Vazife*

0
19

Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali

*Bu yazı, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali tarafından hazırlanan ve Şubat 2022’de yayımlanan Darağacındaki İstiklal Madalyası – 27 Mayıs Darbesi kitabında yer aldı.

GİRİŞ

Adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin
de adil olması lazımdır.
PASCAL

Hiç şüphemiz yok ki Türk Adalet tarihi, Türk Devletinin kuruluşundan bu yana bu çapta bir devlet davasının rüyetine ilk defa şahit olmaktadır.

Hatta bir parlamentonun, bir iktidar partisinin meclis grubunun tam kadrosu ile, bütün teşrii ve icra organlarıyla birlikte muhakemesine, dünya adalet tarihinde de emsal bulunabileceğine ihtimal vermiyoruz.

Davanın gerek bu hususiyeti ve gerek kararnamenin ve iddianamenin hukuki esaslardan ziyade siyasi temeller üzerine bina edilmiş bulunması itibariyle müdafaanın da, davaya asli karakterini veren siyaset çekirdeği etrafında toplanacağı ve bütün projektörlerin siyasi zemin üzerine tevcih edileceği akla gelebilir.

Fakat peşinen ve ehemmiyetle işaret edelim ki bu noktada müdafaa, iddianın tesis ettiği metoddan tamamen ayrılmak ve bütün faaliyetini yalnız hukuki esaslar üzerinde teksif etmek kararındadır.

Bundan dolayı biz her türlü hukuk dışı tesiri bir tarafa iterek sadece hak ve adalet sathında, yalnız hukuki esasların ve kanuni unsurların sarih hudutları içinde dolaşmakla iktifa edeceğiz.

Müdafaa makamını tam ittifakla bu kanaat ve karara sevk eden sebepler üzerinde bir nebze durmakta zaruret görüyoruz.

Açıkça ifade edelim ki bu medeni ihtilali açık kucakla karşılayan vatan sathında, bugün yer yer, bu davada yapılacak müdafaanın ve bu müdafaa kabul edildiği takdirde verilecek hükmün ihtilalin meşruiyetini zedeliyebileceğine dair birtakım tereddüt ve endişe tohumları maksatlı olarak veya vukufsuzluk saikasiyle filizlendirilmek istenmektedir.

Meseleyi çifte malumlu bir muadele basitliğine irca etmek isteyen ve siyasi sorumluluk ile cezai sorumluluğu tefrik etmeyen bu iki buutlu noktai nazara göre (madem ihtilal meşruiyetini Anayasanın ihlal edilmiş olmasından almaktadır, başka bir ifade ile madem Anayasa ihlal edildiği için ihtilal yapılmıştır, o halde Anayasanın ihlal edilmediği veya cezai mesuliyeti gerektirmediği ispat edilirse ihtilal meşruiyetini kaybedecektir.)

Üzülerek ifade edelim ki zannımızca bu peşin hükmün telkiniyle bu davalar sırasında müdafaa müessesine çok defa çatık kaşla bakılmış, müdafiler birer zararlı unsur gibi görülmek ve gösterilmek [sayfa 1] istenmiş, bu yüzden hayli üzüntülü zamanlarımız olmuştur.

Müdafaa makamı, bu tarihi davada son sözüne başlarken, evvela kendinse tevcih edilen bu ithamı cevaplandırmak mevkiindedir.

Böylece hem müdafaa yolunun başında kurulmak istenen mania bertaraf edilecek hem de yukarıda arzedilen kararımızın 1 No. lu mucip sebebi izah edilmiş olacaktır.

Basit bir hukuk tahlili, ihtilalin meşruiyet ve muvaffakiyetini, bu dava neticesinde verilecek kararda görmek ihtiyacını duyan bu görüşün sıhhatsizliğini teşhise kifayet edecektir.

1) Yarım asra yakın bir zamandanberi (ihtilal)in bir hukuk meselesi olarak literatüre girdiği ve (ihtilal hukuku) adı altında bir hukuk kolunun teşekkül ettiği bilinen bir vakıadır.(1)

Ancak bu hukuk kolunun cari hukuk nizamından ayrıldığında ve bu nizamın dışında bir yer işgal ettiğinde de şüphe yoktur.

Her iki hukukun, aynı zamanda aynı yerde bir arada bulunması tasavvur olunamaz.

Normal hukuk nizamı içinde ihtilal hukukuna yer olmadığı gibi, ihtilal hukukunun tatbik edildiği yerde de normal hukuk nizamından bahse imkan yoktur.

Birinin bittiği yerde diğeri başlar.

İhtilal hukukunu kurmak ve yaşatmak hakkı ve yetkisi hiç şüphesiz ihtilali yapana, (ihtilal kuvvetine) aittir.

Kuenzer’in dediği gibi (ihtilal, hukuku yıkmak suretiyle hukuk yaratmaktır.)(2)

Şu halde yeni bir hukuk yaratılacaksa, yeni bir adalet nizamı kurulacaksa bunu yapacak olan kuvvet, evvelki nizamı yıkan kuvvettir. Tek hak sahibi, söz sahibi, yetki sahibi odur.

Eğer 2 nci Cumhuriyeti kuranlar, mevcut hukuku yıkmak ve yeni bir hukuk yaratmak isteseydiler, daha açıkçası ihtilal hukukuna sığınmaya lüzum görseydiler, ne Yüce Divanın, ne iddia makamının, ne de müdafaa müessesesinin bugün burada işi yoktu.

20. asrın medeni Türkiye’sinde en medeni ihtilali yapanlar bu aziz vatan toprakları üstünde, arızi de olsa, normal hukuk nizamı dışında istisnai bir adalet sistemine yer vermemişler, ihtilal hukukunu tatbik etmemişler, münhasıran kendilerine mevdu bu haktan feragat etmek kahramanlığını göstermişlerdir. [sayfa 2]

İşte o andan itibaren ihtilal bitmiş, ihtilal hukuk devresi kapanmış, normal hukuk nizamı, cari adalet sistemi yeniden işlemeye başlamıştır.

İşte bunun için bu dava muayyen maksatla ve peşin fikirle seçilmiş halk hakimlerine değil, normal hukuk nizamı içinde yetkili Adalet müesseselerinin yüksek dereceli temsilcilerine, yani mevzu hukuka ve yürürlükte olan adalete tevdi edilmiştir.

Bugün burada bizim devşirme bir halk mahkemesi karşısında değil, hak ve adalet merdiveninin basamaklarını ağır emek yükü ile birer birer çıkarak bugünkü seviyelerine ulaşmış mümtaz hukukçulardan kurulu bir Adalet Divanı karşısında bulunmamızın sebebi budur.

Bunun hukuki ifadesini Yüce Divanın ve Yüksek Soruşturma Kurulunun kuruluşunu tanzim eden 1 No. lu kanunun 6. maddesinde bulmak kabildir.

Müdafaa müessesi, Türk Adaletinin bölünmez bir parçası olarak hukuka ve Türk Adaletine gösterilen bu güven ve saygıdan ve müdafaaya bildiği ve hakimler önünde vazife görmek imkanının sağlanmış olmasından dolayı 2’nci Cumhuriyet kurucularını saygı ve şükranla selamlar.

2) Müdafaanın ve ademi mesuliyete dair kararın, ihtilalin meşruiyetini ihlal edeceğine dair görüşü iflasa götüren sebep bundan ibaret değildir.

27 Mayısı hemen takiben M.B.K. nin yayınladığı 13 sayılı tebliğde (ihtilalin kardeş kavgasını önlemek için yapıldığı) açıkça beyan edilmiş ve hareketin saikı, hareketin sahipleri tarafından böyle teşhis olunmuştur.

İhtilali tamamen kendi menfaatlerine maletmek isteyen bazı siyasi çevreler bu teşhisten pek hoşlanmamışlar ise de bu hoşnutsuzluk belirtileri bazı yetkisiz ağızlardan gazete sütunlarına sorumsuz mütalaalar halinde dökülmekten ileri gidememiş, 13 No. lu tebliğ aynı hukuki ehemmiyette ikinci bir tasarrufla cerh ve iptal edilmemiş, ortadan kaldırılmamıştır.

Kaldı ki 1 No. lu kanunun 6. maddesiyle bir yargı organı olarak Yüksek Adalet Divanının kurulması, aynı maddenin 3. fıkrasiyle bir tahkik ve sevk organı olarak Yüksek Soruşturma Kurulunun teşkili, bu 13 No. lu tebliğin mevzuu olan maksadın kanunla teyidinden ibarettir.

Böylece ihtilal kuvveti, eski iktidarı devirmekle yetinmiş, mensuplarını mücrim göstermek ve mahkum etmek şöyle dursun Reisicumhurdan gayrısı hakkında ithamda dahi bulunmamıştır.

Eski reisicumhur hakkındaki ithamın da kanuni bir zaruret ve formalite icabı olduğu izahtan varestedir.

O halde ihtilal kuvvetini harekete geçiren saikın (kardeş kavgasını önlemek) ten ibaret olduğu hakikati artık münakaşa edilemez ve hukuki tasarruf üzerine hiçbir gölge düşürülemez.

Bu saika göre de bu dava neticesinde verilecek kararın uzaktan yakından ihtilalin meşruiyetiyle ilgili olamıyacağında şüphemiz yoktur.

3) Sebepler bundan da ibaret değildir.

İhtilalin meşruiyetini, muvaffak olduktan sonra, daha doğrusu iktidar haline geldikten sonra [sayfa 3] tartışmaya imkan verecek bir hukuk yolu bilmiyoruz. İhtilal muvaffak olduğu anda iktidar haline gelmiştir ve artık meşruiyetinin tartışılmasına imkan yoktur.

İşte bundan dolayı yabancı ceza kanunlarındaki muadil hükümlere imtisalen Türk Ceza K. nun 146. maddesi yalnız (teşebbüsü) terbim etmektedir. Fiil teşebbüs halinde kaldığı takdirde suçtur fakat tekemmül ettiği anda suç yoktur; zira artık ihtilal iktidar haline gelmiştir ve kazanın murakebesine tabi olmaktan çıkmıştır.

Filhakika Manzini bu noktaya şöyle ışık tutuyor:

“Suç yalnızca bir tehlike suçudur, yani münhasıran yeni teşkilatı esasiye nizamlarını fiilen tesis veyahut fiilen tesise teşebbüs bahis mevzuu olmalıdır. Şayet bu teşebbüs bir meşru kılma hali ile neticelenecek olursa fiil artık suç olmaktan çıkar; çünkü fiil, mütaakıben tesis edilen teşkilatı esasiye nizamı ile artık tezat halinde olmıyacaktır.”(3)

Bu noktada doktrin, ayrıca tatbikatla da teyid edilmiştir.

Alman Devlet Mahkemesinin, Federe Devletler arasındaki bir ihtilafta ittihaz ettiği 16.10.1926 tarihli ve 4/25 sayılı kararında aynen şöyle denilmektedir.

“Devlet hayatında fiili ve vaki hakimiyet muteberdir. Kuruluştaki hukuka aykırılık, muteberliğe mani değildir; zira kuruluştaki hukukilik devlet kuvvetinin esaslı hususiyetlerinden değildir.”(4)

Bu dava Federe Devletlerden birinin, diğeri aleyhine, hissedar olduğu Vakıfların Devletleştirilmiş olmasından dolayı ve bu tasarrufu yapan davalı devletin ihtilalle işbaşına geldiği iddiasiyle bu tasarrufun muteber olmadığı esasına dayanıyordu. Görüldüğü gibi Devlet mahkemesi davayı reddederken sadece ihtilalin iktidar haline gelmiş olması sebebine istinad etmiştir.

4) Bütün bunlardan başka halk oyuna sunulmuş bulunan yeni Anayasamızın Milletçe kabulü ile ihtilalimizin meşruiyeti mevzuunda her türlü münakaşa kapısı milli irade tarafından bir daha açılmamak üzere kapatılmış bulunmaktadır.

5) Ve nihayet ehemmiyetle işaret edelim ki davamızda müdafaanın muhatabı olması icap ed en İddia ve İtham Makamı sadece Yüksek Soruşturma Kuruludur. Davanın hukuki çatısını kuran, suç icad ve isnad eden, eski Reisicumhurdan gayrı bütün sanıkları huzurunuza sevkeden odur.

Filhakika 1 No. lu kanunun 6. maddesinin 3. fıkrasında (sanıkların sorumluluklarını araştırmak ve haklarında son tahkikat açılarak Yüksek Adalet Divanına verilmeleri gerekip gerekmediğine karar [sayfa 4] vermek yetkisi ve vazifesi Yüksek Soruşturma Kuruluna bırakılmıştır).

Bu itibarla müdafaanın ihtilal kuvvetine değil, doğrudan doğruya sevk ve iddia organına müvecceh olacağı tabiidir. İhtilali yapana saygı ve şükrandan başak sözümüz yoktur. Ancak iddia ve ittiham makamına ve onun arkasındaki fetva heyetine hukuk alanında ve tarih önünde pek çok diyeceklerimiz vardır.

Zira bu yüzden biz bugün burada yalnız müvekkillerimizi değil, daha evvel hukukun kendisini müdafaa etmek mecburiyeti ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Ve şuna inanıyoruz ki, şartlar ne olursa olsun hukuku müdafaa etmek, Adalete hizmetkar olmak, bilhassa tarih boyunca Adaleti bayrak gibi taşımış bir milletin çocukları için en büyük vatan hizmetidir. Ve yine şuna da inanıyoruz ki, bir devletin Anayasası ne kadar mükemmel olursa olsun, müesseseleri kuvvetli olmadığı takdirde nizam ve istikrarın sağlanabileceğini ummak hayaldir. Bir başak tarlası gibi her rüzgarın istikametinde eğilen müesseseler hiçbir siyasi rejime sağlam bir zemin teşkil edemezler. Bu çürük vasat üstünde hiçbir rejimin, hiçbir nizamın temelleri atılamaz. Osmanlı İmparatorluğu ihtişamını ve bekasını, Yavuzun kılıcından, Fatih’in donanmasından çok Molla Gürani’nin, Hızır Bey Çelebi’nin adaletine borçludur.

Bilhassa çok zarif ve ince bir mimarisi olan demokrasi rejiminin yıkılmaması ve altında kalınmaması için temel müesseselerin sağlamlığına ayrıca itina etmek gerekir.

Bizler bu müesseselerin en büyüğü ve en heybetlisi olan Adalet müesseselerinin ameleleri olarak bu metaneti temin için çalışmakla mükellefiz.

Öylesine mükellefiz ki, ne herhangi bir iktidar bu nizamı bozmaya teşebbüs edebilsin ne de herhangi bir muhalefet nizamın bozulmakta olduğuna milleti inandırabilsin, iğfal edebisin.

Bütün bu sebeplerin sevkiyle biz davayı şahıslardan, şahsiyetlerden ve hadiselerden tamamen sıyırarak bir hukuk meselesi halinde ele almak ve Yüksek Adalet Divanına öylece takdim etmek kararına varmış bulunuyoruz.

Burada sadece hukuk düşüneceğiz, hukuk konuşacağız ve hukuk isteyeceğiz…

Ve böylece en büyük fazilet olan Adalete naçiz bir hizmette bulunmanın eşsiz huzurunu duyacağız.

[sayfa 5] “Hakikate yalnız bir yoldan gidilir.
Fakat ondan uzaklaştıran yol binlercedir.”
LA BRUYERE

1. Bölüm

VAZİFE MES’ELESİ

I – EHEMMİYETİ

Türk teşrii hayatının kaderini ve istikametini tayin edecek olan bu davada VAZİFE mes’elesi müstesna bir ehemmiyet arzetmektedir.

Çünkü ne tarafından bakılırsa bakılsın, sevk ve isnad ne olursa olsun bu davada muhakemesi istenen, muhakeme edilen ve hakkında hüküm verilecek olan teşrii bir hey’etin teşrii faaliyetidir. Ayrıca bu hey’et, eski Büyük Millet Meclisinin Anayasayı değiştirmeye yetecek ekseriyetini teşkil etmektedir.

Filhakika iddianın mevzuu doğrudan doğruya eski iktidar partisi meclis grubunun teşrii faaliyetine taalluk etmekte, eski Hükümet, meclis riyaseti ve meb’uslar (Anayasaya aykırı kanun çıkarmak ve murakabe görevini yapmamak suretiyle T.C.K. nun 146. maddesinde yazılı suçu işlemek) ile itham edilmektedirler.

Yüksek Adalet Divanı da bu iddiaya uygun olarak bu teşrii faaliyeti, kanunların teklifi safhasından alıp kabulü safhasına kadar incelemiştir.

Verilecek kararın da bu teşrii faaliyete ait hükmü ihtiva edeceği tabiidir.

Bu itibarla davanın mevzuu, mihveri ve saiki (bir teşrii hey’etin teşrii faaliyetinden dolayı cezai sorumluluğunu tesbite) müncer olmaktadır.

Binaenaleyh davanın esasına ait verilecek karar ve varılacak netice ne olursa olsun bir mahkemenin böyle bir davayı rüyete peşinen kendini vazifeli görmesi ayrı bir önem taşımaktadır.

Bu davada vazifeye müteallik kararınız, bu mevzuda tek misal, tek tefsir, tek içtihat olacaktır.

Bu tefsirin ve içtihadın teşrii masuniyet anlamına ve tatbikatına yeni bir veçhe

vereceği, bu itibarla müdafaa makamım için evvela vazife mes’elesi üzerine eğilmenin hukuki olduğu kadar, tarihi ve milli bir borç olduğu aşikardır.

Milletlerarası müşterek hukuk ilminin ve adalet duygusunun ışığı altında, Yüksek Adalet Divanının bu çok önemli mes’eleyi, Dünya hukuk tarihi içinde işgal edeceği mevkie yakışacak bir vukufla çözeceğine inanmak isteriz.

Peşinen ifade edelim ki, vazife itirazımız münhasıran sanıkların sıfatlarından doğmamakta bizzat davanın esasına da taalluk etmektedir.

[sayfa 6]

II – ÖN MESELE MEFHUMU

Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, mahkemelere delilleri serbest takdir hakkını tanımıştır.

Huzurdaki davanın esasında, sanık meb’usların KASDEN Anayasaya aykırı kanun çıkardıkları iddiası vardır. Her ne kadar bazı olaylardan bahsedilmekte ise de Ceza Kanununa uygun surette bu suçlara iştirakleri bulunanlar hakkında müstakil davalar ikame edilmiş ve Yüksek Divan bu davaların bir kısmını rü’yet edip karar safhasına getirmiş durumdadır. Savunduğumuz sanıkların büyük çoğunluğu o davalarda beraet etmiş veya hiçbir ilgisi bulunmamış sabık milletvekilleridir.

Kararnameye göre bu sanıklar bilhassa salahiyet kanununa ret vermek suretiyle Anayasayı ihlal suçunu işlemişlerdir. Bu sanıklar Anayasaya aykırı kanunlar çıkararak Anayasayı tebdil, tağyir ve ilga fiilini ika etmişler ve bu fiillerin icrası teşrii faaliyet esnasında vuku bulmuştur.

Sanıklar hakkında Yüksek Adalet Divanının yürüttüğü son tahkikat isse şu seyri takip etmiştir:

a. Sanık milletvekillerinin Mecliste ve Gruptaki mütalaa ve beyanları incelenmiş,

b. Sanıkların bazı kanunlara rey verip vermedikleri hususunun zabıtlardan ve kendi ifadeleri ile tesbiti cihetine gidilmiş,

c. Bu rey, mütalaa ve beyanlarla ilgili Meclis dışı faaliyetleri gözden geçirilmiş,

d. İçtüzük tadili ve tatbikatı ile Meclis Riyaset Divanının tutumu ele alınmış,

e. B.M.M. encümenlerinin karar ve faaliyetleri tetkik edilmiş,

f. Sanıkların teşrii faaliyet esnasında, müzakere salonunda, encümenlerde, gurupta ve koridorlardaki murakabeye veya teşrii vazifelerine müteallik davranışları tahkik mevzuu olmuştur.

Tahkikatın bu mahiyeti, sanıklara yüklenen suçun Parlamentonun teşrii fonksiyonundan doğup bundan ibaret olduğunu açıkça tesbit etmektedir. Bu sebeple Yüksek Divan her şeyden evvel bazı kanunların ve bilhassa salahiyet kanununun Anayasaya aykırılığı hususunu tesbit mevkiindedir.

Böyle bir tesbit ise Yüksek Divan için mes’elei müste’hire mahiyetindedir. Nitekim Ord. Prof. Onar “… bunu bir mes’elei müste’hire sayarak salahiyetli mercie bırakmalıdırlar. Aksi halde kuvvetler ayrılığı veya işbölümü prensibine, salahiyet kaidelerine riayetsizlik edilmiş olur”(5) demektedir.

Halk oyu’ndan geçen yeni Anayasanın 151. maddesi sarih surette kanunların Anayasaya aykırılığı iddiasının bir ön mes’ele olduğunu ve merciin bu noktada vereceği kararın mahkemeyi bağlıyacağı esasını ihtiva etmektedir.

[sayfa 7] Bu davanın savunmasında dava konusu kanunların ve teşrii faaliyetin Anayasaya aykırı olmadığı müdafaası da mevcuttur. Bu karar veya kanunlar Anayasaya aykırı değilse suç kastini veya suç unsurlarını araştırmağa sebep kalmaz.

Divan Başkanlığınca duruşma sırasında bazı şahitlere ve sorgu sırasında her sanığa salahiyet kanununun ve diğer bazı kanunlarla içtüzüğün Anayasaya uygunluğu hakkındaki kanaatleri sorulmuş; hangi sebeple olursa olsun Yüksek Adalet Divanının bu mes’eleyi re’sen tahkike lüzum hissettiği görülmüştür.

III – TEŞRİİ FAALİYETİN MURAKABESİ

Suçun muhtelif hareketlerden terekküp ettiği kabul edilse bile 27. 5. 1960 tarihinde bir kanunun Anayasaya aykırılığını tetkike mahkemeler vazifeli değildir. Bu vakıa halk oyu’na sunulmuş yeni Anayasanın geçici 9. maddesi ile de te’yit edilmiştir:

“Geçici madde 9 – Anayasa Mahkemesinin göreve başladığının Resmi Gazete ile yayınlanmasından önce, mahkemelerde kanunların Anayasaya aykırılığı iddiası ileri sürülemez ve mahkemelerce kanunların Anayasaya aykırılığına dayanılarak karar verilemez.”

Mevzuattaki içtihatların tamamını, Anayasa doktrincilerin fikirlerini, Meclis teamüllerini, eski devlet adamlarının beyanlarını nakletmeye lüzum görmüyoruz. Zira bu hususta ittifak vardır. Ancak Yüksek Divanın 1960/1 esas sayılı kayıtlı Anayasa dosyasında Yüksek Soruşturma Kurulu kararnamesinin müstenidi olan 4 numaralı Tali Kurulun mütalaasını davanın kurulması sırasında mütalaa edilmiş olması bakımından aynen nakletmekle iktifa ediyoruz:

“Hukuki münakaşa ve tahlile girmeden evvel şu ciheti tebarüzettirmek icap etmektedir. 4 numaralı tali komisyonumuza verilen vazife münfesih Meclisin Anayasaya aykırı olarak çıkardığı kanun ve kararlarla buna bağlı icraatın halen mer’i Anayasanın 52. Maddesinin mana ve delaleti, kanunların Anayasaya mugayeretinin tetkikini mahkemelerin salahiyeti dışında bırakmış ve bu hususun bizzat Meclise ait olduğu tatbikatla da tereddüde mahal kalmıyacak surette teeyyüt etmiştir. Bu itibarla sorumluluk bakımından kanunların Anayasaya muhalefetini tetkike hukuken imkan yoktur. Ancak 1953 ten bu yana iktidarın demokratik esaslara ve cumhuriyet prensiplerine muhalif fiil ve hareketlerine şöylece mütalaa olarak işaret edebiliriz.”

Bu mütalaanın tesbit ettiği vakıalar ve hukuki sebepler kararnameye aynen geçirilmiş ve bu dava ikame edilmiştir. 4 numaralı tali komisyonun fevkalade isabetli mütalaası ise bir cümle ile te’vil edilmemiş ve karşı bir fikirle cevaplandırılmamıştır. Kısacası Yüksek Soruşturma Kurulunun kararnamesi, mesnedi olan mütalaa ile tezat halindedir.

[sayfa 8] Yüksek Soruşturma Kurulu adına 4 numaralı tali komisyonun işaret ettiği gibi kanunların Anayasaya uygunluğunu tetkike bile Yüksek Adalet Divanının hukuki bir imkana sahip olmadığı açıkça ortadadır.

27 Mayıs 1960 tarihine kadar ve bugün kanunların Anayasaya uygunluğunun tetkik mercii B.M.M. veya onun yerine kaim olan organdır. S. Sami Onar, Anayasanın 52. maddesinin son fıkrasının nizamnamelerin bile kanunlara uygunluğunu tetkik hakkını Meclise verdiğini ve burada kullanılan İDDİA tabirinin hem dava, hem de defi’yi içine aldığını ve mutlak bulunduğunu ifade etmektedir.(6)

IV – DAVANIN İKAMESİ (SANIKLARI YÜKSEK ADALET DİVANINA SEVKEDEN KUVVET)

Duruşmalar sırasında Yüksek Adalet Divanı Başkanı 11.5.1961 tarihli celsede sanıklardan birine hitaben “kendilerini Yassıadaya tıkan kudretin” böyle istediğini beyan etmiştir. Gene Divan Başkanı 20.6.1961 tarihli celsede, sanıkların mahkeme huzuruna gelmeleri ile bu mes’elenin halledildiğini ve başak müdafaa yolları aramaları gerektiğini beyan ve ifade etmiştir.

Bu beyanlardan şu netice çıkmaktadır. Yukarıda işaret edilen ve cerhedilmesi imkansız mütalaalar kabul edilmekte, ancak ihtilali yapan kudretin bu mes’eleyi hallederek tasarrufu ile sanıkları Yüksek Divana sevkettiği Başkanlıkça ifade edilmektedir. Bu düşünce vakıalara ve sureti sevke tamamiyle aykırıdır. Şöyle ki:

A. Bu davanın bütün sanıklarından Yassıadaya sevk edilmeleri ve tutulmaları iki hukuki safha arzeder:

1. – 27 Mayıs 1960 tarihinde bu zevat Milli Birlik Komitesi kararı ile muhafaza ve nezaret altına alınmışlardır. Bu tasarruf siyasi kudreti temsil eden Komitenin iradesi ile yapılmış olup tevkif müzekkeresine istinad etmediği gibi hukuki sebepler de gösterilmiş değildir.

2. – Siyasi kudret 12.6.1960 tarihli geçici anayasanın 6. maddesinin 3. fıkrası ile:

“Sanıkların sorumluluklarını araştırmak ve haklarında son tahkikat açılarak Yüksek Adalet Divanına verilmeleri gerekip gerekmediğine karar vermek üzere Yüksek Araştırma Kurulu teşkil olunur” hükmünü vaz etmiştir.

3 sayılı kanunla teşekkül eden Yüksek Soruşturma Kurulu’na muhafaza altında bulunan sanıklar, aynı kanunun 7. maddesinin 2. fıkrasına uygun olarak suçlulukları araştırılmak ve gerekirse tevkif edilmek üzere devir edilmişlerdir.

Bu davanın sanıkları hakkında tevkif müzekkerelerini Yüksek Soruşturma Kurulu çıkartmıştır.

[sayfa 9] B. Milli Birlik Komitesi 1 sayılı kanunun 6. maddesi ile Yüksek Soruşturma Kurulu’na ve Yüksek Adalet Divanı’na sevk edilecek sanıkların sıfatlarını ve dolayısıyla bu sanıklar için muhakeme merciini tesbit etmiştir. Bu tamamen usuli bir hükümdür. Milli Birlik Komitesinin yani siyasi kudretin hukuki mes’eleleri çözmesi, suç sebeplerini beyan etmesi, kazaai kararlara varması kat’iyyen varit ve mümkün değildir. Milli Birlik Komitesi geçici Anayasa gereğince B.M.M yerine kaim olan organdır; kaza hakkını kullanamaz.

Müdafaanın GİRİŞ bölümünde ve yukarıda arz olunan sebepler göstermektedir ki sanıklar hakkında teşrii fonksiyon sebebiyle hukuka aykırı bir dava ikame eden, bir adli hey’et olan Yüksek Soruşturma Kurulu’dur. Bu kurul tamamen serbest iradesiyle mevzu kanunlar çerçevesinde ilk tahkikatı müteakıp bu davayı bina etmiştir: Üyelerinden onbir tanesi sanık meb’uslar hakkında ademi takip re’yinde bulunmuş, bu davanın tahkikatına memur 4 numaralı tali komisyon ise böyle bir davanın hukuken mümkün bulunmadığını açıkça beyan etmiştir.

Siyasi bir kudretin bir emri, hatta bir iması bulunsa idi bu nevi muhalefetler ve hukuka uygun görüşler serd edilebilir miydi?

C. Milli Birlik Komitesinin eski Cumhurbaşkanı hakkında ittihaz ettiği karar dahi ancak muhakeme merciini tayin vasfındadır. Bu, karar mahiyetinde olup kanun hüviyetini iktisap etmediği için ancak alakalısını ilzam eder. Sanık meb’usların mes’uliyetlerini tesbit zımnında ve hukuki mes’elesinin hallinde Yüksek Divanı elbette bağlamaz.

D. Kaldı ki Milli Birlik Komitesinin, teşrii fonksiyonun dava konusu olabileceği noktasında bir kararı olmadığı gibi, kanunların Anayasaya uygunluğunu istisnai olarak tetkike Yüksek Divanı vazifeli kılan bir kanun veya kararı da mevcut değildir.

Bu davanın kararnamesi, Yüksek Soruşturma Kurulu’nun vazife hudutlarını aştığını, hukuki prensiplerini çiğnediğini gösteren tarihi bir vesikadır.

Aynı zamanda Türk Ceza Kanununun mer’iyeti devam eden 2. maddesindeki hükme bir baştan bir başa muhaliftir. Sadece bu muhalefet hali bile vazife itirazımızı kabule kafi bir hukuki sebep teşkil eder.

V. NETİCE

Kanunların Anayasaya aykırılığı şahit beyanları veya bilirkişilerin hüviyetine girmiş mağdurların sübjektif mütalaaları ile isbat edilemez.

Kanunların Anayasaya uygunluğu hususunda karar veren mahkemeler mütehassıs mahkemelerdir. Özel statülerine göre kurulur ve işlerler. Ceza mahkemesinin bir suç halini tesbit için vereceği böyle bir karar tarihe ve hukuka karşı hüküm ifade etmez.

Kanunlar, ona rey veren meb’usların iradeleri üstünde, teşrii organların vücut verdikleri kaide – tasarruflardır. Şekline uygun olarak tedvin edilen bir kanunun kudreti ve üstünlüğü bu vasfından doğar. Böyle bir tasarrufun yürürlükten kaldırılması ve Anayasaya aykırılığının murakebesi bu sebeple Anayasada gösterilir. Dünya demokrasi tarihinde Anayasa [sayfa 10] mahkemelerine iptal edilmek için kanunların gönderildiği çok görülmüştür; fakat kanun yapanların gönderildiğini ilk defa görmekteyiz. Ceza vermek için önce bu iradelerin tamamen dışında bir kaide – tasarrufun iptali gerekmektedir. O iptal edilse bile bir kaide – tasarrufa rey verdikleri için bir parlamento ekseriyetinin ceza mahkemesine sevkedilmesi; gene tek bir misal olarak kalmağa mahkum bulunacaktır.

Kanun ile rey illiyetini bu kadar karıştıran ve bütün nazariyeleri, mevzuatı kısaca alt üst eden bir kararnameyi, hukukçuların ekseriyetinden mürekkep bir hey’etin esbabaı mucibeden mahrum olarak hazırlamasına inanmak cidden güçtür. Bir parlamentonun iç tüzüğünün Anayasaya aykırılığını incelemek, pek çok memleketler Anayasalarında murakebe dışıdır. Hele parlamentonun iç faaliyetlerinin tetkik konusu yapılması ve bu faaliyetlerin sanıklar aleyhine delil olarak kabulü, izahı imkansız bir hatadır.

Henry Nezard’ın dediği gibi “amme intizamı parlamentonun menfaati içinde tesis edilmiştir. Meb’us bu haktan feragat edemez ve hatta mahkeme huzurunda bu haktan faydalanmak istemese bile mahkeme, vazifesi icabı re’sen vazifesizlik kararı vermekle mükelleftir.”(7)

Parlamento meb’usların beyanları, reyleri, kavgaları, küfürleri, kulis faaliyetleri, gurup ve komisyon çalışmaları ile bir bütündür. O çatının içine kendi zabıtasından başkası giremez; teşrii fonksiyonundan dolayı kapı savcıya da, hakime de kapalıdır.

Parlamentoların yüzyıllardır devam eden mücadele sonucunda elde ettikleri mevki bu dava ile sarsılmıştır. Kaza organının bu davada değil aleyhte karar vermesi, bu davanın rüyet edilmiş bulunması bile, siyasi gelişmemizde uzun yıllar devam edecek zararlı izler bırakabilir.

Bu dava ile mebusun değil, parlamentonun dokunulmazlığı ve kudreti muhakeme konusu olmuştur.

Biz vazife itirazımızı sadece Anayasanın 17. ve 103. maddelerine dayandırmıyoruz. 1924 Anayasasının bütününe, kaza organlarının içtihatlarına, Cumhuriyetimizin mer’i mevzuatına, Türk Devletinin temel felsefesine ve yapısına ve daimi ve müşterek hukuka istinad ettiriyoruz.

Kanunların Anayasaya aykırılığının bir mes’elei müste’hire teşkil ettiğine dair müdafaanıza karşı belki 1 sayılı kanunun ve yeni Anayasamızın dibaceleri ileri sürülebilir ve bu dibacelerde eski iktidarın bazı teşrii tasarruflarla Anayasayı çiğnediğinden bahsedildiği ortaya atılabilir. Ancak bu fikrin müdafaamızı cerhedebilecek hukuki bir değer taşımadığı tabiidir. Zira:

Dibaçeler, metne dahil bulunduklarına dair sarih ibareler bulunduğu halde dahi (ki yeni Anayasamızda bu hüküm mevcuttur) gene de ihdas edici hükümler sevkedemezler. Sadece ve ancak, kanun metninin hangi şartlar dahilinde hazırlandıklarını ve böylece hangi esaslara göre tefsir edileceğini gösterirler. Yani, metni başına alındıkları kanuna münhasır ve o kanuna [sayfa 11] matuf olmak üzere, kanunu tefsir edici fonksiyondan başka bir vazife görmezler, müstakil bir hüküm kıymetini haiz olmazlar. Aksi takdirde, niçin dibace halinde bulunup madde şeklinde tedvin edilmedikleri suali cevapsız kalırdı.

Zaten “umumi, objektif ve istikbale muzaf” diye tarif edilen kanun müessesesinin, makable şamil kıymet hükümleri veremiyeceği, hüküm tesis edemiyeceği tabiidir.

Aksi kabul edilseydi, kaza hakkının müstakilliğine işaret eden yeni Anayasamızın, daha dibacesinde bu müstakilliği bertaraf ettiği yolunda abes bir neticeyi de kabul etmek gerekirdi.

Bütün bu maruzatımız bir tarafa bırakılsa bile, 1 sayılı kanunun ve yeni anayasamızın dibaceleri, anayasanın bazı tasarruflarla çiğnendiğinden bahsetmelerine rağmen, bu tasarrufların hangi kanunlarda teşahhus ettiğini tayin ve tesbitten işte bu sebeple dikkatle kaçınmışlardır. Şu halde “bir kanunun Anayasaya aykırı olup olmadığının tayin ve tesbiti” hususuna dair vazife itirazımız, bir bakıma dibacelerle de teyit edilmektedir.

Rüyet kabiliyeti bulunmayan davanın vazifesizlik kararı ile neticelendirilmesini ve tevkif müzekkerelerinin geri alınmasını her şeyden önce bu sebeple talep ediyoruz.


1 Beling, İhtilal ve Hukuk, 1923 Augsbourg; Graf zu Dohna, Hukukun Yıkılması ve Yaratılması Bakımından İhtilal, 1923 Heidelberg v.s.
2 Kuenzer, Der Hochverrat in der Rechtsprechung des Reichsgerichts, Deutche Juristenzeitung, 1932, s. 33.
3 Manzini, Bahis 1054, dip not 4.
4 Dr. H. H. Lammers – Dr. Walter Simons, Die Rechtsprechung des Staatgerichtsholfs für das Deutche Reich und des Reichgericht, Berlin 1929, s. 252-253.
5 Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, İdare Hukuku, s. 268.

6 S. Sami Onar, a.g.e., s. 266.

7 Henry Nözard, Element de Droit Public, 6. ed., s. 204.