1981 İSPANYA ASKERİ MÜDAHALESİ VE YARGILAMALARI – Prof. Dr. Charles Powell

0
53

Prof. Dr. Charles Powell

Çev. Sercan Karadoğan

Bir Ön Giriş Olarak Geçmiş

İspanya’nın siyasi hayatında uzun askerî darbeler tarihi vardır. Bunlar, 19. yüzyılda genel olarak resmî bildiriler biçimini alıyorlardı. Hükûmeti değiştirmek için kurumsallaşan bir mekanizma haline gelen ordunun iktidara karşı ritüelleşmiş bir meydan okumaydı. Çoğunlukla varsayılanın aksine, bütün askerî müdahaleler doğası itibarıyla aşırı sağcı değildir; meclisteki liberal ve ilerlemeci partilerin de ordu içinde kendi taraftarları vardır. Bu yüzden, ana resmî bildiriler 1820, 1843, 1854, 1868 ve 1874 yıllarında yönetimin değişmesiyle sonuçlanmıştır. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Kral 12. Alfonso idaresi altında 1876’da nihayete eren anayasal uzlaşının hedefi büyük oranda siyasi alandan orduyu kalıcı olarak uzaklaştırmaktaydı ve buna 1923 yılına kadar başarılı bir şekilde ulaşılmıştır. 

            20. yüzyıl boyunca, İspanya beş ciddi askerî ayaklanmayı (1923, 1930, 1932, 1936 ve 1981)  tecrübe etmiştir ve bunlardan sadece ikisi başarılı olmuştur (1923 ve 1936’da olanlar). İlki General Miguel Primo de Rivera tarafından Eylül 1923’te icra edilmiş ve buna neredeyse kimse karşı çıkmamış, herkes memnuniyetle karşılamıştır.

            Bu başka bir resmî bildiri olarak gösterilmiş olsa da sadece o günün hükûmetini değiştirmeyi değil 1876’da oluşturulan parlamenter sistemi yeni bir şeyle değiştirmeyi hedeflemekteydi. Kral 13. Alfonso’nun üstü kapalı rızasıyla birlikte Primo de Rivera, bir askerî diktatörlük kurmayı başarmış (1923-25), daha sonra sivil bir hale bürünmüş (1926-29) fakat bunu otoriter yönetimin istikrarlı bir biçimi olarak sağlamlaştırmayı başaramamıştır. Hem ordunun hem de Kral’ın desteğini kaybettikten sonra Primo 1929’da Paris’e sürgün edilmiş ve 1930 yılında orada sessizce ölmüştür.   

Onun sürgün edilişinin ardından, Kral 1923’e kadar varolan siyasi sistemi yeniden tesis etmeye çalışmış fakat başarısız olmuştur. Bu çalkantılı ortam içinde küçük bir grup, sol eğilimli askerî subay, aktif olarak bir rejim değişikliği için komplo kuran cumhuriyetçi partilerin desteğiyle 1930 Aralık ayında monarşiye karşı başkaldırdı.   

İsyan tam bir başarısızlıkla sonuçlandı ve merkezleri İspanya’nın kuzeyindeki küçük bir kasaba olan Jaca’da bulunan liderleri, Fermín Galán ve Ángel Garcia Hernández, daha sonra askerî mahkemede yargılanarak vuruldular; sonuç olarak cumhuriyet davasının ilk şehitleri haline geldiler.

            Nisan 1931’de diktatörlüğün çöküşü serbest belediye seçimlerinin ve Kral 13. Alfonso’nun ayrılmasını müteakip İkinci Cumhuriyetin yolunu açmıştır. 1931 Anayasasını büyük oranda yazan ve daha sonra ilk demokratik seçimleri kazanan solcuların ve cumhuriyetçilerin iddialı ilerlemeci gündemi silahlı kuvvetlerin geniş kapsamlı bir reformunu içeriyordu. Zira bütün bunları kendilerini zayıflatma girişimi olarak yorumlayan ordunun içindeki daha muhafazakâr unsurlar kaçınılmaz olarak bunları direnişle karşılayacaklardı.  İronik olarak, Primo de Rivera’nın 1923’te yönetimi ele geçirmesini destekleyen General José Sanjurjo, cumhuriyete karşı ilk askerî darbe girişiminin lideri olarak kendi komutası altındaki paramiliter kamu muhafızlarını cumhuriyetçi göstericilere karşı kullanmayı reddederek monarşinin 1931’deki çöküşüne yardımcı olmuştur. Bununla beraber, Sanjurjo kısa zaman sonra yeni rejime karşı hayal kırıklığına uğramış ve Ağustos 1932’de Sevilla’daki askerî karargâhından hükûmete karşı bir ayaklanma başlatmıştır. Her ne kadar ilk başta Endülüs başkentinin kontrolünü ele geçirmede başarılı olsa da diğer kıdemli askerî şahısların desteğini almada başarısız olmuş ve darbe girişimi birkaç gün içerisinde çökmüştür. Sonuç on ölü ve generalin yakalanması olmuştur. Sanjurjo ve kendisiyle birlikte diğer 150 kişi akabinde yargılanarak ölüm cezasına mahkum edilmiş fakat onu bir şehit yapmak istemeyen cumhuriyetçi otoriteler sonradan bunu ömür boyu hapis ile değiştirmişlerdir. Bununla birlikte, 1933’de cumhuriyet yönetimi altındaki  ikinci genel seçimlerini kazandıktan sonra yeni merkez sağ hükûmet 1934’te genel af ilan etmiştir. Bu genel af Sanjurjo ve iş birlikçilerinin serbest kalmasına sebep olmuş ve bunların birçoğu da daha sonradan 1936 ayaklanmasında öncü bir rol oynayarak kaçınılmaz olarak rejimin yıkımına yol açmıştır.     

İç Savaştan Diktatörlüğe

İspanya’da icra edilen en önemli askerî darbelerden birisi kuşkusuz 1936 Temmuz’unda gerçekleşen sağcı ayaklanmasıdır. İspanyol silahlı kuvvetlerinin oldukça önemli bir kısmının cumhuriyete sadık kaldığı ve bu yüzden de darbenin sadece kısmen başarılı olduğu gerçeği sıklıkla unutulmaktadır.  Her ne kadar bu bazen ‘generallerin ayaklanması’ olarak tarif edilse de bu, olayların hatalı bir tasviridir: On sekiz bölgesel generalden, sadece dördü (bunlardan biri de General Francisco Franco’dur) ayaklanmaya katılmıştır. (Ayaklanmaya Portekiz’de sürgünde olan Sanjurjo’dan başkası liderlik etmemiş fakat onun bir uçak kazasında ölümü Franco’nun zirveye yükselmesinin yolunu açmıştır). Aynı şekilde, o zaman görevde olan elli altı tugay komutanından sadece on dördü hükûmete karşı ayaklanmıştır. Genel olarak, 1936 Temmuz’unda bütün branş, birlik ve hizmetlerde aktif olan 15,301 subaydan sadece yarısı açıkça ayaklanmayı desteklemiştir. Cumhuriyete sadık olan diğer silahlı kuvvetlerin, siyasi ve sendikal birliklerin militanlarının birleşik direnişi karşısında, isyancılar aslında Madrid, Barcelona ve Valencia gibi  büyük şehirlerin çoğunda yenilgiye uğradılar. Ordunun ve polisin bölünmesi bu yüzden askerî isyanın engellenmesinde ve nihai hedef olan gücü ele geçirmesinin önlenmesinde hayati önemdeydi. Ancak cumhuriyet yönetiminin düzeni muhafaza edebilme gücüne kati surette zarar veren askerî darbe, bir iç savaşa ve silahlı grupların şiddetine yol açmıştır.

            Bu kısmen başarılı olan darbe, isyancıların hiç beklemediği şekilde üç yıllık uzun ve kanlı bir iç savaşa yol açtı. İronik bir şekilde, savaş Albay Segismundo Casado’nun öncülüğündeki bir başka darbeyle 1939 Mart’ında sona erdi. Bu, meşruiyeti artık tanınmayan cumhuriyetçi yönetime karşı ‘subayların darbesi’ olarak görüldü. Casado ve ordugahı savaşı subaylar arasında halletmenin daha kolay olacağını düşündüler fakat Franco koşulsuz teslim olmada ısrar ediyordu ki buna nihayetinde birkaç hafta sonra ulaştı. Son tahminlere göre, neredeyse 600 bin İspanyol çatışmada; bunlardan 100 bini isyancıların maruz kaldıkları baskı ile, 55 bini ise cumhuriyet bölgesindeki şiddetten dolayı ölmüştür. Yine 50 bin kişi savaşın sonunu izleyen dönemde infaz edilmiştir. Bu baskının büyük kısmı, Temmuz 1936 ayaklanmasına karşı çıkan ‘herhangi bir kişiyi ya da yapıyı’ cezalandırmak için kurulan Siyasi Sorumluluk Yasası’nın (1939) yetkisi altında gerçekleştirildi. Başka bir deyişle, cumhuriyete bağlı kalanlar sadakatlerinin ceremesini çekerken, isyancılar kendi sadakatsizliklerinin meyvesinin zevkini sürdüler. 

Ulusalcıların zaferi, Kasım 1975’te ölümüne kadar devam edecek olan Franco diktatörlüğünün kurulmasına sebep oldu. Bu, Avrupa’da bir iç savaş sonucunda ortaya çıkan tek diktatörlüktü. Bariz sebeplerden ötürü, 1936 darbesine iştirak edenler, iç savaşı komünistler, farmasonlar, ayrılıkçılar ve ‘İspanya’nın diğer düşmanlarına’ karşı bir ‘haçlı seferi’ olarak resmeden rejim tarafından kahraman olarak ilan edildiler.

Demokrasiye Geçiş

İspanya’nın demokratikleşme süreci ‘aşamalı geçişin’ paradigmatik bir durumudur ve şu özelliklerle simgelenmektedir: Demokratikleşme sürecini başlatmak için eski rejimin kurumlarının ve anayasal prosedürlerinin (paradoksal) kullanımı; geride kalan otoriter rejimdeki ‘uzlaşmacılarla’ büyük muhalefet gruplarının temsilcileri arasındaki müzakereler; bütün önemli siyasi güçlerin temsilcilerinin karar alma sürecine dahil edilmesi ve nispeten az sayıda katılımcının yer aldığı önemli aşamalardaki özel, yüz yüze görüşmeler.

            Bazıları ‘aşamalı geçişin’ halkın görece olarak düşük düzeylerdeki seferberliği ile karakterize olduğunu iddia etmektedir. Fakat İspanyol tecrübesi, eğer siyasi faillerin ‘yukarıdan’ gelen tavizlere cevap olarak ortamı yumuşatmaya istekli ve muktedirlerse, bunların ‘aşağıdan gelen’ görece olarak yüksek düzeydeki baskı ile uyumlu olduklarını öne sürmektedir. Bazıları da ‘aşamalı geçişin’ ancak siyasi şiddetin yokluğunda başarılı olabileceğini savlamaktadırlar fakat İspanya’da 1975-80 arasında siyasi şiddetten dolayı 460 ölüm yaşanmıştır. Aslında, siyasi elitleri ilk elden uzlaşmaya teşvik eden şey kısmen bu şiddetin işleyen süreci rayından çıkartacağı korkusudur.[1]

            İspanya’nın nispeten kısa bir sürede demokrasiye geçişi ‘yukarıdan’ başlatılmış fakat ‘aşağıdan’ gelen baskıya yanıt olarak hızlanmıştır. Avrupa Topluluğu ve onun bazı üye devletleri, özellikle Almanya etkin bir şekilde demokratikleşme sürecini desteklemesine (partiler, sendikalar ve siyasi kuruluşlar aracılığıyla) rağmen, temel olarak yerel faillerin azmiyle olmuştur. Bunun kökleri büyük oranda Kral Juan Carlos’un yüzleştiği siyasi ikilemleri yansıtmaktadır; O, hem devletin başı olarak kendi varlığını hem de hanedanının sürekliliğini muhafaza, monarşi için de yeni bir demokratik meşruiyet elde etmeye ihtiyacı vardı.   

Juan Carlos’un 1975’te devraldığı monarşi dedesi 13. Alfonso tarafından şekillendirilen kurum değildi fakat daha çok rejimin devamını sağlamak için tasarlanmış yapay, otoriter bir monarşiydi. Bununla birlikte Juan Carlos Franco’nun bütün güçlerini miras almadı: Devletin Yapısal Yasası (1967) Kral’ın otoritesini, siyasi sistem üzerinde etkin kontrole sahip olan başbakan ve meclis başkanının birleşik otoritesiyle kısıtlayan bir monarşi tasarlamıştı. Paradoksal olarak, Kral’ın kendisini seçilmemiş görevlilerin vesayetinden kurtaracak bir anayasal reforma karşı başlangıcından itibaren yerleşik bir ilgisi olduğu anlamına gelmekteydi.

Geçişin ilk aşamasında, rejimin ‘taviz vermeyenleri’ ile giderek daha fazla özdeşleşen Başbakan Carlos Arias Navarro yarı-demokratik bir meclisin seçilmesine ve bazı partilerin yasallaştırılmasına––sosyalistler gibi (PSOE)­––yol açacak sınırlı bir reform tasarısı hazırladı. 

Bu giderek daha aktif bir muhalefet, kitle seferberlikleri (bazen hayat kaybına sebep olan), yeni medya organları ve Avrupa Parlamentosu tarafından peşinen reddedildi.

Kral’ın, Arias Navarro’yu Temmuz 1976’da eski rejimde hırslı ve cesur kimliğiyle tanınan Adolfo Suárez ile değiştirmesi yönündeki kararı, önemli bir dönüm noktasıydı. Suárez çift meclis sistemini gerektiren bir siyasal reform yasasını hızlı bir şekilde hazırladı: Oransal temsil ilkesine göre Milletvekilleri Meclisi ve çoğunlukçu bir Senato seçilecekti. Francoist temel yasaların öngördüğü prosedüre uygun olarak, tasarı ilk kez mevcut meclis tarafından 425 lehte ve 59 aleyhte oyla kasım ayında onaylandı. Aralık ayında yapılan referandumda, muhalefetin bütün sürecin dışında kalması dolayısıyla çekimser kalma kararına rağmen, % 77 oyla oranıyla kabul edildi (kullanılan oy oranı % 94’tü).  

Referandum Suárez’in elini önemli ölçüde güçlendirdi ancak bundan sonra muhalefetin “Dokuzlu Komite” ile resmî görüşmeler gerçekleştirdi. Görüşmelerin merkezinde, muhalefetin gelecek seçimlerde yer alması için yedi şartın kabul edilmesi yer alıyordu: Bütün siyasi partilerin ve sendikaların yasallaştırılması, kamu görevlilerinin siyasi tarafsızlığı, cömert bir af, bir seçim yasasının müzakeresi ve bölgesel siyasi kimliklerin tanınması. Aslında bunlar resmi müzakereleri kapsamıyordu, daha çok Suárez’in muhalefetin taleplerini dinlemesi ve bunları ustalıkla kanunlara tercüme etmesi durumuydu. Daha da önemlisi görüşmeler, dışarıda tutulması halinde pek çok İspanyol’un gözünde süreci gayrimeşru olduğu izlenimini verecek olan   PCE’nin Nisan 1977’de yasallaşmasına yol açmıştır. Bu, Haziran 1977’de yapılan ilk demokratik seçimlere giden yolu açmış ve üstelik ideal bir netice doğurmuştur: Yüksek katılım oranı (%79) meşruluğunu onaylamış ve Suárez’in Demokratik Merkez Birliğinin (UCD) gösterdiği istikrar oyların % 34’ünü ve 350 sandalyenin 165’ini alarak görevde kalmasını sağlamıştır. Aynı zamanda, PSOE oyların % 29’u ve 119 sandalye ile oyların % 9’unu ve 20 sandalyeyi elde eden PCE’den çok önde gelerek seçimlerde ana muhalefet partisi olarak ortaya çıkarken, Yeni-Francoist Popüler İttifak önemsiz bir oranla oyların % 8’i ve 16 sandalye ile yetinmek zorunda kalmıştır. 

Geçişin son aşaması, bütün ana siyasi aktörleri dahil eden bir dizi uzlaşıyı içermektedir.  Bunların ilki Ekim 1997’de imzalanan Moncloa Antlaşmasıydı ve zor durumdaki ekonomide büyümeyi sağlamayı, geniş çaplı yapısal reformlar ve ücret kısıtlarını müzakere ederek enflasyonu dizginlemeyi hedefliyordu. İkinci hedefi karşılığında antlaşma, İspanya’nın 1980’lerdeki sağlık ve eğitim sistemlerinin dikkatli şekilde büyümesini büyük ölçüde finanse edecek yeni bir doğrudan gelir vergisi sistemi başlattı.

Ekim 1977’de kabul edilen ve geniş çaplı bir siyasi uzlaşmayı gerektiren diğer büyük girişim, cinayetten ötürü hüküm giymiş ETA teröristleri de dahil olmak üzere, son seçimlerden önce Franco rejimine karşı işlenen sözde siyasi suçlar için yargılanan herkesin yararlanabileceği Af Kanunuydu.  Bununla birlikte aynı zamanda, rejimin eski görevlilerinin, geçmişte işledikleri insan hakları ihlalleri sebebiyle soruşturulamayacakları veya kovuşturulamayacakları garantisini vererek silahlı kuvvetler, polis ya da yargıdaki tasfiye ihtimallerini ortadan kaldırdı. Af Kanunu, bu sayede İspanya’nın travmatik geçmişinin demokrasi yolunda aşılmaz bir engel haline gelmesini önlemek amacıyla eski Francoistlerin ve demokratik muhalefetin ulaştığı sessiz, sözsüz anlaşmanın en önemli ifadesi oldu. Bir dereceye kadar, bu “unutma anlaşması”, bir kardeşlik trajedisi olarak yorumlanan iç savaşın tarafların hepsinin sorumluluğu paylaşması üzerine inşa olmuştu. Bu yasanın sonucunda, ‘geçiş dönemi adaleti’ İspanyol demokratikleşme sürecinde herkesin bildiği gibi yok olacaktı.

 ‘Geçiş sonrası adaletinde’ gecikmiş bir çaba olarak tanımlanabilecek bir otuz yıl sonra, İspanyol Meclisi sonunda fazlasıyla tartışmalı bir Tarihsel Hafıza Yasası (2007) benimsedi. Bu yasa, geçmişte zulme uğrayanlara tazminat önermekte ve Franco rejiminin resmi olarak ‘yasa dışı’ olduğuna hükmetmekteydi. 

Bununla birlikte, şaşırtıcı bir şekilde bu kanun, 1939’daki iç savaşın sona ermesinin ardından yaratılan düzmece mahkemeler de dahil olmak üzere, Francocu mahkemeler tarafından cezalandırılanların kararlarını geçersiz kılmadı. 1977 Af Yasasını da devreden çıkarmayarak, eski düzen ile ilişkili olanların insan hakları suçlamalarıyla ilgili olarak kovuşturmayla karşı karşıya kalması çok mümkün oldu.

Dahası 2010 yılında bir mahkeme, Şili General Augusto Pinochet hakkındaki iddianamesiyle dünya çapında ün kazanan Hakim Baltasar Garzón’u, eski Francocu memurları kovuşturmak için Tarihsel Hafıza Yasası’nı kullanma girişiminde yetkilerini kötüye kullandığı gerekçesiyle suçladı. Her ne kadar daha sonra bu iddiadan beraat etse de diğer suçlamalar onu adli görevinden vazgeçmeye zorlamış ve böylece en azından şimdilik eski rejimi adalete teslim etmek için bütün anlamlı çabaları sona erdirmiştir.

Geçiş dönemi uzlaşısının açık ara en önemli ürünlerinden biri de bütün meclis partilerinin temsilcileri arasındaki müzakerelerden 16 ay sonra kabul edilen ve Aralık 1978’de referanduma sunulan yeni demokratik anayasaydı. Kurucu sürece hakim olan tartışmaların merkezinde İkinci Cumhuriyeti uğraştıran aynı konular yer almaktaydı. Fakat bu olayda onlar konuyla çok daha pragmatik olarak ilgilenmişlerdir. Sosyalistler başlangıçta, İspanya’yı bir cumhuriyet haline getirecek bir yasa değişikliğini öne sürmüşler fakat bu çoğunluk partilerince bertaraf edilince (meşruiyet karşılığında Kral Juan Carlos’u tanımayı kabul eden PCE gibi), çabucak yeni parlamenter monarşiyi desteklemişlerdir. Anayasa Katolik Kilisesinin devletten ayırırken, yine aynı şekilde bütün çocukların kamu okullarında dini eğitim alma haklarını ve dini okulları desteklemenin devletin yükümlülüğü olduğunu tasdik etmiştir. Ekonomik sorunların düzeltilmesinde, yeni anayasa sağ ve solun tercihlerini dengelemiştir. Açık bir şekilde, piyasa ekonomisini kabul etmiş, özel mülkiyeti ve yasa dışı müsadereye karşı miras haklarını korumuştur fakat aynı zamanda grev hakkı garantisinin yanında sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, engelli ve işsizlik yardımları gibi geniş bir yelpazede sosyal hizmetler sunmayı ve daha eşitlikçi bir gelir dağılımı gibi vaatleri de içeriyordu. Anayasa ayrıca, merkezi hükûmetten özerk topluluklara yetki devrini düzenleyen hükümleri de içererek İspanya’nın gelecekteki yarı federal özerk devlet olarak gelişmesine ön ayak oluyordu. Bu çabalar başlangıçta Katalan milliyetçileriyle uzlaşmak için yeterli olduğunu kanıtlarken, Basklı mevkidaşlarını ise tatmin edemedi. Son olarak, bir yandan Francocu  Devletin Yapısal Yasası (1967) ulusal muhafızları ve milli polisleri silahlı kuvvetlerin bir parçası olarak kabul ederken, yeni anayasa (madde 8.1) güvenlik ve askerî güçlerin arasını açık bir şekilde ayırmaktaydı. Ancak anayasa silahlı kuvvetlerin basit olarak kamu idaresinin bir parçası olup olmadığını (yani bir posta servisi gibi) açıklığa kavuşturmada başarısız oldu ve bu yüzden tamamıyla hükûmetin emri altında olan, kendi ayrıcalıklı özelliklerine sahip, başkomutanla (ve devlet başkanıyla) özel bir ilişkisi bulunan bir kurum  oldu. Böylece, her ne kadar anayasa Kral’a ‘silahlı kuvvetlerin en üst komutasını’ icra etme yetkisi verirken, (madde 62 (h)), ayrıca hükûmete de ‘sivil ve askerî idareyi ve devletin savunmasını’ kontrol etmeyi vermekteydi (madde 97). 

Demokrasinin sağlamlaştırılması ve askerî kargaşa

Bir dereceye kadar yeni demokrasinin sağlamlaştırılması, doğru bir geçiş sürecinden daha zorlu olmuştur. Öncelikle, yeni seçilen makamlar son derece ağır bir ekonomik krizle yüz yüze kalmışlar; bu durum, yüksek düzeylerde enflasyon, artan işsizlik ve artmakta olan toplumsal huzursuzluklarla sonuçlanmıştır. Buna ek olarak, merkez-çevre gerilimleri, Ekim 1979’da Katalonya ve Bask ülkelerinde özerklik tüzüğünün kabul edilmesinden sonra bile bir gerginlik kaynağı olmaya devam etmiştir. Daha da kötüsü, demokrasinin gelişmesi ve bölgesel özerklikten uzak durmak için Bask ayrılıkçı terör örgütü ETA, katledici faaliyetlerini hızlandırmıştır; 1978’de 64 kişi, 1979’da 84 kişi, en kanlı yıl 1980’de ise 93 kişi ölmüştür. Özellikle bir tür güçlü tepki göstermek için ordu, sivil muhafızlar ve polis memurları ETA’nın en sevdiği hedefler olmuştur; 1977’de yapılan ilk demokratik seçimler ve 1981 darbesi arasında diğer solcu terör örgütlerinin kurbanlarını da (GRAPO ve FRAP gibi) dahil edersek, 300 üniformalı personel (21 astsubay dahil) öldürülmüştür.

Genel olarak, silahlı kuvvetler, Franco’nun ölümünün ardından İspanyol siyasi hayatında pek çok kişinin beklediğinden daha önemsiz bir rol oynamıştır. Her ne kadar Franco’yu iktidara getirirken önemli bir rol oynamışlarsa da, İspanya’nın ekonomik mucizesine eşlik eden devletin genişlemesi, modernizasyonu ve artan uzmanlaşmasının bir sonucu olarak etkileri büyük oranda 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin başında azalmıştır. (1960-1975 yılları arasında, İspanya ekonomisi Japonya hariç herhangi bir OECD ülkesinden daha hızlı büyümüştür). Sonuç olarak, 1975 yılında ölen Franco, silahlı kuvvetlerin karar verme sürecinde çok küçük bir rol oynadığı, sivil liderlikli otoriter bir rejim ile etkili yönetiyordu. Bu azalan rolün doğru bir göstergesi olarak, 1970’lerin başlarında, hükûmetin giderek daha azalan kaynağı, diktatörün ölüm anında Avrupa’nın en düşük oranlarından biri olan askerî harcamalara ayırmasını önleyecek güçte olmamalarıdır. Sonuç olarak, orta sınıflar askerî bir kariyeri cazip bir öneri olarak görmeyi bırakmıştı ve pek çok polis memuru iki yakasını bir araya getirmek için asıl işlerinden başka işlerde de çalışmak zorundaydılar. Bununla birlikte ordu, kanun ve düzenin korunmasında belirgin bir rol oynamaya devam etti: Sivil Muhafız ve Ulusal Polisin Genel Müdürleri, astlarının birçoğunun olduğu gibi üst düzey ordu subayıydılar. Ayrıca, 1945 Askerî Adalet Kanunu, orduya silahlı kuvvetlere karşı işlenen suçlarla ilgili sivilleri yargılamasına izin verdi.

            Genel olarak, silahlı kuvvetler bu sebeple demokratikleşme sürecine karşı koymak veya direnmek için güçlü bir konumda değildi. Buna ek olarak, bunun büyük ölçüde Franco’nun 1969’da halefi olarak adlandırdığı ve devlet başkanı olarak silahlı kuvvetler başkomutanlığına sahip olan Kral Juan Carlos’un yönlendirdiği kaydedilmelidir. Dahası, yukarıda gördüğümüz gibi bütün süreç Francocu mevzuata ve parlamento prosedürlerine uygun olarak gerçekleştirildi. Dolayısıyla, kesin olarak ifade etmek gerekirse, Kral’ın yaptırdığı bir anayasa reform sürecine karşı silahlı bir isyan, Franco’nun mirasına karşı bir ihanet suçlamasıyla sonuçlanacaktı. Bu, büyük oranda neden geçiş sürecinde silahlı kuvvetlerin (kurum olarak hareket eden) yalnızca iki kez resmî şikayet kaydettiklerini açıklamaktadır: 1977’de Komünist Partinin yasalaşması ve yine o yılın ekim ayında, Demokratik Asker Birliğini (UMD; Silahlı Kuvvetler Hareketinden ve Nisan 1974’te Portekiz diktatörlüğünü deviren ‘karanfil devrimlerinden’ çok güçlü bir şekilde etkilenen gizli kapaklı bir örgüt) oluşturdukları için 1976’da ordudan atılan genç solcu subayları otoritelerini iade etmeye çalışmaları.  Bu açıdan bakıldığında, silahlı kuvvetlerin ikincisini değil ilkini önleyemediğini belirtmek ilginçtir; 1977 Af Yasası’nın eski UMD üyelerinin taleplerini karşılayacak şekilde değiştirilmesi, her ne kadar hiçbiri askerî kariyerine devam edemese de aslında 1986’ya kadar gerçekleşememiştir. Kısacası ordu, sivil çabaların silahlı kuvvetleri yeniden düzenlemesini sınırlandırmaya yetecek kadar etkiliyken, demokrasiye geçiş sürecini yolundan saptırma veya engelleme gücüne sahip değildi.

            Bu, özellikle de yeni bir Savunma Bakanlığının kurulması (Haziran 1977’de) ve daha tutucu unsurların ateist bir belge olarak gördükleri ve İspanya’nın dağılmasına yol açacağını düşündükleri, 1978 Anayasasının kabulünden sonra ordu subaylarının küçük bir azınlığının demokratikleşme sürecinin kendisine direniş göstermedikleri anlamına gelmez. Aşırı sağcılar, 18. yüzyıldan kalmış olanı değiştirerek 1978 sonlarında kabul edilen yeni Kraliyet Hükümlerindeki yeni bir maddeye de itiraz etmişlerdir. Bu madde şöyle demektedir: Eğer emirler, yasalara ve savaş teamüllerine açıkça aykırı davranışlara sebep olacak veya özellikle anayasaya karşı bir suç teşkil edecekse, hiçbir askerin bunlara uyma yükümlülüğü yoktur ve her halükarda kendi eylem ve hatalarından tamamen sorumlu olacaktır. (madde 34).

Askerî güvensizlikle ilgili ilk ciddi bulgu Eylül 1977’de ortaya çıktı. Bir grup hoşnutsuz subayın, küçük bir Akdeniz beldesindeki Jativa’da buluşarak, ‘ulusal kurtuluş’ askerî bir hükûmetin kurulmasına yol açacak bir komplo hazırladığı iddia ediliyor. (Bu komployu saran bulgular sınırlıdır ve bazı yazarlar onun ilgisini sorgulamıştır). Daha da önemlisi, Kasım 1978’de otoriteler, Operacion Galaxia adında bir operasyonu açığa çıkardıklarını duyurdular. Operasyonun adı, komplocuların Moncloa Sarayına, başbakanın resmî ikametgâhına saldırarak bütün kabineyi tutuklayacak bir eylem planı için buluştukları kafenin adından gelmektedir. (Dikkat çekici bir şekilde bu darbenin, Kral’ın birkaç Latin Amerika ülkesine yaptığı tura denk gelmesidir). Elebaşları olan, Sivil Muhafızlardan Yarbay Antonio Tejero ve Polis Yüzbaşısı Ricardo Sáenz de Ynestrillas tutuklanmışlar ve daha sonra bir askerî mahkeme tarafından yargılanarak sırasıyla yalnızca altı ve yedi aylık tutukluluk hallerine mahkûm edilmişlerdir. Duruşmayı beklerken geçen süre göz önüne alındığında, bu onların derhal serbest bırakılması anlamına gelmekteydi. Dahası, planlanan darbenin boyutuna ya da diğer komplocuların ilişiklerine ışık tutacak hiçbir şey yapılmamıştır. İlgili olan aşırı sağcı subayları yatıştırmak yerine, bu hoşgörü politikası onları sadece cesaretlendirmiştir. Komploya ordu subayları da katılmış olmasına rağmen, elebaşların Bask bölgesinde görev yapan sivil muhafız ve polis üyeleri olmaları son derece önemlidir; bunlardan bazıları ETA cinayetlerinin kurbanları olmuşlardır. (Sáenz de Ynestrillas daha sonra ETA tarafından 1986’da öldürülmüştür).

            Komplo açığa çıktıktan kısa bir zaman sonra, Suárez’in askerî işlerde en yakın danışmanı olan Savunma Bakanı General Manuel Gutiérrez Mellado yeni anayasayı açıklamak için Cartagena’da bir ordu toplantısına katılmıştır. O konuşurken, Valencia bölgesi sivil muhafızını komuta eden General Juan Atares Pena anayasa metninin “büyük bir yalan” olduğunu haykırmıştır. General daha sonra, kendi üstüne hakaret ettiği gerekçesiyle askerî mahkemede yargılanmış fakat Valencia bölgesi Yüzbaşısı Jaime Milans del Bosch tarafından bir araya getirilen askerî yargıçlarca aklanmıştır. (Atares daha sonra 1985’te ETA tarafından öldürülmüştür). Ocak 1979’da, ETA tarafından öldürülen askerî Vali General Constantino Ortín’in cenazesinde, Gutierrez Mellado çoğunluğunu askerî subayların oluşturduğu kızgın bir kalabalık tarafından itilip kakılmış ve aşağılanmıştır. Kaçınılmaz olarak bu hadiseler, aşırı sağcı askerî komplocuları, demokratik rejime karşı bir saldırının cezasız kalacağı sonucuna götürmüştür.

23 Şubat 1981 Darbe Girişimi

Katalan ve Bask özerk kurumlarının kurulması, ETA şiddet dalgası ve ekonomik kriz sebebiyle 1979-80 boyunca askerî huzursuzluk artmaya devam etti. Gerilimi düşürmeye yönelik umutsuz bir girişim olarak, Nisan 1979’da Suárez sonunda Gutiérrez Mellado ile Agustin Rodriguez Sahagun’ı değiştirmiş böylece Sahagun, İkinci Cumhuriyetten bu yana ilk sivil Savunma Bakanı olmuştur. Sahagun’ın askerî konularda herhangi bir ön bilgisi yoktu ve kısa zamanda liberal General Jose Gabeiras’ı yeni Genel Kurmay Başkanı seçerek kendisini halkın gözünde daha da düşürmüştür. Bu atama sadece Gaberias’ın tümgenerallikten korgeneralliğe terfi ettirilmesini gerektirmiyordu fakat ayrıca ondan üstün olan diğer beş generalin es geçilmesi de gerekiyordu. Yaz tatili arası verilmesinden kısa bir zaman önce, Meclis UMD’nin eski üyelerinin silahlı kuvvetlere geri dönmesine olanak sağlayan bir tasarıyı tartışmaya başladı. Daha önce yayımlanan bir yasa tasarısı, şimdiye kadar ordu subayları tarafından yönetilen Sivil Muhafızların askerî statüsüne son vermeyi düşünüyordu. Ekim 1979’da yetkililer, Madrid yakınlarında konuşlanmış İspanyol ordusunun en donanımlı birimi olan Brunete Zırhlı birliğinin komutanı General Luis Torres Rojas’ın başını çektiği başbakanın konutunu ele geçirerek, hükûmeti istifaya zorlayacak ve askerî bir yönetim kurarak başka bir komployu daha açığa çıkardı. Ancak halka bunu açık etmeden hükûmet 1980 başında kendisini ülkenin en kuzey-batı köşesinde bulunan La Coruña’nın askerî valisi olarak atayarak sessizce ortadan kaldırdı.

Bu aylar boyunca Kral Juan Carlos, sadakatlerini sağlamak amacıyla hoşnutsuz kıdemli ordu isimleriyle özel olarak konuşmaya özen gösterdi. Demokratikleşmenin sonuçları açısından açıkça bunlar arasında en kritik olanı, Suárez tarafından 1977’de yeni rejime olan düşmanlığı sebebiyle Kral’ın yakın çevresinden uzaklaştırılan kraliyet hanedanlığı idaresinin eski başkanı General Alfonso Armada’nın yerine General Sabino Fernández Campo’nun getirilmesiydi. Monarşi’nin kendi gözüyle, “Onları dikkatle dinledim ve argümanları beni gerçekliklerden uzaklaştıracak hale geldiğinde, onların bunun gerekçesini görmelerini sağlamayı denedim. Ama aynı zamanda hiçbir durumda, bizimkisi gibi bir anayasal hükûmete karşı en ufak bir harekette bulunmamı istemediğini de belirttim. Onlara söylediklerim, böyle bir hareketin Kral tarafından kraliyete doğrudan bir saldırı olarak görüleceğiydi”.[2]

            İspanya’nın ekonomik zorlukları, merkez-çevre arasında artan gerilim ve ETA’nın acımasız şiddetinin bir sonucu olarak, 1980’ler süresince Suárez’in sevilirliği ve itibarı sadece kendi partisi olan UCD değil, genel olarak hızlı bir şekilde erimiştir. İşte bu bağlamda, basın ve bazı siyasi figürler, Lerida bölgesinde askerî vali olarak atanan General Armada başbakanlığında ‘ulusal kurtuluş’ hükûmeti oluşturulması ihtiyacını tartışmaya başlamışlardır. Operación De Gaulle olarak adlandırılan bu sözde hareket, Suárez hükûmetinin şiddet içermeyen (ve sözde yasal olarak) bir yolla geniş tabanlı bir koalisyon hükûmetiyle––Sosyalist partinin önde gelen üyelerinin bile yer alacağı––değiştirilmesini öngörüyordu. 

Bununla birlikte, genç ordu subayları komplocuları daha şiddetli hatlar üzerinde düşünüyor gibi görünüyordu. 5 Kasım’da Madrid’deki bir askerî konut mülkündeki özel bir toplantıda yaklaşık elli subay, General Kenan Evren’in başını çektiği Türk askerî darbesini taklit etme ihtimalini görüştüler. Subaylar tartışmalarını, Ankara’daki İspanyol askerî ataşesi Albay Federico Quintero Morente––Operación Galaxia’ya maruz kalmış ABD tarafından eğitim görmüş bir kontragerilla ve istihbarat uzmanı––tarafından yazılmış bir Türk darbesi analizi üzerinden yürüttüler. Terörizmin ve ekonomik durgunluğun kırılgan demokrasiler üzerindeki etkisini tartışan bu makale, daha sonra basına sızdırılmış ve bir Türk tipi darbenin (golpe la turca) yaklaşmakta olduğu spekülasyonu tetikleniş oldu. Söz konusu tehdit, gerek sosyalist lider Felipe Gonzalez ve muhafazakâr parti başkanı Manuel Fraga tarafından ciddi varsayıldı ve krala gerektiğinde geçici bir koalisyon hükûmetine katılmaya hazır olduklarını bildirdiler.     

Darbenin kendisi, 17 Kasım’da Valencia’da düzenlenen, Armada ve Milans del Bosch arasındaki önemli toplantıda şekil almaya başladı. Bu görüşme boyunca Armada, sık sık görüştüğü Kral’ın onların Suárez ve İspanya’nın maruz kaldığı sorunların pek çoğuna etkin bir şekilde cevap veremediğiyle ilgili endişelerini paylaştığını ve tam olgunlaşmış bir darbeyi önlemek için acilen bir şeyler yapılması gerektiğiyle ilgili del Bosch’u ikna etmeye çalıştı. 10 Ocak 1981’de düzenlenen ikinci bir toplantıda, Noel’de Kral’ı gören Armada, Juan Carlos’un Suárez’den bıktığını ve onu değiştirmeye kararlı olduğu konusunda bilgilendirdi. Kendisini adamış bir monarşist olan Milans del Bosch’un bakış açısından, Armada’nın yakında Ordu Genelkurmay Başkanlığı’na vekaleten atandığı hakikati, onun Kral’ın adına hareket ettiği fikrine itimat etmesini sağladı. Juan Carlos de aslında Savunma Bakanından, Suárez’in şiddetle karşı çıktığı, Armada’yı Madrid’e nakletmesini istemişti çünkü kendi tarafında güvenilir bir isim olsun istiyordu. Kral’ın bilgisi olmadan Armada bu ikinci toplantıda, Milans’ı Valencia’da bir ayaklanmaya tertip etmeye teşvik etti, kendi anlayışına göre daha sonra bu ayaklanmayı Madrid’den ‘yönlendirebilecekti’. Bir hafta sonra, 18 Ocak’ta Milans del Bosch, başkalarının yanı sıra Brunete Zırhlı Bölümü ve Albayı Tejero’nun kıdemli subaylarının da katıldığı başkentteki komplocularla nihai bir toplantı düzenledi. Burada onlar Armada’nın Operación De Gaulle planına son bir şans vermeye karar verdiler; eğer o bir ay içinde başbakan olmayı başaramazsa, Tejero meclisi ele geçirmek için bir bahane arayacaktı. Torres Rojas La Coruna’dan aceleyle dönerek Madrid’deki Brunete Zırhlı Birliğini komuta edecekti ve Milans del Bosch da Valencia’nın kontrolünü eline alacaktı.

Artan gerginlik ve partisini bir arada tutma mücadelesi sonucu yorgun düşen Suárez nihayetinde istifasını 27 Ocak’ta Kral’a sundu. Vedasındaki; “Hepimizin arzuladığı demokratik sistemin İspanya tarihi içinde bir başka parantez olmasını istemedim.” şeklindeki ifadesi, ordu içindeki komplocuların baskısı altında istifa ettiğine dair bir spekülasyon başlattı ancak özelde ise yardımcılarını “En azından çözüme kavuşturulmuş bir askeri sorunla ayrılıyorum.” diyerek temin ediyordu. Suárez’in istifasının ardından, oldukça etkili bir sağ kanat gazeteci, Kral’ı “siyasi olarak kutsanmış bir başkası” ile değiştirme imkânını elde etmeye teşvik eden bir yazı yayımladı ve General Armada’yı en iyi aday olarak önerdi ve bununla birlikte anında bir ‘Operación Armada’ söylentileri dolaşmaya başladı. Bununla birlikte, Kral’ın bu tavsiyeye göre davranmadığı gerçeği, en iyi ihtimalle onun, krize dair bir De Gaulle/Armada çözümü konusunda her zaman isteksiz olduğuna işaret etmektedir. Nihayetinde Leopoldo Calvo Sotelo’nun Suárez’in halefi olarak atanmasına yol açan istişarelerde Juan Carlos, Armada’nın öncülüğünde olası bir koalisyondan bahsetmedi ve anayasal görevinin gereği olarak farklı meclis gruplarının sözcülerini dinlemekle yetindi. Ardından 13 Şubat’ta Kral’la yaptığı görüşmede Armada, kendisinin silahlı kuvvetler içindeki prestijinin Franco’nun ölümünden bu yana en düşük noktaya geldiği konusunda uyardı ancak Calvo Sotelo’ya olan desteğini yeniden düşünmesi gerektiği uyarısı başarısız oldu ve yerine kendisi atandı. General, hükümdarın talimatlarını takip ederek, Gutiérrez Mellado ile görüşmeyi kabul etti ve Juan Carlos’un Suárez’i başka bir siville değiştirmesinin yanlış olduğunu ısrarla söyleyerek öfkesini göstermiştir.

            Darbe en nihayetinde 23 Şubat’ta, meclisin Calvo Sotelo’nun başbakanlığını oylamak için toplandığı bir sırada başlamıştır. Akşam 6.23’te Korgeneral Tejero idaresindeki 320 Sivil Muhafız meclise gelmiş ve tahminen bunların yarısı silahlarını sağa sola sallayarak meclis salonuna dalarak hükûmeti ve 350 vekili esir almıştır. Darbenin arkasında Juan Carlos’un olduğu şeklindeki görüşü haklı çıkartmak için, Tejero salona daldığında durmadan ‘Kral’ın adına’ diye bağırmaktaydı. Binayı koruyan polisler herhangi bir direniş göstermediler; zira onlar bunu bir tür anti-terörist operasyonun bir parçası olduğu yanılgısına düşmüşlerdir. Her ne kadar saldırganlar tavana ateş etmişseler de kimse ciddi bir şekilde yaralanmamıştır. General Gutierrez Mellado cesurca işgalcilerle yüzleşmiş, onlara gitmelerini emretmiş fakat pek çok sivil muhafız tarafından Suárez yardımına gelene kadar şiddetli bir şekilde tartaklanmıştır.  Felipe González, Alfonso Guerra, Santiago Carrillo ve Agustín Rodríguez Sahagún ile birlikte salondan çıkarılmışlar ve ayrı ayrı hapsedilmişler, geride kalanlar ise onların vurulduğunu sanmışlardır. Tejero’nun adamlarından biri, daha sonra ne olacağının ‘yetkin bir askeri otoritenin’ eli kulağında oraya varmasıyla karar verileceğini duyurmuştur. Bu, telefonda birkaç komplocunun ‘beyaz fil’ olarak ifade ettiği kişinin olduğu varsayıldı; muhtemelen Armada’nın kendisine atıfta bulunuyordu. Bir yazarın söylediği gibi geniş kulakları, şişkin gözleri ve uzun burnu kendisine ‘hamiyetperver ve biraz asık suratlı bir görünüm veriyordu’.[3]

Meclisi kontrol altına aldıktan sonra Tejero, Milans del Bosch’u aramıştır. Bosch saat akşam 6.45’te Valencia bölgesinde acil durum ilan etmiş ve şöyle bir bildiri yayımlamıştır: “Başkentteki olaylar ışığında ve otorite boşluğu sonucu Kral Hazretlerinden bizzat talimat alana kadar idarem altındaki askerî bölgede düzeni tesis etmek benim görevimdir.” Bildiri, bütün kamu hizmet personelinin militarizasyonunu emretmekte, sokağa çıkma yasağı uygulamakta ve bütün siyasi ve sendikal faaliyetleri yasaklamaktaydı. Daha etkili olabilmesi ve önemli kamu binalarını korumak için tanklar devreye sokuldu.

Brunete Zırhlı Birliğinin Başkanı General Juste Fernandez’in, eski birliğini planlandığı gibi yönetmek üzere Madrid’e giden Torres Rojas’ın isyan hareketinin Kral’ın tam desteğini aldığı yönündeki iddialarından kuşku duymasıyla darbe sıkıntıya girmeye başladı. Bu şüpheler, hükümdarın resmî ikametgâhı olan La Zarzuela’ya telefon edilmesiyle doğrulanmış oldu. Armada’yla konuşmayı denemiş fakat yalnızca onun ne orada bulunduğu ne de gelmesinin beklendiği bilgisini almıştır. (Juan Carlos, meclis ele geçirildiğinde birkaç arkadaşıyla birlikte squash oynamaya hazırlanıyordu; bu da onun komplonun suç ortağı olmadığının bir başka göstergesiydi). Sonuç olarak, Madrid’de ilerlemeye hazırlanan Brunete birimleri hızla durdu.

            Eşofmanları içindeki Kral ve onun en yakın danışmanları gecenin geri kalanını darbeyi telefonla dağıtmaya çalışarak geçirdiler. Yürütmenin rehin tutulması dolayısıyla Juan Carlos, İçişleri Bakanlığındaki devlet güvenlik müdürü Francisco Laína’nın yönetiminde, devlet bakanları ve her bakanlığın sekreterlerinden oluşan geçici bir hükûmetin kurulmasını emretti. Bu organ daha sonra, ‘Kral Hazretlerinin talimatlarıyla, sivil kanallar aracılığıyla ülkenin yönetimini sağlamak’ için daimi oturuma gittiklerini açıklayan bir bildiri yayımladılar ve ‘halkın özgürce arzuladığı, hem sivillerin hem de ordunun korumak için yemin ettiği anayasa metninde kutsal kabul edilen demokratik varlığın hiçbir şekilde şiddet eliyle yok edilemeyeceğinin güvencesini verdiler’. 

            General Juste Fernández’in çağrısıyla birlikte, Kral ve yakın çevresi Armada’nın dahiliyeti konusunda uyarıldılar. Fernandez, La Zarzuela’daki krizi çözmeye yardım etmek için Kral’ı aradığında, Madrid’deki karargâhında kalması emri verildi. Milans del Bosch ve diğer kıdemli komutanlarla konuştuktan sonra, Armada çağrısını yineleyerek, halefi olan kraliyet hanedanlığı genel sekreteri Fernández Campo’yu kan dökülmesini önlemek için bir hükümet kurmanın kendisinin görevi olduğu konusunda haberdar etti. Campo, vekillerin onun başbakanlığını onaylaması konusunda tereddütlerini iletince, Armada kibirli bir tavırla kendisini onaylacaklarının garantisini verdi ve silah altında verilen bir oyun herhangi bir yasal değerinin olmayacağı sakıncasından bir rahatsızlık da duymuyor gibiydi. Ancak Tejero, Milans del Bosch veya Armada dışındaki kimseden emir almayı reddettiği için Armada’nın nihayetinde meclise gitmesine izin verildi ki bu vekillere hitap edebileceği için çok tehlikeli bir hareket olduğunu kanıtlayacaktı. 24 Şubat gece 12.30’da binaya girdikten sonra, Armada Tejero’ya, vekillere–iki sosyalist ve iki komünisti de içeren––kendi başbakanlığında bir ulusal kurtuluş hükûmeti çözümü önermeyi planladığını anlatmıştır.

Binaya giren sivil muhafızlar geri çekilecekler ve muhtemelen bir Güney Amerika ülkesine siyasi sığınma talebinde bulunmak üzere güvenli bir yere gönderileceklerdi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Tejero günah keçisi olmayı reddetti ve anlaşmayı kabul etmesi konusunda ısrar eden Milans del Bosch ile konuştuktan sonra öfkelenerek Armada’nın binayı terketmesini emretti. Aslına bakılırsa, darbenin başarısız olmasına sebep olan komplocuların kendi arasındaki bu temel anlaşmazlıktı.  

            Darbe başarısızlığa uğramıştı çünkü Kral, İspanya’nın generallerinin pek çoğuyla kişisel olarak konuşmayı başarmıştı; sadece küçük bir kısmı kendi hesaplarına ona karşı sadakatlerini tazelemek için La Zarzuela ile irtibat kurmuştu. Bu görüşmelerin ortaya çıkardığı şey, isyancıların iddia ettiklerinin aksine darbe onun desteğini almamıştı, onlar aynı şekilde ona karşı sadakatlerini yinelemişlerdi. Başka bir deyişle, eğer Kral iddia edildiği gibi darbenin başarılı olmasını isteseydi, isyancıların arzu ettiği sonucu almalarını sağlamak onun için oldukça kolay olurdu. Madrid Başkomutanı Guillermo Quintana Lacaci daha sonra Savunma Bakanına şu şekilde açıklamada bulunmuştur; “Ben iç savaşta da savaştım, bu yüzden benim düşünme şeklimi tahmin edebilirsiniz. Fakat Franco bana kendi halefine itaat etme emri verdi ve Kral bana 23 Şubat Darbesini durdurmayı emretti. Eğer bana meclise saldırı emri verseydi, ben de o şekilde davranırdım.”

            Eninde sonunda, Milan del Bosch Kral’la üç kere konuştuktan ve Juan Carlos kendisinin anayasayı savunma kararlılığını teyit eden bir teleks mesajı gönderdikten sonra mevcut pozisyonundan çıkmayı kabul etmişti. Carlos şu uyarıda bulunmuştu: “Bu mesajdan sonra, artık geri dönemem.” Bu, şu anlama geliyordu: Eğer Bosch derhal emirlere itaat etmezse, darbenin sonuçlarından o sorumlu tutulacaktı. (İzleyen yargılamalarda, bu mesaj Kral’ın itham edildiği tereddüdüne delil olarak alıntılanmıştır.) Teleks mesajı ayrıca tartışmasız bir biçimde şunu ifade etmekteydi “Ne olursa olsun hiçbir darbe girişimi Kral’ın arkasına saklanamaz, o Kral’a karşıdır.” ve şöyle sonlanmaktaydı: “Sana yemin ederim ki ne İspanya’dan vazgeçeceğim ne de onu terk edeceğim.”  

            Monarşi, başta kamuoyunun güvence altına alınmasının öneminin farkındaydı, ancak başta televizyon genel merkezindeki Brunete Zırhlı Birliğinden isyancı birliklerin varlığı sebebiyle bunu yapması engellendi. Bunlar saat dokuzdan önce geri çekilmediler ve La Zarzuela’ya bir televizyon ekibinin sonunda ulaşması gece 11.35’i bulmuştu.

Kral’ın mesajı gece yarısından sonra kısaca kaydedildi ve sonunda gece 1.15’de eksiksiz olarak yayına verildi. Bu gecikme bilahare bazılarınca, darbenin başarısızlığına dair yeterli kanıt bulunana kadar, Kral’ın kamu önünde darbeye karşı olduğunu açıklamasında iddia edilen gönülsüzlüğüne dayandırılmaktaydı ve bazı kaynaklar darbenin başarılı olması durumunda, iki farklı mesajın kaydedilmiş olduğunu bile iddia etmekteydi. Bu iddialar hiçbir zaman doğrulanamadı ve gecikme ikna edici bir şekilde lojistik zorluklar ile açıklanabildi. (Dahası, onun mesajı Armada’nın meclisi ziyareti La Zarzuela’da bilinmeden önce kaydedilmişti). Bütün sivil ve askerî otoritelere demokratik statükoyu savunma emrini verdiğini duyurduktan sonra Kral ağırbaşlı bir şekilde şu beyanda bulundu: “Taç, anavatanın birliğinin ve istikrarının sembolü olarak, hiçbir kimsenin, eylemleri veya tutumlarıyla, anayasada tanımlanmış ve İspanyol halkının referandum aracılığıyla onayladığı demokratik süreci güç yoluyla sekteye uğratması girişimlerine katiyen müsamaha gösteremez”.[4]

            Darbe, eğer Brunete Zırhlı Birliğinden sorumlu Binbaşı Ricardo Pardo Zancada, yenilgi anında Tejero’ya katılmak için bir askerî polis birliği başında meclise gitmeyi kendine vazife edinmemiş olsaydı çok daha önce sona ererdi. Pardo en sonunda, ertesi sabah saat 9’da teslim olmuştur. Yine de  o kendi birimine teslim edilmesine izin verilmesi ve kendi mahiyetindekilere  dokunulmazlık sağlanması konusunda ısrarcı olmuştur. Tejero ise ondan sonra pes etmiştir ve Armada’nın meclise gelerek teslim olması konusunda ısrarcı olmuştur. Bunu, muhtemelen onun bütün darbedeki başarısızlığındaki sorumluluğunu vurgulamak için yapmıştır. Gün ortasında, neredeyse onsekiz saat sonra, vekiller sonunda meclisten ayrılmaları için serbest bırakılmıştır. Armada’yı binayı terk ederken dışarıda gören Suárez, onun kendi serbest kalmalarını sağlamada önemli bir rol oynadığını varsayarak Kral’a daha sonra şöyle demiştir: “Ben Armada hakkında yanlıştım ve siz Kral’ım doğruydunuz.”. Buna Juan Carlos ise şöyle cevap vermiştir: “Hayır, Adolfo sen haklıydın. Armada bir haindir.”

Darbeyle ilgili iki ilave boyuttan daha bahsedilmesi gerekiyor. İlki, kriz esnasında oldukça özgür bir şekilde çalışabilen medyanın rolüdür. Aslında 23 Şubat akşamı, medya tarihine ‘transistörlerin gecesi’ olarak geçmiştir çünkü milyonlarca İspanyol son gelişmelerden büyük radyo istasyonları ile haberdar olmuştur. İlave olarak, ülkenin bazı gazeteleri, El País ve Diario 16 gibi, darbeyi kınayan ve 1978 Anayasasını destekleyen özel sayılar yayımlamışlardır.

            Daha da önemlisi ise darbe esas itibarıyla hiçbir halk desteği görememiştir.[5] Anlaşılır bir biçimde, mecliste neler olduğunu öğrenmek için pek çok İspanyol evlerine koşmuş ve kapalı kapılar ardında, telefonlarına ve radyolarına sarılmışlardır. (O dönemde, İspanya’da hiçbir özel televizyon kanalı yoktu ve gördüğümüz gibi devletin sahip olduğu televizyon merkezleri isyancılarca ele geçirilmiştir.) Tam bu sırada, siyasal parti liderleri ve sendika birlikleri başarılı bir darbenin sonuçlarından en fazla etkilenenler olacakları beklentisiyle üyelerinin dosyalarını ve diğer potansiyel suçlama gereçlerini yok etmekle meşguldüler. Bask ve Katalonya bölgesinde, onlardan bazıları her ihtimale karşı Fransa sınırını bile geçmişlerdir. Tehlikenin tamamen ortadan kalktığı 27 Şubat’ta ancak üç milyona yakın insan İspanya şehirlerinde demokrasi ve Kral’ı destekleyen gösteriler yapmışlardır. 

23-F Yargılamaları ve müteakip temyizler (1981-83)    

23 Şubat 1981 darbe girişimine dahil olanların (bazılarının) yargılanması İspanya’da demokrasinin sağlamlaşma sürecinde bir turnusol kâğıdı olmuştur. Genel anlamda, bu karmaşık yasal prosedür, demokratik kurumları güçlendiren ve silahlı kuvvetlerin sivil gözetim ve denetim altında olmasını tekrardan doğrulayan bir şekilde ele alınmıştır.

            Bir bakıma, Kral’ın kendisi de yargılamaların gerçekleştiği çerçeveyi sağlamada büyük oranda sorumludur. 24 Şubat akşamında, İspanya’nın önde gelen beş siyasi ismini–– Suárez, Calvo Sotelo, González, Carrillo ve Fraga––darbenin sonuçlarını tartışmak için davet etmiş ve İspanyol halkının ordunun tamamını darbeci olarak farz etmemelerini sağlamak için ellerinden gelen bütün çabayı göstermelerini istemiştir. Birkaç gün sonra, Zaragoza askerî akademisine hitap etmiş ve subaylara şunu hatırlatmıştır: “Düşüncesiz eylemler devletin güvenliğine hiçbir yarar sağlamaz.” Yine bir yandan medyaya da “bütün bir kurumu, içerisinde aceleci dürtülerinin kendilerini anavatanın kurtarıcısı yaptığını ve tek çıkar yolun yıkım ve şiddet olduğuna hatalı bir inananlar olması sebebiyle, ahlaki müeyyideye veya analize tabi tutmamaları” konusunda ısrarlı tavsiyede bulunmuştur. Aslına bakılırsa, bu neyin gelmekte olduğuna dair bir anlatı oluşturmuştur: Darbe bir azınlığın işiydi, sadece birkaç “çürük elma” dahildi ve dahil olanların pek çoğu da sadece yukarıdan gelen emirlere itaat ediyordu.

            Yargılama hiç şüphesiz, 25 Şubat’ta başbakan seçilen ve çok az tanınan liberal bir avukat olan Albert Oliart’ı yeni Savunma Bakanı olarak atayan Calvo Sotelo önderliğinde kurulan yeni yönetimin yüzleştiği en acil ve hassas görevdi. Ancak bununla birlikte, savaş tehditleri ve komplolar devam etti; yine haziranda başka bir darbe girişimi açığa çıkarıldı ve Albay Ricardo Garcitorena Zalva, Albay Antonio Sicre ve Binbaşı Sáenz de Ynestrillas’ın tutuklanmasına yol açtı. Kasım ayında, eski Valencia General’inin oğlu Yüzbaşı Juan Milans del Bosch herkesin önünde Kral’a “İşe yaramaz domuz” dediği için askerî bir mahkemede yargılanmış ve bu yüzden sadece bir aylığına göz altında tutulmuştur. Tahribata hakaret eklemek için aynı mahkeme Albay Alvaro Graiño’yu, bir gazeteye gönderdiği mektupta silahlı kuvvetlerde darbeciliğin devam ettiği konusunda uyardığı için iki aylık tutukluluğa mahkum etmiştir. Daha da endişe verici olan, 1981’in sonlarında yüzü aşkın subay ve astsubay, medyanın silahlı kuvvetlere karşı eleştirel ve saygısız tutumunu kınayan bir manifesto yayımlamışlardır. Bu, destekçilerinden beşinin tutuklanmasıyla sonuçlanmıştır.

            Yargılamanın biçimi ve sonucu, ilk kez 1977 Moncloa Paktında gündeme getirilen ihtiyaca göre 1980 Kasım’ında askerî ceza kanununda yapılan değişiklikler olmasaydı oldukça farklı olabilirdi. Yeni yasa tüm davalarda askerî hukukçuların rolünü artırarak teminatları güçlendirmiş ve bir savunma avukatının kullanılmasını zorunlu kılmıştır. Bu, askerî avukatlardan ziyade normalde subaylarla mücadele eden askerî savcıların kaldırılmasını ve ön incelemelerde askerî yasal organların üyeleri tarafından görevli subayların değiştirilmesini gerektirmiştir. Yasa ayrıca, Askerî Yargı Yüksek Şûrası tarafından geçen cezaların (sivil) Yargıtay tarafından temyiz edilebileceğini yerleştirmiştir.

İlave olarak, yasa sivillerin askerî mahkemelerde yargılanabileceği suçları büyük oranda sınırlandırmıştı. Daha da önemlisi reform, Kraliyet Nizamnamesi’nin 34. maddesinde (yukarıda aktarılan) tanımlanan koşullarda muafiyete dayanarak, zorunlu itaatin olmadığını açıklığa kavuşturmuştur. Bununla birlikte, askerî yargılama yasası, barış zamanlarında duruşmasız yargılama ihtimalini dışlamak için reforme edildi; aksi takdirde bütün yargısal işlemler çok daha hızlı gerçekleşebilirdi.[6]

Sıklıkla arkadaşları ve akrabaları tarafından ziyaret edilen 32 askerî sanık duruşmayı askerî tesislerde göz altında tutularak beklediler. (Sadece, Francocu ‘dikey’ sendikalara mensup bir aşırı sağcı olan Juan Garcia Carrés, sivil muhafızlarını işaretsiz otobüslerle Meclise Tejero’ya götürmek suçlamasıyla yargılandı). Bu, aynı zamanda kendi fesat görüşleriyle kamuoyunu zehirlemek için ellerinden geleni yapan aşırı sağcı medyanın üyeleriyle iletişim kurabildiklerini gösteriyordu. Kaçınılmaz olarak, çok az sanık olduğu gerçeğinden dolayı––her ne kadar yüzlerce subay, asker ve sivil muhafız Madrid, Brunete Zırhlı Birliği ve Valencia’da seferber olmuş olsa da––ve duruşmayı beklerken içinde bulundukları fiziksel rahatlık pek çok insan, onları yargılayacak olan askerî mahkemenin yersiz bir hoşgörü göstereceğinden korkmasına sebep oldu.

            Eski bir hava kuvvetleri avukatı olan José María Garcia Escudero’nun öncülüğündeki duruşma öncesi yargısal işlemler darbe dağıldıktan hemen sonra başlamış ve sadece üç ay “26 Haziran 1981’e” kadar sürmüştür. Onun sonuçları––altı bin sayfalık belgeyi içeren––daha sonra 26 askerî hakimin yer aldığı Askerî Yargı Yüksek Şûrasına sunulmuştur. Muhtemelen, içerikleri kısa bir zaman sonra bir savunma avukatı tarafından basına sızdırılmıştır.[7] García Escudero daha sonra anılarında, tam bir özgürlükle hareket ettiğini iddia edecektir. Aslında, Mayıs 1981’de başbakanla yapılan özel bir görüşmede, Calvo Sotelo Meclis binasına dalan bütün sivil muhafızların azledilmesi gerektiği görüşünü açıklamıştır. Hakimler ise bu görüşü paylaşmamaktadır. García Escudero da ayrıca Kral’ı görmüştür, Kral ise ona gayretlerinde başarı dilemiştir.[8]

            Duruşma muntazam bir şekilde 19 Şubat 1982’de başlamış ve sadece üç ay sürerek 24 Mayıs’ta sonlanmıştır; 47 sabah ve öğlen oturumunda elliye yakın şahit mahkemede tanıklık etmiştir. Duruşma Madrid’in eteklerindeki, Ordu Coğrafi Hizmetine ait olan ve bir zamanlar kâğıt fabrikasıyken bu olay için özel olarak değiştirilen bir askerî üstte gerçekleşmiştir. Binayı koruyan güvenlik, hem ordu hem de sivil muhafızlardan oluşuyordu. 26 askerî ve sivil bir avukat takımının hukuki görüş bildiren sanıklar, Korgeneral Luis Álvarez Rodriguez başkanlığında üst düzey 16 subay tarafından yargılanıyordu (bunlardan sadece altısı avukattı). Rodriguez, 1936 isyanında genç bir harbiyeli olarak görev almıştı ve hem Armada ile hem de Milans del Bosch ile dostane ilişkileri bulunuyordu (Duruşmada geçen birkaç hafta içinde hasta olmuş ve yerine Demokratik Askerî Birliğe üye oldukları için ordudan atılan subayları askerî mahkemede yargılayan Yüzbaşı Federico Gómez de Salazar geçti).       

Duruşmaya kara, deniz ve hava kuvvetlerinden neredeyse bin askerî gözlemci ve bunun yanında ana siyasi parti temsilcileri katılmıştı. Sanıkların yakınlarına en yüksek mevki verilmişti ve neredeyse binin üzerinde İspanyol ve yabancı gazeteci duruşmayı takip ettiğinden dolayı bu iki grup zaman zaman birbirlerine laf attılar ve hatta hakaret ettiler.  Diario 16 gazetesinin editörü olan Pedro J. Ramirez, hakimleri kızdıran bir makale yayımladığı için mahkeme salonuna girişi engellendi; her ne kadar bir sivil mahkeme akabinde bu kararı bozsa da Savunma Bakanı onu uzak durmaya ikna etmeyi başardı. Hatıratlarında Calvo Sotelo, önde gelen gazete editörlerini davaya aşırı derecede yer vermemeleri için beyhude yere ikna etmeyi denediğini kabul edecektir.[9] Genel anlamda, sanıklar duruşma boyunca sakin kalırken, tek istisna olarak Milans del Bosch, birisi meclisi rehin alan sivil muhafızları ‘bir avuç çocuk kaçakçısı’ olarak nitelendirdiği zaman, duruşma salonunu terk etmeyi denemiştir.

Sanıklar komplo kurmak, bir askerî isyana teşebbüs etmek, yardım ve suç ortaklığı yapmakla suçlanmışlar fakat hepsi kendilerinin suçsuz olduğunu beyan etmişlerdir. Beklenildiği gibi kıdemli subayların pek çoğu savunmalarını Kral’ın da darbenin hazırlanmasına aktif olarak dahil olduğu argümanı üzerine kurmuşlardır. Diğer yandan, daha genç olanları sadece emirleri uyguladıklarını iddia etmişlerdir. Soruşturma yargıcına 4 Nisan 1981’de sunulan bir ifade de Tejero, Juan Carlos’u komployu devam ettirmeye teşvik etmekle suçlamıştır. Eylül ayının sonunda, savunma avukatları kendi muvakkat sonuçlarını sunduklarında, bunlar içinden on kişi darbenin “Anayasanın kendisine tanıdığı imkan ile Silahlı Kuvvetlerin Başkomutanı Olan Kral Hazretlerinden gelen talimatların kesin inancı ve kararlılığıyla gerçekleştirildiğine” dair bir bildiri yayımlamışlardır. Ayrıca komplonun fikir babasının, neredeyse on yıldır La Zarzuela’da çalışması ve darbenin arifesinde Kurmay Başkan Yardımcısı olarak atanması hakîkatine binaen diğerlerini kendisinin monarşi adına davrandığına inandıran Armada olduğunu eklemişlerdir. Tahmin edilebileceği gibi savunma avukatları Juan Carlos’un da tanık olarak çağrılmasını talep etmişlerdir. Bu, devletin başının kabul edemeyeceği bir şeydi ancak bu onun suçlu olduğu manasına yoruldu. Daha da önemlisi Armada, Kral ile 13 Şubat 1981’de yaptığı özel görüşmeyi mahkemeye sunmak üzere kraliyet evinden izin istediği bilgisini paylaştı fakat nafile bir şekilde; kaçınılmaz olarak bu da Juan Carlos’un saklayacak bir şeyleri olduğu anlamına yoruldu. En nihayetinde duruşma makul şüphenin ötesinde gerçekte ne olduğunun ortaya çıkarılması amacına hizmet edemediği için tatmin edici olamadı. Armada, kendi eylemlerinin sorumluluğunu reddederek darbenin planlanması ve icra edilmesine dair hayati soruların cevapsız kalmasını etkin bir şekilde sağlama almış oldu.   

            İronik olarak, sanıkların birbirlerinin en büyük düşmanları oldukları ortaya çıktı. Mahkemede birbirlerine karşı küstahça, sadakatsizce ve duyarsızlıkla davranıyorlardı. Armada, onu bir hain ve bir korkak olarak gören diğer sanıklarla asla haşır neşir olmadı. Darbenin detayları ortaya çıktıkça, pek çoğunun acziyet ve basiretsizce davrandığı açıklığa kavuştu. Sonuç olarak, ülkeleri için en iyisi olduğuna––doğru ya da yanlış––inandıkları şey için kendi kariyerlerini feda etmeye hazır, onurlu ve vatansever kahramanlar olmaktan çok uzak bir şekilde halk onları çıkarcı, fanatik, kaba saba ve bir parça gülünç olarak görmeye başlamıştı. Darbede yer almayan fakat onun amaçlarına sempati besleyen pek çok subay silahlı kuvvetleri daha da aşağılayan bu gösteri karşısında utanç duydular. Kısacası, her ne kadar duruşma sanıklar açısından oldukça avantajlı bir çevrede yer almış olsa da, medyadaki çarpıcı yansıması onların gerçekte ne olduğuna dair maskelerinin inmesine yardım etmiştir.   

            Nihayet askerî mahkeme tarafından 3 Haziran 1982’de verilen cezalar biraz dehşetle karşılandı. Her ne kadar Milans del Bosch ve Tejero en yüksek cezalar olarak 30 yıl hapse mahkum edilseler de Armada, Pardo Zancada ve Torres Rojas sadece altı yıla mahkum edilmişlerdir. 

Genel olarak, 32 sanık arasından 22 kişinin cezaevinde üç yıldan kısa bir süreye mahkum edilmeleri, cezalarını çektikten sonra aktif askerî görevlerine geri dönebilecekleri anlamına geliyordu. (Üç yıldan fazla ceza alanlar doğrudan silahlı kuvvetlerden atılıyordu). 

            Hayati bir biçimde, Calvo Sotelo hükûmeti bu hükümleri Yargıtay’a temyize götürmeye karar verdi. Temel olarak bu, sivil bir kurumun bu tarz tartışmalı mevzularda son sözü söyleyen olmasını sağlamaya yönelikti. Sonuç olarak, bazı hükümler Nisan 1983’te belirgin ölçüde sertleştirildi: Armada artık darbeye aktif bir şekilde yol açmaktan dolayı suçlu ilan edilmişti; bu da onun 30 yıl hapse mahkum edilmesi demekti. Aynı şekilde, Pardo Zancada ve Torres Rojas’ın ikisi de kendi cezalarının iki katına çıkartılarak altı yıldan on iki yıla çıkışını gördüler. Dahası, askerî mahkeme tarafından suçları affedilen yedi sivil muhafız birer yıl hapse, diğer sekizi ise ikişer yıla mahkum edildiler. Genel olarak, yeniden düzenlenen hükümlerde ceza yılları 122’den 197’ye çıkmaktaydı; yine de 32 sanıktan 20’si askerî kariyerlerine devam edebilecekti. 

            Her ne kadar, kamunun çok sonradan bilgisi olsa da 1982 Aralık ayında Askerî Yargı Yüksek Şûrası kısmi bir af girişiminde bulundu. Bu hareket, 1982 Ekim seçimlerini ezici bir çoğunlukla kazanan Başbakan Felipe González’in sosyalist hükûmeti tarafından anında engellendi. Askerî şûranın planlarından Savunma Bakanı Narcís Serra tarafından haberdar edilen Başbakan, eğer bu konuyu resmi olarak tartışmaya dahi cüret ederlerse, Şûra’yı derhal feshedeceği konusunda uyarmasını emretti. Bundan ötürü de bu girişimden anında vazgeçildi.[10]

            Şaşırtıcı bir şekilde, muhtemelen darbenin başarısızlığı ve müteakip dava diğer komplocuları şanslarını denemekten hemen caydırmadı. Ekim seçimlerinden kısa bir zaman önce, otoriteler bir başka darbe girişimini daha bozdular. Darbenin fikir babaları olan üç kıdemli ordu subayı, Luis Muñoz Gutiérrez, Jesús Crespo Cuspinera ve kardeşi José Enrique, Moncloa ve Zarzuela saraylarına saldırmayı, Kral’ın ve Başbakan’ı makamlarından indirmeyi ve yerine Milans del Bosch liderliğinde askerî bir cunta geçirmeyi planlamışlardı (Üç elebaşı Kasım 1984’te 12’şer yıl hapse mahkum edildiler). Kamuya ancak 1997 yılında açıklanan son darbe girişimi ise Haziran 1985’te engellendi. Ancak, olaya dahil olanların yakalanması veya yargılanmasıyla sonuçlanmadı. Bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar İspanya’da planan son darbe girişimiydi.  

            En nihayetinde, silahlı kuvvetlerin rolünü İspanyol toplumunun yararına yeniden düzenleyen darbenin mirası değil, fakat daha çok Savunma Bakanı Serra tarafından tasarlanan yeni Sosyalist hükûmetin 1980’lerde uyguladığı askerî reform programıydı. Daha da önemlisi, Haziran 1984’te İspanyol meclisi, Genelkurmay Başkanlığını Başbakanlığın altına koyan, Başbakanlığın da bu yetkiyi Savunma Bakanına devrederek onun pozisyonunu güçlendirdiği, yeni bir Ulusal Güvenlik Teşkilat Kanunu’nu çıkarttı. İlave olarak, Aralık 1985’te köklü bir şekilde yeni bir askerî ceza kanunu 1945 Kanunu’nun yerini aldı ve Temmuz 1987’de Askerî Yargı Yüksek Şûrasını dağıtarak yerine Yargıtay içerisine Askerî Konular Mahkemesini koyan bir kanun çıkartıldı. 

            Yüksek Şuranın kaldırılmasından sadece birkaç ay önce hapiste olan 23 Şubat davası sanıkları, cezalarını çektikten sonra silahlı kuvvetlerde kalmak için hükümlerinin gözden geçirilmesini talep ettiler. Böylece 1985 askerî adalet sistemi reformunun yarattığı yasal boşluktan yararlanabileceklerdi. Savunma Bakanı en kritik anda müdahale etmiş ve daha sonradan kabul ettiği üzere “darbeye katılan subayların aktif hizmetin dışında kalmaya devam etmesi için bazı ayarlamalar” yapmak zorunda kalmıştır.[11] Bununla beraber Armada’nın cezası ise 26 yıl, 8 ay ve 1 güne düşürülmüş; Yargıtay’a verdiği beş dilekçeden sonra nihayet, 1988 Aralık ayında, sağlık problemleri dolayısıyla hükûmet tarafından bağışlanarak serbest bırakılmıştır.[12]

İspanya tecrübesinden 10 (muhtemel) ders

İspanya’da 23 Şubat 1981 darbe girişimini takiben gerçekleşen yargılamalar, bazı sonuçlara ulaşmamıza imkan verecektir.

  1. Darbe sonrası yargılamaları diğerlerinin aksine, çok yönlü hedefleri, anlamları ve sonuçları sebebiyle karşılaştırılabilir yasal işlemlerdir. Normal bir yargılama temel olarak gerçeği ortaya çıkarmayı ve söz konusu suçtan sorumlu olanların cezalandırılmasıyla adaletin yerine gelmesini hedefler. Bununla birlikte, gerçeğin ortaya çıkmasına ve suçlu tarafların cezalandırılmasına ilave olarak, darbe sonrası yargılamaları ayrıca isyana dahil olanların kullandıkları yöntemleri ve talep ettikleri değerleri gayrimeşrulaştırmanın peşindedir. Böyle yaparak, duruşmayı yürütenler kendi bağlı oldukları normların, değerlerin ve prosedürlerin meşrulaştırılmasına (ya da en azından güçlendirilmesine) hizmet ederler. Kısacası, darbe sonrası yargılamaları, olağanüstü siyasi ve sembolik önem atfedilen yasal süreçlerdir. Sonuç olarak, sürecin kendisi sıklıkla nihai hükümden daha önemlidir.
  2. Başarılı bir darbe sonrası yargılamasının hedefi intikam değil, adalet olmalıdır. Bunun sağlanması muhtemelen söz konusu darbe, ana hedeflerine ulaşmada başarısız olduğunda ve İspanya’da 1981’de olduğu gibi kan dökülmediğinde çok daha kolay olacaktır. Tanım olarak, başarısız bir darbeyi atlatanlar, başarılı bir darbeye yenik düşenlerden çok daha bağışlayıcı olabilmeyi göze alabilirler. 
  3. İdeal olarak yargılama darbenin gerçekleşmesinden görece olarak hemen sonra gerçekleşmelidir; pek çok durumda olduğu gibi, ‘geç gelen adalet, adalet değildir.’ Eğer darbe ile yargılama arasında çok fazla zaman geçmesine izin verilirse, kamuoyu en nihayetinde yargılama süreçlerine olan ilgisini kaybedecektir. Dahası, darbede yer almakla suçlananların göz altında yargılanmadan uzun zaman tutulması genel anlamda bu uygulamanın meşruiyetine zarar verecektir. 
  4. Yargılamaların ana hedeflerinden birisinin gerçek anlamda ne olduğunu mümkün olduğunca doğru bir şekilde belgeleyerek ortaya çıkarmak olmalıdır. Aslında, bu, uzatılmış yasal süreçleri meşrulaştırmak için başvurulabilecek birkaç geçerli argümandan biridir. Bununla birlikte, darbenin birçok ayrıntısının belgelenmesi, özellikle de yargılananların iş birliğini reddederlerse imkansız olacaktır. Eğer durum böyleyse, yargılamanın kendisi kamuoyunun umduğu ve hatta talep ettiği “davanın kapanmasını” asla sağlayamayacaktır. Ancak en iyi senaryoda, yargılama sadece sorumluların hüküm giymeleri için gerekli bulguları sağlamakla kalmayacak; ayrıca darbe ve sonuçları hakkında genel olarak kabul edilen bir ‘anlatı’ oluşturmak için gerekli materyalleri de sağlayacaktır. Öyleyse bu, yargılamanın uzun dönemli sonuçları açısından, adaletin gerçekleştiğinin görülmesinden daha önemli olacaktır.
  5. Yargılama süreçlerinin, ordunun (veya genel anlamda kamuoyunun) silahlı kuvvetlerin tamamının yargılandığı sonucuna varmayacak şekilde yürütülmesi önemlidir. Açık bir şekilde, eğer silahlı kuvvetlerde önemli bir çoğunluğun darbeye karıştığına yönelik kanıt varsa hedefe ulaşmak daha zor olacaktır. Durum böyle olsa bile, yine de darbenin fikir babası olan elebaşlarına daha çok yüklenmek ve düşük rütbeli subaylara ve askerlere daha müsamahalı davranmak muhtemelen en akıllıcası olacaktır. Silahlı kuvvetlerin hiyerarşik yapısı göz önüne alındığında, bu askerî personelin kolaylıkla anlayacağı bir şeydir.  
  6. Tamamıyla sağlamlaştırılmış bir demokratik bağlam içinde, eğer mümkünatı varsa darbe sonrası yargılamasının sivil bir mahkeme tarafından idare edilmesi gereklidir. En nihayetinde, bu muhtemelen sivil üstünlük ilkesinin uygulanmasının en çabuk ve etkili yoludur. Gördüğümüz gibi, bu İspanya örneğinde mümkün olamamıştır, zira Franco rejiminden miras alınan askerî yargı sistemi 1981’de halen yürürlükteydi. Bununla beraber, askerî mahkemenin dikte ettirdiği hükümleri sivil Yargıtay’a temyize götürmek, hem suçlanan hem de genel anlamda kamuoyu bunu gelecekte sivillerin her zaman son sözü söyleyeceği şeklinde anlamıştır. 
  • İdeal olarak  yargılama kamuya açık, yerel ve yabancı basının yer aldığı, yerli ve yabancı sivil toplum kuruluşlarının da olduğu bir şekilde yapılmalıdır. Oturumlar tartışmalı veya hassas bilgileri ortaya çıkarsa bile medyanın yargılama süreçlerini özgürce tartışabilmesi gereklidir.  Kabul edilmelidir ki bunun sorunlu olduğu ispat edilmiştir ve sanıklar da yargılamaları kendi çıkarları için de pekala kullanabilirler. Gördüğümüz gibi İspanya örneğinde sanıklar, savunma taktiklerinin bir parçası olarak açık bir şekilde devletin başını darbenin suç ortağı olmakla suçlamışlardır, fakat Kral’ın prestiji ve itibarı sonuç olarak zayıflamamış, güçlenmiştir. 
  • Verilen hükümler işlenen fiillerin ağırlığını mümkün olduğu şekilde doğru ve tam olarak yansıtmalıdır. Demokratik bir bağlamda, aşırı şiddetli cezalar mahkemenin itibarını zedeleyecektir ve cezalandırılanlar (ordunun diğer birimleri ve onların sivil destekçileriyle birlikte) yargılamaların güçlendirmeyi hedeflediği politik sistemin kendisine yabancılaşacaklardır. Diğer yandan, aşırı hoşgörülü cezalar darbenin kurbanlarını, sempatizanlarını ve genel anlamda kamuoyunu rencide edecektir ve gelecekte isyancıları taklit etmek isteyenleri caydırmakta başarısız olacaktır.
  • Demokratik bir bağlamda, darbe sonrası yargılamaları kendi içinde bir amaç olarak görülmemelidir fakat daha çok, orduya karşı sivil üstünlüğünü tekrar hatırlatmayı, demokrasiyi güçlendirmeyi ve mümkünse ulusal uzlaşmayı sağlamayı hedefleyen daha uzun, geniş bir sürecin bir parçası olarak görülmelidir. İspanya örneğinde, yargılamalar, asker-sivil ilişkilerini kalıcı bir temelde köklü bir şekilde dönüştüren uzun zamandır beklenen reformların önünü açmıştır. Bununla birlikte, diğer ilave girişimler (hakikat ve uzlaşma komisyonu gibi) yoğun çatışma dönemlerinden sonra genel ‘kapanışa’ ulaşmak için gerekli olacaktır. 
  • Darbe sonrası yargılamaları demokratik bir siyasal kültürün gelişmesinde olumlu bir rol üstlenebilir fakat gerçek anlamda sunabileceklerinin sınırları vardır. Sonuç olarak, yargılamaların tarafında olanlar bunlardan çok fazla anlam çıkartmamalıdır; örneğin, İspanyol solu genel olarak, 1932’den bu yana aşırı sağcı generallerin ilk defa yargılandığının kamuoyuna hatırlatılmasını çok fazla istemedi. Bu gibi durumlarda, tarihsel analojiler ve sonuçların yorumlanmasının asgari düzeyde tutulması en iyisi olacaktır.   

Referanslar

– José Apezarena, Los periodistas del pisotón. La epopeya de Europa Press (Ediciones Universidad de Navarra, S.A., Pamplona, 2016).

– Leopoldo Calvo Sotelo, Memoria viva de la transición (Plaza & Janes, Barcelona, 1990).

– José M. García Escudero, Mis siete vidas. De las brigadas anarquistas a juez del 23-F (Planeta, Barcelona, 1995).

– Charles Powell, Juan Carlos of Spain, self-made monarch (St. Martin’s Press, New York, 1996).

– Charles Powell, ‘Spain: Transition by Transaction’, in Sergio Bitar & Abraham F. Lowenthal (eds.), Democratic transitions. Conversations with World Readers (Johns Hopkins University Press, Baltimore, 2015).

– Victoria Prego, Presidentes (Plaza y Janes, Barcelona, 2000).

– Paul Preston, Juan Carlos. Steering Spain from dictatorship to democracy (Harper Perennial, London, 2005).

– Narcís Serra, The military transition. Democratic reform of the Armed Forces (Cambridge University Press, Cambridge, 2010).

– José Luis de Vilallonga, The King. A life of King Juan Carlos of Spain (Weidenfeld & Nicolson, London, 1994).


[1] Powell (2015), ss. 348-51.

[2] Vilallonga (1994), s. 125.

[3] Preston (2005), p. 470.

[4] Powell (1996), s. 172.

[5] Tejero’s followers quickly founded a new political party, Spanish Solidarity, which obtained fewer than thirty thousand votes in the general election held in October 1982.

[6] Eski askerî yargılama yasası, Sanjurjo’nun 10 Ağustos 1932’deki isyanının birkaç hafta içinde yargılanmasına imkan sağlıyordu; hüküm 25 Ağustos’ta verilmişti.

[7] Apezarena (2016), ss. 322-25.

[8] José María García Escudero (1995), ss. 31-33.

[9] Calvo Sotelo (1990), ss. 49-51.

[10] Prego (2000), ss. 189-90.

[11] Serra (2010), ss. 197-98.

[12] Bununla birlikte, Armada 2013’e kadar yaşamış ve 93 yaşında ölmüştür. Pardo Zancada 1987’de serbest kalırken, Torres Rojas 1988’de sağlık ve yaşlılık yüzünden serbest kalmış ve kısa bir zaman sonra da ölmüştür. Milans del Bosch 1990’da serbest kalmış ve 1997’de, 82 yaşında ölmüştür. Tejero 1996’da cezaevinden çıkmış ve o günden bu yana sessiz ve sakin bir yaşam sürmektedir.