aynı suça iştirak eden sanıkların birlikte yargılanma­larını gerektirmektedir. Bir banka soygunu tahayyül edelim. Sanıklardan birinin, soygun yapılacak binanın planlarını temin etmek, birinin, ayrıntılı bir plan yapmak, birinin, (keşif yapıp) en uygun bankayı belirlemek, birinin, bankanın planlarını temin etmek, birinin, soyguna başlamazdan önce, bankanın alarm sistemini devreden çıkarmak, ikisinin, polisin takip etmesini önlemek, (yolu kapatmak), üçünün, bankanın arka sokağında, otomobil­leri çalışır vaziyette beklemek, beşinin, maskeli olarak bankaya girmek, birinin, izlerini kaybettirdikten sonra buluşacakları bir mekan kiralamak, ikisinin, (muhtemel bir çatış­ma durumunda) ihtiyaç duyacakları silahları temin etmek ile görevli olduğunu; soygunun planlandığı şekilde gerçekleştiğini varsayalım. Ceza kanunumuza göre, yukarıda sayılan kişilerin hukuki durumu, “banka soygununa iştirak” etmektir. Bu soyguna iştirak edenler­den hiçbiri, yaptığı işin suç olmadığını veya çok önemsiz olduğunu öne süremez. Darbeye teşebbüs suçunun daha karmaşık ve daha organize olduğu dikkate alındığında, amaç suça hizmet eden bütün fiillerin, (bağlamından koparılmaksızın) darbeye teşebbüs suçu kapsa­mında değerlendirilmesi gerekeceği açıktır.

2.TABİİ HAKİM İLKESİNİN İHLALİ

Ceza yargılamasının en temel esaslarından biri, tabii hakim ilkesidir. Bu ilke, yasayla görevlendirilen bir mahkemede yargılama yapılması anlamına geldiği gibi, mahkeme heyetinin değiştirilmemesi anlamına da gelmektedir. 28 Şubat davasında, mahkeme heyetinde defalarca değişiklik yapılmıştır. Mahkemeye yeni atanan hakimler, sanıkları dinlemediğinden, duruşma tutanaklarını okumakla yetinmek zorundadır. Böyle bir durum, “yüzyüzelik” ilkesini de ihlal etmektedir.

3.ÇELİŞMELİLİK İLKESİNİN İHLALİ

Ceza muhakemesi, adil yargılamanın ilke ve esaslar bütünüdür. Bu ilkelere riayet edilme­diği takdirde, yargılama (muhakeme) sonucunda adil (doğru) bir karar verilebilmesi im­kansızdır. Bu ilkelerden biri de “çelişmelilik ilkesi”dir. Çelişmelilik ilkesi, kamu davasının taraflarının (iddia ve savunma) herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan, iddialarını ve savunmalarını özgürce ifade edebilmeleri, delillerini mahkemeye sunabilmeleridir. 2005 yılında yürürlüğe giren yeni Ceza Muhakemesi kanunu, yürürlükten kaldırılan CMUK’tan oldukça ileri hükümler ve düzenlemeler içermektedir. Eski CMUK’ta savunma, formalite­nin yerine getirilmesinden ibaretken, yeni CMK, savunmaya olağanüstü yetkiler vermiştir. Tepki yasalarının doğal sonucu olarak, savunma güçlendirilirken karşı taraf (müşteki ve mağdurlar) zayıflatılmış adeta formaliteye dönüştürülmüştür. 28 Şubat davasında BÇG sanıkları yargılanmaya başladığında, bu aksaklık[38] ortaya çıkmıştır. Muhakeme (kovuş­turma); sanıklar ve müdafileri ile mahkeme arasında diyaloğa dönüşmüştür. Mahkeme, müşteki ve mağdur vekillerinin “ısrarlı” katılma taleplerini dikkate almamış, davaya ka­tılmalarına karar vermediği için CMK’da “katılanın” sahip olduğu yetkilerini kullanama-mıştır. Sanıkların sorguları ve savunmalarının tamamlanmasından sonra ve sınırlı sayıda müşteki ve mağdur için verilen katılma kararlarının pratik bir faydası kalmamıştır.

4.MÜŞTEKİ VE MAĞDURLARIN İLGİSİZLİĞİ

28 Şubat davasının iddianamesinde de binden fazla kişi bu suçun mağdurları olarak yer al­dığı halde, soruşturma aşamasına duyarsız kaldıklarını belirtmiştik. Bu duyarsızlık kovuş­turma evresinde de devam etmiştir. Bu darbenin mağdurlarının davaya katılması, sanıklar üzerinde önemli bir baskı oluşturacağı halde, 28 Şubat davasının mağdurları, bu davaya gereken ilgiyi göstermemişlerdir. Bu davada, müşteki ve mağdur baskısını hissetmeyen mahkeme (yargılama makamı) önce sanıkları tahliye etmiş, akabinde de yurt dışı yasağını kaldırmıştır. Bu suçtan zarar görenlerin (mağdurlar) ellerindeki belgeleriyle birlikte da­vaya katılma talebinde bulunmaları gerekir. Müşteki/mağdur ve katılan vekilleri olarak, bu darbenin mağdurlarının mahkemeye katılma başvurusunda bulunmalarını bekliyoruz.

III.28 ŞUBAT DAVASININ YARINI (BEKLENTİLERİMİZ/ÖNERİLERİMİZ):

1.KISA VADELİ (ACİL) ÖNLEMLER:

Halen devam etmekte olan dava, “28 Şubat Davası” olarak nitelendirilmekte ve 28 Şubat darbecilerinin yargılandığı bir dava zannedilmektedir. Gerçekte ise böyle bir durum söz konusu değildir. 28 Şubat darbesinin ana aktörleri aleyhine hâlâ bir dava açılmamış olup, darbenin diğer bileşenleriyle ilgili soruşturma ayrı bir dosya üzerinden Savcılık tarafından devam etmektedir. Darbe davasından söz edebilmek için, 28 Şubat darbesini gerçekleşti­renlerin diğer bileşenlerine karşı “bir an önce” “ivedilikle/acilen” kamu davası veya kamu davaları açılması gerekmektedir.

a.Halen devam etmekte olan davanın, 28 Şubat Darbe Davası olmadığını, bu darbenin bileşenlerinden sadece biri (BÇG) aleyhine açılmış bir dava olduğunu belirtmem gerekir. “Yargılamada birlik” ilkesi gereğince, aynı suça iştirak eden faillerin, aynı davada dava içinde yargı­lanmaları esastır. (Darbeye teşebbüs edenler aleyhine birden fazla kamu davası açılması mümkün ise de, bu davaların aynı zaman dilimi içerisinde açılması gerekir.) Bu ilke, aynı suça iştirak eden sanıkların birlikte yargılanmalarını ge­rektirmektedir. 28 Şubat davası olarak bilinen davaya “darbe davası” denilebilmesi için, 28 Şubat darbesinin “diğer bileşenleriyle” ilgili devam eden soruşturmanın ivedi olarak tamamlanarak kamu davası veya kamu davaları açılması gerekmektedir.

b.Bu suçun mağdurları, mağduriyetlerini belgeleyen delil ve belgelerle birlikte, mahkeme­ye başvuruda bulunarak, davaya katılma talebinde bulunmalıdır. Soruşturma aşamasında, 28 Şubat mağdurlarının soruşturmaya duyarsız kaldıklarını belirtmiştik. Bu duyarsızlık maalesef, kovuşturma evresinde de devam etmektedir. Müşteki ve mağdurların ilgisizliği, mahkemeyi (müşteki mağdurlar aleyhine) olumsuz etkilemiş, önce sanıkları tahliye etmiş, akabinde de yurt dışı yasağını kaldırmıştır. Bu darbenin mağdurlarının davaya katılmaları ve davayı takip etmeleri, yargılama sırasında müşteki/mağdur taraf ile sanık taraf arasın­daki dengenin sağlanmasına, adil yargılamaya katkı sağlayacağı açıktır.

c.Kamuoyu (Halk, STK’lar, Radyo ve TV’ler, yazılı medya, vs. bu davaya ve darbenin diğer bileşenleri ile ilgi yürütülen soruşturmaya sahip çıkmalıdır. Bunun için, (sadece muhafa­zakâr kesim değil) toplumun bütün kesimleriyle birlikte hareket etmelidir.

2.ORTA VE UZUN VADELİ ÖNERİLERİMİZ

1.Halen yürürlükte olan 1982 Anayasası, “darbeleri otomatiğe bağlayan” 1961 Anayasası’nın devamı niteliğindedir. Yasaların anayasaya uygun olma zorunluluğu dikkate alın­dığında anayasalar, bütün hukuk normlarını (hukuk düzenini) şekillendirmektedir. Dola­yısıyla anayasadaki olumsuzluklar, hukuk düzeninin tamamını etkilemektedir. Bugüne kadar yaşadığımız sorunların/krizlerin tamamının temelinde, darbecilerin bizlere hediye ettiği Anayasa yatmaktadır. Darbelerin kaynağının kesilmesi için önce (bubi tuzaklarıyla dolu) bu Anayasa’nın değiştirilmesi, vesayet kurumlarının tamamen kaldırılması gerekmektedir. 1982 Anayasası’nda öngörülen nisapla anayasayı değiştirmek neredeyse imkansızdır. Bu imkansızlık nedeniyle, anayasada esaslı değişiklikler[39] yapılamamıştır. Anayasayı değiştirmek için anayasada yazılı usullerin zorlanması, bu sorunun çözümümünü zorlaştırmaktadır. Meclis, çıkaracağı bir yasayla hazırlayacağı anayasayı referandu­ma götürebilir. Referandumda elde edilecek %50 + 1 oy, TBMM’deki 550 milletvekilinin kabul oyundan daha değerlidir.

2.2005 yılında yürürlüğe giren yeni Ceza Muhakemesi Kanunu, yürürlükten kaldırılan CMUK’dan oldukça ileri hükümler ve düzenlemeler içermektedir. Eski CMUK’ta, “savunma” kanuni bir formalitenin yerine getirilmesinden ibaretken, yeni CMK, savun­maya olağanüstü yetkiler vermiştir. Tepki yasalarının doğal sonucu olarak, savunma güçlendirilirken karşı taraf (müşteki ve mağdur) zayıflatılmış, adeta formaliteye dönüştü­rülmüştür. Kamu davasının ana unsurları iddia ve savunmadır. Taraflardan birinin lehine veya aleyhine düzenlemeler içeren taraflardan birini pasif hale getiren bir yargılama adil bir yargılama olamaz. CMK’da, adalet terazisi sanık lehine bozulmuştur. CMK’da, müşteki ve mağdur tarafı ile sanık tarafı arasında dengeyi sağlayacak düzenlemeler yapılmalı, bu aksaklık giderilmelidir.

3.Türkiye genelinde işlenen suçlar için (darbeye teşebbüs suçları dahil) (ABD’de FBI ben­zeri) süper yetkili soruşturma birimleri ve ihtisas mahkemeleri kurulmalıdır. Kurulacak bu mahkemeler, Türkiye genelinde soruşturma ve yargılama yetkisini haiz olmalı, bu mahkemelerde görev yapacak hâkim ve savcılara, siyasi konularda eğitim ve­rilmelidir.

4.Üniversitelerde (Türkiye’de ve dünyada) darbelerle ilgili araştırma birimleri ve enstitüler kurulmalı, hukuk fakültelerinde, “Dünyadaki ve Türkiye’deki darbeler”, seçimlik ders ola­rak okutulmalıdır. Böyle bir eğitim, kamuda görev yapacak olanların önemli bir kısmını, bu kirli yapılarla iş birliği içine girmekten önleyecektir.

5.STK’lar, medya, darbenin ne kadar alçakça bir suç olduğu konusunda çalış­malar yapmalı, toplumu bilinçlendirmelidir. Zira, darbeleri önleyebilecek “en etkili güç” hal­ktır. Darbeciler de, en çok halkın sokağa çıkmasından korkmaktadır. 28 Şubat darbesi, bu konuda önemli bir eşik olmuştur. Türk halkı darbe uygulamalarına karşı ilk kez 28 Şubatta direnç göstermiştir. Bu bilinç, artarak devam etmiştir. Yeni bir darbe teşebbüsünün başarılı olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Bu bilinci daha da geliştirmek, toplumun bütün katmanlarına yaymak ve diri tutmak gerekir.

6.Bütün suçlar çirkindir ama darbeye teşebbüs suçu, bunların içinde en çirkinidir. Ceza yasalarında suçlar arasındaki sıralamaya göre, darbeye teşebbüs suçu, çocuklara cinsel taciz (pedofili) suçundan dahi daha ağır bir suçtur. “Toplumun tamamına” yönelik olduğun­dan, mağdurları da yüz binlerle, milyonlarla ifade edilmektedir. Darbecilerden ve darbe sevicilerden “daha örgütlü” ve daha güçlü olmadığımız takdirde, bu tehdit her zaman var olacaktır.


[1] Avukat (İstanbul Barosu)

[2] Darbe 1.Vuruş, çarpış  Örnek: Başına şiddetli bir darbe indirerek hayvanı sersemletti. O. C.Kaygılı2.Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi Örnek: Partisinin hükûmet darbesi yapacağına dair haber aldığını söylediğini, açık açık belirtmişti. Ç.Altan3.Birini kötü duruma düşüren, sarsan olay  Örnek: Bu, nereden ve kimden geldiği belli olmayan darbe son kalkınma ümitlerini de silip süpürmüştü. E.E. Talu

[3] İç güvenlik personeli, mevcut yargı sistemi.

[4] Sadettin Bilgiç, Türkiye’de Darbeler ve Sebepleri, http://kocareis.aytaconline.net/index.php/yazilar/47-tuerkyede-darbe-ler-ve-sebepler

[5] 1.06.2005 tarihinde yürürlükten kaldırılan 765 sayılı Türk Ceza Kanununda “darbe suçunu” düzenleyen (T.C.Anayasasını ilga ve İcra vekilleri heyetini düşürmeye yönelik) 146.madde, 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanununda, iki maddeye ayrılmış, 309.maddede, “Anayasayı ihlal suçu”, 312.maddede ise, “Hükûmete karşı suç” düzenlenmiştir.

[6] 1960 Cemal Gürsel (Türkiye), 1967 Yorgo Papadopulos (Yunanistan), 1968 Saddam Hüseyin (Irak), 1969 Muammer Kaddaf (Libya), 1970 Kâbus bin Seyd El Ebu Seyd (Umman), 1973Augusto Pinochet (Şili), 1978 Ziya ül Hak (Pakistan), 1979 Teodoro Obiang Nguema Mbasogo (Ekvator Ginesi), 1980 Kenan Evren (Türkiye), 1984 Lansana Conté (Gine), 1987 Blaise Compaoré (Burkina Faso), 1987 Zeynel Abidin Bin Ali (Tunus), 1988 Than Shwe (Myanmar), 1989 Ömer el-Beşir (Sudan), 1994 Yahya Jammeh (Gambiya), 1995 Hamad bin Halife es-Sani (Katar), 1997 28 Şubat Darbesi (Türkiye), 1999 Pervez Müşerref (Pakistan), 2003 François Bozizé (Orta Afrika Cumhuriyeti), 2006 Frank Bainimarama (Fiji), 2008 Mu-hammed Veled Abdül Aziz (Moritanya), 2009 Andry Rajoelina (Madagaskar), 2009 Roberto Micheletti (Honduras), 2013 Adli Mansur (Mısır), bunlardan birkaçıdır.

[7] İkram Bağcı, Darbelerin Tarihi ve Gelişimi, 12.07.2013 Milat gazetesi

[8] Çetin Yetkin, Karşı Devrim, s. 360

[9] NATO ülkelerinde meydana gelen darbeler ve darbe teşebbüsleriyle ilgili daha geniş bilgi edinmek isteyenler, “NATO’nun Gizli Orduları” (Daniel Ganser, Grifn Yay,İstanbul 1.Baskı, 2012) kitabına başvurabilir.

[10] Erhan Afyoncu, Askerî İsyanlar ve Darbeler, s.2, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2010

[11] Nıcolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 5. Cilt, s.265, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009

[12] 1961 Anayasası dikkatli bir şekilde incelendiğinde, devletin üç ana erkine (Yasama organına Anayasa Mahkemesi, hükûmete MGK, Yargıya HSYK), ve diğer kamu kurumlarına (Radyo ve TV’lere RTÜK, Üniversitelere YÖK, vs.) vasi tayin edildiğini, bütün kurumların böylece kontrol altına alındığını göreceklerdir. Anayasada, askere özel yargı organları ihdas edilmesi, askerin yargı denetimi dışına çıkarıldığını göstermektedir.

[13] http://kocareis.aytaconline.net/index.php/yazilar/47-tuerkyede-darbeler-ve-sebepler

[14] Türkiye, darbelerden çok çekmiş ve çok zarar görmüş bir ülkedir. Onun içindir ki, ‘TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’ kurulması birçok kişiyi sevindirmiş ve ümitlendirmiştir. Söz konusu komisyon, çalışmış çabalamış sonunda bir rapor hazırlamıştır. Komisyon ön raporunda şu dikkat çekici ifadeler yer almaktadır: “1950’lerde tüm NATO ülkelerinde komünizm tehlikesine karşı CIA tarafından özel harp daireleri kurulmuş. ABD çıkarlarına uygun olarak özel eğitim programları düzenlemiştir.” Raporda, İngilizce sınavından geçen Türk subaylarının ABD’de özel harp kurslarına katıldığı vurgulanarak şöyle denilmiştir: “Bu subayların daha sona 1960 yılında gerçekleştirilen askeri darbede başrol oynadığı görülmüştür.” Tespitler doğru. Gerçekten de özel harp eğitimi için ABD’ye gönderilen 16 subayın 14’ü, 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirmiştir. (Mustafa Hilmi Yıldırım, Darbe yapanlar ve yaptıranlar, 21 Aralık 2012, Yeni Mesaj Gazetesi)

[15] Türkiye, darbelerden çok çekmiş ve çok zarar görmüş bir ülkedir. Onun içindir ki, ‘TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’ kurulması birçok kişiyi sevindirmiş ve ümitlendirmiştir. Söz konusu komisyon, çalışmış çabalamış sonunda bir rapor hazırlamıştır. Komisyon ön raporunda şu dikkat çekici ifadeler yer almaktadır: “1950’lerde tüm NATO ülkelerinde komünizm tehlikesine karşı CIA tarafından özel harp daireleri kurulmuş. ABD çıkarlarına uygun olarak özel eğitim programları düzenlemiştir.” Raporda, İngilizce sınavından geçen Türk subaylarının ABD’de özel harp kurslarına katıldığı vurgulanarak şöyle denilmiştir: “Bu subayların daha sona 1960 yılında gerçekleştirilen askeri darbede başrol oynadığı görülmüştür.” Tespitler doğru. Gerçekten de özel harp eğitimi için ABD’ye gönderilen 16 subayın 14’ü, 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirmiştir. (Mustafa Hilmi Yıldırım, Darbe yapanlar ve yaptıranlar, 21 Aralık 2012, Yeni Mesaj Gazetesi)

[16] 1982 Anayasası ile 1982 Anayasası karşılaştırıldığında, büyük bir çoğunluğunun, noktasından virgülüne kadar aynı olduğu, çok az değişiklik yapıldığı, 1982 anayasasında, 1961 Anayasasındaki zaten kısıtlı olan hak ve özgürlüklerin biraz daha kısıtlandığı görülecektir.

[17] 1961 Anayasası dikkatli bir şekilde incelendiğinde, devletin üç ana erkine (Yasama organına Anayasa Mahkemesi, hükûmete MGK, Yargıya HSYK), ve diğer kamu kurumlarına (Radyo ve TV’lere RTÜK, Üniversitelere YÖK, vs.) vasi tayin edildiğini, bütün kurumların böylece kontrol altına alındığını göreceklerdir. Anayasada, askere özel yargı organları ihdas edilmesi, askerin yargı denetimi dışına çıkarıldığını göstermektedir.

[18] İsmet Berkan, “post modern darbe” sözcüğünün hikâyesini, 26.04.2003 tarihli Radikal gazetesinde şu şekilde anlatıyor: “Bundan altı yıl önce, 1 Mart 1997 günü, yani meşhur 28 Şubat toplantısının tam ertesi günü zamanın Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’la telefonda konuşuyor, kararların içeriğini öğrenmeye çalışıyorum. Özkasnak, Milli Güvenlik Kurulu’nda kabul edilen kararların bir ‘darbe’ ya da ‘muhtıra’ gibi yorumlanıp yorumlanamayacağına ilişkin soruma, “Darbe olur mu hiç” diye cevap veriyor, “21. yüzyılın ordusu, elbette 21. yüzyıla uygun hareket edecek. Darbeler geride kaldı.” Birkaç gün sonra, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in 28 Şubat kararlarını ‘Postmodern dar­be’ olarak nitelediği bilgisi kulise yansıdı. Bazı köşe yazarları bu terimi kullandılar. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa bu terimi emekli olduktan sonra Çevik Bir’in kendisi de bir TV programında kullandı. Sözün müellif Çevik Bir ya da başkası, önemli değil. Önemli olan, 28 Şubat’ın gayriresmi tarihe ‘Postmodern darbe’ adıyla geçmiş olması.”

[19] MİT müsteşarının Başbakanlık’a gönderdiği ve “öldürüleceği” ihbarı yapılan isimlerden, Atatürkçü Düşünce Derneği Baş­kanı Muammer Aksoy’un, 21 Ocak 1990 günü Ankara’da, Hürriyet gazetesi Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in, 7 Mart 1990günü İstanbul’da, Aydınlık gazetesi yazarlarından Turan Dursun’un, 4 Eylül 1990 günü İstanbul’da, Ankara İlahiyat Fakültesiöğretim üyesi Bahriyle Üçok’un, 6 Ekim 1990 günü Ankara’da öldürülmesi, bu cinayetlerin 28 Şubat darbe planınınm bir par­çası olduğunu göstermektedir. Müteakip yıllarda, aynı siyasi düşünceye sahip başka kişilerin de (Cumhuriyet gazetesi yazarıUğur Mumcu, 24 Ocak 1993) öldürülmeye devam etmesi, bu cinayetlerin, toplumun iki kesimini karşı karşıya getirmeye(ve darbe sürecinde, laik çevrelerin desteğini almaya) yönelik olduğunu göstermektedir.

[20] 2 Temmuz 1993 yılında Sivas’ta Madımak otelinde 37 kişinin ölmesi, bu olayın “Alevi katliamı” olarak nitelendirilmesi, bu olaydan sadece 3 gün sonra Erzincan Başbağlar köyünde 33 köylünün kurşuna dizilerek öldürülmesi, “sünni katliamı” olarak nitelendirilmesi, bu iki olayın da, Alevi vatandaşlarımız ile sünni vatandaşlarımızı çatıştırmaya yönelik bir provokasyon olduğunu göstermektedir.

[21] Aynı tabandan beslenen ve birbirini yok etmeye çalışan, Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin kuracakları koalisyon hükûmetinin uyumlu olarak devam etmesinin imkansız olduğu, bu iki partinin yönetim kadroları başta olmak üzere, siyaset bilimciler, analistler, vs. hemen herkes tarafından kabul edilmekteydi. Kısa süre içinde koalisyonun dağılması da bu görüşü teyid etmektedir.

[22] Yeni Şafak gazetesinin, 7 Ağustos’taki sayısında ifadelerine manşetten yer verdiği gizli tanık, Kalkancı ile Şahin’in skan-dallarının 28 Şubat’a zemin hazırlamak için Ergenekon tarafından tezgahlandığını söylemişti. Tanık şu iddialarda bulunmuştu: “Şeyh olarak lanse edilen Ali Kalkancı alkolikti. Skandalların talimatı Veli Küçük›ten geldi. Organizasyonu, Turgut Büyükdağ›ın sahibi olduğu Strateji dergisinin yayın yönetmeni Ümit Oğuztan ile Sisi yaptı. Sisi, Aksaray›da bir müzikholde çalışan Fadime Şahin›i, tesettür kıyafetleri giydirerek Çarşamba›da cemaatlerin içine sokup staj yaptırdı. Kalkancı da Umre’ye gönderildi. Aczmendi şeyhi Müslüm Gündüz’ün etrafına, sahte müritler ayarlandı”

[23] İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca hazırlanan iddianamede, Ali Kalkancı ve Abdülkadir Ekicioğlu’na ait olduğu, genel mü­dürlüğünü de Kadir Kadiroğulları’nın yaptığı tespit edilen iş yerinde, 16 çuval içinde 353 kilo 680 gram ‘’captagon’’ adlı uyuşturucu hap ele geçirildi. Hapların bir kısmının Kuveyt’e, bir kısmının da Mersin Limanı’nda herhangi bir yük içerisinde zulalanarak, deniz yoluyla Birleşik Arap Emirlikleri’ne gönderileceği tespit edildi.

[24] Türkiye’de de, “kontr-gerilla” “Jitem” “Özel Harp Dairesi” gibi farklı isimlerin kullanılması, deşifre olan isimlerin yenileriyle değiştirilmesinden ibarettir.

[25] Türkiye’de de, “kontr-gerilla” “Jitem” “Özel Harp Dairesi” gibi farklı isimlerin kullanılması, deşifre olan isimlerin yenileriyle değiştirilmesinden ibarettir.

[26] Örgütün İtalya’daki adı Gladio idi. Türkiye’de kontrgerilla, Yunanistan’da B-8 ya da SheepSkin, Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Gehlen Örgütü, Stay Behind ya da Sword, Avusturya’da Schwert, Fransa’da Rüzgar Gülü, İspanya’da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere’de ise Secret British Network olarak bilinir.

[27] İtalya’da Gladio’nun tasfiyesi ve soruşturma sürecinde, İtalyan Gladio’sunun 622 üyesi, 139 gizli silah deposu ve Sardunya Adası’nda bir eğitim kampı ortaya çıkarılmış, 2.000 den fazlası kamu görevlisi olmak üzere 7.417 kişi soruşturma kapsamına alınmış, 30 general, dört bakan, bir başbakan, 30 gazeteci, 2 medya patronu ve 58 profesör, örgüt üyesi olduğu için tutuklanmıştır.

[28] Siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma tehdidi, siyasi partilerin standart dışına çıkmasını önlemiştir. Bu dönemde, tehlike teşkil edecek milletvekilleri, adaylık süreci içinde elenmekteydi. Yasama organının çıkaracağı yasalar da AYM’nin denetimine tabiydi, bu sistemi esnetecek yasa değişikliklerine izin verilmemekteydi. Siyasi parti yönetimine uymayan, aykırı hareket eden milletvekillerinin bireysel davranışları ise DGM’ler tarafından “terbiye” ediliyordu.

[29] Demokrat Parti, çok partili hayata geçtikten sonra CHP’ye karşı önemli bir üstünlük sağlasa da, CHP’nin bürokrasideki (özellikle askeri ve yargı bürokrasisindeki)  “iktidarı” sürdüğü için, Demokrat Partinin seçim başarısı, yarma hareketi olarak değerlendirilmemiştir.

[30] Siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma tehdidi, siyasi partilerin standart dışına çıkmasını önlemiştir. Bu dönemde, tehlike teşkil edecek milletvekilleri, adaylık süreci içinde elenmekteydi. Yasama organının çıkaracağı yasalar da AYM’nin denetimine tabiydi, bu sistemi esnetecek yasa değişikliklerine izin verilmemekteydi. Siyasi parti yönetimine uyma­yan, aykırı hareket eden milletvekillerinin bireysel davranışları ise DGM’ler tarafından “terbiye” ediliyordu. 1917/25 Aralık 2013 tarihinde yolsuzluk maskesi altında yürütülen operasyon, emniyet ve yargı başta olmak üzere, kamu kurumları içinde (Fetullah Gülen’e bağlı olarak hareket eden) paralel bir örgütlenmeyi, cuntanın varlığını ortaya çıkarmıştır. FETÖ (Fetullah Terör Örgütü) ve PDY (Paralel Devlet Yapılanması) olarak adlandırılan bu yapıya (cuntaya) karşı çok sayıda kamu davası açılmış, çok sayıda soruşturma da halen devam etmektedir.

[31] Demokrat Parti, Kore’ye asker göndermeyi NATO’yla üye olmak için fırsat olarak görmüş, meclis kararına dahi gerek görmeden Kore’ye asker göndermiştir. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/789/10123.pdf

[32] Miliyet gazetesi, 20 Ocak 1998 tarihli nüshasında yayımlanan haberde, açıklanan örgütler şunlardır: İBDA-C, İslami Ce­maat ve Cemiyetler Birliği, Ceyşullah, İslami Hareket, Hizbullah Tevhid Selam Grubu, Hizbullah ve Vasat Grubu, Hizbullah Menzil Grubu, Hizbullah-Vahdet Grubu, Müslüman Gençlik-Yıldız Grubu, Müslüman Gençlik Malatyalılar. Bu listede isimleri yazılı dini grup ve cemaatlere operasyonlar yapmışlardır.

[33] Darbenin ana üssü olarak seçilen (CMK 250.madde ile görevli) Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması ve (mahkemeler kaldırıldıktan sonra) bu mahkemelerdeki soruşturma ve dava dosyalarının genel mahkemelere gönderilmesi, bu operasyon merkezi olan özel yetkili mahkemeleri ve yargı kararlarını etkisiz hale getirmiştir.

[34] 28 Şubat darbe sürecinde Sümerbank Hayyam Garipoğlu’na; Etibank, Dinç Bilgin’e; İnterbank, Cavit Çağlar’a; Egebank, Yahya Murat Demirel’e; Bank Ekspres, Korkmaz Yiğit’e devredilmiştir. Bu bankaların patronları, 28 Şubat’ın ünlü generalle­rinden Emekli Orgeneral Muhittin Fisunoğlu’nu Sümerbank’ta (yönetim kurulu), Güven Erkaya’yı Bank Ekspres’in patronu Korkmaz Yiğit’e danışman, Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Vural Bayazıt’ı, Dinç Bilgin’in Etibank’ında yönetim kurulu üyesi olarak görevlendirmişlerdir.

[35] Ergenekon soruşturmalarını izleyenler, (28 Şubat darbesinin gerçekleşmesinde önemli bir role sahip olan) HSYK’nın bu soruşturmaları engelleme çabalarını hatırlayacaklardır. 28 Şubat darbe sürecinde, HSYK, darbecilerin haksızlıklarına maruz kalanların lehine karar veren hâkim ve savcıları cezalandırma (sürgün veya disiplin soruşturması açma) yoluna başvurması, hâkim ve savcıları, darbecilere boyun eğmeye zorlamıştır.

[36] 17/25 Aralık (2013) operasyonlarıyla Emniyet ve Yargı içinde, PDY – Paralel Devlet Yapılanması adıyla- Fetullah Gülen’e bağlı olarak hareket eden “yeni bir yapılanmanın” mevcut olduğu ortaya çıkmıştır.

[37] Tahşiye davasıyla; Fetullah Gülen’in görüşlerini (öğretilerini) eleştiren yayınlar yapan Tahşiye yayınevi çevresini silahlı te­rör örgütü haline getirmeye çalıştıkları, ÖYM savcısının yürüttüğü Selam Tevhid soruşturmasıyla; İslami grup ve cemaatle­re yönelik geniş kapsamlı bir operasyon ve tasfye hazırlığı yapıldığı ortaya çıkmıştır. Tahşiye davasının gönderildiği mahkeme sanıkların beraatine karar vermiş, sanıkların müştereken kullandıkları daireye bomba koymaları nedeniyle bu soruşturmayı yürütenler hakkında kamu davası (Tahşiye kumpası davası) açılmıştır. Yine Selam Tevhid Soruşturmasını devralan savcı da, tüm şüpheliler hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiş, bu soruşturmayı yürütenler hakkında Selam Tevhid kumpas davası açılmıştır.

[38] Yeni Ceza Muhakemesi kanunundak bu aksaklığın, sadece bu davayla sınırlı olmadığını, diğer davalar için de geçerli olduğunu belirtmek gerekir.

[39] Anayasa’nın esasına (iskeletine) yönelik en kapsamlı değişiklik, 12 Eylül 2010 tarihinde referandumda yapılan değişikliktir. Bundan önce yapılan değişikliklerin büyük bir çoğunluğu, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılan ve hukuk düzeninde esaslı bir değişiklik yaratmayan değişikliklerdir.