Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali
*Bu yazı, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali tarafından hazırlanan ve Şubat 2022’de yayımlanan Darağacındaki İstiklal Madalyası – 27 Mayıs Darbesi kitabında yer aldı.
[sayfa 12]
I – ANAYASA MEFHUMU:
A. 1924 ANAYASASI:
Sanıklara yüklenen suçun anayasa hukuku bakımından savunmasına başlarken her şeyden evvel çiğnendiği iddia edilen anayasa nizamının bir krokisinin kısaca çizilmesi gerekiyor. Bu araştırmamızda umumi mefhumların tarifine girişmiyeceğiz. Yerli ve yabancı ilim adamlarının anayasa hukuku ile ilgili ve mütearife haline gelmiş fikirlerini nakletmeği müdafaamız bakımından lüzumsuz bulmaktayız.
Ancak, gerek kararnamede gerekse son mütalaada ileri sürülen itham sebeplerinin doğruluk derecelerini anayasa hukuk bakımından ve bilhassa 1924 Anayasa’sı muvacehesinde araştırmağa mecburuz.
1. – 1924 Anayasası’nın asli gayesi:
Her anayasa yaşayan bir bütündür. Bu bütüne hakim olan ruh ve mana anayasa metninin olduğu kadar kurulmak istenene sistemin incelenmesi ile de meydana çıkar. Bu incelemede anayasanın metin olarak tekevvün ettiği devrin tarihi, siyasi, sosyal ve kültürel şartlarının iyice araştırılması gerekir.
a. 1924 Anayasasını doğuran tarihi şartlar çok kısa olarak şöyle özetlenebilir: Türkiye ülkesinde Cumhuriyetten evvel teokratik ve mutlakiyetçi bir imparatorluk yaşamıştı. Yalnızca 19. yüzyılın sonlarında bir anayasaya dayana monarşi teşebbüsü bir yıl yaşayabilmiş ve hemen peşinden 1879-1908 arasında tekrar keyfi irade hakim olmuştur.
Birinci Dünya Savaşında Türkiye toprağı istilaya uğramış ve galip devletlerin Türkiye’yi parçalama gayreti yeni Türk devletine vücut veren bir kurtuluş hareketine yol açmıştır. Milli kurtuluş hareketinin başarıya ulaşmış olması bu çeşit oluşların beraberinde getirdiği problemi ortaya çıkartmıştır. Bu, yeni bir devlet kurma mecburiyetidir.
Bir devlet kağıt üzerinde yazı ile kurulamaz. Bu kuruluşların kendiliğinden gelişen sihirli bir oluşları vardır. Bizim devletimizin vücut bulması da aynen böyle kendine has bir tarzda vuku bulmuştur. Henüz milli savaş deva ederken, memleketin dört köşesinden halk temsilcileri merkeze gelmiş bulunuyordu. Anadolu toprağı, imparatorluğun farazi otoritesinden kurtulmuş, halk temsilcilerinin fiili iktidarı altına geçmişti. Ve aşikardır ki, bu fiili iktidar geniş kitleye dayanmakta idi.
Kurtuluş Savaşında bütün irade beyanlarında (Hakimiyeti Milliye vakıası) yer almış ve 1921 Anayasası’nda formülünü şöyle bulmuştu:
(Madde: 1. Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.)
Bu hüküm Lincoln’ün demokrasi formülünün bir başka ifade şeklidir. Böylece üstün [sayfa 13] irade kudreti millette olan fertlerce seçilmiş tek meclisin düzenlediği bir devlet idaresinin temelleri o tarihte atılmıştı.
b. Siyasi şartlara gelince; fiili harb sona erdiğinde devletin yerleştirilmesi, dahilde istikrarlı ve huzur verici bir idare kurulması siyasi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple yeni anayasa sistemi daha çok siyasi zaruretlerle bilhassa şu üç vasfı ile yeni bir devlet kurmak zaruretini hissettirmiştir:
“Halk iradesi esastır.
“Mes’ul hükümet vardır.
“Anayasa istikrarlıdır.”
Bizim 1924 Anayasamız bir kurucu meclis düşünmediğine göre, sert anayasa tipindedir ve meclis hükümeti sistemi içinde neşvünema bulmuştur.
c. Sosyal ve kültürel şartlar, anayasanın tedvin edildiği tarihlerde ülke bütünlüğü bakımından daha çok bir askeri diktatörlüğün gelişmesine uygun bulunmakta idi. Halkın eğitim seviyesi mukadderatını bizzat tayin için, henüz kıvamlı olmadığı cihetle Cumhuriyet, ilk yıllarında bir eğitim seferberliği ve devrimi geçirmiştir.
2. – 1924 Anayasası’nın karakteri:
Anlatılan şartlar karşısında 1924 Anayasası’nın devlet ideali şöylece özetlenebilir: Devamlı, hayati kabiliyeti haiz, bütün ve dinamik bir devlet yaratmak. Anayasanın bu devleti yaratmak için güttüğü siyasi amacı Prof. Bülent Nuri Esen şöyle ifade ermektedir:
(Türkiye 1946 ya kadar Cumhuri ve askeri bir diktatörlükle idare edilmiştir. 1946 da ise klasik demokrasiye geçilmiştir.)
1950 de vuku bulan iktidar değişikliği 1924 Anayasası’nın bu özelliklerinden doğan kusurlarını ortaya çıkartmıştır. En başta gelen kanun dairesinde düzenlenmesi için meclisin kanun çıkartmadaki geniş yetkisi kriz sebebi teşkil etmiştir. Zira, 1924 Anayasası fert hürriyetlerinin teminatı bakımından kifayetsiz kalmış, kanun yapan merciin herhangi bir kontrol dışında kalması şikayetleri gerektirmiştir. Türk siyasi rejimi ekseriyet hakimiyeti mekanizmasına tabii bir demokrasidir. Pek çok demokrasinin anayasa hukuku bakımından bun vasıfta olduğu malumdur. Ancak, ekseriyete karşı azınlığın haklarını koruyucu teminatlara sahip olmayan eski anayasa gerçek demokrasiye doğru bir köprü ve istihale mahiyetini aşamamıştır. Siyasi hukuk teorisi bakımından 1924 Anayasası konvansiyonel bir hükümet tarzı tesis etmiştir.
Bu anayasa fert hürriyetleri yönünden 1789 prensiplerinden mülhemdir. Ancak, 1917 den sonra gelişen bilhassa ekonomik hürriyetleri ve 1937 ila 1948 yılındaki insan hakları evrensel beyannamesine dayanan yeniliklerden habersizdir. Bu boşluk demokratik hayata girdikten sonra kendisini daha çok hissettirmiştir. Bu izahların sonucunda 1924 Anayasası’nın başlıca özelliklerini dört grupta toplayabiliriz:
a. Devlet şeklinin cumhuriyet oluşu
b. Milli hakimiyet esasının kabul edilmiş olması
[sayfa 14] c. Anayasa kontrolünün bulunmayışı
d. Anayasanın sert anayasa tipinde bulunması.
Türkiye Devleti Anayasasının 1924 örgüsü bu dört prensip üzerine kuruludur. Bu üstün kaideler Türkiye Devletini ana hatları ile nizamlamışlardır. Diğer bütün hükümlerin yürürlüğü ve kuvveti bu dört prensibe göre yorumlanabilir. Tetkik edilmesi gereken mesele 1924 Anayasası nizamı çerçevesinde T.B.M.M’nin durumu ve kudretinin, ölçüsünün tesbitidir.
3. – 1924 Anayasası ve Büyük Millet Meclisinin kudreti:
Bir ihtilal ertesinde ve bu ihtilali yapmış meb’usların hazırladığı 1924 Anayasası milli hakimiyetin nazari bütün salahiyetlerini Türkiye Büyük Millet Meclisinde toplamıştır.
Eski Anayasa Büyük Millet Meclisi’ne büyük ölçüde güvenen ve yer veren bir ruh taşır. Pek çok müeyyidelerin ve teminatların eksikliğini Büyük Millet Meclisinin kudretini sınırlamamak ve meclise geniş hareket serbestliği tanımak isteyişinde aramak lazımdır. Şimdi bu müessesenin gelişmesini sosyal ve hukuki sebepleri ile birlikte araştıracağız.
23 Temmuz 1919 da toplanan Erzurum Kongresinde de Büyük Atatürk:
“Milli iradeye müstenit şüra tesisini ve kuvvetini milli iradeden alacak bir hükümet teşkilini” teklif etmiştir.
Sivas kongresinde bu fikir teyit olunmuş 1920 meclis hükümeti fikri anayasada (Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir) ana umdesi ile temelleşmiştir. 1 Kasım 1922 tarihinde Meclisin açılış toplantısında irad ettiği nutuktaki şu cümleleri anayasa hukuk bakımından çok önemlidir:
“Hey’eti içtimaiyede en yüksek hürriyetin ve ali müsavat ve adaletin temini istikrar ve mahfuziyeti ancak ve ancak tam ve kat’i manası ile hakimiyeti milliyenin müesses bulunması ile kaimdir. Binaenaleyh hürriyetin de, müsavatın da, adaletin de noktai istinadı bütün vatanda yalnız milleti ve sadece onun iradesini hükümran kılan hakimiyeti milliyedir.”
Millet hakimiyeti fikrinin büyük önder Atatürk’ün bu sözlerinde bütün şümulünü bulduğu aşikardır.
[sayfa 15] Osmanlı Kanunu Esasisi, hakimiyet mefhumunda adeta bir ikilik tasavvur etmişti. Milli irade fikri ile saltanatın geleneksel “Hukuk hükümraniyesi” uzlaştırılmıştı. Anlaşılmaktadır ki, milli kurtuluşun anayasa hareketleri ile bu ikilik fikri üzerine yürümüş ve tek kudret fikrini benimsemiştir. Büyük Millet Meclisinin 1924 anayasasında millet hakimiyetinin tek mümessil olarak tanzim edildiği bütün kuvvetlerin ona teslim edildiği ve ancak iş ve salahiyet bölümünün kuvvetler arasında yapıldığı görülmektedir. Eski anayasa yukarıdan beri anlattığımız oluş içinde ve kendisini doğuran hareketin özellikleri ve felsefesi dikkate alınarak mütalaa edilir. T.B.M.M. eski anayasamızda bir mümessil heyet ve organdır. Meclisin iradesi milli camianın iradesidir. Nitekim, anayasanın 4. maddesi sarahaten bu hakikati ifade eder.
(Madde 4. Büyük Millet Meclisi milletin yegane ve hakiki mümessili olup millet namına hakkı hakimiyeti istismal eder.)
Anayasa hukukuna göre bu şartlarla vücut bulan ve bu kuvveti taşıyan bir meclisin durumu şöyle anlatılabilir:
Meclisin müzakeresi vatandaş camiasının manevi huzurunda yapılır. Milli camianın iradesi idraki ve temayülü mecliste verilen reylerle objektif irade haline gelir. Karar ve kanunlar vatandaş camiasının objektif iradesidir. Milli irade de olduğu gibi meclisin iradesi de tam, kayıtsız ve şartsızdır. 1924 Anayasası mümessil organ olan T.B.M.M. ne bu derece önemli bir mevkii devlet organları arasında vermiştir. Bu durumun neticesi olarak icra ve kaza organları metne veya teşrii bir hükme müsteniden hareket edebilen ve salahiyetleri de muameleleri de bu şartla hukukilik kazanan organlardır. Teşrii organ ise re’sen hareket eder. Hükmünde ve kararında kayda ve şarta tabi değildir. Salahiyeti, asli ve evveli şekilde tezahür eder. Teşrii organın iradesi ile vücut verdiği bir kanun bu sebeple üstün bir kaide tasarrufudur. İcra, idare ve kaza kanuni statü ile mukayyettir. Kanun ise hukuken mutlaktır. Bizim anayasamızın mantıki yapısının icabı budur.
1924 Nisanında eski anayasayı yapan meclis işgalden kurtarılan bir ülkeyi idare eden Lozan Andlaşmasını tasdik eden, saltanatı ve hilafeti ilga eden kısacası büyük siyasi ve sosyal vakıaları yapan ve yaşayan Meb’uslardan kurulu bir Meclistir. Kanun, bu sebeple reaksiyoneldir. Maziye ve hükümdar rejimine sert bir reaksiyon gösteren vasfı hakimdir.
Yıkılan saltanatın bütün hukukunu ve imtiyazını milletin gerçek mümessili bulunan Meclise tanımıştır. Büyük Millet Meclisine tanınan geniş mes’uliyeti bu noktaların ışığında anlamak lazımdır. Bir profesörün dediği gibi:
“Büyük tarihi vukuat, radikal inkılap ve ihtilalleri takiben yapılan teşkilat kanunlarını hukuk mantığı ve tekniği ile anlamak güçtür. Bunları reaksiyonel mahiyetleri ve karşılaştıkları vukuat izah eder.”
Netice olarak bütün bu izahatımız, eski anayasanın tetkiki ve üstün prensiplerinin araştırılması Büyük Millet Meclisinin kudretini şu noktalarda açıkça tesbit etmektedir:
[sayfa 16] “Milli hakimiyet prensibi
Cumhuriyet prensibi
Milli hakimiyetin tek mecliste temsili prensibi
Milli hakimiyetin kanun ile ifadesi prensibi
Kuvvet birliği prensibi
Anayasanın üstünlüğü prensibi.”
Anayasanın Büyük Millet Meclisine sağladığı kudretin kaynağı bu prensipler, anlatılan özellikler ve kendisine vücut veren şartların tarihi ve hukuki silsilesinden ortaya çıkmaktadır.
Bu derece kudretli bir meclisin ancak kendisini sınırladığı ortada olduğuna göre kararlarının ve faaliyetinin kazai bir murakabeye tabi tutulmasının isabetsizliğine bu vesile ile bir kere daha işaret etmek çok faydalı ve yerinde olacaktır.
B. 1924 ANAYASASI VE TEK KUVVET FİKRİ:
Gerek Kararname gerekse son iddia zayıf bir söyleyişle Anayasanın “Kuvvetler tefriki” esasına dayandığını söylemek istemektedir. Böyle bir iddia yapılacak sathi bir tetkikle derhal cevaplandırılabilir. Gerek 1921 gerekse 1924 Anayasalarının “Milli Hakimiyet Prensibini” hareket noktası olarak kabul etmeleri, “Kuvvetler Birliği” sistemini siyasi ve hukuki hayatımıza ithal etmiştir. Bilhassa ilk B.M.M. nin saf hükümet rejiminin etkisi altında kalan 2. B.M.M. nin ve 1924 Anayasasının bu vasfını inkar mümkün değildir.
Kuvvetlerin tevhidi fikrinin gelişmesini 1. B.M.M. den başlatmak lazımdır. 2/Kasım/1922
tarihli ve 308 sayılı kararı bu fikrin en beliğ ifadelerinden biridir. Bu kararda aynen:
“Teşkilatı Esasiye Kanunu ile Türkiye halkı hukuk hakimiyet ve hükümranisini, mümessili hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet maneviyesinde gayri kabili terk ve tecezzi ve feri olmak üzere temsile bilfiil istismale ve iradei milliyeye istinad etmiyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle…”
şeklinde saf meclis hükümeti ve kuvvetlerin tevhidi sistemini vaz etmiştir. Bu prensiplerin devamı 1924 Anayasasında da devam eder. İkinci Meclis kendisini bir kurucu meclis gibi görmüş ve 1924 Anayasasını tedvin eylemeyi ihtilal ruhunun tabii bir neticesi saymıştır. Saruhan Mebusu Abidin beyin (Türkiye Büyük Millet Meclisinin müessesan meclisi olmadığı) yolundaki beyanı dikkate alınmamıştır. Yeni Anayasanın yapılmasında Devlet iktidarına dahil salahiyetlerin Büyük Millet Meclisinde temerküzü ve böylece hükümranlık hakkına dahil bütün yetkilerin meclis uhdesinde mahfuz tutulması sağlanmıştır. Bunun neticesi Büyük Millet Meclisi Devlet içinde son sözü söylemeğe yetkili ve muktedir ve hatta layüsel bir hale gelmiştir.
Nitekim, Kars Mebusu Ağaoğlu Ahmet bey bu noktada tenkitlerde bulunmuş ve 1921 Esas Teşkilat Kanunun Millet Meclisine diktatörlük ruhunu verdiğini ancak sulhü müteakıp kuvvetlerin ayrılığına gidilmesi gerektiğini beyan etmiştir.
[sayfa 17] Buna rağmen Büyük Millet Meclisinin hazırladığı 1924 Anayasasının kuvvetler birliğine dayandığını Yusuf Ziya Özer, (8) Başgil, (9) O. N. Uman, (10) B. N. Esen, (11) Y. Abadan, (12) S. S. Onar (13) belirtmişlerdir.
1924 Anayasasını tetkik eyleyen yabancı ilim adamlarından mesela Paris Hukuk Fakültesi Prof. larından Marsel Prelot ve Georges Burdeau Anayasamızın vatandaş hak ve hürriyetlerini her zaman tehlikeye sokması mümkün bir sistem olarak tavsif edilen kuvvetlerin tevhidi esasını benimsediğini söylemektedirler. (14)
Netekim, Anayasanın 13. maddesinin 5. fıkrası:
“Her meb’us yalnız kendini intihap eden dairenin değil, umum milletin vekilidir.” demektedir.
Böylece Meclise millet adına verilen yetki bağlayıcı vekalet olmaktan (Manda Imperatif) çıkmakta ve şu üç hususiyeti taşımaktadır:
Milletin vekaletini meclis tahditsiz olarak kullanmıştır.
Fert ve millet meclisi, millet iradesinin tecellisinde hadim birer uzuv mahiyetindedirler.
Milletvekilleri serbestçe siyasi vekaletlerini kullanırlar.
Zaten eski Anayasanın tevhidi kuvva esasını kabul ettiğini esbabı mucibe layihasından ve mazbata muharriri Celal Nuri Beyin müzakere esnasındaki sözlerinden sarih suretle tesbit etmek mümkündür. Esbabı mucibe layihasında aynen şöyle söylenmektedir:
“Hakimiyetin bilakaydüşart millete aidiyeti tesbit edildikten sonra bunun, Büyük Millet Meclisi tarafından Millet namına istismal edileceği aşikardır ve tefriki kuvva yoktur. Bütün kuvva meclis canibinden istismal olunur.”
Aynı şekilde, Celal Nuri bey Meclis müzakeresi esnasında şöyle söylemektedir:
“Tevhidi kuvva nazariyesine son derce itina edilmiştir. Çünkü bu heyeti doğuran, bu Cumhuriyeti meydana getiren tevhidi kuvva esasıdır. Tevhidi kuvvadan anladığımız şudur hakkı hakimiyet, hakkı saltanat doğrudan doğruya millete aittir.”
Bu sarahati teyit eden iki Anayasa özelliğini ifade etmeliyiz. 1924 Anayasası Cumhurbaşkanına tesirli bir veto hakkı veya Büyük Millet Meclisini fesih yetkisini tanımıştır.
[sayfa 18] Bütün kuvvetlerin Büyük Meclis elinde toplandığı münakaşadan uzak bir hakikat arzetmektedir.
II – KANUN HAKİMİYETİ PRENSİBİ ve T.B.M.M.:
A. Hukuk kaideleri içinde teşrii kaideler kuvvet ve önem bakımından üstün vasıf taşırlar. Anayasa ise teşrii kaide olan kanunların hepsinin üstündedir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin yukarıda anlatılan özellikleri neticesi meclis objektif iradesini kullanarak kanunlar yapar. Usule uygun şekilde çıkarılan bir kanunu idare icra ve kaza tatbik ile mükelleftir. 1924 Anayasası Türkiye’de kanun esasını yerleştiren bir hukuk devlet kurmuştur. Kanun mutlak hakimdir.
Kanun hakimiyeti prensibi karşısında kudretli bir meclisin tedvin ettiği kanunların anayasaya aykırılığı halinde ne yapılacağı davamızda tesbiti icap eden mühim bir noktadır.
Bir kanunun anayasaya uygunluğunu temin etmenin klasik demokrasiye getirdiği iki fayda vardır:
Millet iradesini ve millet hakimiyetini ifade eden anayasanın teşrii organ marifetiyle ihlal edilmemesi;
Ferdi Devlete karşı himayesi. (15)
Bizim 1924 anayasamız, millet hakimiyetinin yegane mümessili olan Millet Meclisine sistemi ve hukuk mantığı icabı bu vazifeyi emanet etmiştir. Bu emanette büyük bir itimat ve T.B.M.M. nin her türlü kontrol üstünde tutulma endişesi vardır.
B. KANUNLARIN ANAYASAYA AYKIRILIĞI:
Kanunların şekil bakımından anayasaya aykırılığı noktası üzerinde durmayı lüzumsuz buluyoruz. Kanun anayasaya muhteva bakımından ise iki şekilde aykırı olur:
1) Kanun açıkça anayasa metnine aykırıdır.
2) Kanunun vazettiği hükümler anayasanın ruhuna aykırıdır.
Bir kanunun anayasa metnine açıkça aykırı olması denetlemeyi kolaylaştırır. Profesör İlhan Arsel mesela bizim anayasamızı değiştirmeksizin ikinci bir meclis kurulması hakkında çıkarılacak alelade bir kanunun bu çeşit aykırılığın misali olduğunu söylemektedir.
Aykırılık böylesine açık değil ise, üzerinde tartışılır bir hukuki mesele haline gelmiş bulunuyorsa gerek kanunun gerekse anayasanın tefsir edilmesi gerekir. Amerika Birleşik Devletlerinde 1865 e kadar yüksek mahkeme aykırılık iddialarını yalnızca metine karşı yapılan açık ihlaller karşısında tetkik ederdi.
C. AYKIRILIĞIN DENETLENME METODU:
Kanunların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi hakkı siyasi veya kazai organlara [sayfa 19] tevdi edilebilir. Mesela 1799 Fransız Anayasası senato adı verilen siyasi bir heyete bu vazifeyi vermiştir. 1852 anayasasında bu vazife İmparatorluk Senatosuna tevdi edilmişti. Pek çok müellifler bu vazifenin böyle bir siyasi heyete verilmesini tenkit ederler. Bu murakabenin mütehassıs bir kaza organına tevdiinde gayeye uygunluk bulurlar.
Kaza yolu ile kanunların anayasaya uygunluğunu tetkikte iki şekil vardır.
1) Dava yolu ile murakabe
2) Defi yolu ile murakabe
Dava yolu ile bir kanunun anayasaya aykırılığı neticesine varılırsa kanun iptal edilir, bütün neticeleri ortadan kalkar. İsviçre’de sistem budur. Federal mahkemenin bu noktada yetkisi dahilinde olan Kanton kanunları hakkındaki kararları kesindir. Bone anayasasının da aynı sistemi kabul ettiği görülmektedir.
Defi yolu ile kazai murakabede sadece dava dolayısiyle anayasaya aykırılık kararı verilir. Mahkeme kanunu iptal etmez, anayasayı tatbik eder. Böylece kanun sadece dava sebebiyle tatbik edilmemiş olur. Bu kararın neticeleri dava dışındaki hak sahiplerine intikal etmez. Kanun devam eder, tatbik edilmemesi için her defasında ilgilinin bu def’i tekrar etmesi gerekir.
Bazı anayasalar böyle bir murakabeyi meclis dışında düşünmemişlerdir. 1924 anayasası 103. maddesi ile kanunların anayasaya uygunluğunu esas ittihaz etmiş, ancak murakabenin metodunu ve merciini kesin olarak göstermemekle beraber bunu kendisine ait bir vazife olduğunu zımnen ifade etmiştir. Nitekim İkinci Dünya Savaşından evvel Fransız anayasasında kanunların murakabesi mevzuunda merci gösterilmemiştir. 3. Cumhuriyet devrinde bu sebeple Fransa’da kanunların anayasaya uygunluğunu araştıracak bir sistem teessüs etmemiştir.
D. ANAYASAYA AYKIRILIĞIN NETİCELERİ
1) Anayasaya aykırı kanun demokrasilerde de parlamentolarca hazırlanabilir ve yürürlüğe konabilir. Bir kanunun anayasaya kasden aykırı çıkarılması iddiası sübjektif bir beyandır. Anayasaya aykırı kanun çıkarmak dünyanın hiçbir anayasa ve hukuk sisteminde suç diye düşünülmediği için hiçbir kaza organı kastı araştırmaz ve böyle bir iddia ileri sürülemez. Anayasa murakabesi yapan kaza organı ceza mahkemesi değildir. Amme hukukunu ve intizamını idare eden bir organdır. Teşrii organın kasden anayasayı ihlal etmesi de mümkün ve olağandır. Bunun şekil ve neticeleri müdafaanın diğer kısımlarında incelenecektir.
2) Anayasaya aykırı kanun çıkarmak anayasayı ilga etmez, tağyir ve tadil de etmez. Böyle bir iddia anayasa hukuku bakımından imkansız, ilim dışı ve münakaşası kabil olmayan bedahet teşkil eder. Zira üst kanun olan anayasa daimi şekilde yürürlüktedir. Usulüne uygun olarak değiştirilmedikçe anayasa hükümleri tatbik kabiliyetini taşırlar. Üst kanun olan anayasa muvacehesinde açıkça anayasaya aykırı olan kanun hükümsüz kalır. Nitekim, def’i yoluyla kazai murakabede kanun iptal edilmemiş olmasına rağmen anayasanın tatbik [sayfa 20] edildiğini söyledik. Bu misal kanunların anayasaya aykırılığı mefhumunun hukuki sınırını çok iyi tesbit eder. Böyle bir hali anayasayı rafa kaldırma, ilga etme, tadil veya tağyir emek veya çiğnemek diye tavsif anayasa hukukuna uymaz. Zaten hukuk mantığı ile düşününce mesele aydınlığa kavuşur.
Anayasanın bir kısmına aykırı bir kanunun mevcut olması için anayasanın o hükümlerini yürürlükte bulması gerekir. Bir şey ancak bir başka mevcut şeye aykırı olabilir. Bir hukuki mukayese için hukuki iki kıymet hükmünün bulunması gerekir. Eğer anayasaya aykırı kanun çıkarmakla anayasanın o hükmü ilga edilmiş olsa aykırılık da kendiliğinden kalkmış olarak düşünülemez. Üstün hukuki değer taşıyan anayasa hükmü usulüne uygun şekilde değiştirilmedikçe muta ve meridir. Bu sebeple anayasaya aykırı bir kanun kaldırılınca veya iptal edilince anayasa üzerinde yeniden meriyet için bir teşrii tasarrufa ihtiyaç yoktur. Bu fikrin en güzel örneğini bizim anayasamızın 52. maddesinde bulabiliriz. B.M.M. nin tedvin ettiği kanuna aykırı bir nizamname icra kuvvetince çıkarılabilir. Böyle bir nizamname yürürlükte olan kanunu tağyir veya ilga etmez. Bir teşrii hukuk kaidesi olarak üstün durumda bulunan kanun meridir. Ancak nizamname yolu ile bu kanunun bazı hükümleri ilga edilmiş olmaktadır. Meclis nizamnameyi kanuna aykırı bulup iptal edince bir yanlış tasarruf ve muhtemel neticeleri önlenir. Kanunsa zaten yürürlüktedir ve meriyet devam eder. Nitekim böyle bir nizamname ile karşılaşan hakimin kanunu tatbik edeceği aşikar olup, kazai içtihatlar da bu merkezdedir. Anayasa hukuku yönünden durumu bir cümle ile özetliyebiliriz. Anayasaya aykırı alelade bir kanun çıkarmakla bir anayasanın tamamını veya bir kısmını yürürlükten kaldırmak veya menetmek mümkün değildir. Kanunlar ile anayasa arasındaki münasebet tatbikat bakımından önem taşır ve kanunların kazai murakabesi bu sebeple anayasaya aykırı hukuki tatbikatı önleme hedefini güder. Kanunla anayasanın ihlal edildiği iddiası hukuk dışı bir evhamdan ibaret kalır. Bizim eski anayasanız gibi sert anayasalar karşısında, anayasaya aykırı kanunların tesirsiz ve geçici kalacağı aşikardır.
E. 1924 ANAYASA SİSTEMİNDE DENETLEME:
1. – Menşei
1924 Anayasasını 103. madde ile tesbit ettiği sistemin eski bir tarihi vardır. Pek çok anayasalar milli iradenin objektif beyanları olan kanunların anayasaya aykırı olamıyacağını kabul ederler ve bunun kontrolünü bizzat Millet meclislerine tevdi ederler. Bu düşünüş pek çok hukuki müessese gibi kaynağını Roma Hukukundan almıştır.
Milad’dan evvel 91 senesinde Tribün olan Livius bir kanun teklifini asambleye sunmuş bulunuyordu. Teklif asamble tarafından müzakere edilip kanunlaştı. Konsül Philippus, kabul edilen kanunun anayasa prensiplerine aykırı olduğunu ileri sürerek itiraz etti. İtirazı tetkik eden senato halk iradesinin kabul ettiği bir kanun anayasaya aykırı olamaz mucib sebebi ile itirazı reddetti ve kanunun tatbikatına geçildi. Böylece halk iradesinin beyanı olan kanunların anayasaya aykırı olamıyacağı prensibi teessüs etmiş oldu. Bu hususda B.M.M. İçtüzüğünün 37. maddesi [sayfa 21] kanunların anayasaya mugayeretinin tetkiki için vazedilmiş usuli bir hükümdür. 1924 anayasasının ruh ve manasına uygun olarak bir vazifenin metodunu göstermiştir.
2. – Kasten Anayasaya Aykırı Kanun Çıkarılması:
Yukarıda kasten anayasaya aykırı kanun çıkarılmasının suç olmadığını ve anayasaya aykırı kanunların çıkarılmasının önlenemediğini söylemiştik. Anayasaların kanun yoluyla ihlal edilmesinin en büyük delili pek çok memlekette mevcut müstakil anayasa mahkemeleridir. 1946 Alman anayasası, anayasaya aykırı olarak kullanılacak cebre karşı anayasanın varlık ve devamını sağlamak vazifesini vatandaşlara vermiştir. Yeni İtalyan anayasası da 134-137. maddelerinde aynı noktai nazarı desteklemektedir.
3. – Netice:
Hükümet ve parlamento üyelerinin bu konuda kastını araştırmak ve cezai mesuliyetini düşürmek anayasa hukuku teorilerine tamamen aykırı düşer. Bir misal ile bu fikrimizi açıklayalım:
Roosevelt 1935 ve 1937 yıllarında giriştiği New deal siyasetinde yüksek mahkeme ile karşı karşıya kalmıştır. 12/ Mayıs/ 1933 tarihli Agricultural Adjustement Act ve 16/ Haziran/ 1933 tarihli National Industrial Recorvery Act kanunlarını yüksek mahkeme 1935 ve 1936 tarihlerinde anayasaya aykırı ilan etti. Kararın belli başlı esbabı mucibesi şudur:
1) Ferdi hürriyetlere tecavüz edilmiştir,
2) Yasama yetkisinin bir kısmı başkana devredilmiştir,
3) Üye devletlerin hakları ihlal edilmiştir.
Yüksek mahkemenin bu kararındaki mucib sebepler huzurdaki davanın bir kısım mucib sebeplerine uymaktadır. Buna rağmen Roosevelt, yüksek mahkeme bilhassa milli kalkınma kanununun anayasaya aykırı olduğunu beşe karşı dört reyle ilan edince, karşı harekete geçti. Yüksek mahkemenin vazife sınırlarını aştığını ilan etti. Arkasından da kongreye bir kanun teklif ettirerek kaydı hayat şartıyla yüksek mahkemeye seçtirilen üyelerden yetmiş yaşına geldiği halde istifa etmiyenlerin yerlerine yeni aza tayini hakkının Reisicumhura verilmesini temin hedefini güttü. O tarihlerde yüksek mahkemenin 9 azasından altısı yetmiş yaşını doldurmuştu. Tehdit tesirini gösterdi ve Roosevelt programı yürümeye devam etmekle beraber bu arada Amerika’da büyük gürültülere sebep olan meşhur Wagner kanununu yüksek mahkeme anayasaya uygun ilan etti. 1937 yılında Roosevelte muarız belli başlı iki hakim çekilince yerine reisicumhurun partizanlarından ikisi tayin edildi ve meşhur ihtilaf böylece son buldu. Yüksek mahkemenin bu kanunları anayasaya aykırı bulması ve Roosevelt’in bunları tatbik etmek ısrarı hiç şüphesiz açık bir ihlal kastını gösterir. Ama Amerika’da dünya hukuk çevrelerinde anayasaya aykırı kanunları hem de kastan tatbik etmek için mücadele eden Roosevelt’in bir cezai mesuliyeti düşünülmedi. Zira modern hukukta siyasi fonksiyonun ve içtimai kalkınma probleminin büyük tesiri vardır. Ve hukuki ihtilaflar hukuki metodlarla çözülürler.
[sayfa 22]
F – 1924 ANAYASASI ve KAZAİ FONKSİYON:
Kararname ve son mütalaa hukuki bir tahlil yapmaksızın B. M. M nin müstakil addettikleri kaza kuvvetinin yetkileri üzerinde tasarrufta bulunduğunu ve tasarrufun anayasaya aykırı olduğu iddiasını öne sürmektedir. Yukarıdan beri anlatılan mantıki silsile içersinde meclisin kazai fonksiyonunu ve hududunu tesbit etmenin sırası ve yeri gelmiş bulunuyor.
1. – Kazai Fonksiyonun Mahiyeti:
1924 anayasasını hazırlayan B. M. Meclisi kazai görevi ve bunun ifasını mümkün kılacak yetkiyi kendisinden ayrı bir fonksiyon veya salahiyet olarak kabul etmemiştir. Nitekim, anayasanın 4. Faslı görüşülürken cereyan eden bir müzakere bu noktayı zabıtlarda tesbite imkan vermektedir. Azadan Abdullah Azmi Efendi maddeye (fevkalade mahiyeti haiz mehakim teşkili memnudur) fıkrasının ilavesini teklif etmiştir. Buna Bozok mebusu Süleyman Sırrı Bey (icap ed erse istiklal mahkemeleri göndeririz) cevabını vermiştir. Encümen mazbata muharriri Celal Nuri’nin cevabı şu olmuştur: (Reis beyefendi, kanunsuz hiç mahkemei fevkalade teşkili mutasavver midir?) bu müzakerelerden anlaşıldığına göre, B.M.M. kazai fonksiyonu sınırlamadığı gibi istisnai ve fevkalade mahkemeler kurma hakkını kendisinde muhafaza etmiştir. Böylece kazai yetki ve görevlerin tayininin Büyük Millet Meclisine ait olduğu açıkça meydana çıkmaktadır.
Anayasanın 8. Maddesi millet namına kaza hakkını müstakili mahkemelerin kullanacağını ifade etmektedir. Ancak anayasanın metninin bütünü ile tetkiki şu neticeyi verir: hakikatte kaza yetkisi ve kaza görevi Büyük Millet Meclisine ve ona niyabeten icra salahiyetini kullanan icra organına tabi kılınmıştır. Açıkçası bu yetki ve görev meclisin salahiyeti sınırı içindedir.
Hakimler usul ve kanun dairesinde kaza hakkını kullanacaklar zaten bizim eski anayasamız hakkı hakimiyeti mutlak ve istisnasız B.M.M. de toplamıştır. İnönü 1 Kasım 1945 te dahi (T.B.M.M. Devlet varlığının kanuni temelidir) demiştir. Gerçekten anayasa iş bölümü yapmakla iktifa etmiştir demekte isabet vardır.
4. faslın başlığı olarak kullanılan kuvvei kazaiye tabiri vazifei teşriiye ve vazaifei icraiye terimleri ile tezad halindedir. En canlı ve dinamik teşrii ve icrai organlarına kuvvet terimi kullanmayan anayasa, elbette kazai faaliyete kuvvet izafe etmez. Kanun yazılışında salahiyet, kudret, hak vazife ve kuvvet gibi terimler, anayasa hukuku tekniği bakımından partiler dikkate alınmaksızın kullanılmıştır. Nitekim kanunun esbabı mucibe layihasında vazifei kazaiye teriminin kullanıldığı açıkça görülmektedir.
Hukuk literatüründe teşrii ve icraii kuvvetler yanında kazanın üçüncü kuvvet olarak mülahazası hakimlerin halk tarafından seçilmelerine temine matufdur. Gerçek hürriyet ve istiklallerine sahip kaza organları ancak müntehap hakimlerce yürütülebilir. Zira teşrii ve icrai [sayfa 23] kuvvetlerin menşeleri hakiki hakimiyet sahibi halk tarafından seçilmelerinden kuvvet almaktadır. nitekim Montesquieu hakimlerin halk tarafından seçilmesi üstünde ısrarla durmuştur. Fransız hukukçusu Th. Ducroque (kazanın üçüncü kuvvet olabilmesi, hakimlerin tayininde seçim usulünün kabul edilmesiyle mümkündür) demektedir. Tanınmış hukukçu Leon Duguit, kuvvetlerin tefriki icabı hakimler devlet iktidarının bir cüzünü, hakimiyetin bir parçasını kullanacaklarına göre, hakim millet tarafından seçilmeleri gerektiğine işaret etmektedir.
Pozitif hukuk alanında bu yolda bir gelişme vardır. Fransız ihtilalinden sonra 1791 anayasasında bu esas kabul edilmiş 1787 Amerika B. Devletleri anayasası da kuvvetlerin tefrikini kabul ettiği için aynı yolda yürümüştür. 1820 den itibaren federe devletlerin kırkbeşinde kaza organları halk tarafından seçilerek kazai yetkiye mazhar kılınmışlardır. İsviçre’de Kantonların ekseriyetinde hakimler halk tarafından seçilir ve tam yetki ve bağımsızlığa sahip olurlar. Bununla beraber anayasa hukukunda kuvvetle savunulan bir düşünceye göre kaza hiçbir zaman ayrıca bir kuvvet olmayıp icra kuvvetine dahil bulunmaktadır. J. J. Rousseau müstakil bir kaza kuvveti mevcudiyetini kabul etmez. Pek çok hukukçu da aynı fikri destekler, Fransız hukukçularından Burdeau realitelere göre kazai faaliyetin idari faaliyet gibi müttehaz kararların ve mevcut düsturların tatbikinden ibaret olduğunu söylemektedir.
Bizim 1924 Anayasamız kazai fonksiyon hakkındaki hükümlerini aynen 1876 Kanunu Esasisinden almıştır. Orada ise bölüm başlığı (mehakim olarak) kullanılmıştır.
27 Ekim 1946 Fransız anayasası yüksek hakimler divanı teşekkül ettirip kazai istiklale matuf bir adım atmıştır. Aynı kanunun 83. maddesinde kaza hakkım tabirini kullanmakta ve kazai bir adli görev olarak kabul etmektedir. 22 Aralık 1941 de İtalyan Esas Teşkilat Kanunu da kuvvet tabirini kullanmıyarak (Hakimiyet) başlığını taşıyan dördüncü bölümde kazayı anlatmıştır. Yeni İtalyan Kanunu (selahiyet) ve (vazife) gibi terimler kullanarak hakimliğin diğer bir kuvvete bağlı olmayan müstakil bir vazife olduğunu ifade etmiştir. 23 Mayıs 1949 Federal Almanya anayasasında kaza ile ilgili hükümler (adalet başlığı altında) toplanmıştır. Yine 27 Ekim 1958 Fransız Anayasası 8. faslın başlığında kazai otorite terimi ile ifade edilmiştir. Halk oyuna sunulan yani anayasamızın 3. bölüm başlığı da (yargı) tabiri altında düzenlenmiştir. Ve yeni anayasamız 143. ve 144. Maddesinde yüksek hakimler kurulu adı altında bir şüra düzenliyerek hakimlerin vazifelerini görmesinde istiklale sahip olmaları hedefini gütmüştür. Yeni statüye göre anayasa hukukunda kaza organlarının icraya tabiiyetleri daha mümkün hale gelmiştir.
Buraya kadar verilen izahat pozitif hukuk yönünden kazanın ayrı bir kolu olmadığını göstermeye yeter. Nitekim 1924 anayasasının müzakeresi esnasında İzmir Mebusu Saraçoğlu Şükrü Bey kaza kuvveti tabiri yerine hakim teriminin kullanılmasını teklif etmiştir.
[sayfa 24] Kaza organının millet mümessili olma vasfı bulunmadığını anayasanın 4 ve 8. maddelerindeki metinlerle teyid etmek kabildir.
8. maddeye göre kaza organlarının hakkı kazayı istismal etmeleri ancak B.M.M. ce vazedilen usul ve hükümlerle vuku bulur. Yani kaza faaliyeti teşrii organın yapacağı kanunlarla tayin ve takdir edilir. Gene eski anayasanın 53. ve 56. maddelerine göre mahkemelerin teşkilatı, vazifeleri, faaliyetleri, kaza organlarının vasıfları, hukuku, sureti nasb ve azilleri yine teşrii organın yapacağı kanunlarla tayin edilir. Yani görülmektedir ki 1924 anayasası hakimlerin icra tarafından azillerini bile mümkün görmüştür. Esas Teşkilat kanunun bütün bu hususlarla Büyük Millet Meclisini tahdit edecek herhangi kayıt derpiş etmeksizin mutlak bir takdir yetkisi tanımıştır.
Gene eski anayasa54. maddesinde yalnızca adli kazayı, kaza fonksiyonu içinde görmüştür. Halbuki meclis tasarrufları ile ihdas olunan kaza organları vardır. Bunlar hakkında anayasa hüküm vazetmemiştir. Zira anayasanın temas ettiği yalnızca adli kazadır.
25556 sayılı Hakimler kanununda kaza organlarının tayin, terfi, nakil, takbih ve mücazat gibi işlerde, temyiz azalığına terfii, temyiz daire reisliklerine ve temyiz reisliğine tayin hususunda icranın yetkili kılınması yukarıdaki izahatımızı tamamlamaktadır. Bu kanuna göre hakim teminatından hakimlerin hepsinin istifade edememesi de kazanın değil kuvvet olmasının, müstakil vasfını bile ortadan kaldırıcı mahiyettir. Gene 11 Haziran 1949 tarihinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunun 39/B maddesinin tadilinden önce de otuz sene hizmet etmiş olan hakimlerin re’sen emekliye sevkedilmesi hakkında hüküm ihtiva etmesi ifademizi teyid etmektedir. Şu durumda teşrii ve icrai fonksiyonları ifa eden organlar karşısında tam bir bağımsızlığa sahip varlığını ve yetkilerin kollektiviteye borçlu bir kaza kuvveti yoktur. 1924 anayasasına göre profesör Osman Nuri Uman’ın dediği gibi, mahkemeler meclisin vekili sayılırlar.
2. – Kazai Fonksiyonun Genişlemesi:
Bizim 1924 anayasamız kuvvetler ayrılığını reddederken organik ve fonksiyonel işbölümünü kabul etmiştir. Bu iş bölümünün de sınırları belli değildir.
(Bizim teşkilatı esasiye kanunumuzda Devlet faaliyetine memur ettiği makamların vazifelerini birbirinden kati olarak ayırmamış ve bazen bir makama aidiyeti tabii görülen vazifeleri diğerinin salahiyeti içine almıştır.) (16)
Bunun en bariz misali kazai fonksiyon ve faaliyet bakımından kendini gösterir. Tatbikatta kazai fonksiyon anayasanın münhasıran 4. faslında yer alan organlara hasredilmiş değildir. Şöyle ki:
1) Kazai faaliyet fonksiyonuna bizzat B.M.M. de iştirak eder. Anayasaya göre B.M.M. mahkemeler tarafından verilen cezaları tahvil ve tahfif, tahkikat ve mücazatı kanuniyeyi tecil, umumi ve hususi af, idam hükümlerini tasdik, Devlet Reisini, milletvekillerini ve bakanları itham (madde 17, 27, 50, 41) Divanı ali teşkili (Madde 67) Teşrii masuniyet ile ilgili kararlar [sayfa 25] bu mahiyettedir. Ve bunlarla kazai faaliyet ve fonksiyona B.M.M. tam manası ile iştirak etmiş olur.
2) Vazifei icraiye başlığını taşıyan 3. faslın 51. maddesindeki şurayı devlet idari dava ve ihtilafları rü’yet etmekle kazai fonksiyona iştirak eder.
3) Gene (Mevaddı müteferrika) serlevhasını taşıyan 6. faslın 100. maddesinde yer alan Divanı muhasebat en yüksek dereceli mali kaza müessesesi olarak faaliyette bulunmaktadır. Bu müesseselerin adli kazaya dahil olmadıkları açıktır. Kazai fonksiyonlarını ve kuvvetlerini teşrii organın bilahare isdar ettiği hukuki kaidelerden aldıkları mahsus kanunların incelenmesiyle ortaya çıkar.
4) Anayasanın 4. faslında yer almayan muhtelif organ ve müesseselerin, vücuda getirilen kanunlarla kaza yetkisine hatta kaza hakkına mazhar kılındıkları görülmektedir.
1925 tarih 578 sayılı (Takriri sükun) kanunu ile icraya önce iki senelik geniş yetki tanınmış daha sonra 979 sayılı kanunla bu yetki iki yıl daha uzatılmıştır. İcraya tanınan yetkiler arasında kaza organlarına mahsus olması gereken yetkiler de vardır. Bu yetkiler neticesinde matbuat hürriyeti kaldırılmış ve muhalefet bertaraf edilmiştir.
1924 anayasasının kabulünden sonra da 21 sayılı istiklal mahkemeleri kanunu yürürlükte kalmış ve B.M.M. üyelerinden müteşekkil, kesin hüküm vermeye yetkili bu mahkemeler bizzat kaza hakkını kullanmışlardır.
5) Meclisin 2 Mayıs 1927 tarihli İçtüzüğü ile 16. babda tahkikat encümenlerine verilen yetkiler de kazai mahiyettedir.
6) Gene anayasada mevcut olmadığı halde normal kaza organlarından ayrı Askeri mahkemelerin mevcudiyeti ve askeri kaza organlarının teşkili B.M.M. teşrii tasarrufları ile olmuştur.
Hakim sınıfında bulunmıyanların ekseriyeti teşkil ettiği askeri mahkemelerin askeri suçlarda sulh zamanında dahi hakkı kazayı kullanmakta oldukları ve zaman zaman duruşma hakiminin muhalefetine rağmen ekseriyetle hüküm tesis ettikleri dikkati calibtir.
3. – Netice:
Verdiğimiz bu misaller eski anayasanın kazai fonksiyonunun hudutlarını tesbitte B.M.M. ne geniş yetkiler verdiğini göstermektedir. Siyebiliriz ki bizim anayasa sisteminde kazanın mutlak; müstakil bir kuvvet olduğu düşünülemiyeceği gibi meclisin bünyesi içersinde kazai fonksiyon ve hatta zaman zaman kaza hakkı da toplanmıştır.
Meclis bu yetkisini kullanarak her üç halin de misallerini vermiş bulunmaktadır. Bu izahattan sonra kaza hakkının istiklali veya müstakil bir kaza kuvvetinin mevcudiyetine dayanan bir iddia tamamen mesnetsiz kalmaktadır. Bu zikrettiğimiz mucib sebepler pozitif hukuk bakımından gayrı kabili red olduğu kadar müçtehitlerin fikirleri ile de müttefikan teyid olunmuştur.
[sayfa 26]
III – TEŞRİİ MASUNİYET:
A. MEFHUM:
Teşrii masuniyet, zahiren meb’usların lehine işler gibi görünmekle beraber asıl gayesi itibarıyla parlamento müessesesinin icra organı ve suiniyet sahibi şahıslar muvacehesinde istiklalini temin için mevcut olan ve binaenaleyh amme intizamını alakalandıran ve Duguit’in dediği gibi “parlamento lehine, parlamentonun temsil ettiği kabul olunan -şayet caiz ise- milli hakimiyet lehinde objektif bir vaziyet ihdas eden bir hukuk kaidesidir”.
B. TARİHÇE:
1924 Anayasasının 17. Maddesinde sarahaten belirtilen ve milletvekilinin mutlak masuniyeti olarak adlandırılan rey ve beyandan mütevellit sorumsuzluk müessesesini, tarihi seyri içinde tetkik etmeti faydalı bulduk.
Demokrasi, Atina’dan beri var olan bir rejimdir. Modern demokrasinin beşiği ise İngiltere’dir. Daha 13. asırdan itibaren Magna Charta ile İngiltere’de amme hukukunun yeni bir tezahürü olan parlamento hakiki bir temsilciler meclisi olarak vazife görmeğe başlamıştır. Memleket idaresinde daha fazla söz ve salahiyet sahibi olabilmek için muhtelif hareketler yapılmış, kral ve nazırlarının tazyiklerini önlemek gayesi ile de parlamentoya masuniyet temin edecek şartlar elde edilmeye çalışılmıştır. Bu mücadelenin neticesinde 1689 da (Bill of Rights) Haklar Beyannamesi ile bugünkü mutlak masuniyetin ilk şekli elde edilmiştir. Filhakika haklar beyannamesinin bir maddesi (parlamento dahilinde söylenen sözlerden verilen beyanlardan ve ifa edilen işlerden dolayı kimse parlamento dışında muhakeme edilemez, tutulamaz, hapsedilemez.) hükmünü taşımaktadır. Bu hüküm bugün de İngiltere’de Avam ve Lordlar kamaraları azalarının mutlak sorumsuzluğunu temin etmektedir.
Fransa’da ilk defa 1789 tarihinde bir kararname ile meb’uslara mutlak sorumsuzluk tanınmıştır. 1791 de yapılan Fransız Anayasasının 7. maddesinde (Millet mümessilleri tecavüzden masundur. Mümessillik vazifelerinin ifası sırasında yaptıklarından ve söylediklerinden dolayı hiçbir zaman takip itham ve muhakeme olunamazlar.) denilmiştir. 1875 tarihli Anayasasının 13. Maddesinde (Meb’usların verdikleri reyden ve izhar ettikleri fikirden mütevellit mutlak masuniyetleri olduğu) açıkça belirtilmektedir. Fransa’da gerek 1946 gerekse 1958 anayasalarında mutlak masuniyet (sorumsuzluk) hali muhafaza edilmiştir.
Amerika’da 1787 tarihinde toplanan kongrede kabul edilip 1 Ocak 1789 tarihinde mer’iyete giren anayasada da teşrii masuniyet prensibi şöyle vaz edilmiştir: (Ayan ve Mümessiller meclis azası; ihanet, cünha ve sulh ve asayişi ihlal halleri müstesna olmak üzere meclislerin içtimalarında bulundukları müddetçe ve aynı yere gidip gelirken tevkif edilmekten masundurlar ve meclisteki sözlerinden ve müzakerelerinden dolayı başka hiçbir yerde mes’ul tutulamazlar).
1848 den sonra Avrupa’nın ve dünyanın muhtelif memleketlerinde tedvin edilen anayasalarda meb’usa mutlak masuniyet tanıyan maddeler vaz edilmiştir. Birinci Cihan Harbinden sonra yapılan bütün anayasalarda bu masuniyet mevcuttur.
[sayfa 27] Ezcümle; Afgan anayasasının (1931) madde: 38, Alman anayasasının (1949) madde: 46, Belçika anayasasının (1831) madde: 44, Arjantin anayasasının (1949) madde: 61, Brezilya anayasasının (1946) madde: 44, Bulgaristan anayasasının (1947) madde: 29, Çekoslovak anayasasının (1948) madde: 44, Danimarka anayasasının (1953) madde: 57, İspanya anayasasının (1931) madde: 55, Japon anayasasının (1947) madde: 51, İtalyan anayasasının (1947) madde: 68 ve ilahiri memleketlerin anayasalarında bu hükme rastlarız.
1924 tarihinde yapılan 491 sayılı anayasanın 17. maddesiyle teşrii masuniyet müessesesi Anayasaya tekrar girmiştir. Madde metni şudur:
“Hiçbir mebus meclis dahilindeki rey ve mütalaasından ve beyanatından ve meclisteki rey ve mütalaasının ve beyanatının meclis haricinde irat ve izharından dolayı mes’ul değildir. Gerek intihabından evvel, gerek sonra aleyhine cürüm isnat olunan bir meb’usun maznunen isticvabı veya tevkifi veyahut muhakemesinin icrası hey’eti umumiyenin kararına müstesnadır. Cinai cürmü meşhut bundan müstesnadır. Ancak bu takdirde makamı aidi meclisi derhal haberdar etmekle mükelleftir. Bir meb’usun intihabından evvel veya sonra aleyhine sadır olmuş cezai bir hükmün infazı meb’usluk müddetinin hitamına talik olunur. Meb’usluk müddeti esnasında müruru zaman cereyan etmez.”
1924 tarihli Anayasanın tam bir esbabı mucibe layihasını ihtiva ettiği söylenemez.
[sayfa 28]
C. İKİ ESASI:
Parlamantarizm ile birlikte doğan teşrii masuniyet müessesesi, bu rejimi kabul eden bütün memleketlere yayılmış ve hepsinde bir teşkilatı esasiye umdesi mahiyeti iktisap etmiştir, dedik.
Teşrii masuniyet müesesesi:
1. – Biri ademi mes’uliyet;
2. – Diğeri muvakkat masuniyet
olmak üzere iki esasa istinad eder.
Bu iki imtiyaz aynı kökten iştikak etmekle beraber gaye, şümul ve hukuki neticeleri bakımından birbirinden ayrılır.
3. – Farkları:
Sorumsuzluk müessesesinin daha iyi aydınlanmasına faydası olur mülahazası ile aralarındaki farklar üzerinde bir nebze duracağız:
a) Mes’uliyetsizliğin gayesi; milletvekiline vazifesini tam bir huzur ve emniyet içinde yapması imkanını temin etmek ve bahusus bir suç işlemiş olmak endişesiyle fikirlerini ve vicdani kanaatlerini olduğu gibi ifade edememesi ihtimalinin önüne geçmektir. Mes’uliyetsizlik yalnız milletvekillerinin teşrii fonksiyonları ile fiillerine inhisar eder.
b) Muvakkat masuniyetten maksat ise, meb’usun aleyhine eşhas ve hükümetçe gelişigüzel tahrik olunabilecek cezai takibat neticesinde meb’usu vazife ifasından fiilen yani meclisten uzaklaştırmak suretiyle alıkonulmasına mani olmaktır. Masuniyet meb’usun teşrii fonksiyonları dışındaki fiillerini de ihata eder.
Bu iki kaidenin hukuki neticeleri de başka başkadır. Mes’uliyetsizlik milletvekilinin müşterek hukuk kaideleirne göre haksız olabilecek ve vaziyete göre bir suç ve hasız fiil de teşkil edebilecek olan ef’alinden dolayı da mutlak ve daimi surette sorumsuzluğunu intaç eder. Yani aleyhinde ne meb’usluk sıfatı üzerinde iken ve ne de zevalinden sonra, ne ceza ne de maddi ve manevi tazminat davası ikame edilemez.
Halbuki muvakkat masuniyetin hükmü çok daha mahduttur. Milletvekili aleyhine bu sıfatın devamına inhisar etmek şartı ile -bazı istisnalar dışında- yalnız ve yalnız ceza davası açılmasına mani olmaktan ibarettir.
c) Mes’uliyetsizlik esasidir, fiile muzaftır ve bir hukuka uygunluk sebebidir. Masuniyet ise usulidir, faile muzaftır. Takibatın talik ve tehirini temin eder.
4. – Netice:
Kül halinde tetkik edildikte bu iki kaidenin müşterek noktaları teşrii masuniyetin arz ettiği hukuki karakterde mündemiçtir. İster mutlak bir mes’uliyetsizlik, ister takibatın te’cili şeklinde olsun, teşrii masuniyet milletvekili için şahsi bir imtiyaz teşkil etmeyip, ancak fonksiyonel bir salahiyet addedileceği hususunda bütün müellifler müttefiktirler. Teşrii masuniyet bu karakteri icabı, amme intizamına taalluk eder. Zira, meb’usun şahsi menfaati için değil, teşrii fonksiyonunun layıkıyla işleyebilmesi veya milli hakimiyetin engelsiz [sayfa 29] tahakkuku diye ifade edebileceğimiz amme menfaati için tesis olunmuştur. Bu esasa göre de:
a) gerek mes’uliyetsizlik, gerek masuniyet hakim tarafından, davanın her hal ve safhasında re’sen nazarı itiraza alındığı gibi taraflarca da her zaman dermeyan olunabilir.
b) Milletvekili kendisine tefviz olunan bu hakları kullanmaktan feragat edemez. Ezcümle mes’ul olmadığı bir fiilden dolayı muhakeme edilmesini veya masuniyetinin ref’ini bihakkın talep edemez.
Ç. SORUMSUZLUK:
1. – Maksadı:
Bu prensibin maksadı, milli iradenin izharına mazhar olan meb’usun düşündüklerini B.M.M. kürsüsünden serbestçe, korkusuzca söyleyebilmesi, tenkitlerini yapabilmesi ve reyini çekinmeden verebilmesinin teminidir. Milletin yüksek menfaatleri bakımından bu prensibi kabul şarttır. Umumi ve müşterek hukukun tanıdığı bir takım hakların üstünde imtiyaz gibi gözüken masuniyet tanınmazsa meb’us ne yapacaktır? Rahat ve serbest konuşamıyacak, reyini istediği gibi veremiyecektir. Sebebi ve menşei ne olursa olsun, bir korkunun esiri olacaktır. Bu ahvalde ana prensip, milli hakimiyet prensibi kökünden sarsılacaktır. Ferdi birtakım hakları ihlal etse dahi mes’uliyetsizliğin sağladığı fayda, tevlid edebileceği zararla mukayese kabul etmiyecek kadar büyüktür. Milli. İradenin izharına vesile olan meb’us bu vazifesi sebebiyle hususi bir statüye tabi tutulmuştur. Seyit beyin bu maddenin müzakeresinde söylediği gibi, kimsensin ona nazaran imtiyazı yoktur, hiçbir fert ondan daha mümtaz mevkide değildir. Ondan dolayı muaftır, mes’uk değildir. Meb’us fütursuzca düşünecek, görecek, söyliyecek ve rey verecektir. Mes’uliyet kaygısına, takip ve tevkif edilmek korkusuna kapılmıyacaktır. Meb’us meclise bunun için gelmiştir.
Meb’usun mecliste rey kullanması sübjektif bir tasarruftur. Verdiği reyler neticesinde bir tasarı kanuniyet kesbeder. O vakit artık objektif bit tasarruf mevzuu bahistir. Kanuniyet kesbeden tasarının leyhte ve aleyht verilmiş reylerle, yani sübjektif tasarruflarla bir alakası kalmaz. Kanuniyet hali bütün vatandaşların hükümlerine uymak mecburiyetinde olduğu objektif bir tasarruf halidir.
Başsavcı ve görüş rüfekası 65 yaşını geçmiş olanlar öldürülür diye bir kanun çıksa diye buyuruyorlar. Bu muhaldir, muhal üzerine faraziye kurulamaz, kurulunca da netice soğuk bir fanteziden ileri geçemez. Mutlaka istisna aramağa çalışıyorlar, hem de nereden? Muhalden. Mutlak olana istisna aramak, yaratmağa çalışmak abestir. Abesle iştigalin hukukta yeri yoktur. Bu maddenin meclisteki müzakeresi sırasında: (Eğer bir meb’us meclia dahilinde, haricinde arzettiğim gibi rey ve mütalaasından dolayı mes’ul addedilecek olursa bir ekalliyet fırkasının tesisine imkan kalmaz) diyen Karesi meb’usu Süreyya bey 17. maddenin mutlak hükmüne rağmen dünya demokrasi tarihinde ilk defa görülen ve bir iktidar partisi meb’uslarının toptan cezalandırılabilme gayesiyle ileri sürülen fikir ve mütalaaları işitebilse idi herhalde bilgisinden değil, hukuktan şüphe ederdi.
[sayfa 30] Ayrıca bu muhal üzerine mantık kurmak gayreti içinde, teşrii masuniyet müessesesinin asli gayesinin tamamen tahrip edilmekte olduğunun da farkına varılmamaktadır.
Bu müessesenin asli gayesi, milli iradenin serbestçe izharına imkan vermek, millet adına bu iradeyi izhar edecek olan meb’usun, hiçbir endişe ve tereddüt duymaksızın rey ve beyanda bulunmasını temin etmektedir.
İddia makamının fantastik mantığını kabul ettiğimiz takdirde, açıkça görülmektedir ki meb’usu bu endişe ve tereddütten tamamen kurtarmak mümkün olmıyacak, izhar ettiği rey ve beyanın ileride nasıl bir savcının elinde ne kılıklara girebileceğini aklından çıkaramıyacak ve böylece teşrii masuniyet müessesenin asli maksadı bu ters mantık altında ezilip gidecektir.
Böyle bir istisna tanıma yol açtığımız takdirde Muammer Aksoy’un 1957 senesinde FORUM mecmuasında yazdığı gibi (Milletvekilinin mutlak masuniyeti diye isimlendirilen hukuki müessese tamamen kalkacak) demektir. Bu, 1689 dan evvele dönüş olur.
2. – Mutlak oluşu:
Bu mutlak karakter muhtelif bakımlardan tazahür eder.
“Sorumsuzluk her türlü cezai takibata olduğu kadar hukuki takibata da şamildir. Aynı suretle, milletvekilliği ile gayri kabili te’lif olsa dahi her türlü politik mücazata ve teşrii faaliyet halinde vaki olan bütün disiplin cezalarına şamildir. Buna mukabil, her meclisin kendi iç tüzüğüne göre azalarına tahmil ettiği dahili nizamlara muhalefet fiillerine mahsus disiplin cezalarına sari değildir.
Bizzat alakalı meclis dahil, hiçbir kuvvet ve otorite bu sorumsuzluğu kaldırmağa veya tatbiken imtinaya muktedir olamaz.” (17)
3. – Şümulü:
Kaide olarak mes’uliyetsizlik teşrii fonksiyonunun icrası ile ilgili bütün fiiller için, fakat yalnız onlar için mevcuttur. Meclis dahilindeki rey ve mütalaa ve beyanlardan… mes’ul değildir denilmekle bu husus belirtilmiştir. Kaldı ki bizim 17. maddemiz bu masuniyet şümulünü meclis dışına da sirayet ettirmek suretiyle bu hududu daha da genişletmiştir. Şu halde umumi kaideye göre:
a) Fiil meclis dahilinde ika edecektir;
b) Rey, mütalaa ve beyan kabilinden olacaktır.
Mes’uliyetsizliğin tahakkuku için, fiilin meclis sakfı altında vukuu şarttır; fakat bu kafi değildir, fiilin aynı zamanda teşrii faaliyetinin ifasına taalluk etmesi lazımdır. Esasen maddenin ruhu da buna müstelzimdir.
Meb’usun yalnız rey, mütalaa ve beyan kabilinden fiilleri mesuliyet kaidesinden müstesnadır. Bu tabirler mutlak olarak zikredildiğine göre şifahi olabileceği gibi yazılı da olabilir. Milletvekili gerek umumiyede, gerek komisyonlarda ve gerekse parti [sayfa 31] grubunda yaptığı konuşmalarda ister tehevvüren, ister bililtizam olsun birine söver veya hakaret eder, kavlen tehditte bulunur, komünistlik propagandası yapar, askeri kıyama veya ahaliyi içtimai nizamı cebir ve şiddet kullanarak yıkmağa teşvik ederse, haddi zatında suç olan bu fiillerin hiçbirinden mesul olmaz. İçtüzüğün 188/3. maddesinin tayin ettiği inzibatı cezadan başkası hakkında tatbik edilemez. Bir meb’usun muayyen bir noktai nazarı müdafaa etmesi ve reyini kullanması onun ne yapmağa ne de yapmamağa mecbur olduğu şeydir. Mebus vazifesinin muhtevasını ve hudutlarını bizzat kendisi takdir eder. Meb’usun mafevki olmadığı gibi, kürsüde kanun hükümleri ile de mukayyet değildir. O kadar ki haddi zatında suç olan bir fiili işlese bile mesul olmaz. Milletvekili hakikat bildiği, inandığı şeyleri kürsüde söyler müdafaa eder, kanun teklifinde bulunur ve rey verir. Bu fiillerin icrası sırasında cezai ve medeni sorumluluğu olamaz.
D. 1924 ANAYASASINDA SORUMSUZLUK
1. – Meclis müzakereleri:
Maddenin bizde ifade ettiği asli manayı tesbit bakımından evvela meclis müzakerelerini incelemek en doğru yoldur. Zira meclis müzakerelerinde, kanun vazıının maksat ve gayesi açıkça anlaşılır. Anayasacılarımızın da kabul ettikleri gibi müzakereler sırasında bu madde hakkına en güzel mütalaayı İzmir meb’usu Seyit bey serdetmiştir.
Seyit bey demiştir ki: (Bendeniz 1. fıkranın birinci şıkkı üzerinde beyanı mütalaa edeceğim. Bir meb’us meclis dahilinde veya haricindeki rey ve mütalaasından dolayı mesul olmaz deniliyor… Malumu alileriniz meclisler dahilinde, esnayi müzakerede bir mebus her ne suretle olursa olsun, herhangi bir meselede bulunursa bulunsun, o meselenin lehinde ve aleyhinde mütalaa etmek hakkını haiz bulunuyor. Bundan dolayıdır ki mesul olmaz. Hatta meclis dahilinde kendi fikir ve reyini kabul ettirmek için, bütün meclisin ekseriyetini kazanmak için, o ekseriyetin hissiyatına müracaat ederek tahrikatta bulunabilir. Kendi noktai nazarını kabul ettirmek ister ve bu onun hakkıdır. Bundan dolayı bu, her kanuni esaside sarahaten zikrolunur. Meclisi mebusanda da esnayı müzakerede mebuslardan sadır olan fikirler, reyler, sözler hiçbir surette mucibi mesuliyet olmaz.)
Seyir beyin bu izahatı (Seyit bey noktai nazarımızı tamamiyle ve çok kuvvetli suretle izah buyurdular) sözleri ile tasvip edilmiştir.
Söz alan Abdullah Azmi efendi; Seyit beyin beyanını takdir ettiğini ifade ettiği konuşmasında şöyle diyor: (Birinci fıkra bir meb’usun dahil ve hariçteki Mütalaasından katiyen ademi mesuliyetini natık ve mutazammındır. Ademi mesuliyet ne içindir? Çünkü bir adam kürsüde serbest söz söylemezse tabii milletin hakkını bihakkın temsil edemez. Binaenaleyh serbest söz söylemek bu kürsüye mahsustur.)
Kifayeti müzakere üzerine söz alan Karesi mebusu Ahmet Süreyya bey de bu madde [sayfa 32] hakkında şunları söylüyor: (Efendiler üzerinde dürudıraz mütalaa serdedilen madde herhangi bir millet meclisinin hakimiyetini, müessiriyetini ve memleket ve milletin menfaatine muvafık şekilde hizmet edilmesini tekellüf eden yegane bir maddedir. Eğer efendiler bu maddenin milletvekillerine bihakkın temin ettiği masuniyeti teşriiyenin hududu ne kadar büyük olursa, ne kadar vasi olursa meb’uslar o kadar büyük bir ehemmiyet ve nüfuz ve selametle ve emniyet ve itimatla iş görelerdir.) Bu noktada Refik bey (Konya) soruyorlar. – Yani layuhtidirler öyle mi? Bu müdahaleden sonra konuşmasına devam eden Ahmet Süreyya bey daha açık olarak izah ediyorlar; şöyle ki: (Emniyeti şahsiyesi mevkut olan bir mebus reyinde de, sözünde de, muhakemesinde de daima tesir altındadır; biz bunun dahilde ve hariçte her gün bin çeşit eserlerini görmekteyiz. Efendiler hükkam layenazildir; hükkam gayri mesuldur diyoruz, sebebi nedir? Verdiğim yeni hükümden dolayı acaba muaheze edilir miyim diye zihnine bir ukde, bir tereddüt sari olmasın. Lalettayin hakim dediğimiz ve bunun için muhterem tanıdığımız insanlar hakkında dünyanın her tarafında bilittifak kabul edilen bu kaide, kaidei esasiyeyi yine dünyanın her tarafında daha büyük bir vüs’atle kabul edilmiş olan aynı maddeyi -ki meb’uslara şamildir- niye vermekten esirgiyoruz. Neden bundan tehaşi ediyoruz?)
Aşağı yukarı en esaslılarını aldığımız bu konuşmalardan sonra encümenden gelen madde mer’i şekli ile kabul edilmiştir.
2. – Meclis tatbikatı:
B.M.M. de 13 Şubat 1948 tarihinde ittihaz olunan 1594 sayılı kararı arz edelim. “İzmir D.P. il merkezi binasında ocak ve bucak idare heyetlerinin iştirakiyle yapılan açık bir toplantıda B.M.M. nin meşruiyeti hakkında suizannı davet edecek şekilde mütecavizane sözler söylediği ve hükümetin manevi şahsiyetini tahkir eylediği iddia olunan Kütahya milletvekili Adnan Menderesin 19.4.1947 tarihli Demokrat İzmir gazetesi ile, 22.4.1947 Demokrat İzmir ve Yeni Asır gazetelerinde yayınlanan bu sözleri, kendisinin daha önce B.M.M. kürsüsünden Aydın milletvekilleri seçim tutanakları vesilesiyle hatta daha şiddetli bir lisanla söylemiş olduğu Meclis tutanakları üzerinde yapılan incelemeler sonunda anlaşılmış olmasına ve Anayasanın 17. maddesinde de bir milletvekilinin ne meclis içindeki oy, düşünce ve demeçlerinin ne de meclisteki oy, düşünce ve demeçlerini meclis dışında söylemek ve açığa vurmaktan sorumlu olmadığı tasrih edilmiş bulunmasına binaen yukarıda adı geçen milletvekili Adnan Menderesin milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılmasına mahal görülmediğine karar verildi” (18)
Gerek meclis müzakereleri gerekse aldığımız şu karar açık bir şekilde tesbit ediyor ki 17. maddenin ifade ettiği mana mutlak masuniyet prensibidir.
3. – Doktrin:
İlim adamlarının görüşleri.
17. madde üzerinde yapılan müzakereler sırasındaki konuşmaları söylemiştik. Şimdi de [sayfa 33] bu hususta gerek ecnebi gerek Türk anayasa ve ceza otoritelerinden bazılarının fikirlerini arzedeceğiz. Ezcümle:
Haşim Refet: (Meb’usların uhdelerindeki vekaleti milliyeyi her türlü takibatı adliyeden emin olarak tam bir istiklal dairesinde ifa edebilmesi ve herhangi bir meb’usun bir cürüm irtikap ettiği bahanesiyle hükümetin meclis müzakeratına ikide bir müdahalesine meydan verilmemesi için bu masuniyet zaruridir.) demektedir. (19)
Mehmet Ali Aybar: (Mutlak masuniyet parlamento azalarını, parlamento vazifelerinin mahiyetinden mütevellit ve o mefhumla izahı kabil fiil ve hareketlerinden dolayı cezai ve medeni her türlü mes’uliyetten müebbeden beri kılan kaidedir.) diyor. (20)
Ali Fuat Başgil: (Bu masuniyetin neticesi umumi ve daimi mesuliyetsizliktir. Yani mebus vazifesinin ifasından ibaret olan reyinde, mütalaasından ve beyanatından dolayı ne mebusluğu esnasında ve ne de mebusluk sıfatı kalktıktan sonra ne cezai ve ne mali bir surette mesul olamaz) mütalaasındadır. (21)
İlhan Arsel: (Sorumsuzluk, hem mutlak hem de daimi bir vasıf taşır. Sorumsuzluk milletvekilini cezai, hukuki ve siyasi takibata karşı koruduğu gibi hiçbir şekilde kaldırılamaz da) diyor. (22)
Fransa anayasa alimi Laferriere: (Mebus mutlak sorumsuzluğun himayesine sığınarak hiçbir ceza korkusu olmaksızın hakaret ve iftira edebilir, ceza kanununu ihlal ve başkalarını suç işlemeye teşvik edebilir, mebus bu fiiller neticesinde hiçbir hukuki müeyyideye maruz kalmaz. Hakkında sadece içtüzüğün gayet mutedil müeyyideleri tatbik edilecektir. (23)
Marcel Prelot’ya göre: (Mebuslar resmi faaliyetlerinin, şahısları bakımından doğurabileceği neticelerden endişeye düşmeksizin, umumi menfaati temsil ve müdafaa edebilmelidirler. Konuşurken, yazarken, rey verirken sadece akıl ve vicdanlarının ilhamına tabi olarak hareket etmeleri zaruridir. Vaktiyle royer Collard tarafından söylendiği gibi kürsü yalnız meclise karşı mesuldür ve aleyhine hukuki veya cezai bir dava açılamaz.) (24)
Barthelemy ve Duez ise: (Ademi mesuliyetin suiistimalinin mümkün olduğu bedihidir. Bu suiistimali önlemek için, ağır hatalar için mesuliyet sistemini kurmak mümkün olmamıştır. Mebus sövebilir, hakaret edebilir, iftira edebilir, hatta hafiflik göstererek mecliste olmıyan ve kendini müdafaa edemeyecek kimselere suç isnat edebilir. Orduyu itaatsizliğe teşvik edebilir, cinayeti methedebilir, yani suçları methüsena edebilir. Bütün bunlar ademi mesuliyetin şümulüne dahildir) demektedirler. (25)
[sayfa 34] Prof. A. Esmain: Muhayyel suçlar isnad edilerek girişilecek takibatı bertaraf etmek için, fonksiyonun ifasını temin edecek hareketlerinde mündemiç hakiki suçlar için dahi mebusun takibattan masun kılınması zaruri görülmüştür. Alakalı meclisten başlıyarak hiçbir otorite mesuliyetsizliği muvakkaten veya tamamen kaldırmak gibi bir yetkiye sahip değildir. (26)
Haruriou ve Duguit de aynı fikirleri eserlerinde belirtmektedirler.
İsviçre anayasa alimi olan Prof. Fleiner ve Gicometti de şöyle söylüyorlar: (Parlamenter söz hürriyeti ve sorumsuzluk, her iki meclis üyesinin rey ve beyanlarından dolayı mes’ul olmaması ve bununla ilgili hiçbir dava ikame edilmemesi neticesini doğurur.) (27)
Ceza hukuku alimi Hafter: (Mebusun parlamentodaki beyanından dolayı sorumsuzluğu hem cezai bakımdan tecziye olunabilme imkanını, hem hukuki mesuliyetini ve hem de parlamentodan başka makamlar tarafından inzibati ceza verilme imkanını bertaraf eder.) demektedir. (28)
George Vedel: (Bu masuniyetin gayesi milli iradenin meclis içinde azami surette serbest olarak izhar ve ifadesine imkan vermektir. Teşrii faaliyetlerin ifası sırasında işlenmek kaydiyle, suçun ve cürmün cezasız kalmasını temin ettiği cihetle bu mecrada masuniyet hudutsuzdur. Kürsüden hakaret ve sövme cürümleri, söz ve reyle işlenmesi mümkün ve mutasavver sair suçlar, mesela vatan hıyaneti dahil bu suçlar içindedir.) demektedir. (29)
Ceza hukuku otoritelerimizin fikirleri nelerdir? Bir nebze de bunların üzerinde duracağız.
Prof. Tahir Taner: (Kati ve tam olan mesuliyetsizlik, teşrii vazifenin istilzam ettiği tabii bir kaidedir. Milli hakimiyet ancak bu suretle tecelli eder. Cezai mesuliyet yoktur) diyor. (30)
Prof. Faruk Erem: (Bir milletvekilinin söyledikleri ve bir başkası tarafından yapılmış olması itibariyle cezayı müstelzim değildir) fikrindedir. (31)
Prof. Nurullah Kunter’e göre de: (Milletvekilliği dokunulmazlığı denen hal, suçun diğer bütün unsurları olsa dahi cezalandırılabilme unsurunu ortadan kaldırdığı için suçun teşekkülüne mani olmaktadır. Anayasanın 17. maddesinde mutlak olarak “sorum” dan bahsedildiğine göre, bundan hem cezai hem medeni sorum anlaşılmak lazımdır.) (32)
Sahir Erman: (Mutlak teşrii masuniyet, suçun cezalandırılabilme unsurunu bertaraf eder. Milletvekilinin işlediği hakaret haksız olsa dahi cezalandırılması mümkün bulunmamaktadır.) demektedir. (33)
Temyiz içtihadları.
Temyiz mahkemesinin bu husustaki içtihadını belirten 4. Ceza ve 4. Hukuk dairelerinin iki kararını tetkik edelim.
4. Ceza dairesinin 22/6/195§ tarih ve 2818/7902 sayılı kararında: Mebusun Anayasasının 17 nci maddesince ceza sorumluluğundan müstesna bulunduğu, esbabı mucibesine dayanılmaktadır.
1. Hukuk dairesinin 16/7/1958 tarih ve 12171/5006 sayılı ilâmında: mahalli mahkemece ittihaz edilen karar yerinde görüldüğünden denilerek karar tasdik edilmiştir. Bu suretle mahalli mahkemenin kararı benimsenmiş, kabul edilmiştir. Mahalli mahkeme (Ankara 3. As. Hukuk.) 22.11.1957 tarih ve 957/138-726 sayılı kararında:
“… Anayasanın 17 nci maddesinde eğer sadece cezaî mesuliyet derpiş edilmiş olsaydı, metinde mebus hakkında cezaî takibat yapılmaz, mebus cezalandırılmaz… gibi bir ibarenin kullanılması gerekirdi. Halbuki maddede mutlak olarak mesuliyetten bahsedildiğine göre bunu hem cezaî hem hukuki ve malî sahaya teşmil ve böyle kabul etmek zaruridir. Hemen bütün demokratik memleketler Anayasalarında kabul olunan ve anayasa hukuklarında mebusların âdemi mesuliyet prensibi diye anılan prensibe göre, mebusların teşriî vazifelerini ifa ederlerken her türlü tesir ve tazyikden beri olmaları ve korkmadan teşriî vazifelerin görebilmeleri gayesi derpiş olunmuştur. Ceza korkusu gibi yüksek tazminat ödemek korku ve endişesi de mebusları vazifelerini bihakkın ifadan geri bırakabilir. Anayasanın 17 nci maddesinin gerek lâfzı, gerek ruhu itibarile âdemi mesuliyetin hem cezai hem hukuki ve malî sahaya teşmili zaruri bulunduğundan dâvacı vekilinin hilâfına vaki müdafaası varid görülmemiştir. Meclis kürsüsünde haksız fiîl teşkil eden beyan ve mütalâasından dolayı bir mebus hakkında ancak meclis dahilî nizamnamesi hükümleri tatbik edilebilir” denmiş ve dâva reddedilmiştir.
[sayfa 35] Fransız Yüce Divanının Panama skandalı davasında ittihaz ettiği kararını da arzedelim:
Ferdinant de Lesseps Panama kanalını açmak üzere Fransa’da beynelmilel bir şitket kurmuş ve 10 milyon franka inşaat müsaadesini almıştı. 1889 da iflas mecburiyeti doğdu. Fransız milliyetçileri 1892-1893 tarihinde büyük bir mebus grubunu suçlandırdılar. Bu mebusların De Lesseps’ten rüşvet olarak aldıkları kanal aksiyonları mukabilinde satılmış reylerle şirkete, meclisin kredi müsaadesini vermesini temin ettikleri ispat edildi. Dava divanda 1894 te düştü, sonra 1897 de yeniden açıldı ve neticede “mebusların rey masuniyetleri” sebebiyle beraatla son buldu.
Divan başkanı Başol, duruşmalarda kanun maddelerinin metinlerinin esas olduğunu ısrarla belirtmiştir. 17. madde metninde mebusların işbu ademi mesuliyeti mutlak surette ifade edilmiştir. Bu metinde, bunu yapmazsa mesul olur veya şunları yaparsa yukarıdaki fıkranın kendine bahşettiği mesuliyetsizlikten istifade edemez, diye bir kayıt mevcut değildir. Anayasada bu madde hükmünü kaldıran diğer bir madde de yoktur. Bütün bunlara rağmen, iddia, istisna yaratmağa çalışmak, aksine iddiada bulunmak, en hafif tabiri ile kasdi olarak, elde edilmek istenen neticeye varabilmek için yapılan ters bir mantık oyunudur.
Seyit beyin, bu maddenin müzakeresi sırasında söylediği gibi, mutlak, itlakı üzerine caridir.
Burada bir nebze 9 Temmuz 1961 tarihinde halk oyuna sunulup kabul edilmiş olan anayasanın 17. maddeye tekabül eden 79. maddesinden bahsedeceğiz. Bu madde 17. Maddenin bütün hükümlerini ihtiva ettiği gibi, son fıkrasında: “Meclisteki siyasi pati gruplarınca yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz” hükmünü vazederek ileri bir hamle daha yapmıştır. Yani bu suretle parti gruplarınca mebusun teşrii masuniyeti hususunda parti disiplini bakımından lazimülittiba bir karar alma imkanı kaldırılmakta ve menedilmektedir. Yani anayasa bu meselenin parti guruplarında görüşülmesini bile teşrii fonksiyonun ifasına tesir edecek bir amil olarak kabul etmiştir.
E. HUKUKİ NETİCESİ:
Mesuliyetsizlik veya mutlak sorumsuzluğun hukuki neticesi, milletvekilinin umumi ve daimi ademi mesuliyetidir. Yani mebus teşrii fonksiyonunu ifa sırasında söylediği sözlerden, mütalaalarından ve verdiği reyden mütevellit, ne mebusluğu sırasında ve ne de mebusluğun zevalinden sonra ne hukuki, ne de cezai bakımdan bir takibe tabi tutulamaz. Müddeiumumi veya zarar gördüğünü iddia eden bir şahıs dava ikame edemez. Bu memnuiyet, muvakkat masuniyet halinin aksine meclisin iradesinden müstakil olup doğrudan doğruya ana kanun hükmüne müstenittir.
Bu itibarla meclisin takibat için izin vermesi de mevzubahis değildir. Meclisin yapabileceği şey anayasanın 21. maddesindeki “Meclis müzakeratını kendi nizamnamei mucibince icra eder” hükmü muvacehesinde, müzakeratın selameti namına [sayfa 36] içtüzükte yazılı cezayı vermektir. Bazı muhalifler ezcümle M. Ali Aybar bunu dahi kabul etmemekte mutlak masuniyetle kabili telif görmemektedir.
Suç nazariyesi bakımından, anayasanın mesuliyetsizlik hakkındaki hükmünün mahiyeti ve tesiri nedir? Bu hususta aynı neticeye varan üç hakim görüş vardır:
1) Mutlak masuniyet kaidesi fiilin suç unsurunu ref eder. Bu da iki türlü olur.
a) Suç unsurlarından biri olan hukuka aykırılığa tesir eder. Yani hukuka uygunluk sebebi teşkil eder. Bu nazariyeyi kabul edenlere göre: Milletvekilinin kürsüden söylediği sözler haddi zatında suç değildir. Çünkü bütün suçların unsurlarından biri olan hukuka mugayeret yani haksızlık vasfından mahrumdur. Bu suretle milletvekilinin masuniyet kaidesi şümulüne giren fiili yalnızca ceza hukuku bakımından değil, fakat bütün hukuk nizamı muvacehesinde hukuka uygun bir fiildir. Kendisine bundan mütevellit bir mesuliyet terettüp etmiyeceği gibi, fiilin hukuka aykırılığı hiç kimse tarafından ileri sürülemiyecek, sürülse dahi nazarı itibara alınmıyacaktır. İtalyan cezacısı Altivella bu kanaattedir. Alman İmparatorluk mahkemesinin 5 Mart 1881 tarihli kararında bu görüş benimsenmiştir.
b) Müstakil bir unsur addedilen cezalandırılabilme unsurunu kaldırır. Bu görüşe göre: Mesuliyetsizlik halinde, fiilin hukuka aykırılığı mahfuzdur. Fakat cezalandırılabilme unsurunun fıkdanı sebebiyle, suç teşkil etmez. Yani mesuliyetsizlik suçun hukuka aykırılık kısmına değil, bundan ayrı ve müstakil bir unsur olan cezalandırılabilme unsuruna tesir eder. Milletvekilinin meclis kürsüsünden söylediği sözler veya verdiği reyler hukuka aykırı olduğu halde, suç teşekkül etmediği gibi cezai ve hukuki mesuliyetini intaç etmeyecektir. İtalyan cezacısı gripsini ve Nurullah Kunter bu kanaattedirler.
2) Masuniyet kaidesi suça değil, fakat suçluluğa tesir eder. Yani suç yine mevcuttur, fakat suçluluk yoktur.
Bu ihtimali fazla düşünmeden reddedebiliriz. Filhakika teşrii masuniyeti, failin cezai mesuliyetini ref eden şahsi bir muafiyet sebebi addetmemize ceza hukuku nazariyatı bakımından imkan yoktur. Zira masuniyet sebepleri, failin temyiz kudretine ve irade serbestisine taalluk eden hallerden ibarettir.
3) Teşrii masuniyet hükmü, ne suçu, ne de suçluluğu kaldırır. Yalnız Devletin cezalandırma hakkını ref eder. Suç bütün unsurları ile tekevvün etmiş olsa dahi bazı mülahazalar sebebiyle devlet o suçu işleyen faile cezai müeyyide tatbik etmek hakkından feragat etmiştir. Bu suretle müeyyide unsuruna tesir etmektedir. Failin cezalandırılmasına mani olur. Binnetice masuniyet cezadan muafiyeti istilzam eden şahsi bir sebepten (mazeret sebebinden) ibarettir. Cezanın kaidevi unsuruna tesir etmez. Kanunun hakimlere tanıdığım ceza vermek hakkını kaldırır. İtalyan mahkemeleri bu temayüldedirler. Sabatini, Bettiol ve Sahir Erman bu fikirdedirler.
[sayfa 37] Bu tezlerin her birisi neticede mebusun mutlak sorumsuzluğunu kabul etmektedir. Mebus rey, beyan ve mütalaasından dolayı ne cezai ne de mali ve hukuki bakımdan sorumlu değildir. Teşrii vazife zımnında rey veren, söz söyliyen veya mütalaa dermeyan eden milletvekili bir hak istimal etmektedir. Ancak öyle bir hak ki feragat dahi mümkün değildir. Bir hakkın hukuka aykırılığını bayan tenakuz olur. Milletçe seçilen ve milli hakimiyeti onun namına kullanan parlamentonun bir üyesi olan mebusun rey, söz ve mütalaa hürriyetini en vasi bir şekilde tanımada bizzat milli camianın büyük hayati menfaati vardır.
Girişte de temas edildiği veçhile Henry Nezard’ın dediği gibi “Bu durumda amme intizamı, parlamentonun menfaatinde tesis edilmiştir. Mebus bu haktan feragat edemez, hatta mahkeme huzurunda bu haktan istifade etmek istemese dahi, mahkeme re’sen vazifesizlik kararı vermekle mükelleftir.”
Şahit Kubalı’nın hissi beyanı hilafına, Prof. Kubalı’nın eserlerinde belirttiği gibi mebusun sadece siyasi sorumluluğu vardır ve mebusluğun sona ermesiyle kalkar. Teşrii vazifesinin ifasından mütevellit cezai, mali ve hukuki sorumsuzluğu ise ölünceye kadar devam eder.
İnönü’nün dediği gibi: “Eğer B.M.M. kürsüsünde milletvekillerinin çalışma serbestisini masun tutamazsak, bunu temin edemezsek Devlet temelinden, temelin temelinden sarsılmış olur.”
IV – MECLİS TAHKİKATI
A. MÜESSESE
1. – Giriş
Umumi müdafaada “Meclis Tahkikat Encümeni” mevzuunun çok ehemmiyetli bir yeri vardır. İddia son meclis tahkikat komisyonu kuruluşu kararını ve salahiyet kanununun isdarını, başlıca ittiham meselesi yapmıştır. Anayasayı iptal suçuna mevzu ve subut vasıtası telakki olunan “meclis tahkikatı” mes’elesini hukuki yönden tahlile tabi tutma, siyasi telakki edilebilecek yönüne ciddi bir ehemmiyet atfetmeksizin, araştırma yaparak sonuca varmak, müdafaaya en çok yakışan bir istikamet olacaktır. Mes’eleyi bizatihi siyasi faaliyette mütalaa edenler hiçbir zaman hukuki neticeye varamıyacaklardır. Davanın müddeisi durumunda bulunmak hissiyat ve arzusunu izhar eden sabık muhalefet partisinin devri sabıktaki tutum ve fikriyatını iddia makamının benimser görünmesi, bizi hukuki olmaktan çok siyasi bir ittiham ile karşı karşıya bırakır. Buna rağmen düğümü çözmek, problemi halletmek güç olmıyacaktır. Müdafaanın diğer safhalarında olduğu gibi bu kısmında da dosyadaki delillere, mes’ele-i maddiyenin subut bulan neticelerine, pozitif hukuk kaidelerine, kazai ve ilmi içtihatlara ve her an ispatı mümkün ve malum teamüli kaidelere istinad ederek müdafaayı hakiki bir hukuki zeminde inşa etmiş olacağız.
Şu kısacık girişten sonra derhal meselemizi ele alabiliriz.
[sayfa 38]
2. – Mefhum
Anayasayı iptal kastıyla muharrik olarak ve onu fiilen hükümden ıskat gayesine matuf bulunmak üzere bir “meclis tahkik komisyonu” kurulduğu iddiası ortaya konulmuştur.
Bu itibarla evvelemirde “tahkikat” terimi umumiyet itibarıyla “hakikati bulmak için araştırıp soruşturmak” manasınadır. Bu tarif bir münakaşa konusu yapılamaz. Zira bütün sıhhatli lügatlerde aynı manaya alınmıştır. En geniş manasıyla hukukta da “tahkikat” mefhumu, tarifteki gayenin tahakkuku için yapılan muamelelerin cümlesini tazammun eder. Müsbet hukukta, hakikati bulup kanuni bir sonuca bağlamak üzere muhtelif ve mütenevvi tahkikat şekil ve tarzları tesbit olunmuştur. Bunlar idari, mali ve kazai sahalarda olmak üzere cereyan etmektedir. İdari ve mali mevzularda yapılan soruşturmalar umumiyetle kazai sahaya da intikal eder. Tahkikat verdiği neticeye göre kanuni takibatı icabettirir veya ettirmez. Ammenin veya şahsın hukukuna taalluk eden tahkikat kanuni usul ve şekillere bağlı olarak yürütülür. Herhalü karda kazai organlar tarafından icra edilmez ve edilemez de… Ancak ve genel olarak kazai bir hükme bağlanabilir. Mahiyeti itibariyle kazai bulunmakla beraber kazai organlar dışında merciiler de karar ittihaz edebilmektedirler. Mali mevzuatımızda bunun pek çok örnekleri vardır. Hatta “Amme Alacaklılarının Tahsili Kanunu” na göre ferdi hürriyeti tahdit eden cezalar dahi kaza organının dışında mercilerce ittihaz edildiğini kaydetmek mümkündür. Kaymakamların müdahalenin men-i zımnında verdikleri kararlar da kazaidir. Vazıı kanunumuz bazı istisnai ahvali ve meselenin özelliğini derpiş ederek ve haiz bulunduğu hakimiyet hakkını istimal suretiyle kazai mevzuları adli organlar dışındaki mercilere de böylece tefviz etmiştir. Yukarıdaki misalleri çoğaltmak mümkündür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasanın kabulü tarihinden itibaren vücuda getirdiği muhtelif kanunlarla, esas teşkilat kanununun 8 inci maddesiyle 4 üncü faslında yer alan ve hakikatte adli kaza kelimesiyle ifade edilmesi gereken organların dışında, diğer bazı kaza organlarının da hakikatte kazai salahiyetin de kendi uhdesinde bulunduğunu ifade edecek tarzda kazai yetkiyle teçhiz eylendiği görülmektedir. Mesela 1341 tarih ve 578 sayılı takriri sükun kanunuyla, evvela iki senelik ve sonradan 979 sayılı kanuna müsteniden iki yıl daha uzatılmak suretiyle binnetice dört yıllık bir süre için icra organına tanınan yetkiler meyanında, hakikatte kaza organlarına ait olması gerekenlerin de yer aldığı ve hatta bu salahiyetlerin ışığında matbuat hürriyetinin ortadan kaldırılması ve muhalefetin bertaraf edilmesi cihetine gidildiği görülmektedir. İstiklal mahkemelerinin kuruluşuna müteallik kanun ve tatbikatı dahi 134 tarihli teşkilatı esasiyemizin mer’i bulunduğu zamanlara tesadüf eder. Esas teşkilat kanunumuz metin olarak tetkik edilince kazai yetkinin, millete ait hakimiyet hakkında tam bir vuzuhun mevcut bulunduğunu söylemek güçtür. Kazanın Büyük Millet Meclisi karşısında onun salahiyet sahası dışında kalan bir kuvvet, bir yetki olarak mülahazasına imkan yoktur.
[sayfa 39] Büyük Millet Meclisi, vücuda getirdiği muhtelif kanunlarla da, kazai selahiyet üzerinde bir hakkı tasarrufa sahip bulunduğunu teyid eylemiş ve bu cihet, hiçbir zaman anayasayı ihlal veya buna aykırılık gibi bir iddia ile karşılaşmamıştır. Esas teşkilat hukuk profesörlerinden Yusuf Ziya Özer, Anayasanın 8. inci maddesindeki ibareye nazaran adli kuvvetin tamamen ayrı bir kuvvet olarak telakki edilmediğine, milli hükümranlığın bu noktada da taksim kabul etmiyeceği esasının muhafaza olunduğuna işaret etmektedir.34 Yine Anayasa profesörlerinden Osman Nuri Uman da, Büyük Millet Meclisini bütün kuvvetlerinin fevkinde ve milli hakimiyetin yegane mihrabı olduğuna, bütün devlet kuvvetlerinin onda tecelli ve temerküz eylediğine, mahkemelerin Büyük Millet Meclisinin vekil sayıldıklarına tema etmektedir. (35)
Milli iradenin mihrakını teşkil eden ve kendinden üstün hiçbir kuvvetin mutasavver dahi bulunamıyacağı kabul olunan T.B.M.M. nin en yüksek derecede muhakkikliği de uhdesinde muhafazasını tabii karşılamak icap eder. Teşrii tahkikat mevzuu bizim teşkilatı esasiyemizin bir özelliği değildir. Anayasaların dayandığı prensipler, kuvvetler birliği veya ayrılığı esasına istinad etmiş olsun meclis tahkikatı müessesesi, umumiyetle kabul edilmiştir.
3. – Bazı Örnekler:
Mevzu ve meseleye vuzuh verebilmek için dünya demokrasilerinden örnekler almak zarureti vardır.
İNGİLTERE’de şu anayasadır diye gösterilmemekle beraber 1215 den itibaren millet lehine elde edilen haklar teamüli anayasayı teşkil eder. Monarşik idare karşısında parlamento denilen teşekkül onüçüncü asırdan itibaren tedrici bir önem kazanmaya başlamış ve zamanla devletin önemli yetkilerini uhdesinde temerküz ettirmeye muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetin sonucu olarak, parlamento, 1869 dan itibaren uygun gördüğü meseleler hakkında gereken incelemelerin, lüzumlu tahkikatın bizzat icrası selahiyetine de sahip olduğu neticesine vararak, bu hususta teşkil eylediği encümenlere, arzu ettiği mevzuları tetkik ettirmiş ve bu suretle, tahkikat encümeni denilen teşekküller de ilk defa İngiltere’de olmak üzere kendilerini göstermeye başlamışlardır. Bugün İngiltere’deki adalet üstünlüğü her türlü münakaşanın dışında bir kemal derecesine ulaşmış vaziyettedir. Buna rağmen “meclis tahkikatı müessesesi” asırlardan beri tatbik görmüştür. Büyük Britanya’da tahkikat encümenlerine geniş selahiyetler tanınmıştır. Sanık, tanıkların encümen reisi tarafından ve meclis muhafızları marifetiyle izharı, indelhace tevkif ve hapsedilmeleri mümkündür. Üç asırdan beri vaki bu tatbikatta bin kadar şahsın encümen kararıyla tevkif edilerek hapsolunduğu literatüre geçen bir vakıadır. (36)
FRANSA’da da, bütün cumhuriyetler devrinde meclis tahkikatı müessesesinin [sayfa 40] tatbikatına rastlanmaktadır. Esas teşkilat hukuku bakımından İngiltere’de vuku bulan gelişmenin de tesiri altında kaldığı şüphesiz bulunan Fransa’da büyük ihtilalden itibaren ihtilal meclisleriyle, parlamenter hükümet sisteminin zuhurundan itibaren tahkikat encümenlerinin mevcudiyetlerine rast gelinmektedir.37 Fransa’da, üçüncü cumhuriyetin 1875 anayasasında bir sarahat bulunmadığı halde, parlamentoyu teşkil eden meclisler lüzumlu gördükleri hususlar hakkında gereken incelemeleri yapabilmek üzere tahkikat encümeni teşkiline kendilerini yetkili görmüşler ve üçüncü cumhuriyet devrinde de, muhtelif zamanlarda, bu tarzda encümenlerin, hususiyle hükümetin mesuliyetini gerektirmeyen, hükümetle ilgili olmıyan hususlarda da teşkili cihetine gitmişler ve teşrii müesseselerin bu hareket tarzı anayasaya aykırı bir husus olarak mütalaa edilmemiştir.38 Dördüncü Cumhuriyet devrinde de tahkikat encümenlerinin kazai selahiyetten faydalanabildiklerini müşahede etmekteyiz. Ancak ifade edelim ki Fransa’da teşkil olunan tahkikat encümenlerinin tatbikattaki faaliyet şekilleri bazı tenkidlere muhatap olmaktan geri kalmamıştır. Bu encümenlerin umumiyetle selahiyetlerini kuruluş mevzu dışına taşıdıklarından bunların parlamentonun kontrol görevinden başka bir gayeye yöneltildiklerinden siyasi partilerin muhaliflerini bir skandala mevzu yapmak için fırsat gözetmelerinin neticesi olarak bu encümenlerin adeta bir siyasi propaganda vesilesi telakki olunduğundan şikayet edilmektedir.39 fakat, yapılan tenkidlere ve şikayetlere rağmen tahkikat encümenlerinin parlamento tarafından kazai selahiyetle teçhizinin anayasaya aykırılığı ve cezai müeyyide gerektirdiği şeklinde bir mülahaza da ileri sürülmemiştir.
Meclis Tahkikat Encümenlerine kazai selahiyet verilmesi hususuna İngiltere gibi ileri giden memleketlerden biri olarak Belçika’yı da zikretmek mümkün bulunmaktadır. Burada da, tahkikat encümenlerine gerek Fransa ve gerek Hollanda’dakinden daha geniş bir tarzda kazai selahiyetin tanındığı ve bu hukukçular tarafından parlamentonun bu hareketinin anayasaya aykırılık yönünde bittenkide maruz kalmadığı görülmektedir. 8 Mayıs 1880 tarihli bir kanunla tahkikat encümenlerine sorgu hakimlerinin haiz bulundukları yetkilerin cümlesi tanınmış ve mezkur kanunun 4 üncü maddesinde, ceza muhakemeleri usulü kanunu tarafından sorgu hakimlerine tanınan yetkilerin kaffesinin meclise veya tahkikat encümenine veya onun reisine aidiyeti ifade olunmuştur. (40)
Meclis tahkikat encümenlerine kazai selahiyetin tanınmasının dikkate değer ve muahhar bir misaline İkinci Cihan Harbinden sonra vücuda getirilen anayasaların en mükemmeli olarak gösterilen 22 Aralık 1947 tarihli İTALYAN esas teşkilat kanununda rast gelinmektedir. mezkur anayasa açıkça kuvvetler ayrılığı esasını kabul etmiş olmasına rağmen 82 inci maddesinin 1 [sayfa 41] inci fıkrasında parlamentoyu teşkil eden meclislerden herhangi birine soruşturma yapmak üzere kendi üyeleri arasında seçecekleri kimselerden mürekkep bir encümen teşkil edebileceklerini tasrih eyledikten sonra, aynı maddenin son fıkrasında da işbu tahkikat encümeninin, adli otoritenin haiz bulunduğu tetkik ve tahkik selahiyetini aynı şekil ve sınırlar dahilinde kullanmak yetkisine malik bulunduğunu tesbit etmektedir.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLET’lerinin ana yapısındaki hususiyete rağmen Temsilciler Meclisinin lüzumu halinde, bizzat kurduğu encümenlerle şahıslar hakkında dahi tahkikat icra ettiği müşahede edilmiştir. Misal olarak “Mc. Carty ve Kefaur komisyonları” bizdekinden çok daha ileri selahiyetlerle mücehhez olarak tahkikatı yürütmüşlerdir. (Fransa’ya ait tatbikat ve mukayeseler mevzuunda Fransız parlamentosu umumi katibi Eugene Pierre’in “Mufassal Hukuki Siyasiye” adlı eserinin II nci cildinde geniş bilgi vardır. Bu eser T.B.M.M. ce 1927 senesinde tercüme ettirilmiştir. 1932 senesinde aynı eserin II nci cildinin zeyilnamesi de Türkçeye çevrilmiştir.)
4. – Anket parlamenter mevzuunda düşünceler:
Muhtelif demokratik memleketlerden hemen işaret etmek suretiyle verdiğimiz şu birkaç misal “Enquete palementaire” in bir esasi müessese olarak mevcut olduğunu tesbit içindir. Meclis tahkikatı açmak antidemokratik bir tutum telakki edilemez. Görüldüğü gibi bütün klasik ve modern anayasalarda yer almıştır. Dareste’in “Encyclopedie politique de la France et du monde” adlı eseri ile Türk Hukuk Kurumu tarafından neşrolunan “Yeni Anayasalar” adlı seri eserde de meclis tatbikatı müessesesinin mütenevvi emsalini görmek mümkün olacaktır. Müdafaanın muhtevasını fazlası ile genişletmemek için maruf ve malum eserler işaretle yetinmiş oluyoruz. Hangi mevzuda olursa olsun meclis tahkikatı açılmasını antidemokratik ve mevzu hukuka ve esasi prensiplere aykırı göstermek muteber bir iddia ve mütalaa olamaz. Meselenin bizim hukukumuz yönünden tahlilini müdafaamızın sistematiğindeki yerinde tahlile tabi tutmuş olacağız.
5. – Anayasa Hukuku Hocalarının Görüşü:
Bizim Anayasa Hukuku Hocalarımızın meclis tahkikatı mevzuunda esaslı etüt ve mütalaalarına, tetkiklerimiz sırasında tesadüf etmedik. Son tahkikat encümeninin kuruluşundan sonra günlük gazetelerde çıkan mütalaaları tamamen ilmi ve objektif telakki etmek mümkün değildir. Sayın Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın beyanat şeklindeki mülahazaları hukuki bir objektivite içinde kıymetlendirilemez. Encümenin kuruluşundan sonraki mütalaaları mütekaddim bir kanaate istinad etmediği gibi ilmi araştırma mahsulü de değildir. Müşarünileyhin huzurda ifade ettikleri gibi tahkikat encümenin kuruluşuna sat 23 de radyoda ajans haberi ile muttali bulunmuşlar ve derhal bir beyanat hazırlıyarak gazetelere tevzi olunmuştur. Demek oluyor ki, elde yazılı bir metin mevcut değildir. Hıfzedebildiği kadarı ile iktifa olunmuş ve ona göre mütalaada bulunulmuştur. Filhakika büyük alim Einstein atom [sayfa 42] bombasının patlatılmasının hemen akabinde sorulan bir suale “Bu benim Eria gölünde kürek çekmem kadar basit bir olaydır.” Diye derhal mukabelede bulunmuş idi ise de söyliyenin Einstein olduğunu ve olayın da nazariyesi ile senelerce meşgul bulunduğu bir probleme aidiyetini hatırlatmak lazım gelir. Sayın H. N. Kubalı’nın son tahkikat komisyonunun kuruluşu hakkındaki menfi görüşünü hissi olarak da vasıflandırmak mümkündür. Vehleten verilmiş bir mütalaa değilse bunu hissi bulmanın emareleri ve sebepleri mevcuttur. Sayın Profesör D.P. iktidarının mağduru olduğundan şikayetçidir. Bir defa Maarif vekaletince işten el çektirilmiş ve bir defa da İst. Üniversitesi Senatosu kararı ile bir ay müddetle avdetine mani olunmuştur. Sayın Kubalı bu ikinci muamelede dahi hükümetin baskısı olduğuna kanidir. Şu durum karşısında hocanın husumeti bulunmasa dahi kızgın veyahut en muhaffef bir deyişle kırgın bulunduklarını kabul etmek lazımdır. Bun nazaran verdiği mütalaada beşeri insiyakle hissi hareket etmiş olduğunu ifade hakikati en uygun bir görüş olur. Esasen bunun böyle olduğu kendileri tarafından da saklanmamıştır. 27 Mayısa rağmen anket parlamenter mevzuundaki boşluğu doldurabilecek ilmi bir tebliğe filhal dahi muhatab olmak mümkün bulunmamıştır.
6. – Siyasi partilerin Görüşü:
Sabık ana muhalefet partisi olan C.H.P. nin bu mevzudaki karşıt tutumu ise ilmi olmayıp tamamen siyasidir. Kaldı ki C.H.P. nin görüşü hiç de şayanı iltifat sayılamaz. Çünkü tahkikat kendi aleyhine açılmış ve şikayetçisi bulunduğu bir hususun muterizi halindedir. Tabiatiyle objektif olamaz.
B. 1924 ANAYASASINDA MECLİS TAHKİKATI
1. – Teşkilat-ı Esasiyemizin Dayandığı Prensip:
Teşkilat-ı esasiyemmizin prensip itibariyle “vahdet-i kuvva”yı kabul ettiğinde ittifak vardır. Gerek doktrinde ve gerek siyaset adamlarımızın kanaatlerinde buna muhalif bir görüşe tesadüf edilemez. Anayasamızı inceleyen Paris Hukuk Fakültesi Anayasa Profesörlerinden Geeorges Burdeau ve Marcel Prelot gibi tanınmış yabancı hukukçular da aynı hususa işaret ederler. Kanunu Esasi Encümeni mazbatasında “…bütün kuvva meclis canibinden istimal olunur. Tefrik-i kuvva yoktur…Olanca kuvvanın mastar ve membaı heyeti celilenizdir” denilmektedir. Mezkur encümenin mazbata muharriri de 2 inci Büyük Millet Meclisi Hey’eti Umumiyesindeki beyanatında “Tevhidi kuvva nazariyesine son derecede itina edilmiştir. Çünkü bu heyeti doğuran bu cumhuriyeti vücuda getiren tevhidi kuvva esasıdır… Tevhidi kuvva bizce pek aziz olan bir umdedir… Ahkamı esasiye faslının menbaı, mehazı tevhidi kuvvadır… Bu Kanunu Esasi şekli ile tesbit edilen cumhuriyetimizin, sairleri ile mukayesesi lazım geldikte görülüyor ki, bizde kuvva temerküz ediyor.”
1924 Anayasamız metin olarak tetkik edilince kuvvetlerin tevhidi esası, Büyük Millet Meclisi denilen teşrii teşekkürün lehine vuku bulmuştur. Bu suretle mutlak meclis hakimiyeti esasının kabul edilmesi tarihi bir oluşun icabındadır. 1876, 1909 Kanun-u Esasilerinde ikili [sayfa 43] hakimiyet göze çarpar. Yani hakimiyet tecezzi etmiştir. Monarşik hakimiyetle milli hakimiyet düalizmi kendini gösteri. Bir taraftan Padişahın diğer taraftan milletin hakimiyeti karşı karşıyadır ve bu şartlarla monarşik ve demokratik prensiplerin telifi sistemi kurulmak istenilmiştir. Kuvva-i Milliye vatanı müstevliden kurtarmakla kalmamış, altı asırlık bir saltanı da bertaraf ederek millet realitesine müstenid hakimiyet vahdetini de getirmiştir. Asırlar boyunca devam eden monarşiden hakimiyet mefhumunun koparılıp millete verilmesinin veciz bir ifadesi olan hakimiyetin bila kayd-ü şart millette bulunması esası milli hakimiyet prensibinin ta kendisidir. Bunun gayri kabili tecezzi ve ferağ olarak muhafazası için çok kuvvetli bir meclis hakimiyeti esasının da kabulü lazım gelirdi. 1921, 1923 ve 1924 de konulan esasi hükümler milli hakimiyeti kökleştirmek gayesine matuftur. 1924 Anayasamız kökü Fransa ihtilalinden gelen “Endivüdüalist ve liberal hukuki ve siyasi ideolojiyi temsil ve ifade etmektedir.” Anayasamız hakimiyet prensibinin en geniş manası ile muhafızlığını deruhte ederek böylece bütün kuvvetleri uhdesine almıştır. Bu esas prensiplere temas edince kazai faaliyet ve selahiyetin, Devlet iktidarında mündemiç bulunan diğer selahiyet ve faaliyetlerden ayrı bir yetki ve faaliyet olarak mütalaa edilip edilmiyeceği meselesi üzerinde kısaca durmayı gerektirir.
Filhakika, doktrin sahasında, kazanın Devletin diğer kuvvet ve fonksiyonlarından ayrı üçüncü bir kuvvet ve fonksiyon olduğu ileri sürülmemiş değildir. Ancak bu tarzdaki bir telakki hususile 19 uncu asır sonlarından itibaren önemin gittikçe kaybeden ve mühim tenkidlere uğrayan bir noktazi nazar olarak gözükmektedir. 18 inci asrın filozoflarından J. J. Rousseau müstakil ve ayrı bir kaza organının mevcudiyetini inkar eylemiş, Garsonnet, R. Garraud, Leon Duguit, Henri Bartelemy gibi tanınmış Fransız hukukçuları kazanın icra selahiyetine tabi ve ona dahil bulunduğunu, kazanın icra kuvvetinin bir dalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yine Fransız hukukçularından Prof. Maurice, Hauriou, kazanın ayrı bir kuvvet oluşu hakkındaki noktai nazarı tasvib etmiyerek bunun siyasi kuvvetlerin tefriki sahasından tamamen hariç tutulması gerektiğini ifade etmektedirler. Kazanın teşrii ve icrai selahiyet ve fonksiyonlar karşısında onlardan ayrı ve müstakil bir kuvvet ve fonksiyon olarak mülahaza edilmesi halinde bile bunun ancak mezkur kuvveti ve bahis mevzuu fonksiyonu ifa edecek organların halk tarafından seçilmeleri halinde mümkün olabileceği ileri sürülmüştür.
Meseleyi 20 Nisan 1340 tarihli Esas Teşkilat Kanunumuz bakımından incelediğimiz takdirde; millete ait hakk-ı hakimiyetin muhtevasına dahil kazai yetki bakımından arzettiği hususiyeti şu suretle tebarüz ettirebiliriz. Her şeyden evvel işaret edelim ki, Anayasamızın 8 inci madde ve 4 üncü faslında yer alan esaslar bakımından ve bilhassa kullanılan terimlerdeki keşmekeş dolayısıyla kazai selahiyet ve fonksiyon hakkında kanunun bir vuzuf arzedebildiğini söylemek çok güçtür. Hatta daha ileri giderek Anayasanın, kazai selahiyet ve göreve fazla bir [sayfa 44] ehemmiyet atfettiğini, 2 inci B.M.M. nin kazai selahiyet ve fonksiyon üzerinde durduğunu iddia edebilmek de zordur. Nitekim kanunu esasi encümeni mazbatasında kısaca “4 üncü fasıl vazife-i kazaiyeye ait olup ilmi bir mahiyet iktisab eden ve umumca kabul olunan birkaç maddenin tesbitinden ibarettir.” Denmekle yetinilmiştir.
Anayasamıza göre kaza kuvvetinin durumu “usulü ve kanunu dairesinde” olmak kaydına tabi tutulmuştur. Mahkemeler kuvvet ve kudretini teşrii kuvvetten almak durumundadırlar. Kaza fonksiyonu müstakil mahkemelere mevdudur. Ancak vazife ve selahiyet kanunu yolu ile meclisten gelmektedir. Yani kaza organının faaliyeti teşrii müessesenin yapacağı kanunlarla tanzim ve tahdit edilmiş bulunmaktadır. (Anayasa madde: 4, 8, 53-60) 1924 Anayasası hangi yönden bir tahlile tabi tutulursa tutulsun oldukça “totaliter, otoriter ve bürokratik” bir manzara arzeder. Anayasa metninin münakaşası neticesinde kazanın B.M.M. karşısında onun selahiyet sahası dışında kalan bir kuvvet, bir yetki olarak mülahazasına imkan bulunmadığının tezahür ettiği görülür. Büyük Millet Meclisi, vücude getirdiği muhtelif kanunlarla da kazai selahiyet üzerinde aykırılık gibi bir iddia ile karşılaşmamıştır.
2. – Tahkikat Encümeni Kurma Mes’elesi:
Şimdi şu hudutsuz kudret muhavecesinde tahkikat encümeni kurma mes’elesini ele alalım. T.B.M.M. nin bizzat “ifa edeceği vezaif” Anayasanın 26. maddesinde topluca ifade olunmuştur. Buradaki vazifeler hukuki mahiyeti itibariyle teşrii, idari ve icrai ve kazai olarak tezahür eder.41 Ancak Meclisin bizzat ifa edeceği bu vazifeler tahdidi olmayıp tadadidir. “… gibi vezaifi bizzat kendi ifa eder.” İfadesi bu noktai nazarı açıkça teyid eder.
“Anayasa kaza iktidarının… müstakil mahkemeler tarafından istimal olunacağı prensibini koymuş ve bu prensibin mahfuziyetini temin için bugün kifayetsizliği anlaşılan bazı garantiler kabul etmiştir.”42 Bu son mütalaaya göre dahi kaza organının serbestisinin mutlak bulunmadığı gibi yeter derecede de teminata bağlanmadığı anlaşılıyor. Bu hali 1924 Anayasasına atfetmek mümkün olabileceği gibi bir noksanı olarak da kayıt ve telakki etmek lazım gelir. Teşrii meclisimizin bazı kazai Selahiyetleri uhdesinde bulundurduğuna işaret etmiştik. Bunu doktrinde iki gruba ayıranlar vardır. Birinci kısımdakilere misal; “mahkemeler tarafından verilen cezaların tahvil veya tahfifi, tahkikat veya mücazatı kanuniyenin tecili, umumi ve hususi af…, reisicumhuru ittiham, Divan-ı Ali teşkili gibi…” yüksek adalet mülahazalarına müstenit ve daha ziyade siyasi mahiyetteki selahiyetlerdir. İkinci kısımdakiler ise; “meclis tahkikatı dolayısiyle alakalı encümenlerin karar ve muameleleri, disiplin cezalarına müteallik kararlar gibi idari vasıftaki kazai selahiyetlerdir.”(43)
[sayfa 45]
3. – Anayasamızda Meclis tahkikat müessesesi:
Milli hakimiyetin yegane temsilcisi, millete ait hakkı hakimiyeti istimale de yegane salahiyetli organ, Devlet içinde mevcudiyeti mevzubahis organların kaffesinin fevkinde nazım bir teşekkül olan B.M.M. ne Devlet dahilinde her türlü hususat üzerinde doğrudan doğruya murakebe imkanının sağlayan ve bir kontrol vasıtası olan her türlü ihtiyaçları yakından bizzat tesbit ve takdir imkanını veren meclis tahkikatı müessesesi bugün münakaşa konusu yapılmaktadır. Teşrii tahkikat müessesesinin pozitif hukukumuzda yeri Anayasanın 22. maddesidir. Büyük Meclise takdim edilen 1924 Teşkilatı Esasiyesinin ön tasarısında meclis tahkikatı müessesesine yer verilmemiş, sual ve istizah ile yetinilmişti. Öyle tahmin edilebilir ki, istizahın mevcudiyeti kendiliğinden meclis tahkikatı sonucunu doğurabilecektir.
Filhakika herhangi bir istizah takririnin kabulü ile açılacak müzakereden sonra Milli Meclis yeter derecede bilgi sahibi olamaz veya bir kanata vusul imkanını bulamazsa istizahın neticesi reye konulmadan, verilecek bir takrirle tenevvür ve hakikat-i maddeyi tahkik için bir tahkikat komisyonu kurabilmesi düşünülebilir. Ancak bu bir istizah takririnin kabulüne vabestedir. Fransız Meclisi Mebusanında böyle bir tatbikata tesadüf olunmuştur.44 (20)
Mahdut bir hale münhasır bulunan bu hali yeter telakki etmiyen İkinci Büyük Millet Meclisinde Teşkilatı Esasiye Kanununun müzakeresi sırasında Gaziantep mebusu Ali Cenani Bey Meclis tahkikatı müessesesi büyük meclisin cümle-i salahiyetleri arasında ifadesini bulmuştur. Anayasanın 22. maddesindeki sureti beyan dikkatle tetkik buyurulunca görülür ki; Millet Meclisin mutlak üstünlüğü bir kere daha teyit edilmiştir. Bu hususta Büyük Meclis aleyhine hiçbir tefrik ve tahdit gözetilmemiştir. “… Sual ve istizah ve meclis tahkikatı” da Meclisin salahiyetleri cümlesindendir. Hangi manada olursa olsun bir tahdit vaz edilmemiştir. Ancak bunlar dahi vardır deniliyor. Bu esasi hükme göre Meclis Tahkikat Encümenleri Büyük Millet Meclisinin tasarruflarıyla kurulacak ve bu tasarruflarda gösterilecek mevzu ve hükümlere göre tahkikat yürütülecektir.
Tek parti zamanında bu müessese işleme imkanı bulamamıştır. 21.12.1951 tarihinde milli saraylardaki kıymetli eşyanın tesbiti için bir meclis tahkikatı açılmasına Büyük Millet Meclisince karar verilmekle iç tüzüğün 177. maddesinde derpiş olunan tarzdaki Melis tahkikatı müessesesinin ilk defa olarak tatbikat gördüğüne şahit oluyoruz. Bu tahkikat komisyonu da hukuki kuvvetini Anayasanın 22. maddesinden almaktadır. 5 Nisan 1952 tarih ve 8078 sayılı Resmi Gazetede ilan edilen Anayasa Komisyonunun hazırladığı rapor dikkati caliptir. Raporun B fıkrasının son cümlesinde “… 177. madde mucibince teşkil edilecek komisyona kazai salahiyetler tanınmasının Anayasamız hükümleri içinde bulunduğuna karar verildi.” Denilmektedir. Milli irade bu haliyle tecelli etmiştir. Bunu demokrasi ve parlamenter anayasa hukukuna aykırı bulmaya imkan yoktu. Böylesine mühim bir meclis kararı üzerinde [sayfa 46|] ne doktrin sahasında ve ne de siyasi alanda bir münakaşaya şahit olmuyoruz. Ancak bazı siyaset adamları mes’elenin meclis kararıyla değil, bir kanunla halli fikrini savunmuşlardır.
Şimdi mevzuumuzun metin üzerindeki tetkikini hüküm halinde tesbit edebiliriz.
a) Meclis tahkikatı Anayasanın koyduğu bir müessesedir.
b) Tahkikat mevzuunda ve mahiyetinde herhangi bir tahdit mevcut değildir. Büyük Millet Meclisinin, millet namına kullandığı hakkı hakimiyeti dolayısıyla buna dahil salahiyetler arasında bir tefrik gözetilmeksizin mutlakiyet göze çarpar.
c) meclis tahkikatı fonksiyonunun ancak “şekli tatbiki nizamnamei dahili ile tesbit olunur. Demek oluyor ki, esasa müteallik kudret ve kuvvet Anayasadan gelip şekli husus ise iç tüzükle muayyen bulunacaktır. Meclis iç tüzüğünde bu müessesenin tatbik şekli tesbit olunmasaydı bile esasa tesir etmiyeceği için meclis tahkikatı fonksiyonu işlemekten alıkonulamıyacaktı. Anayasa hükmüne göre iç tüzükte herhangi bir salahiyet tahdidi hükmü derpiş edilemez. Mevzu buraya gelince bu müessesenin iç tüzük dışında bir kanunla tatbik şeklinin derpiş olunup olunamıyacağı hususunu da incelemek gerekir7468 sayılı kanunun tahlili dolayısıyla ileride gereken açıklamalarda bulunulacaktır. Ancak mevzuunun bu kısmında esasi hüküm ve neticelerini tesbitte fayda vardır. Şekli tatbike müteallik bir kanun isdarı evvela Anayasanın verdiği salahiyeti teyid eder mahiyettedir. Saniyen şeklidir ve sureti tatbiki gösterir. Kanun vazıı, aynen yabancı memleketlerde olduğu gibi, vücuda getirdiği bir kanunla iç tüzüğün 169 ve 177. maddelerinde gösterilen her iki encümeni de salahiyet bakımından eşit bir hale getirmiştir ve binnetice, Meclis dahili nizamnamesinin hukuki düsturları arasında hiyerarşi bakımından mevkilerini tayin ve tesbitle ilgili bir uygunsuzluk aranıyorsa bu olsa olsa Meclis dahili nizamnamesine karşı vuku bulmaktadır. Fakat bunun siyasi ve hukuki bir müeyyidesi yoktur. Binaenaleyh meclis tahkikatı mevzuunda bir kanun tedvin etmek hiçbir zaman Anayasayı iptal, tebdil veya tağyir manasını tazammun etmez. Bu nacak teşrii bir fonksiyondan ibarettir.
4. – 18 Nisan 1960 tarihinde kurulan tahkikat komisyonu:
Yukarıdan beri hukuki yönden arzettiğimiz tahlilleri davaya mevzu komisyona bağlayınca alınacak neticeleri tesbit etmemiz lazımdır.
a) Hukuki Mana ve Mahiyeti:
Bu encümenin kuruluşuna ve hukuki mana ve mahiyetine karşı esas, salahiyet ve şekil bakımından herhangi bir itirazda bulunulamaz. Anayasaya aykırılık iddiası Anayasada mevcut bir müesseseyi inkar olur. Anayasada kabul edilen kaza istiklaline Büyük Millet Meclisinin tecavüzü diye bir şeyin mevcudiyetini iddiaya imkan yoktur. Usul ve kanun dairesinde ve yine Büyük Millet Meclisinin vaz eylediği esaslara göre kaza yetkisini kullanma salahiyetine mazhar [sayfa 47] kılınmış organlardan ancak ve ancak biri olan ve bu yetkide inhisari bir durumu bulunmayan asli mahkemelerin işleyiş ve istiklaline meclisin bu tasarrufu ile tecavüz mevzubahis değildir.
Karar suretinin D.P. ekseriyeti tarafından kabul edilmiş bulunması hususunda açılacak bir münakaşa da siyasi olmaktan ileri gidemez. C.H.P. muhalefetinin başta bütçe kanunu bulunmak üzere, hemen bütün teşrii faaliyeti sırasında, kırmızı oy kullandığı düşünülürse ne çetrefil hukuki problemlerle karşı karşıya kalınacağını derpiş etmek lazım gelir. Demokrasilerde mevzuları ekseriyetin reyi ile halletmekten başka çare bulunamamıştır. Hatta çok partili hayatta liderin dediğinden başkasını yapmaya da imkan yoktur. İngiltere’de başvekilin istediği bir kanunun Avam Kamarasından çıkmaması mümkün değildir. Parlamento azalarının herhangi bir mevzuda reylerini izhar etmekten evvel, parti grubu şeflerinden mütalaa aldıkları daima müşahede edilen bir haldir. Bu durum çok partili hayatın icabından olduğu kadar demokratik prensiplere de uygundur. Bir tahkikat komisyonu kurulması hakkındaki oylamayı ve neticesini antidemokratik telakki etmeye imkan yoktur, gurup karariyle mecliste kabul edilmiş olsa dahi.
b) Tahkikat Mevzuu:
Tahkikat mevzuunun C.H.P. ve bir kısım basın olarak tesbitinin umumi hukuk prensiplerin aykırılığı iddia edilmiştir. Ancak bu umumi hukuk prensiplerinin neler olduğu gösterilmemiştir. Ayrıca umumi hukuk prensiplerinin mücerret bulunuşunu da hatırdan çıkartmamak lazımdır. Bunlar bir suçlandırılmaya mesnet teşkil ettirilemez. Bu yönden açılacak bir münakaşa cezai sahada netice vermez. Bu sebeple müspet hukuk nazarı itibara almak lazımdır. Anayasa mevzuatımız teşrii tahkikat mevzuunda herhangi bir tahdit veya tefrik gözetmeksizin müesseseyi vazetmiştir. Bir tefrik veya tahdidin mevcut bulunmadığı kanaati siyasi sahada da kabul edilmektedir. T.B.M.M. nin “Kromit tahkikatı” diye adlandırılan mevzuda Ziraat Bankası mesulleri hakkında bir soruşturmaya karar vermesi misal olarak gösterilebilir. Bu husustaki meclis tahkikatı talebi kendi gurup kararlariyle olmak üzere C.H.P. den gelmiş, T.B.M.M. de muhalefet ve iktidar partisi mensuplarının iştirakiyle tahkikat açılmasına karar verilmiştir. Karar sureti Anayasanın 22 ve iç tüzüğün 177. maddelerine göre ittihaz olunmuştur. Bu karara ve tatbikatına karşı hiçbir itiraz sesi yükselmemiştir. Yükselemezdi de. Zira Büyük Meclisin işbu tasarrufu da selahiyetleri cümlesinden bulunmaktaydı. Bu iki tahkikat mevzuu, esas ve şekil bakımından ve hukuki mahiyeti itibariyle karşılaştırılınca ayniyet derhal anlaşılır.
c) 7468 Sayılı Kanun:
7468 sayılı kanunun sadece C.H.P. ve bir kısım basının faaliyetlerini tahkik için teşkil edilen encümene selahiyet tanıyan bir kanun olduğu intibaı vardır. Filhakika kanunun kabulü encümenin teşkilinden sonradır ve mezkur encümen kanunda zikredilen salahiyetleri bu kanuna dayanarak istimal etmek imkanına sahip encümenlerden birincisi olmuştur.
[sayfa 48] Evvela Meclis’teki D.P. gurubu meb’usları bu kanunu çıkarmakla ittiham edilmektedirler. Kanuna oy verilmesi iktidar partisi meb’uslarının meşruiyet içi veya meşruiyet dışı diye bir tefrik yapmaya imkan yoktur. Anayasamızın 17. maddesinin mebusa tanıdığı mutlak mesuliyetsizlik prensibi iddiayı kolayca bertaraf eder. İşbu maddenin şümulünü manalandıran iç tüzüğün 188. maddesinin 3. fıkrasını aynen arzedelim. “Hey’eti umumiye müzakerelerinde halkı cebri muamelelere, dahili kıyam ve isyanlara, veyahut Teşkilatı Esasiye Kanununun ahkamına tecavüze teşvik etmek…” ef’ali ancak Meclisten çıkarma cezasiyle tecziye olunmuştur ki 17. maddenin mutlak hükmü böylece ve başka bir vesile ile bir defa daha aydınlatılmıştır.
Rey ve mütalaa ve beyandaki bu geniş serbestiyet karşısında bir kanun çıkarmayı meşruiyet dışı olarak tavsife imkan bulunmadığı metindeki sarahatten suhuletle anlaşılabilir.
Kanun metni olarak ele alınınca görülür ki umumi ve objektif kaideler getirmiştir. 7468 sayılı kanunun adı “T.B.M.M. tahkikat encümenlerinin vazife ve salahiyetleri hakkındaki kanun” dur. Kanun metin olarak mucibi tenkit değildir. Evvela kanun tekniğine uygundur. Saniyen mücerret, umumi ve objektif kaideler getirmiştir. Salisen tahkikat encümenleri hukuken kaza fonksiyon ve kazai selahiyetlerle mücehhez kılınmamıştır.
T.B.M.M. tahkikat Encümenlerince verilen vazife ve selahiyetler C.M.U.K. nun tespit ettiği ilk tahkikata mütenazırdır. Farklı olan taraf neticededir. Usulde ilk tahkikat bir kararnameye müncer olur. Teşrii tahkikat ise “nihai bir mazbata” ile sonuçlandırılacaktır. Sorgu hakiminin kararnamesiyle vazifeli ve selahiyetli mahkemede son tahkikatın açılmasına veya men’i muhakemeye veya muvakkat tatile karar verilebilir. Halbuki meclis tahkikatının neticeleri T.B.M.M. heyeti umumiyesine arzolunur. (7468 sayılı K. Md. 11) Bu hukuki netice de gösteriyor ki teşrii tahkikat tamamen T.B.M.M. için yapılacaktır. Hey’eti umumiyenin kararına göre tahkik mevzuları dava konusu olacak ve kazai organa intikal edecek veya Büyük Meclis bilgi sahibi bulunmakla yetinecektir. Tahkikat Encümenlerinin bu neticeyi tesbit için hem de kanunen muayyen yollardan tahkikatını yürütmesi keyfiyetini Anayasayı iptal, tebdil veya tağyir derecelerinde iddia eylemek Büyük Meclisin cümle’i salahiyetlerini kavramamak manasına alınabileceği gibi kazai fonksiyonun da mahiyetini bilmemek olur. “İç politikada huzuru tesis etmek meselesi T.B.M.M. nin eski bir kaygusudur.”
7468 sayılı kanunun tesbit ettiği soruşturma usul ve yolu mahdut bir teşrii tahkikattır. Kesin hükme müntehi bulunacak mutlak kazai bir muamele değildir. T.B.M.M. Tahkikat Encümenleri ilk tahkikatın icab ettirdiği vazife ve salahiyetlerle mücehhez kılınmıştır. (Madde 1 bütün fıkraları) Bu fıkralarda yazılı salahiyetlerin cümlesi tedbir mahiyetindedir. Encümenlerce kanunun tatbikatında dahi buna muhalefet suretiyle bir suç işlenirse sanık hakkında mevzuata göre ceza verme hakkı kaza organındır. (Madde 3-8).
[sayfa 49] İtalyan anayasasında kuvvetler ayrılığı prensibi kabul edildiği halde Meclis tahkikatı sebebiyle herhangi bir suç işlenirse ceza verme salahiyeti Tahkikat Komisyonlarına tanınmıştır.
d) Tahkikat Encümeninin bazı tasarrufları:
müdafaanın bu kısmında iddiada ehemmiyetli bir yer alan “neşir yasakları mevzuu” üzerinde durmak istiyoruz. Mes’elenin tahliline girerken hemen ifade eldim ki neşir yasakları hususunda encümenin ittihaz ettiği kararların hukuki mesnedi iç tüzük ve 7468 sayılı kanundur. Bu yolda ayrıca meclis teamülü de vardır. Esasen ilk tahkikatın icabatı da gizliliği zaruri kılar.
Davanın maddi vakıalarına mes’eleyi biraz daha tahlile tabi tutalım.
Ne iddia olunuyor?
a) Suç teşkil etmiyen haber ve havadislerin neşrine yasak konması keyfi bir tasarruftur.
b) İstanbul Üniversitesinde 28 Nisandan itibaren cereyan eden hadiselere neşir yasağı konulmakla günlük olaylar üzerinde icra organı gibi tedbir alınmıştır.
c) Meclis müzakerelerinin neşrinin yasak edilmesi suretiyle Anayasanın 20.maddesindeki alenilik hükmü tağyir, tebdil ve iptal olunmuştur.
Bunlardan ilk ikisi Anayasayı iptal derecesinde tavsife müsait görülmemiştir. Ancak bir mes’eleyi maddiye olarak ortaya konulduğu için ve kanaate müessir bulunur mülahazasiyle yukarıdaki sıraya göre tahlile tabi tutulmuşlardır.
aa / Suç teşkil etmeyen haber ve havadislerin neşrine yasak konulması;
Encümen esas itibariyle bir suç takip mercii veya ceza verme olmadığı için neşrine yasak koyduğu mevzuların önceden kanunlarla suç sayılmış olup olmadığı hususunu bunu araştırması gaye ve mevzuu dışında bir davranış olurdu. Tahkikatın selametle cereyanını temin maksadıyla ittihaz edilmiş olan neşir yasağı kararlarının hudut ve şümulünü encümen faaliyetleri ve tahkik mevzuları teşkil etmektedir. Bunların da muvakkat ve tedbir mahiyetinde bulundukları derhal anlaşılır. Konuşulan neşir yasakları zamanı gelince kaldırılmış veya kendiliğinden hükümden düşmüştür.
“Ziraat Bankasının Kromit Şirketine açtığı kredi” mevzuunu tahkik için kurulan komisyon da ilk toplantısında, muhalefete mensup mebusların iştirakiyle ve oybirliği ile aldığı kararla neşir yasağı vazetmiştir. Demek oluyor ki meclis teamülü de böyledir.
bb/ İstanbul Üniversitesi olayları hakkındaki neşriyat; İstanbul Üniversitesindeki olaylarla ilgili yasak kararı ilk bakışta günlük hadiselerin peşine düşüldüğü zehabını uyandırsa dahi tahkik mevzuuna nüfuz edilince bunun yanlış olduğu anlaşılır. İstanbul Üniversite olaylarında C.H.P. gençlik kollarının tahrikinin mevcut bulunduğu hususundaki yaygın kanaat hadiselerin menşe, menba ve saikini ve bunları hazırlayan amilleri [sayfa 50] araştırmayı icab ettirmiştir. Bu halde tahkik mevzuuna giren hadiselerin efkar ve muhitteki aksülamellerinden tecridi lazım gelir. Bu zaruret neşir yasağını doğurmuştur.
cc/ Meclis müzakerelerine kısmen neşir yasağı konması;
Bu tutumla Anayasanın 20. maddesinin 1. fıkrası ihlal edilmiş midir? Mes’ele “Aleniyet” unsuruna taalluk ediyor. Bunu sistematik olarak kısımlara ayırabiliriz.
Evvela tesbit edelim ki: Mücerret neşir aleniyetin bizatihi kendisi değildir. Hatta aleniyetin bir unsuru dahi sayılamaz. Yani neşir olmadıkça aleniyet yoktur denilemez.
Saniyen neşir ancak hukuki müessesesinin fiiliyata intikalinde bir hadim unsur ve vasıta sayılabilir. Bu halde ise harfiyen vuku bulması icab eder.
Anayasanın 20. maddesinin 1. fıkrasının ilk cümlesi “Meclis müzakeratı alenidir ve harfiyen neşrolunur” demektedir. Bu müstakil bir fıkradır. Yani “Meclis müzakeratı alenidir” ayrı bir fıkra, “harfiyen neşrolunur” ayrı bir fıkra değildir. Şu hale göre aleni müzakeratın harfiyen neşri mecburiyeti tatbikatta birbirlerine bağlı bir bütün ve bir amir hükümdür. Diğer bir manada aleniyet için müzakere salonunun umuma açık olması lazım ve kafidir. Harfiyen neşir hali hariç durum mahkemeler için de aynıdır.
“Harfiyen neşir” unsuru bir tavzih maksadiyle sevkedilmemiştir. Öyle olsaydı “Müzakere zabıtları aynen muhafaza olunur” kaydı konulurdu. Vazı-ı kanun müzakeratın aleniyeti prensibini harfiyen neşir ile memzucen mütalaa ederek daha çok sayıda vatandaşa müzakeratı harfiyen öğrenebilme imkanını sağlamak istemiştir. Bu suretle de harfiyen neşir keyfiyetini Devlet de kabul eylemiştir.
Mücerret neşrin aleniyet unsuruna vücut vermediği metinden böylece istihraç olunmaktadır. Müzakeratın açık olmasiyle birlikte nazara alınmak lazımdır. Tahkikat Komisyonunun, bazı meclis müzakeratı neşrini yasak etmesi vakıasını işte bu hukuki zaviyeden tetkik etmek lazımdır. Komisyon, kararlarında -Zabıt ceridesi hariç- kaydını koymakla aleniyet prensibine halel getirmemiştir. Müzakerat umuma açıktır ve zabıt ceridesinde de harfiyen neşrolunmaktadır. Matbuat harfiyen neşre icbar olunamıyacağına göre tek taraflı neşriyatı önlemek için konulan yasakları aleniyet prensibine aykırı bulmaya imkan görülemez. Matbuat meclis müzakeratını hiç aksettirmediği veya birkaç satırla intikal ettirdiği hallerde aleniyet ortadan kalkmış mı olacak? Hayır. Çünkü aleniyetin Anayasa mucibi icapları aralıksız olarak işlemektedir. Az veya çok sayıda vatandaşın müzakerattan haberdar bulunup bulunmaması esasa müessir değildir. Çünkü aleniyetin unsurunda az veya çok alenilik diye tefrik yapmağa imkan yoktur.
İddia makamının dikta konseyi diye adlandırdığı Tahkikat Komisyonu müessesesi hakkındaki ve tamamen hukuki bulunan müdafaamızın bu kısmında maddi vakıaya da işaret [sayfa 51] etmek isteriz. Davaya mevzu tahkikat komisyonu azası meb’uslar ayrılmaz bir bütün halinde Anayasayı iptal kasti gayesiyle muharrik olarak telakki edilmişlerdir. Nisan 1960 tarihinde çalışmalarını hızlandırıp sonuçlandıran Seçim Kanunu tadiline müteallik muvakkat encümende şu şahıslar da vardır. Reis Ahmet Hamdi Sancar, Mazbata muharriri Hilmi Dura, Katip Turan Bahadır ve azadan biri Kemal Biberoğlu. Bunların hepsi Tahkikat Encümeninde de vazifelidirler. Bu muvakkat encümen çalışmalarından Prof. Turhan Feyzioğlu sitayişle bahsetmiş ve çalışmalarını iktidar ve muhalefet mebuslarının müşterek mesailerine parlak bir misal olarak göstermiştir. Seçmen kütüklerinin ıslahını derpiş eden tadilat encümende oy birliği ile kabul olunmuş ve 25 Mayıs 1960 günlü meclis oturumunda ruznameye alınmasına karar verilmiştir.
Demek oluyor ki, Tahkikat Encümenine mensup azalar da bütün meselelerin hallini serbest ve dürüst bir seçimde görmektedirler.
Meşhur doksanlık takrirde tahkikat encümeni azalarından Turhan Bahadır ve Nüshet Ulusoyun imzalarının bulunuşu ayrıca calibi dikkattir.
Tahkikat Komisyonunun tahkikatını bitirdiği ilan edilmiş bulunmakla mertebe-i subuttadır. Encümen çalışmalarının kanavası ve ön tasarısı divanın elinde bulunmaktadır. Burada tahkikat konusu yapılan mes’elelerin pek çoğu aktüalitesini kaybetmiş siyasi mes’elelerdir. Encümenin Büyük Millet Meclisine tavsiye etmeği düşündüğü tedbirler sert ve haşin olmadığı gibi antidemokratik telakkiye dahi müsait değildir. Kararname taslaktaki tavsiye ve tedbirlerin mülayım oluşunu efkarı umumiyenin baskısı vakıasına bağlamaktadır. Şu hale göre efkarın baskısı dahi Tahkikat Encümenini mülayemete sek için yeter bir tesir icra edebilmiştir. Bir dikta konseyinin kendisine zıt fikirlerden müteessir olarak yumuşamasını kabule imkan yoktur. Aksi düşünülünce Tahkikat Encümenini dikta konseyi olarak tavsif etmek en hafif bir tabirle insafsızlık olur.
V – BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN ANAYASA İLE TAHDİDİ:
A. MEFHUM:
Esas teşkilat kanunlarının, teşrii müesseselerinin faaliyet ve tasarruflarını tahdit etmesi fikri, 1789 Fransız İhtilalini müteakıp gelişmiştir ve muhtelif memleketlerde bu tahdidi yapmak için bir anayasa jürisinden bahsedildiği görülmüştür. Millet Meclislerinin anayasa ile tahdidi, her memleket anayasasında başka başka mahiyet ve şekil gösterir. Bu tahdidin gelişmesi bizde de tarihi bir seyir takip etmiştir. 1293 anayasasından beri bir ayan meclisi ile bir siyasi murakabe usulü kabul edilmiş ve 1325 anayasa tadilinde bu hüküm değiştirilmemiştir. 1337 Esas Teşkilat Kanunu ise böyle bir müeyyideye lüzum görmemiştir. 1924 Anayasamız yukarıda da anlattığımız gibi bu tahdidin sınırını çizmek vazifesini bizzat kendi uhdesinde mahfuz tutmuştur.
Gerçekten 20 Nisan 1924 Esas Teşkilat Kanunu, B.M.M. nin geniş yetkilerine anayasaya riayet şeklinde koyduğu tahdidi bir teminat ve müeyyideye bağlamamıştır. Mesela 1293 kanunu esasinin 46. maddesinde meb’usların, yevmi küşada kanuni esasi ahkamına riayet edeceklerine dair yemin mükellefiyeti tahmil olunmuştur. Halbuki 1924 Anayasasının [sayfa 52] 16. maddesinde yemin formülü içinde, esas teşkilat kanununa riayet keyfiyeti yer almaz. Mezkur formülde zikrolunan (milletin bilakaydü şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmıyacağıma) tarzındaki ibarenin, anayasanın hükümlerine de riayeti tazammun ettiği söylenemez. Zira, ne milletin, bilakaydü şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmeme ve ne de cumhuriyet esaslarından ayrılmama keyfiyeti, esas teşkilat kanununa riayeti ve onun ihlal edilmemesini mümkün kılacak tatminkar bir formül olmaktan uzaktır. Bundan başak, milletin bilakaydü şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmemenin ve cumhuriyet esaslarına sadakatin muhakkak suretle 1925 Anayasasının hükümlerine riayetle mümkün olabileceğini iddia etmek çok güçtür. Mesela, bu esaslar halen halk oyuna sunulmuş anayasa ile de temin edilebilecektir.
B.M.M. nin yetkilerinin esas teşkilat kanunu ile tahdidi hususunda 20 Nisan 1924 Anayasası, teşrii devrenin devam eylediği müddet zarfında hakimiyetin sahibi hakisi olan millete de siyasi ve hukuki bir imkan tanımamıştır. Anayasa, B.M.M. veya temsili sistemin zaruri sonucu olmak üzere onun bünyesinde çoğunluğu teşkil eyleyen zümre hakkında düşüncesini ve kanaatini izhar edebilmek imkanını kollektiviteye vermemiş, bunu icabında mümkün kılacak referandum müessesesini derpiş etmemiştir. Keza, 1924 Anayasamız mesela, Alman Hessen Devletinin 29 Ekim 1946 tarihli anayasasının 147. maddesinde olduğu gibi, esas teşkilat kanununa aykırı kanunlar dolayısıyla kollektiviteye mukavemet hakkının tanınmasını tazammun eden bir siyasi müeyyide de derpiş etmemiştir. Yine 1924 Anayasamızda, 3 Kasım 1946 tarihli Japon anayasasının 97. maddesinde yer aldığı gibi anayasa ile fertlere tanınan hakların korunması görevinin, kollektiviteye mevdu mukaddes bir emanet olduğu tarzında da bir sarahate rast gelinmemektedir.
Her ne kadar, 1924 Anayasasında Fransız İnkılabının akabinde tanzim edilen Fransız Esas Teşkilat Kanununda (3 Eylül 1791) olduğu gibi mahkemelerin teşrii organın faaliyetine müdahale edemiyeceklerini tesvit eyleyen bir hükme de tesadüf edilememektedir. Ancak, bunun aksine Fransız Ceza Kanunun üçüncü kitabının, anayasa aleyhine işlenen suçlar başlığını taşıyan ikinci faslında zikredilen kazai mercilerin teşrii sahaya müdahalesi suretiyle vuku bulan salahiyet tecavüzlerinin memuriyet vazifesini suiistimal ederek telakki edilerek bir cezai müeyyide derpiş edilmiş olması gibi bir husus da Ceza kanunumuzda yer almamıştır.
Anlattığımız eksiklikler esas teşkilat kanununun, kanun vazı’ını tahdit edici rolünü hiçe [sayfa 53] indirmiş ve anayasanın teşrii müesseseye de tefevvuk etmesi gereken üstün bir hukuk kaidesi mahiyeti izharına mani olmuştur.
Netice olarak anayasayı münhasıran kanun vazı’ına hitap eden ona umumi direktifler veren B.M.M. ne müteveccih bir direktiften ibaret bulunan ancak, onun tarafından takdir ve tefsiri kabil bir metin haline getirmiştir. Hatta B.M.M. nin muhtelif tarihlerde verdiği kararlarda olduğu gibi esas teşkilat kanununun herhangi bir maddesinin tefsirinde mevcut azanın mutlak ekseriyetinin kafi addedilmesi, bu hususta daha kuvvetli bir çoğunluğun aranmaması keyfiyeti de B.M.M. nin anayasa karşısındaki durumunu aydınlatmaya yetecek bir mahiyet arzeder.
B. TEŞRİİ MURAKEBE:
Anayasanın 13. maddesinin 5. fıkrası (Her meb’us yalnız kendini intihap eden dairenin değil umum milletin vekilidir) der. Üzerinde durulacak husus anayasa teorisi bakımından şudur: Bu hüküm muvacehesinde hakkı hakimiyetin hakiki sahibi millet ile hakimiyet hakkını kullanacak olan ve millet tarafından seçilmiş meb’uslar olan mümessilleri arasındaki hukuki münasebetin mahiyeti, tesiri ve bundan mütevellit hukuki neticelerin tetkiki gerekir.
Millet ile seçtiği meb’uslar arasındaki münasebet bir vekalet mahiyeti arzeder. Bu vekalet 13. maddedeki hükme nazaran hususi hukuktaki gibi ferdi bağlayıcı ve emredici bir vekalet değildir. Bu vekalet, kendine has hususiyetlere sahiptir ve en mühim iki özelliği siyasi ve serbest bir vakalet olmasıdır. Bunun manası şudur: tam manası ile bir siyasi teşekkül olan B.M.M. nin azaları siyaset adamı vasfını haizdirler. Bunun için adı geçen organlar B.M.M. faaliyetinde:
a. Düşünme ve müzakere
b. İcaba göre hareket
c. Duruma göre tedbir alma serbestisi
d. Fikir ve mütalaalarını serbestçe beyan etme, rey izhar etme. Ve murakabe hususlarında tamamen serbest iradeye sahiptirler. Bu noktalarda tam bir sorgusuzluğa mazhar oldukları kadar, sonsuz bir takdir hakkına da maliktirler. Mesela, parlamenter hayatın kaynağı olan İngiltere’de meb’usların bu serbestileri 17. asırdaki mahiyetini bir miktar kaybetmiştir. Daha doğru deyişiyle Meb’usluk fonksiyonu parti disiplini parti fonksiyonu içinde mahiyet kazanmıştır.
Ramsey Muiry’nin45 dediği gibi “İngiltere’de meclis ekseriyetine sahip olan İngiliz kabinesi aleni olarak salahiyet iktisap etmiş bir diktatörlüktür. İngiltere’de meb’uslar şahsi kıymetlere göre değil, mensup oldukları partiye göre seçerler. İngilizler, rey verirken kimin başvekil olacağını bilirler. Zira, seçimi kazanan partinin lideri başvekil olur. Binaenaleyh parti teşkilatına hakim olan parti liderleri devlete, hem icra organına ve hem de teşrii organa hakim olurlar. Bir parti seçimlerde ekseriyeti temin edince onun meb’usları bu parti disiplini içinde hükümete yardımcı bir hüviyet kazanırlar.”
[sayfa 54] Sadece İngiltere’de değil bütün modern parlamentolarda parti mekanizması teşrii organların çalışmalarını bir disiplin içine sokmuştur. Modern parlamanterizm’de teşrii murakabe en tesirli şekilde muhalefet tarafından yapılır. İktidar mensuplarının teşrii murakabe noktasında parti disiplini ile bağlı oldukları bugün anayasa hukukunda münakaşa üstü bir hakikat halindedir.
Ord. Prof. Recai Galip Okandan Umumi Amme Hukuku aslı ders kitabında (46) uzun boylu bu mevzuu incelemekte ve parlamenter sistemlerde teşrii ve icrai organlar arasında devletin ana salahiyetlerinin hakikatte kabinelere doğru kaydığını söylemektedir.
Yukarıda teşrii murakabenin daha ziyade muhalefet meb’usları tarafından yapıldığını söylemiştik. Meb’usa teşrii murakabe vazifesi mutlak surette verilmiş değildir. Ve bu sebeple de vazifenin yapılmasının veya yapılmamasının siyasi bir müeyyidesi düşünülemez. Meb’usa verilen vekalet müessesesinin özelliği ve karakteri bu noktada meb’usu serbest bırakır.
Milletvekillerinin teşrii vazifelerini yalnızca ve hassaten bir teşrii murakabe şeklinde anlayan ve tefsir eden iddia, anayasa hukuk bakımından hatalıdır. Her milletvekilinin teşrii fonksiyon içersinde bir murakabede bulunması beklenemez ve istenemez. Parlamento mekanizması içerisinde milletvekilleri meslekleri, kabiliyetleri ve şahsiyetleri icabı çeşit çeşit vazife görürler, faaliyet gösterirler.
Ünlü politikacı Churchill’in dediği gibi “En kolay meb’usluk vazifesi parlamento kürsüsünde gevezelik etmektir. Güç ve faydalı olanı olur olmaz şeye kalkıp konuşmak değil, devamlı çalışma ile kamaraya ve İngiliz milletine faydalı olmaktır.”
Gerçekten her parlamentoda kendini göstermek istiyen ve her konuda kürsüye fırlayan bir iki meb’usa rastlanır. Bu meb’usların sistemsiz murakabe faaliyetleri kendilerine şöhret ve fayda sağlasa bile parlamentonun mekanizmasında bir hasıla meydana getirmez.
Teşrii murakabenin en başta gelen faaliyet sahası komisyonlardır. Ciddi ve kifayetli teşrii organlar komisyonlarda çalışırlar ve bu sabırlı mesainin neticesinde meb’usluk vazifesini bihakkın yerine getirirler.
Ünlü politikacı Spaak, meb’usların beşeri sebeplerle komisyona iltifat etmeyip umumi müzakere salonunda ve daha çok seçmenlerine hitap edici konuşmalarından şikayetçi olmuştur.
Bütün bu söylenenlerin ışığında şunu ifade etmeliyiz ki, bir teşrii görevin ifası sırasında ne icabi, ne de selbi hareketlerinden ötürü meb’uslara bir sorumluluk yüklenmesi mümkün değildir.
Fransız hukukçulardan Duez’in dediği gibi “Teşrii görevden ötürü veya teşrii murakabenin iyi ifa edilmemesinden ötürü meb’uslara ve parlamentolara bir sorumluluk düşünülemez. Cüz’ülerin sorumlu olmadıkları yerlerde küllün sorumluluğu bahis konusu olamaz.”
[sayfa 55] Bu noktai nazarı Prof. Turhan Feyzioğlu47 şu cümle ile ifade etmektedir:
“B.M.M. hukuken gayri mes’ul bir makam olarak kalmaktadır.”
Teşrii faaliyetini murakabe sahasına intikal ettirmiyen bir meb’us için ne siyasi, ne de kazai mesuliyet bugüne kadar hukukçular tarafından düşünülmediği gibi, bir suça iştirakin delili kabul edilmesi de elbette akla ve anayasa hukukuna aykırı düşer. Zira, milletvekillerinin vicdanlarına, idrak ve düşüncelerine ilmi, siyasi, hukuki formasyonlarına ve aklı selimlerine bu teşrii murakabenin şekli ve hududu tamamen terk edilmiştir.
Bunun en güzel misalini Divan-ı Aliye vücut veren anayasamızda görmek mümkündür. Milletvekili sıfatını uhdelerinde muhafaza eyleyen icra organlarının ve teşrii müesseseyi teşkil eden meb’usların B.M.M. nin teşrii fonksiyonu ile ilgili faaliyetlerinden ötürü muhakeme edilmeleri salahiyeti bu mahkemeye bahşedilmemiştir. İcrayı murakabe etmemekten ötürü iştirak halinde dahi olsa bir meb’usun cezai, siyasi sorumluluk ile karşılaştığı bugüne kadar hukuk literatüründe görülmemiştir. Zaten hukuki normlar bakımından esas teşkilatı kanunun dununda gelen Ceza Kanununun, kanun vazı’ı olan B.M.M. tarafından yapılan teşrii tasarruflar dolayısıyla tatbiki kabil bir ceza müeyyidesi ihtiva etmesi mümkün değildir.
C. MUHALEFETİN TEŞRİİ MURAKABESİ:
Murakabe vazifesinin, muhalefet meb’uslarına düştüğünü söyledik. Bu murakabe iki türlü tecelli eder: Birincisi tenkit yoluyla ikincisi ise teklif yolu ile olur. Muhalefet meb’uslarının parlamentolarda en tesirli murakabe vesilesi bütçe müzakereleri ile umumi müzakerelerdir. Soru müessesesi daha ziyade bilgi edinmek gayesine matuftur. Meb’usa fikirlerini izah imkanını geniş surette vermez. Gensoru müessesesi ise parlamentolarda ekseriyet partisinin prestijini kırıcı mahiyeti sebebiyle fazla işlemez.
Mesela Avam Kamarasında yirmi gün süren bütçe müzakerelerini muhalefet için geniş bir hesaplaşma vesilesi meydana getirir.
Bizde de tatbikat muhalefet murakabesini mecliste bütçe ve mühim kanunların müzakeresi istikametine itmiştir. Bazı muhalefet meb’uslarının yıllarca parlamentolarda teşrii murakabe vazifesini kürsüde yapmadıkları, isimlerinin rey ve yoklama dışında zabıtlara geçmediği çok görülmüştür. Ama buna rağmen muhalefet mefhumu içinde mütalaa edilmeleri ve insani vasıfların meb’uslar üzerinde de tesirlerini kabul etmek gerekir.
Kullanılan oylarla yapılan teşrii murakabe modern parlamentoda parti disiplini içinde erimiştir. Parti grupları ana mes’elelerde rey istikametini evvelden kararlaştırırlar. Bu sebeple meclis içindeki meb’usun rey hürriyeti teşrii murakabede ölçü kabul edilmemektedir.
İleri bir demokrasi ülkesi olan Fransa’da daha geçen yıl Cezayir mes’eleleri ile ilgili bir [sayfa 56] oylamada parti disiplininin bazı meb’usların partiden ihracı ile son bulduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Şunu da ifade etmeliyiz ki, meb’usun teşrii fonksiyonundan olan murakabe yalnızca umumi ve ana nizama müteallik konulara hasredilemez. Meb’uslar parlamento içersinde mensup oldukları zümrelerin ve sahip oldukları mesleklerin istikamette faaliyet gösterirler. Parlamentolarda ihtisas komisyonlarının bulunması, anayasa hukuku bakımından işbölümü parlamentoya faydalı bir çalışma metodu getirmiş olmaktadır. Bir meb’ustan her şeyi bilmesi, her hususta görüşünü ifade etmesi istenemez ve beklenemez.
Fransız hukukçusu Duverger’in verdiği misalde olduğu gibi yıllarca mecliste sesi çıkmayan taşralı bir ziraatçi meb’usun bir gün şarap müstahsilleri ile ilgili bir kanun görüşülürken yaptığı bir cümlelik bir teklifle Fransa’ya milyonlarca franklık bir kazanç sağlaması ve bir zararı önlemesi bütün teşrii faaliyetin en tipik misalini teşkil etmektedir.
D. TEŞRİİ FAALİYET VE MURAKABEDE MÜYYİDE NEDİR?
Bu bölümde söylediklerimiz hukuk mantığı bakımından bir tereddüde yol açabilir. B.M.M. nin ve alelumun parlamentoların kül ve cüz halinde mes’uliyetinin hiçbir müeyyidesi yok mudur?
Bunun müeyyidesi, vekaleti veren millet iradesinden ibarettir. Seçim sisteminin vaz ettiği usuller ve müddetler içerisinde yapılan umumi seçimlerde millet bu hakkını kullanır. Meb’usun teşrii fonksiyonu sebebiyle millet önünde bahis konusu siyasi mes’uliyetin müeyyidesi böylece teşrii devrelerin hitamında yapılacak seçimlerle kendisini gösterebilmekte ve ona münhasır kalmaktadır. Teşrii devrenin devam ettiği süre zarfında milletvekillerinin hesap vermekle mükellef tutulmaları ve bunun bir müeyyidesi olma üzere milletvekillerinin millet tarafından azil edilebilmeleri veya istifaya mecbur kılınmaları gibi bir usul 1924 Anayasası tarafından benimsenmemiş ve millet meclisi ve meb’usun teşrii devre sonuna kadar milletin itimadını muhafaza eylediği esası kabul edilmiştir. Millet ile B. M. M üyeleri arasında mevcut bahis mevzuu olan hukuki münasebet bu güvene müncer olmakta ve millet seçtiği vekillerine veya bunların teşkil eyledikleri B.M.M. ne onları tekrar seçmek suretiyle güvenini izhar etmekte ve onarlın dört yıllık devre zarfındaki faaliyet ve tasarruflarının ibrasını tazammun eden bir aleni beyanda bulunmaktadır.
VI – DİKTATÖRLÜK
Bugüne kadar Yüksek Divanda görülmüş olan bütün davaların müşterek esprisi Demokrat Partinin DİKTAYA gitmekte olduğu iddiasıdır. Bu iddia, aynı zamanda, birbirinden ayrı lokal hadiseler ve bu hadiselerle alakası açıkça görülmiyen şahıslar arasında bir ittisal sebebi, bir köprüdür.
Filhakika gerek muhtelif davalara ait kararnamelerde ve gerek esas hakkında [sayfa 57] serdedilen mütalaalarda bazen diktaya doğru gidildiğinden -yani ileride tahakkuk edecek bir diktadan- bazen da dikta idaresinin kurulmuş olduğundan bahsedilmekte, (DİKTATÖR) sıfatının arkasında bazen Bayar’ın bazen Menderes’in ve bazen her ikisinin gölgesi görülmektedir.
Şimdiden arzında fayda görüyoruz ki; bu tenakuz ve tereddütler müşterek müdafaayı ilgilendirmemektedir. Her müdafi kendi müvekkilinin SÜBJEKTİF durumuna müteallik müdafaasında bu hususları elbette -prensiplerde müşterek müdafaanın hudutları içinde kalmak suretiyle- savunacaktır.
Ancak davanın hukuki bünyesine temel olan (Diktatör) ün yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerle objektif bir etütünü yapmak ve Yüksek Divana arzetmek elbetteki (Müşterek müdafaa) nın en başta gelen vazifelerinden birini teşkil etmektedir.
Davamız bakımından çok mühim olan bu bahiste, doğrudan doğruya konumuzu ilgilendirmiyen lüzumsuz teferruattan içtinap etmekle beraber diktatörlüğün tarihine, nisbeten yakın zamanlardaki bazı diktatörlere kısaca temas ettikten sonra, bilhassa modern zamanlar diktatörleri ve bu diktatörleri meydana çıkaran politik, ekonomik, sosyolojik sebepler, diktanın müşterek metot ve kaideleri, dikta rejiminin kurulma ve idamesinin şartları üzerinde duracağız.
A. KELİME MANASİYLE DİKTATÖR:
Latince emretmekten gelen bu kelimenin manası, Henry R. Spencer’in dediği gibi, zamanla önemli değişikliklere uğramıştır.(48)
Dictionnaire Encyclopedique Quillet, Diktatörün bugünkü manasını; “Fiilen teşrii kuvveti ortadan kaldırarak icrai hükümet eden kimse” olarak vermektedir.(49)
Encyclopedia Britannica’ya göre modern kullanışı ile diktatör: “Anayasa dışında ve üstünde kudret sahibi idarecidir.”(50)
Der Grosse Brockhaus, diktatörü: “Hiçbir kuvvetin murakabe ve tahdidi altında olmıyan kudret” olarak ifade etmiştir.(51)
Türk Dil Kurumunun Türkçe sözlüğü bu kelimeyi, “Bir devletin idaresini kayıtsız şartsız elinde tutan kimse” olarak manalandırmıştır.(52)
Görüyoruz ki muhtelif dillerde bu kelimeye verilmiş olan mana, değişik ifade şekillerine rağmen zihnimizde aynı kavramı uyandırmaktadır. O halde neden Henry R. Spencer bu kelimenin manasını zamanla önemli değişikliğe uğramıştır demiş? Hem bunu anlıyabilmek, hem sosyal bir mevzuu kavramak için onun bütün gelmiş geçmişini bilmek, diktatörlüğün tarihine çok kısa da olsa bir göz atmak icab etmektedir.
[sayfa 58]
B. TARİHTE DİKTATÖR:
1. – Roma’da Diktatör:
Bugün Anayasaların ve İnsan haklarının üstünde bir kudreti iade etmesi ve çok yakın geçmişte bütün insanlığı ıztıraplara gark eden hatıraları pek taze olarak hafızalarda yaşaması itibariyle menfur olarak kabul edilen DİKTATÖRLÜK, aslında meşruluğunu Lex Curatia’dan alan bir Roma müessesesidir.(53)
Roma Diktatörlüğü ile zamanımızın diktatörleri arasında büyük bir karakter farkı olmasına rağmen, yine de Roma’daki diktatörlük müessesesi üzerinde birkaç cümle söylemek istememizin sebebi, eski Roma’da bu müesseseye başvurulmasını bu müessesenin harekete geçirilmesini icabettiren faktörlerle, daha sonraki -birer emri vaki olan- diktatörlüklerin meydana çıkışı sebeplerindeki benzerlikler, bu müessesenin yani diktatörlüğün, tesadüflerle veya bir muhterisin mücerret hükmetme arzusunu tatmin için kurulamıyacağını, bunun tabiatı eşyanın telkin ettiği beşeri bir lüzum ve icap olduğunu ve böyle bir lüzum ve icap ortada yokken, bir diktatörün yetişmesine de imkan olamıyacağını izah bakımından Roma’daki diktatörlüğü kısaca hatırlatmaya mecburiyet hissetmiş olmamızdır.
Roma’da Mitre des Citoyen yani vatandaşların başı, efendisi olan diktatör, Senatonun kararı ile Konsüllerden biri tarafından tayin edilirdi. Bazen dini bir ayinin, bazen bir spor şenliğinin idaresi gibi çeşitli maksatlarla bu müesseseye başvurulduğu gibi, asıl bizi ilgilendiren Devletin idaresi için de Diktatörlük ilan ve DİKTATÖR tayin edilmiş olması keyfiyetidir. Milattan önce 501 senesinden yine milattan önce 44 senesine kadar, zaman zaman Roma’yı 88 diktatör idare etmiştir.
Meşru olarak ROMA Diktatörlüğünün esas kuralları şunlardı:
a) Diktatörün vazife müddeti en çok altı aydı.
b) Bu müddet içinde Diktatörün OTORİTESİ mutlaktı. Harb ve sulh’e kadar yalnız başına karar verebildiği gibi, dilediği kimseleri mükafatlandırmak veya şahsen ölüme dahi mahkum edebilmek hakkı vardı.
c) Bununla beraber, vazife müddetinin hitamında diktatör, Senatonun kendisine verdiği tahsisattan fazla Hazine’den para çekmişse, vazifesinin ifası sırasında zulüm yapmışsa, yargılanabiliyor ve cezalandırılabiliyordu.
Bunun içindir ki, hini hacette kaçmasın diye en mutlak diktatörlük haklarını kullandığı sırada, halkın izni olmadan İtalya dışına çıkmağa veya zamanın en süratli vasıtası olan ata binmeye mez’un değildi.
Neden Roma Cumhuriyeti zaman zaman ve nihayet müddeti 6 ayı geçmiyen diktatörlere lüzum görmüş ve böyle bir müessese kurmuştur? İşte mevzuumuz bakımından asıl bizi ilgilendiren nokta bu sualin cevabıdır.
İster harici düşmanlardan, ister dahili isyan ve iğtişaştan mütevellit olsun, ne zaman ki [sayfa 59] Roma Cumhuriyeti kendini yakın bir tehlikenin tehdidi altında hissetmiştir, o zaman umumiyetle diktatörlük ilan edilmiştir.
Modern diktatörlüklerin incelenmesinde de temas edileceği üzere (DİKTATÖRLÜK) müessesenin en eskisi ile en yenisi arasındaki karakteristik vasıf budur.
2 – Yakın zaman Diktatörleri:
Roma’da İmparatorluğun kabulü ile diktatörlük müessesesinin ilgasından sonra, şüphe yok ki Dünyanın çeşitli bölgelerinde, çeşitli Milletlerden pek çok diktatör gelip geçmiştir. Bazı tarihçilere göre, hazreti Muhammet dahil bazı Peygamberler ve birçok hükümdarlar Diktatör olarak tavsif olunmaktadır.54 (48) Ancak mevzuumuz bir tarihi araştırma olmayıp, davamızı muayyen bir cephesinden aydınlatmaktan ibaret olmasına göre, karakter ile zamanımızda diktatörlük müessesesine te’sir etmemiş devirler ve toplumlar üzerinde elbetteki durmayacağız.
Ancak, Dünyada modern demokrasisinin doğmasına ve yerleşmesine pek kısa bir zamanda tekaddüm eden İngiltere’deki CROMWELL ile, Fransa’da ROBESPİERRE’in kurmuş oldukları diktatörlüklerden; konumuzu teşkil eden, diktatörlüğün kuruluş şartları bakımından esaslardaki iştiraki ve diktatörün karakterini tebarüz ettirme bakımından kısaca bahsetmeden geçmeğe elbetteki imkan yoktur.
a) CROMWELL, yüksek malumları olduğu üzere, İngiliz halkı 13 üncü asır başlarından itibaren (Mağna Charta Liberatatum) denilen hürriyetlerin büyük beratına sahip bulunuyordu. Buna rağmen 16 ncı asırdan itibaren yedinci, sekizinci HENRY, Altıncı Edward gibi bazı hükümdarlar saltanatlarını, yani, tam bir mutlakiyet kurmak davasına düştüler. O zaman Konte Şövalyeleri ve burjuvalardan müteşekkil bulunan Parlamento Kıralların bu arzularına şiddetle karşı koyuyordu.(55)
bu hal Birinci Şarl zamanında had bir saf’haya geldi. Neticede kıralla, halkı temsil eden parlamento arasında, 1642 de dahili harb başladı.
An’anelerin çok kuvvetli olduğu İngiltere’de Kral suvarilerinin sadakat ve kahramanlığa dayanan asil bir an’anesi vardı. Buna mukabil parlamentonun elindeki kuvvetler alelade halktan ibaretti. Parlamento safında küçük bir gönüllü süvari müfrezesi kurmuş olan (Oliver Cromwell) bu sırada ortaya çıktı, Parlamentoya: “Yorgun uşaklar, meyhane çıraklarından mürekkep ordunuzun, Kıral safında yer alan cesur ve haysiyetli asilzadelere karşı koymak cür’etini göstermelerine imkan yoktur. Fakat Dünyada gösterişli kıyafetli asilzadelerden daha zinde ve mükemmel bir kuvvet vardır, bu da Din aşkıdır.” dedi, hakikaten dindar ve ağırbaşlı kimselerden mürekkep bir ordu vücuda getirdi.
[sayfa 60] Bu ordu kıralı yendi. Hain ve müstebit olmakla itham edilen Kıral 1. Şarl idam edildi. İngiltere tarihinin akış istikametini değiştirmiş olan Cromwell, İngiltere’de Cumhuriyeti kurmuş ve Cumhurbaşkanı olmuştu. Fakat, yalnız resmen devlet başkanı değil, hakiki manasiyle bir diktatördü. 1658 de ölümüne kadar İngiltere’nin gerek içinde gerek dışında vuku’a gelen olagan üstü bütün hadiseleri, ustalıkla ve başarı ile neticelendirdi. Ama bu neticeleri elde etmek için; vaktiyle Parlamentoyu Kırallara karşı müdafaa iddiasiyle ortaya çıkmış olan bu adam, 1653 de yanında 30 silahşörü olduğu halde bizzat Avam Kamarasını bastı, mebusları koğdu. Parlamentonun kapısı üzerine (Bu ev möblesiz olarak kiralıktır) ilanını yapıştırdı. (56) Müstebit olduğu için yıktığı saltanat onun diktatörlüğü ve bilhassa yarattığı TERRÖR, koyduğu resim ve vergilerin şiddeti yanında çocuk oyuncağı mesabesinde kalmıştır.(57)
Aslında İlahiyat ve Hukuk tahsili yapmış olan ve asker olmıyan Cromwell, Çorçil’in (İngilizce konuşan milletler) isimli kitabında anlattığına göre, hem askeri deha ile hem de devlet adamlığı dehasiyle, fıtri hürriyet an’anesine sahip bulunan İngiliz Milletine hakim olmuştur.
Cromwell, otoritesinin hem yukarıdan hem aşağıdan geldiğine inanıyordu. Bu nokta çok şayanı dikkattir. Kendisinin Allahın İngiliz Milletine yolladığı bir hami olduğu inancında idi. Nitekim ölüm yatağında papaza: (Acaba ilahi inayet benden geri alınır mı?) diye sordu. Papaz kendisini temin edince, (Öyleyse çok müsterih oldum, çünkü biliyorum ki bir zamanlar bu inayet bana verilmişti.) demiştir.
Günahları ve sevaplariyle karşılaştırıldığı zaman, bugün dahi İngiliz milletinin, tarihinde ona malik olmakla iftihar duyduğu Cromwell’in diktatörlüğünden konumuz itibariyle alacağımız dersler şunlardır:
aa/ Cromwell de tıpkı Roma’da olduğu gibi, tehlikeli bir durumu kurtarmak için diktatör olmuştur.
bb/ Ancak İngiltere’de Roma’da olduğu gibi bir diktatörlük müessesesi olmadığı için o bu mevki’e tayinle değil, kendi üstün kabiliyeti -DEHASİYLE- ile bizzat gelmiştir.
cc/ İcraatını tahakkuk ettirebilmek için TERÖRE müracaat etmiştir.
dd/ İlahi bir kudretin kendisine bu vazifeyi yüklediği kanısındadır.
b) ROBESPİERRE – Kendi kendini üç kelimede: Hürriyet, Müsavat ve Kardeşlikte hulasa etmiş olan Büyük Fransız ihtilalinin üzerinde durmayacağız. 1789 senesinin Haziranında başlıyan ihtilalin gayesi (Hukuku Beşer Beyannamesi) ndeki esaslar dairesinde tanzim edilecek bir ANAYASA ile, monarşik sistemi muhafaza etmekle beraber mevcut mutlakiyeti, MEŞRUTİYETE kalbetmekten ibaret iken, biribirini takip eden, birbiriyle [sayfa 61] çarpışan olaylar yüzünden 2 sene içinde Fransa, içeride ve dışarıda namütanahi müşküllerle karşılaşmıştı. Bir taraftan hıyaneti anlaşılan Kıral XVI. Lois hapsedilmiş, öte yandan gerici unsurlar ayaklanmış ve ihtilalin başında hiç akla gelmeyen Cumhuriyet taraftarları meydana çıkmış, bu suretle muhtelif düşüncelerde insanlar tam bir anarşı havası yaratmıştı. Bütün bunlar kafi değilmiş gibi, Fransa’daki ihtilali kendi despotizmleri için tehlikeli sayan Avusturya ve Prusya da Fransa üstüne saldırmıştı.
İşte, Fransa bu keşmekeş içinde iken ihtilalin öncülerinden Marat, (Ami du Peuple) ismindeki gazetesinde, “Fransa’nın kurtulması, inkılap düşmanlarının başlarını cesaretle kesebilecek, rey ve harekatında tamamiyle müstakil bir diktatörle mümkün olabileceği” fikrini savunuyordu. Marat’nın bu neşriyatı, muayyen bir hedefe selametle varmak istiyen insan toplumunun, anarşiden kurtulmak için tek ve hudutsuz bir kudretin hakimiyetine ihtiyaç hissettiğini belirtmek bakımından şayanı dikkattir.(58)
XVI. Lois’in idamından sonra, Marat’ın neşriyatında yer alan bu diktatör ihtiyacı, evvela Selameti Umumiye Komitesi’nde (Comite de Salut Public) ve kısa bir zaman sonra da Robespiere’in şahsiyetinde tecessüm etti.
Bütün hudutlarından düşman ordularının geçtiği, üçte ikisinin isyan halinde bulunduğu Fransa’yı ve ihtilali kurtarmanın tek çaresini selameti umumiye komitesi terrör ilanında gördü. Esasen mevcut olan İhtilal Mahkemesi genişletilmiş, giyotinler durmadan işliyordu. Çok taraflı adem’i memnuniyetler, çeşitli fikirler, intikamlarla dolu olan anarşi cephesi bir komite terrörü ile bastırılacak halde değildi. Er geç bir Diktatörün işe el koyması gerekiyordu. Komitede iki büyük irade, iki büyük kuvvet var idi: Danton ve Robespiere. Daha muhteris, daha tertipli ve planlı olan Robespiere, Danton’u evvela iftiralariyle manen öldürmeye çalıştı. Yardımcısı Saint Just’e: “İftira ediniz, iftira ediniz, müfteriyattan daima bir eser kalır.” Dediği meşhurdur. Neticede Robespiere, Danton’u ihtilal mahkemesine sevkettirerek müdafaa hakkı dahi vermeden idam ettirdi.
Artık Robespiere tek başına diktatördü. Maddi delilsiz, şahitsiz, müdafaasız, sadece delaili maneviye ile mahkumiyet kararları verilebileceğini kabul eden meşhur 22 Prairial Kanununu çıkardı. İhtilal mahkemesi artık idam hükmünü kitleler için veriyordu.
Danton giyotine çıkarılırken: “Alçak Robespiere mutlaka arkamdan geleceksin” diye bağırmıştı. Filhakika kısa bir zaman sonra aynı giyotinde hükümsüz can veren Robespiere’in diktatörlüğünden alacağımız hisseler şunlardır:
aa/ O da memleketin müşkül bir anında diktatör olmuştur.
bb/ Esasen mevcut ve kısmen kendi eseri olan terrörü tarifi mümkün olmıyan bir hadde göz kırpmadan çıkarmıştır.
[sayfa 62]
cc/ Diktayı elde etmek için Danton gibi, Camille Desmoulins gibi en yakın ihtilal arkadaşlarına hiyanet etmekten ve onları öldürtmekten çekinmemiştir.
3. – Modern Zaman Diktatörleri:
Buraya kadar milat öncesinden XX inci yüzyıla gelinceye kadar diktatörlük müessesesine ve bunun en tipik mümessillerine bir göz attık. Bunların meydana geliş ve tutumları hakkında pek çok muhtasar da olsa bazı esaslar tesbit ettik.
İçinde bulunduğumuz yüzyılın ikinci yarısında bilhassa Avrupa kıt’ası mantar gibi biten, irili ufaklı bir takım diktatörlüklere sahne olmuştur. Günümüze en yakın olan bu diktatörlükler, konumuzu aydınlatmak bakımından elbette ki müdafaamız için en kıymetli malzemedir. Yüksek Divanın sür’at prensibine uymuş olmak için bu diktatörlerin ortaya çıkmasına sebep olan tarihi olaylar üzerinde durmadan, sadece bu ihtiyacı doğuran maddi ve fikri sebepleri yine çok kısa olarak arzedeceğiz.
1918 senesinde Birinci Cihan Harbi bittiği zaman, daha bir yıl evvelinden Rusya’da Proleterya ihtilali başlamış bulunuyordu. Bu ihtilalin teorisyeni Carl Marxın doktrini lokal değil, cihanşumul bir sistemin esaslarını kurmak iddiasındadır. Nitekim, Engels’in meşhur (Komünist Beyannamesi) bütün dünya işçilerin birleşmiye davet eder.
Harpten mağlup çıkan devletler perişandı. Bir taraftan yakılıp yıkılmış memleketler, dolayısıyla kısmen mahvolmuş, kısmen galiplerin faaliyetine müsaade etmediği bir endüstri. Me’yus, işsiz ve aç insanlar. Öte yandan enflasyonlar, altından kalkılması muhal harb tazminatları kanburu, bilhassa Orta Avrupa mağluplarını eziyordu.
Halli, tereddütsüz, acele, kati kararlar istiyen bütün bu harb sonu meseleleri, mahiyeti itibariyle ağır işliyen demokrasiden ümitleri kesmişti. İnsanlar kendi kendilerini bu çıkmazdan kurtaracak bir HIZIRA ihtiyaç duyuyorlardı.
Bunun yanı sıra şunu da unutmamak icap ed erki: psikolojik bakımdan mağlubiyetle neticelenmiş bir harb, insanları kısa zamanda diktatörlüğe hazırlayıcı bir sonuç doğurur. Çünkü harb, bütün onu yaşıyan insanları, vicdanla nefis disiplininden tamamen farklı olan askeri disipline alıştırır. Harbin hitamı ile birlikte bu disiplin ortadan kalkınca insanlar da kendi nefis arzularına bırakma temayülü görülür. Galip milletlerde sadece bir takım çılgınlıklar şeklinde tezahür eden bu temayül, mağlubiyetin husule getirdiği yokluk, sefalet ve hayal sukutlariyle birleşince ortaya çıkan şey anarşidir. Ebediyen devamı mümkün olmıyan Anarşi’nin de reaksiyonu, cemiyeti, bir askeri disipline benzeyen bir despotun disiplini altına girmiye hazırlar.59 Birinci Cihan Harbinden mağlup çıkmış milletler işte bu ruh haleti içindeydiler.
Öte yandan harpten galipler safında çıkmış bir İtalya vardı ki, güya lehinde olan harbin [sayfa 63] neticesi sosyal ve ekonomik davalarından hiç birinin halline medar olmamış, sefalet, işsizlik, bunun yanı sıra korkunç bir anarşi almış yürümüştü.
a) İDEOLOJİ:
Rusya’daki ihtilal, bilhassa dayandığı teorinin kandırıcılığı dolayısıyla bu me’yus ve sukutu hayalle münkesir insanlar üzerinde pek tabii bir etki yaratıyordu.
Fransız ihtilalinin davası siyasi müsavattı. Komünist ihtilali sosyal eşitlik ilkesiyle bayrak açmıştı. Bu dava, harbin bütün sefaletlerini çekmiş, makus talihin silsilesini yemiş, şaşkın milyonlara cazip görünüyordu. İşte bu sosyal müsavat idealine karşı, bu ideal’e can kurtaran simidi gibi sarılmıya müheyya memleketlerde, bilhassa orta sınıfı içine alan Milliyetçi cereyanlar peyda oldu. Bunların ilki ve diğerlerine şiddetle müessir olanı (Faşizm) ismiyle İtalya’da kurulan rejimdir.(60)
Politik ilimde faşizm kelimesi iki manada kullanılmaktadır: dar manasında İtalya’daki rejimi, geniş manasında, Marksist olmıyan totalitarizmi ifade eder. Hakikatte (Faşizm) isminde bir ideoloji değil, her milletin kendi bünyesine ve ideallerine göre değişik birçok faşizmler vardır. Bunlara TOTALİTER rejimler de denilmektedir.
Şu pek sathi ve kısa izahımızda da ifade ettiğimiz üzere, XX inci asrın diktatörlükleri yani TOPYEKUN ismiyle Totaliter’lik daima bir ideolojiye dayanmaktadır.
Daha önce arzettiğimiz gibi, eski diktatörleri harbler, ihtilaller, anarşiyi meydana getiren her şey doğuruyordu. Filhal mevcut bir tehlikenin bertaraf edilmesi zarureti bir diktatörün çıkması için kafi idi.
Asrımız diktatörlüklerinin doğumunda, bu anarşi halinin vücude yine de şart olmakla beraber kafi değildir. Totalitarizmi eski devirlerin diktatörlüklerinde temyiz eden şey, bir doktrine bağlanmış olmak unsurudur.(61)
Bunun sebebi şudur:
20 inci asrın Totaliter Devletleri ya Komünist Bloka dahildirler, şu halde Marksizme dayanan belli bir ideolojileri vardır yahut komünist bloka kontr bir durumları vardır. Şu halde karşı saf’dakilerin kuvvetli silahını teşkil eden İDEOLOJİLERİNE mukabil bir ideoloji silahı ile çıkmak zorundadırlar.
Anti komünist totaliterler, komünist bloka olduğu kadar, demokratik mizama da karşıttırlar. O halde, sırlardan beri tatbikatı Hür Dünyada alışkanlık yaratmış ve ilmi esasları muazzam bir literatür meydana getirecek şekilde işlenmiş olan DEMOKRASİ’ye de üstünlüğü iddia edebilecek, tercih sebebi olarak kabul olunacak bir ideolojinin hizmetinde olmak mecburiyetindedirler.
[sayfa 64]
C. MODREN DİKTANIN MÜŞTEREK ESASLARI:
Bir az evvel arzettiğimiz gibi, her milletin kendi bünyesine göre değişiklik göstermiş birçok faşizmler olmakla beraber bunların müşterek esaslarını şöylece tesbit edebiliriz:
1. – Demokratik hürriyetlerin ilgası:
17 inci asırdan 19 uncu asra kadar yapılmış olan Demokratik revolüsyonlar neticesinde elde edilen siyasi ve iktisadi hürriyetin ortadan kaldırılması,
2. – Devlet fikrinin üstünlüğü:
İktisadi ve içtimai faaliyetlerin, grup faaliyetleri, bil’hassa Devlet faaliyeti içinde massedilmesi şeklinde tecelli eden Devletin gaye, ferdin vasıta telakkisi,
3. – Parti ve Şef:
Korporatif ve hiyeraşik bir sisteme dayana bir devlette, birleştirici ve idare edici süprem kuvvetin, diktatör tarafından temsil edilen resmi bir partide oluşu,
D. MODERN DİKTANIN MÜŞTEREK USULLERİ:
Ana prensipleri üç noktada hulasa edilebilen modern diktatörlüklerin cümlesinde değişmeyen müşterek usullere gelince;
1. – Propaganda:
Mutlaka bir ideoloji’ye dayanan totaliter rejimler, muvaffak olabilmek için evvela ideolojilerin yaymak zorundadırlar.
Nitekim HİTLER’in (Mein kampf – Kavgam) adlı kitabında, (PROPAGANDA) üzerine yazdığı BÖLÜM son derece ehemmiyet taşır.
Propaganda, rejimin öncüsü olduğu gibi, rejimin iktidara gelmesinden sonra da onun bekasının en büyük teminatıdır. İlmin bütün teknik vasıtaları, gazeteler, radyo, televizyon, sinema, tiyatro ve çeşitli sa’nat eserleri rejimin emrindedir. 30 Ocak 1933 de iktidara gelen HİTLER, 22 Eylül 1933 tarihli bir kanunla (Kültür ve propaganda işleri) ni esaslı kaidelere bağlamıştır.(62)
Totaliter Devlet, mütemadi olarak propagandayı besleyici, Milli gururu okşayan, rejimin prestijini yükseltecek muvaffakiyetler teminine çalışır. (Musolini’nin Fiume meselesi hakkında 1924 anlaşması, 1927 da Arnavutluk’la yapılan anlaşma, 1929 da Papa Pie XI. ile yaptığı Latran anlaşması gibi…)(63)
Modern diktaların meydana çıkmasında ve yerleşmesinde propaganda o derece kuvvetli rol oynamıştır ki hepimizin o devri yaşamış olmamıza rağmen propagandanın başarılarına inanmak hala dahi havsalaya güç sığmaktadır.
Mesela, Yüksek kültürel seviyesi ve buna muvazi psikolojik dokusu bakımından Materyalist olan Alman Milleti, (Volkgeist – Halk Ruhunu temsil eden Hitler’in metafizik [sayfa 65] kuvvetinin, halk nef2ine her hayrı ibdaa kadir olduğu) masalına propaganda sayesinde bal gibi inandırılmıştır. Çünkü, bizzat Hitler, Cromwell gibi, kendisini Allahın Alman Milletine hami olarak gönderdiğine inanıyordu.
Musolini’nin yaptığı gibi, propagandayı besleyici milli gururu okşıyan, rejimin prestişini yükseltecek faaliyetlerden HİTLER’de bir an müstagni kalmamış bilakis Silahsızlanma Konferansını terk etme, Cemiyeti akvamdan istifa, Versailles muahedesine aykırı olarak açıkça silahlanma, hava kuvvetleri teşkili, askerlik mükellefiyeti ihdası gibi birçok icraatını, hem bunları lüzumlu gördüğü hem de propaganda malzemesi olarak kullanacağı için arka arkaya ve süratle tahakkuk ettirmiştir.
2. – Basın:
Tamamen Devlet ile aynı şey demek olan resmi partinin organıdır. Totaliter rejimlerde muhalif basın diye bir mefhum hatıra bile gelmez. Çünkü, muhalif ve bağımsız gazetenin hitap edeceği umumiye yasaktır. Resmi parti iktidara geçmesiyle beraber, kendinden olmıyan basını derhal yok eder. Nitekim, 30 Ocak 1933 de Başbakan olan Hitler 9 ay sonra 4 Ekim 1933 tarihli Gazetecilik mesleği hakkındaki Kanunu çıkarmış ve bununla matbuatı tam bir parti disiplinine sokmuştur.(64) Weimar Anayasasının bazı maddelerini yürürlükten kaldıran bir emirname ile Basın hürriyeti bu kanundan evvel zaten tamamen yok edilmişti.
Musolini aynı şeyi 31 Aralık 1925 Kanunu ile İtalya’da daha evvel tahakkuk ettirmiş bulunuyordu.(65)
3. – Siyasi Partiler:
Totaliter Rejimlerde, iktidar partisi ile Devlet aynı şey olduğu için muhalefet partisinden pek tabii olarak bahis bile edilemez.
Malum olduğun üzere, MUSOLİNİ 28 Ekim 1922 de Roma üzerine meşhur yürüyüşü yaptığı zaman Faşistler ve Nasyonalistler Parlamento’da bire on azınlıkta idiler. Bu hareket üzerine Hükümetin hazırladığı sıkı yönetimi Kıral ilan etmeği reddetmiş bilakis 29 Ekimde, yani yürüyüşün ertesi günü Musolini’yi yeni hükümeti kurmağa memur etmişti. Bu suretle yarı şaka yarı ciddi bir hava içinde iktidara gelen Musolini, bidayette bir koalisyon kabinesi kurmak zorunda kaldığı ve liberal devletin bazı usullerini muhafaza ettiği halde iki sene içinde Parlamentarizmin bütün usullerini ortadan kaldırmış, bütün diğer partileri kanun dışı ilan etmiştir.
Keza HİTLER 1932 reichstag seçimlerinde inhizama uğramış ve partisi kat’iyyen çoğunluğa yaklaşmamış olduğu halde, Von Papen’nin Cumhurbaşkanı Mareşal Von Hinderburg’a karşı çevirdiği bir entrika sonunda, İhtiyar Mareşal tarafından Başbakan tayin edilmişti. Bidayette Hitler, Nationel Sosyalist, Muhafazakar ve Milliyetçi [sayfa 66] sağcılardan müteşekkil bir koalisyon kabinesinin normal başı idi. Fakat 27 Şubatta zuhur eden Reichstag yangını, Hitlere emellerini tahakkuk ettirebilme fırsatının başlangıcı oldu. Derhal komünist partisini kanun dışı ilan etmek suretiyle dağıttı. 21 Mayıs 1933 Kanunu ile parti mallarını müsadere etti. Komünizme karşı mücadele bahanesiyle GESTAPO’yu faaliyete geçirdi. 5 Mart seçimlerinden sonra çıkardığı; Halkın ve Devletin himayesine ait (1933 Emirnamesi) ile amme hürriyetlerini kaldırmak suretiyle filen DİKTAYI kurdu. Bunun tabii neticesi olarak 14 Temmuz tarihli bir kanunla; “Almanya’da yalnız National Sosyalist Amele Partisi mevcuttur, diğer partiler tamamen mülgadır. Yeniden parti kurmak da yasaktır.” Hükmünü vazetmek suretiyle diğer partileri de kapadı. Yine 14 Temmuz tarihli kanunla komünist Partisi mallarının müsaderesi için çıkarılmış olan 26 Mayıs Kanununu Sosyal Demokrat Partisinin mallarına teşmil etti.(66)
Totaliter rejimlerde muhalefet partilerinin durumu bu olmasına rağmen Memlekette tek parti olan iktidar partisi Devlete tev’emdir.
Eski diktatörlerin bir ideolojisi olmadığı gibi, bir partileri de yoktu. Modern diktatörler ideoloji lüzumunu olduğu gibi tek parti fikrini de komünistlerden almışlardır. Rusya’daki komünist partisinde olduğu gibi bunlarda da askeri bir ruh ve disiplin hakimdir.
Faşit – Totaliter Partilerin en büyük karakteristiği, iktidarı aldıktan sonra intisabı güç, hatta imkansız olmasıdır.
İtalya’da FAŞİST Partisine 1922 ye kadar intisap serbest idi. 1922 ile 1925 arasında şiddetli bir kontrole tabi olarak intisap mümkün bir hale getirilmiştir. Ancak, rejimin 10. Yıldönümünde partiye dahil olmadığı halde rejime büyük hizmetler yapmış birkaç kişi atıfet kabilinden partiye kabul olunmuştur.
İtalya’da 8-14 yaş arasındaki çocuklar, Faşist Partisinin en küçüklere mahsus teşkilatı olan (Ballilas)’lara kabul ediliyordu. 14-18 yaşındakiler (İleri Muhafızlar)’a, 18-21 yaşındakiler (Genç Faşist)’lere terfi ettiriliyordu. Nihayet (Faşistin doğması) diye adlandırılan muhteşem bir merasimde YEMİN ettirildikten sonra Partinin kartı kendilerine veriliyordu.
Almanya’da da yine National Sosyalist Partisine üye olabilmek için 1 Mayıs 933 tarihine kadar serbestti. Ondan sonra Partiye üye alınmamış ancak gençlik teşkilatlarında yetiştirilen (Hitler Gençliği) azasından 18 yaşını dolduran erkeklerle 21 yaşını dolduran kızlar Partiye alınmışlardır.(67)
4. – Milis – Özel Polis
Modern diktatörlerin en karakteristik ve en vazgeçilmez müessesesi, geçmişteki bütün diktatörlerde olduğu gibi, TERRÖR’dür. Bunun vasıtaları da MİLİS ve ÖZEL POLİS teşkilatıdır.
Türlü siyasi temayüldeki insanları, her türlü alışılmış insan haklarından mahrum ederek [sayfa 67] ve ferdi Devlet zihniyeti içinde eritmek zihniyetiyle hareket eden Totaliter rejimlerin başındakiler, hiçbir zaman Devletin normal Askeri kuvvetine ve normal zabıta teşkilatına itimat etmemişlerdir.
Bunun içindir ki, doğrudan doğruya Partiye bağlı ve Devlet ordusuna nazaran çok daha mükemmel askeri eğitime tabi tutulan, daha müessir silahlara tabi ve sahip olan hususi üniforma, rütbe ve nişanları bulunan, şeflerine karşı örnek bir disiplin ruhu içinde yetiştirilen Milis kuvvetlerine ve vatandaşın yatak odasına kadar görünmeden nüfuz edebilen, iblisane usullere vakıf Polis -daha doğrusu bir İç Casusluk teşkilatına malik olmuşlardır.
Almanya’da (S.A.) olarak tanınan “Sturm Abteliungen -Milis Hücum Kıt’aları” (S.S.) diye tanınan “Schutz Staffel- Hitlerin şahsi elit muhafızları” bu hususi parti askerinin en tipik misalleri olduğu gibi, GESTAPO ismiyle tanınan (Gecheime Staats Polzei) da, Parti Polisinin en tipik örneğidir.(68)
Çok şayanı dikkattir ki rejim aleyhindeki suçları muhakeme etme yetkisi dahi S.A. Teşkilatına verilmiş bulunmakta idi. Bu da gösteriyor ki, hususi milis bir dikta rejimi için en büyük maddi dayanak ve kuvvettir.
İtalya’da da vaziyet böyledir. Bunun ne dereceye kadar mühim bir konu teşkil ettiğini şu durum, başka izaha lüzum bırakmadan açıklar. Faşist Devleti hakkındaki Kanunun Birinci maddesi aynen: (Milli Emniyet için bir gönüllü Milis ihdas olunmuştur.) dan ibarettir. Hakikatte ise bu milis, Kanundan çok evvel fiilen kurulup yetiştirilmiş, Musolini Roma üzerine yürüyüşü (Siyah Gömlekliler) denilen bu teşkilatla yapmıştır.
Rejim aleyhtarlarını nefes aldırmadan takip eden çeşitli teşkilatın elinde toplama kampları, bu kamp idarecilerinin güya disiplini temin etmek bakımından istediğini öldürmek salahiyeti, bazen da toptan imha maksadiyle kurulmuş gaz odaları bulunduğu hepimizce malum hakikatlerdir.
5. – Diktatörlüklerde Referandum ve Seçim:
Diktatör, kendi meşruiyetinden herkesten çok şüphe eden insandır. Bunun içindir ki, zaman zaman, bu şüphelerini yatıştırmak için REFERANDUM’a başvurur. Ancak bir diktatörün referanduma gitmesi, kumarbazın hile yapmasına benzer. Referandum, mutlaka rejimin prestijini yükselten bir muvaffakiyeti takiben yapılır ve diktatörün arzu ettiği netice günlerce ve günlerce türlü vasıtalarla propaganda mevzuu olur. Esasen referandum madalyasının diktatörce istenmiyen tarafının propagandası da oylanması da yasaktır. Bu şartlar altında yapılan referandumdan aldığı netice diktatörün cesaretini tazeler. Bu bakımdan yukarıda arzettiğimiz gibi Diktatör hilekar bir kumarbaza benzer ama, hakikatte kendi kendine hile yapan bir kumarbazdır. Çünkü, karşısında başka oyuncu yoktur. Dikta rejimlerinde teşrii seçimler de yapılır. Hakikatte bunlar yapılmasa da olabilir. Çünkü; ne seçilmek ne seçmek, seçilecek ve seçecek olanın serbest iradesiyle alakalı değildir. Dikta rejimlerinde tek Partinin namzetleri iki şekilde tayin olunur. Ya Parti başkanı olan diktatör bu [sayfa 68] namzetleri kendisi tayin eder, topyekun ilan olunurlar ve tabii rakipleri olmadığı için liste toptan kazanır. Yahut da faşist İtalya’da olduğu gibi Milli Konfederasyonlar ve salahiyetli Faşist Cemiyetleri tarafından seçilecek olan azanın iki katı kadar namzet teklif edilir. Büyük Faşist Meclisi bunların yarısını namzet olarak seçer. Roma istinaf mahkemesi de vesaiki tetkik suretiyle namzet seçimlerinin şekle uygunluğunu tasdik eder. Bu liste Millete arzolunur ve tabii o listede yer almış olanlar topyekun seçilmiş olurlar.(69)
Şu halde diktatör, bazen fantezi kabilinden istişarelerde bulunacağı ve bazen bizzat meydana getirdiği emri vakileri zorla onaylatacağı meclisleri teşkil etmek için niçin seçime gider? Çünkü zor altında bile olsa istediği adamların Milletçe seçilmesini, bizzat şüphe ettiği meşruiyetinin te’yidine delil sayar ve şahsi prestiji bu suretle takviye edilmiş olur.
Buraya kadar ki maruzatımızla modern diktatörlüklerin şartları, müşterek esasları ve usullerin pek muhtasar bir şekilde de olsa hatırlamış olduk.
E. DİKTAYA GİDİŞ BAKIMINDAN (1950-1960) TÜRKİYESİNE UMUMİ BİR BAKIŞ:
Davamızda 8 saat konuşmak suretile, sırf bu maksat için Amerika’dan buraya kadar gelmesini kendi hesabına hakikaten değerlendirerek ferahlıyan (Prof. Kubalı) şahadetinde Demokrat Parti’nin DİKTAYA gittiğini yer yer izah etmiş ve Nazi Almanya’sı ve Faşist İtalyasiyle mukayeseler yapmıştır.
Bazı müdafi arkadaşlarımız, gerek Kubalı’nın gerek onun gibi Prof. sıfatına sahip olmuş diğerlerinin, vakıalar üzerinde şahadetle yetinmeyip, bilirkişi gibi izahat vermiş olmalarını uygun bulmamışlardır. Filhakika; alışık olduğumuz klasik prosedüre göre, çarpık bile düşse, DİKTA mevzununun müdafi’i olarak KUBALI’nın bu şekildeki şahadetinden memnuniyet duyuyoruz.
Bu, iki noktada faideli olmuştur:
1 – D.P. İktidarının Diktaya gidişi bahsinde verdiği esaslar ve yaptığı mukayeselerle, be esas ve mukayeselerin hakikata uygunluk derecesini belirli kaynaklardan kontrol ederek ortaya çıkarmak bakımından müdafaamıza bir kolaylık sağlamıştır.
2 – Sıfatına göre, hadiseler karşısında daima objektif kabul edilmek lazım gelen bu şahidin, bilhassa dikta bahsindeki izahları kendisinin, taşıdığı mefruz ilim kafasının değil, HİSTERİK tezahürler gösteren sinirlerinin etkisinde şahadet ettiğini meydana koymuştur.
Sayın Baş Savcı, esas hakkındaki mütalaasına: Memleketi Düşman istilasından kurtaran Büyük Atatürk’ün Cumhuriyeti kuruşunu, yaptığı inkılapları anlatmakla başlamış, garpçı zihniyeti memlekette kurmak ülküsünü taşıyan ATA’nın Dünyanın Demokrat ve Faşist Bloklara ayrıldığı bir devirde Demokrat Bloku tuttuğunu ifade etmiştir.
Esasında yüzde yüz hakikatın ifadesi olan Baş Savcının bu beyanlarını garplı bir [sayfa 69] müellifin görüşleriyle teyit etmekle beraber, esasa değil, ŞEKLE taalluk eden bazı ayrışım noktalarını tebarüz ettirmeği, mevzuumuz bakımından lüzumlu görüyoruz.
Paul Gentizon isimli bir Fransız, kitabının okunmasında anlaşılacağı üzere, Memleketimizde çok esaslı imcelemeler yaptıktan sonra, (Mustapha Kemal ou L’orient en Marche – Mustafa Kemal ve yürüyen Şark) isimli kitap yazmış ve 1929 senesinde Paris’te neşretmiştir. Bu kitap Atatürk’ün inkılaplarını garplılara izah eden veya Atatürk’e (DİKTATÖR) diyenlere karşı onu büyük bir kadirşinaslıkla savunan bir kitaptır.(70)
Kitabın bir yerinde der ki:
“Şurası muhakkaktır ki Mustafa Kemal önce Memleketi Avrupai ve hakiki bir demokrasi ile techiz etmek istemiştir. Fakat, inkılaplarını tahakkuk ettirirken karşılaştığı müşküller, bu demokrasinin arzu ettiği gibi tahakkukuna mani olmuştur.”(71)
Bunun sebebini Türk Milletinin ekseriyetinin okuma yazma bilmemesinde, asırlardanberi sürüp gelen hurafelerin küflendirdiği zihniyetin o gün için memleketin büyük çoğunluğunun malı olmasiyle izah eden müellif, Atatürk’ün bu geri zihniyetle mücadelesini, ŞAPKA inkılabını misal almak suretiyle şöyle anlatır:(72)
“Müslümanlar tarafından Şapkanın giyilmesi garplılar için çok küçük, teferruat kabilinden bir şey gibi gözükür. Müslüman olan Türkiye’de halkın büyük ekseriyeti ta küçük yaştan beri, eski hurafeler tesirile başa giyilen şey ile iman arasında bir münasebet olduğuna inanıyordu. Allahın sevgili kulları Muhammet Peygamberin çocukları şapka giymekle gavurlardan farksız bir hale geleceklerdir. Bu dış benzeme ölçüsüz bir ehemmiyeti haizdir. Çünkü şapka Müslümanlar nazarına gavurluğun sembolüdür. Milletine şapka giydirmeyi kabul ettiren Mustafa Kemal’in hedefi dışa taalluk eden bir değişikliği yerleştirmek değil, Milleti ilerlemekten alıkoyan bu zihniyeti darbelemekti. O bu reformu tahakkuk ettirirken hiçbir demagoji hissiyle hareket etmemiş ve hele DİKTATÖRLER gibi halk yığınlarına zahirde hoş görünmeyi asla düşünmemişti. Tam aksine vatandaşları arasında son derece antipatik olmak tehlikesini göze almıştı. Müslüman Türk Milletine şapkamızı kabul ettirmekle Mustafa Kemal öyle bir [sayfa 70] “medeni cesaret göstermiştir ki bunu küçümsemeyi istemek beyhude bir gayret olur.” dedikten sonra, nitekim bunun Şark vilayetlerinde karışıklıklar çıkmasına sebep olduğunu ve nizamı muhafaza için çıkarılan Takriri Sükun Kanunu ile, Atatürk’ün İdeali olan Demokratik nizamdan uzaklaşmak ve disiplinli bir idareye gitmek zaruretinin hasıl olduğunu izah ederken:
“Bugün Türkiye’de mevcut olan rejimin manasını anlamak için, Türk halkını teşkil eden ekseriyetin ne derece cehalet içinde bulunduğunu bilmek icabeder. Buna rağmen kazanılan İstiklal Harbi ve tahakkuk ettirilen inkılaplar yalnız Mustafa Kemal’in büyük şahsiyetinin ve cesaretten ileri bir hassasının eseridir. Bu eseri korumak elbette lazımdı. Ve elbette bunun için de İdeali olan Demokrasi’den fedakarlık edecekti. Çünkü, Demokrasinin tatbikatı sırf kendisine bağlı bir şey değildir. Mustafa Kemal’in mücadelesi hülasa itibariyle iki medeniyetin bir memlekette çarpışmasıdır. Bu mücadele cereyan ederken Türk “Milletine siyasi hürriyet vermediyse, Sosyal hürriyet verebildi. Bu da bir adama şan ve şeref izafe etmek için fazlasiyle kafidir.” demektedir.
Bu kitap 1929 da yazılmıştır. Muharririn yüzde yüz hakikata uygun olan görüşleri hiç su götürmez.
Ancak; o tarihten sonra, dünya yüzünde bira takım esaslı hadiseler cereyan etti. 1926 da Avrupa’da tek faşist devlet olarak İtalya vardı. Derken arkasından koca bir Alman Nazizmi doğdu. Bu iki devletin saldırgan bir dış siyasetleri ve Cihan hakimiyeti davasına dayanan ideolojileri vardı. Günün birinde bunlar Türkiye için tehlikeli olabilirlerdi. Binaenaleyh şekil bakımından da olsa onların metotlarına uygun bir metotla hazırlanmak icap ediyordu. İşte bu düşünce iledir ki, o zamana kadar fiilen memleketi idare eden Tek Partinin umdeleri 1937 Tadili ile Anayasa’ya AKTARILMAK suretiyle bu partiye bir (Devlet Partisi) manzarası verilmek istendi. Siyasi Müsteşarlıklar gibi, totaliter Memleketler müesseseleri ihdas olundu. Bunlar hiç şüphesiz yalnız şekil bakımından yapılmış bir takım değişikliklerdi. Nitekim, memleketimiz İkinci Cihan Harbinde bu şekli benzeyiş bakımından Totaliter cepheye sempatik gözükürken, öte yandan kendi sempatisi tamamile Demokratik cephede toplanmış bulunuyordu.
Bunun pek tabii neticesi olarak da, Demokrat Cephe’nin zaferile harbin bitmesini mütaakıp memleketimiz de tek parti sisteminden, Atatürk’ün ideali olan DEMOKRASİYE intikal etti. Bu intikal kendini iki şeyde gösterdi. Bunlardan birincisi, Siyasi Partiler kurabilme serbestisi, ikincisi de 1950 seçimlerinde esas olan SEÇİM KANUNU ve bunun dürüst bir şekilde tatbikidir. Halbuki bunlar kafi değildi.
[sayfa 71] Bugün on senelik bir devrenin, (Dikta rejimi kurma çabasiyle) yahut (Dikta rejimi kurulmuş olarak) geçip geçmediğini tartışır ve bundaki mesuliyeti araştırırken, Demokrasiye intikalimizdeki noksanlıkları da elbette göz önüne almamız icap eder.
27 Mayıs İnkılabının ilk saatlerinden itibaren, inkılabın daha muvaffak olup olmadığı öğrenilmeden yeni bir Anayasa tedvini ve bu suretle de Demokratik müesseselerin kurulması faaliyetine geçilmiştir. Bu istical ve tehalük Demokratik nizamı hakkıyla sağlıyacak bir Anayasa nizamından mahrumiyetin ve buna ihtiyacın en açık delilidir.
Binaenaleyh, Demokratik nizamı karşılayacak bir Anayasa’ya malik olmadan demokratik hak ve hürriyetleri koruyacak müesseseleri kurmadan, demokrasi rejimini kurduk deyip, neticesi neye varacağı bilinmiyen seçimlere gitmek elbetteki tedbirli bir hareket olamazdı. Bu itibarla, Memleketimizde Demokratik rejimin muvaffak olamamasındaki illet sadece 1950 den sonraki tatbikatından değil ondan daha evvelki kuruluşundan başlamaktadır.
İddia makamım esas hakkındaki mütalaasında, Memlekette DİKTA REJİMİ’nin kurulduğu veya kurulmak istenildiğine dair pek çok vakıaları dağınık bir misal olarak zikretmiştir. Bu misalleri bir tasnife tabi tuttuğumuzda gördük ki bunlar:
1 – Partilere ve Meclise tazyik,
2 – Basına tazyik,
3 – Hakimlere tazyik,
4 – Üniversiteye tazyik,
5 – Seçim emniyetini ihlal ve oy avcılığı,
6 – Polis Rejimi ve kaba kuvvet,
kategorileri içinde hülasa edilebilmektedir.
Takdir buyurulur ki bütün bunlar DİKTANIN USULÜ’ne mütaallik birtakım iddialardır. Diktanın tahakkuk edebilmesi bakımından tabi olduğu kurallar ve şartlar üzerinde esas hakkındaki mütalaada asla durulmamıştır. Gerek Baş Savcı gerek bilhassa Prof. Kubalı dikta mevzu’undaki nokta’i nazarlarını Nazi Almanya’sından ve Faşist İtalya’dan misallere dayandırmaktadırlar. Binaenaleyh aynı emsale biz de sadık kalmak suretile vakıaların teferruatına inmeden, diktaya deli sayılan olayların hakikatta böyle olup olmadıklarını münakaşa edebiliriz. Ancak, bundan daha evvel (1950-1960) Türkiye’sinde Diktatörlük kurulabilmesinin İLMEN zaruri şartlarının mevcut olup olmadığına, kısaca bir göz atmamız icabeder kanaatindeyiz.
Sureti umumiyede 1950 ile 1960 arasında Demokrat Partini diktaya gittiği ve diktayı tahakkuk ettirdiği iddiası, hadiselerin BİTARAF bir gözle müşahedesi ve diktatörlüğün ilmen malum olan kuralları, müesseseleri ve usullerile karşılaştırıldığı surette tamamen bir (Mübalağa) dır.
a – Şimdiye kadar verdiğimiz izahattan da anlaşıldığı üzere, ilk çağlardan itibaren Diktatörlüğün bir tesadüf eseri olmadığı şüphesizdir. Zuhuru birçok şartlara tabidir. Diktatörlükten evvel memlekette hayati ehemmiyette kargaşalıklar, intizamsızlıklar, milletin [sayfa 72] manevi bakımdan bitkinliği, hülasa Memlekette halkın Demokratik nizama karşı hoşnutsuzluğu, diktatörün maşeri vicdanında bir ihtiyaç olarak duyulması lazımdır.(73)
Nitekim, tarihin hiçbir devrinde, dünyanın hiçbir yerinde diktatörlük için lüzumlu şartlar tahakkuk etmeden ne kadar iradeli, kuvvetli ve cerbezeli olursa olsun herhangi muhteris bir despotun, mücerret bir Millete hükmetmek arzusunu tahakkuk ettirmek suretile dikta idaresi kurulabildiği ve diktatörlüğünü yürütebildiği görülmemiştir. Tarih asla böyle bir misal kaydetmiyor.
Bu ilimi hakikatı gözden uzaklaştırmadan 1950-1960 Türkiye’sine bakacak olursak görürüz ki bu devrede memleketimiz herhangi bir harb geçirmemiştir, bir mağlubiyete uğramamıştır. İçeride sınıf mücadelesinden, ırk mücadelesinden doğan isyanlar, ihtilaller, kargaşalıklar olmamıştır. Dış siyaset alanında Milletin ve Devletin mevcudiyetini tehlikeye düşürebilecek herhangi fevkalade bir olay meydana gelmemiştir.
Yani maşeri vicdanı bir diktatör ihtiyacı duymağa sevkedecek hiçbir sebep ve vasat mevcut değildir.
Filhakika, bu on senenin hemen her günü iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında bitmez tükenmez bir mücadele ile geçmiştir. İktidar partisi Anti demokratik birtakım tedbirler almış, işlemlerde olmuştur. Fakat, dikta şartlarının, dikta vasatının mevcut olmadığı bir memlekette bunları diktatörlükle izah etmek, tarihi sosyolojiyi, ilmi hakikatleri topyekun inkara müntehi bir mübalagaya düşmek demektir.
Evet, bu geçen on sene içinde, değil ideal bir demokrasi, iyice bir demokrasi dahi tahakkuk ettirilememiştir. Ama kötü de olsa yine Demokratik bir nizam hakim ve cari bulunmuştur.
Bunun böyle olmasını, İDEALE yaklaşılamamasını da bu memleketin yüzyıllardan beri gelen şartları bakımından, 1950 senesindeki Türk Milletinin formasyonu bakımından tabii bulmak lazımdır. Asırlarca disiplinli idare altında yaşamış bir milletin, bir anda İngiliz demokrasisini tahakkuk ettirebilmesine imkan yoktur.
Diyelim ki demokrasinin daha bir şekilde tezahür edememesin de D.P. nin ayrıca kabiliyetsizliği, beceriksizliği olmuştur.
Bir işi yapmağa mecbur edilen kişi, o işi ancak kendi kabiliyet ve istidadı kadar yapabilir. Niçin kabiliyetin ve imkanların üstüne çıkmadın diye onu suçlamak mümkün değildir. Binaenaleyh, Türk Milleti olarak onları sigaya çekerken, demokratik zihniyeti medeni ölçülerle benimsemiş insanlar isek şunu düşünmeliyiz:
Onlara bu işi veren biziz, onlar da bu işi ancak bu kadar becerebildiler yahut yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.
Ama ne oldu? Millet olarak verdiğimiz iktidarı 27 Mayısta çektik, ellerinden aldık. İşte ihtilalin meşru’iyeti bu noktada tahakkuk etmiştir. Artık: (Kabiliyetin üstünde bir başarı [sayfa 73] göstermedin?) diye onları suçlamak ve arkasından idam sehpaları kurmak; ihtilalin muvaffak olmak ve Milletçe benimsenmiş bulunmakla tahakkuk eden meşru’iyetine hiçbir şey ilave etmez. Tersine olarak onu kan lekelerile kirletir ve Memlekette demokrasiyi yeniden geri teptirerek huzursuzlukları körükler.
B – Modern zamanlar diktatörlüklerini izah sırasında hatırlattığımız üzere, diktatörlükler mutlaka bir İDEOLOJİ’ye dayanır. Bu, öyle bir ideolojidir ki, mukabil ideolojilerin hepsine şayanı tercihtir ve yine bu öyle bir ideolojidir ki, ferdin hak ve hürriyetlerine riayetkar, demokratik bir nizam içinde tahakkuk ettirilebilmesine imkan yoktur.
Diktatörün propagandası durmadan bu ideoloji temasını işler, her şey o hedefe teveccüh eder.
D.P. nin diktaya gitmesi veya diktayı kurmuş olabilmesi için böyle bir ideolojiye de sahip olması icap eder. Böyle bir iddiası var mı, oldu mu?
Esas hakkındaki mütalaada bunu cevaplıyacak hiçbir şey yok. Fakat, Prof. Kubalı’nın şahadetinde şöyle bir cümle var:
“Diktatörler bir MİT, bir efsane yaratırlar. Hitlerin, Musolininin efsaneleri vardı. Menderesin efsanesi de, iktisadi kalkınma ve imar efsanesidir.” diyor.
Hitlerin efsanesi: Dünya yüzünde en mükemmel insan ırkı olan Cermenlerin, kan asaletini bozmağa çalışan Yahudileri tamamen imha etmek ve diğer ırk ve milletlerin bin sene müddetle Cermen ırkının hakimiyeti altına girmesini sağlamak için Allahın Cermen ırkına yolladığı bir hami, bir nevi Peygamber olduğunda hülasa edilebilir.
Musolinin efsanesi de: Tarihte dünyayı 100 yıllarca hakimiyeti altında tutmuş olan Büyük Roma İmparatorluğunu canlandırmaktadır.
Bunlar hakikaten birer MİT, hakikaten birer efsanedir. Demokratik nizam içinde bu nevi efsanelerin lafı bile edilemez. Ancak bir Diktatör bu nevi efsanelerle ne yapacağını, hangi yöne gideceğini şaşırmış bir toplumu avlayabilir.
Fakat Hitlerle Musolinin efsaneleri yanında, Kubalı’nın diktatör Menderes’in efsanesi diye söylediği şeye bakın: İktisadi kalkınma ve imar!
Eğer iktisadi kalkınma diktatörlük yolunu bir insan açabilmiş olsaydı, Almanya’da Hitlerden önce Dr. Şaht diktatör olurdu. Şimdiye kadar dünya yüzünde birkaç şehrin üç beş sokağını yaptı, sokaklara civalı fener taktı diye bir insanın diktatör yapıldığı veya diktatörlük efsanesini bunlara dayandırdığı görülmüş şey değildir.
İktisadi kalkınmaların ve imarın en mükemmel örneklerini demokratik rejime sahip memleketler tahakkuk ettirmiştir. Binaenaleyh bunların üzerine bir diktatörya efsanesi kurulamaz. Çünkü diktatör efsanelerinin krıteryumu Demokratik nizam içinde tahakkuk ettirilemiyecek şeyler olmasıdır. Prof. Kubalı’nın mevzuu ile çok yakın alakası olan diktatörlük bahsinde bu derece sathi bir düşünceye sahip olmasını üzüntü ile karşılamaktayız.
[sayfa 74] 1950-1960 arasında Türkiye’de kurulmağa teşebbüs edildiği ve kurulduğu iddia olunan DİKTATÖRLÜK biraz evvel arzettiğimiz üzere esas hakkındaki mütalaada da misal olarak zikredilen usulleriyle izah olunmak istenmiştir.
A – Sayın İddia Makamı; Halk Partisi mallarının müsaderesinden başlıyarak, Radyoda seçim propagandası hakkının muhalefet partilerinden geri alınması, Millet Partisinin kapatılması, dikensiz gül bahçesi yaratmak kasdı ile kurulan son tahkikat komisyonunun -Baş Savcının esprileriyle- Dikta konseyinin memlekette kurulmuş olan diktatörlüğü ısbatladığı iddiasındadır.
Bir memlekette ki, kendisi mevcut fakat malları müsadereye tabi tutulmuş muhalefet partisi vardır, bir memlekette ki radyoda seçim propagandası yapma hakkı tartışılan bir muhalefet vardır, bir memlekette ki muayyen bir muhalefet partisile bir kısım basın hakkında Tahkikat Komisyonu kurulabilmektedir, o memlekette diktatörlük denilen şeyden eser yoktur. Yani iddiasın tezi için delil diye ileri sürdüğü vakıalar, hakikatta antitezin delilleridir.
Çünkü modern diktatörlüklerin izahı sırasında hatırlattığımız üzere diktatörlüğün mevcut olduğu bir memlekette malı müsadereye tabi tutulabilecek mir muhalefet partisi zaten olmaz. Evvela parti kapatılır, sonra malları müsadere edilir. Hitler Reichstag yangını bahanesile evvela komünist partisini kanun dışı ilan edip mallarını müsadere etmiş arkasından diğer partileri de kapatmış ve bunlardan yalnız sosyal demokrat partinin mallarını, komünist partisinin mallarının müsaderesine dair olan kanuna tabi tutmuştur.
Sonra diktatör, rejimini kurmak için on sene oyalanmaz. Bu rejim kurulabilecekse şartlar müsait demektir: hemen icabını yerine getirir. Modern diktatörlükler içinde rejimini en geç kuran Musolini’dir. O da iki sene içinde her şeyi tamamlamıştı.
10 uncu senenin sonunda bir partiyi kapatalım mı, kapatmayalım mı diye Tahkikat Encümenlerini kurmakla uğraşmıyordu.
Hitler 30 Ocak 1933 de iktidara gelmiş 14 Temmuz 1933 de yani beş buçuk ay sonra diktatörlüğünü tamamen yerleştirmiştir.
Millet Partisi kapatıldığı zaman Köylü Partisi ile bir izdivacı siyasi yapmak suretile hemen tekrar kurulmuştu. Oysaki diktatörlük idarelerinde Parti kapatılır fakat yeniden kurulamaz.
Diktatörlük idarelerinde bütün partiler topyekun kapatılır. Biri kapatılıp, ötekilerini kapatmak için vaktı merhunu beklenmez.
Yüksek Divan huzurunda şahitlik eden BÜLENT NURİ ESEN, tahkikat komisyonu yalnız Halk Partisiyle bir kısım basın hakkında kurulmayıp da bütün partiler ve basın hakkında kurulmuş olsaydı caizdi, mütalaasında bulunmuştur. Halbuki eğer öyle olsaydı buna verilecek mana bütün partilerin topyekun muhalif basının kapatılmasına matuf bir harekete geçildiğinden başka bir şey ifade etmezdi. Ama diğer partiler ve hatta muhalif basından bir kısmı yerinde durup dururken yalnız Halk Partisi ve yalnız muhalif basından bir kısmı hakkında tahkikat açılması iktidarın bir dikta davası olduğunun değil Halk Partisile davası olduğunun bir delilidir. O zaman için memleketteki bütün muhalefeti Halk Partisi temsil [sayfa 75] etmediğine göre, değil hakkında tahkikat encümeni kurmak, hatta kapatma kararı dahi alınmış olsaydı, başka partiler yaşadıkça ve şurada hakkında kapatma kararı verilen Halk Partisi, beri yanda mesela (Yeni Cumhuriyet Halk Partisi) ismiyle kurulabilmek imkanına malik oldukça memlekette diktanın tahakkuk ettiği iddiası şayanı kabul olamaz.
B – Demokrat Partisi diktası delilleri meyanında Seçim Kanunun 35 ve 109 uncu maddelerinin tadili, Bayar’ın 1954 seçimlerinde kanuna karşı yaptığı hareket, D.P. ye oy vermiyen Kırşehir’in cezalandırılması, oy avcılığı için 10 senede beş defa orman suçlarının affına dair kanun çıkarılması halleri de sayılmaktadır.
Modern diktatörlüklerdeki seçim usullerini hatırlatmıştık. Diktatörün arzusuna göre yapılacak seçimlerin ters bir netice vermesi mümkün olmadığı için böyle bir rejimin cari olduğu memlekette iktidar partisine oy vermediği için bir seçim bölgesinin cezalandırılması mevzu’u bahis olamıyacağı gibi oylar iktidarın diktasına göre verileceği için de, oy avlamak için 10 senede beş defa arman suçlarının affına dair kanun çıkarmağa lüzum kalmaz.
C – İddia makamı, besleme basını, muhalif gazeteler yapılan tazyikleri, Demokrat İzmir’in tahribi hadiselerini de Dikta delili olarak serdetmiştir.
Diktatör besleme basın kullanmaz, çünkü kötü demokratın besleme basına yaptırdığını Diktatör memlekette yaşıyan bütün basına zorla yaptırır. Aksi tutumlu olanlar için basın sahası zaten kapalıdır.
Diktatör gazetelere ve gazetecilere tazyik yapmaz. O bir defa diktasını kurarken kendisine karşı gördüğü gazeteleri kapar, başka düşünüşte olan gazetecileri -yurt dışına kaçmağa vakit bulamamışlarsa- toplama kampına yollar. Ondan sonra rahattır.
D – Emekli Kanununun 39 uncu maddesi hakimlere teşmili keyfiyeti de diktaya delil tutuluyor. Dikta rejiminde hakimler hakkında bu nevi tedbirler alınmaz. Çünkü hakimler hukuk dalarını veya ceza kanunun alelade hükümlerini tatbik ile görevli kendi halinde insanlardır. Diktatörün şahsen, Devletin ve Devlet demek olan İktidar Partisinin ilgili olduğu rejim davları S.A. lar gibi Büyük Faşist Meclisi Mahkemesi gibi fevkalade Mahkemede görülür. Oranın hakimleri zaten Diktatörün danışlı, döğüşlü kendi partizanlarıdır ve adalet anlayışları objektif esaslara göre değil mesela meşhur bir faşist sloganında olduğu gibi: (Duçe daima haklıdır.) prensibine göre ayarlanmıştır.
Oysaki Baş Savcı mütalaasının bir yerinde her şeye ve her türlü baskıya rağmen basının denetleme vazifesi yaptığından, hakimlerin müstesna bir mukavemet göstermek suretiyle doğru karar verdiklerinden bahsetmektedir.
Diyelim ki, denetleme yapılan her gazete kapatılmış, doğru hüküm veren her hakim 39 uncu madde ile tasfiye edilmiştir. Böyle bir durumda dahi yine diktadan bahsetmeye imkan yoktur. Çünkü diktatörlük müessesesinin bünyesi kazara dahi kendi aleyhine bir tenkit veya hükmü müsamaha ile karşılamaya müsait olmadığı, en küçük bir karşı koyuş içtimai muhitte rejim aleyhine büyük rahneler yaratabileceği için teşkilat, arzu edilmiyen şeyleri vuku’undan önce önleyebilecek bir şekilde kurulur ve işletilir.
[sayfa 76]
E – Esas hakkındaki mütalaada, Muammer Aksoy’un Turhan Feyzioğlu’nun üniversiteden ayrılması, Bülen Nuri Esen’in vekalet emrine alınması, Kubalı hadiseleri, Üniversite üzerine yapılan tazyikin delilleri olarak hikaye edildikten sonra bazı sanıkların diktaya gidildiğini bilmediklerine dair olan beyanlarının onlarca da malum olması lazım gelen bu vakıalar muvacehesinde varit olamıyacağı iddia olunmaktadır.
Bazı Prof. veya Doçentlerin İlmi, mesleki ve siyasi kanatlarının iktidarınkine uymaması yüzünden Üniversiteyi terk etmeleri, bazılarının vekalet emrine alınıp sonra tekrar vazifeye iade olunmaları, inzibatı cezaya maruz bırakılmış olmalarının bir DİKTA TAZYİKİ olarak tavsifi her türlü insaf ölçülerinin dışındadır. Çünkü biz Türkler Diktatörün gadrine uğrayan Profesörün ne demek olduğunu, Nazi Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye bir müddet için sığınan hakiki büyük profesörlerin durumları dolayısıyla çok iyi biliriz. Buraya gelenler, Diktatörden kaçabilenlerdir. Kaçamıyanlar ya toplama kamplarına atılarak Nazi Almanya’sına harbde buluşlar için zorla yardımcı çalışmalara tabi tutulmuşlar yahut da bu nevi bir yardımda bulunması mümkün olmıyanlar imha edilmişlerdir.
Diktatörlüklerde kızıp vekalet emrine alma, tövbe edip geri dönme gibi şakalar yoktur, olamaz da. Dünya kurulduğu günden beri terörsüz diktatörlük görülmemiştir. Bu hakikatı Kubalı da duymuş olduğu içindir ki, Yüksek Divan huzurundaki ifadesinin bir yerinde kendi vekalet emrine alınışı hikayesini anlatırken:
“Vekalet emrine alındıktan sonra tamamen faşist ve nasyonel sosyalist usulleriyle Devlet Radyosu ve Zafer Gazetesi aleyhime harekete geçti. Efkarı umumiye karşısında beni yıpratmak için komünist tahrikçiliğiyle itham edildim” demiştir.
Faşist ve Nasyonel Sosyalistlerin terrör usullerinde Devlet radyosu veya gazete ile gazaba uğruyan kimsenin aleyhine hücuma geçilmek diye bir şey yoktur. O rejimlerde gazaba uğrayan yok edilir. Yok etmek mutlaka öldürülmek değildir. Kampa da gönderilebilir. Fakat artık onun isminden hiç bahsedilmez. Hele böyle bir insanın (Efkarı Umumiye) karşısında yıpratılması diye bir şey asla düşünülemez. Çünkü diktatörlük olan yerde (Efkarı Umumiye) yasaktır.
Binaenaleyh bu çok hassas Prof. un kendi şahsı ile ilgili bir mevzuu üzerindeki diktayı izah eden iki cümlesinin ikisinde de artık ilmen malum ve muayyen diktatörlük kurallarına uyan taraf yoktur.
F – Esas hakkındaki mütalaada, Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri Kanunu ile memlekette polis rejimi kurulduğu iddia olunmuştur. Bu beyan, ancak totaliter rejimlere niçin aynı zamanda (Polis Rejimi) denildiğinin Baş Savcılık makamınca merak ve tedkik edilmemiş olduğunun ispatlar.
Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri Kanunu, tabii hürriyetler bakımından hasis olmakla beraber, yine de demokratik bir zihniyetin eseri olan bir kanundur. Çünkü eski Anayasanın [sayfa 77] 68. maddesi: Hukuku tabiiyeden olan hürriyetler hududunun, kanun marifetiyle tesbit ve tayin olunacağı kaidesini ihtiva etmekte idi. Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri Kanunu da, Türklerin tabii hukukunda olduğu aynı Anayasanın 70. maddesine gösterilen İÇTİMA’ın sınırını tayin eden, mevcudiyet ve hükmünü Anayasadan alan bir kanundur.
Dikta rejimlerinde, Diktatör veya onun devlet demek olan partisi tertip etmedikçe, toplantı zaten olamaz, gösteri yürüyüşü hiç olamaz. Bu itibarla Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri Kanununun Diktatörlük iddiasının yanı sıra telaffuzu dahi, insanı dikta iddiasına, acaba mı diyecekse bile uyarmağa ve içine düşmek üzere olduğu gafletten kurtarmağa yeter.
Kaldı ki, Başsavcı da ona şahadet veya bilirkişiliği ile ilham kaynağı olan Prof. Kubalı da, dikta bahsinde hep faşist İtalya, Nazi Almanya’dan misallerini almışlardır. O halde oralardaki polis rejimi teşkilatının emsaline Türkiye’de raslanıp raslanmadığını araştırmaları lazım gelmez mi? Totaliter rejimlerin bir ismi de (Polis Devleti) dir demiştik. Bunlara, bu ismin verilmesi bildiğimiz normal polisin faaliyeti bakımından değildir. Bu rejimlerin hususi polisi vardır. Gestapo’dan bahsederken söylediğimiz gibi, bu, bir iç casusluk teşkilatıdır. Bir evin içinde yaşayan insanlar birbirlerinin peşindedir. Teşkilat öylesine dal budak sarar ki, baba oğlundan, oğul kardeşinden sakınır. Normal polis bile bunların takip ve kontrolü altındadır.
Polis rejimi kuruldu iddiası ileri sürülebilen bu memlekette, gençlik Allah’ın günü nümayiş yapabilmiş, Diktatör sokak ortasında hırpalanabilmiştir. Harb okulu yürüyüş yapıyor: Yürüyüş oluncaya kadar hükümetin böyle bir gösteri olacağından haberi yok. Nümayiş olup bittikten sonra da Polis Rejimi kurucuları: Harbiyenin bu yürüyüşteki maksadı, hükümetten ademi memnuniyetti, hayır değildi subaylar hapsedilmiş onun protestosu idi gibi maksadın keşfi üzerine konuşmakla iktifa etmişlerdir. Polis rejimi olan memlekette en küçük kımıldanma bunu tasavvur eden kişinin daha kafasında iken haber alınır ve değil hareket haline geçmesi, konuşulmasına bile meydan verilmeden bastırılır.
Totaliter memleketlerde rejim mahkemeleri de, polis teşkilatına dahildir. Toplama kampları, imha müesseseleri hepsi bu polisin elindedir. Memleketimizde hangi tarihte böyle bir şey görüldü?
Türkiye’de normal polis bile başka memleketlere nisbeten çok azdır. Nüfusa nazaran polis nisbetini gösteren bir istatistik’e göre: Türkiye’de 2000 kişiye bir polis isabet ettiği halde, Fransa’da 570, Hollanda’da 550, İngiltere’de 651, Birleşik Amerika’da 756 ve Pakistan’da 848 kişiye bir polis düşmektedir.
Eski iktidar, polis rejimini kurmak istemiş olsaydı, bugün burada bambaşka bir manzara görürdük. Mesela o zaman Sebati Ataman karşınızda eski Sanayi Bakanı olarak bulunmaz, belki Dahiliye Vekili olarak, belki Gestapo’ya muadil bir (Milli Polis Teşkilatı) başkanı olarak yer alırdı. Çünkü Sebati Ataman 1936 yılında Devlet tarafından polis teşkilatında staj yapmak üzere Viyana’ya gönderilmiş, uzun müddet Nazi idaresinin cari olduğu memleketlerde kalmış, Gestaponun nasıl işlediğini görmüş, ayrıca faşist İtalya’nın polis teşkilatını da etüd etmiştir.
[sayfa 78] Polis rejimini kuracak böyle bir elemandan faydalanmaz mı?
G – Esas hakkındaki mütalaada Başsavcı D.P. diktasının dayandığı kuvvetin, 6/7 Eylül hadiselerinde Devlet kuvvetlerinin üstüne çıkan ve başka olaylarda da görülen kaba kuvvetten ibaret olduğunu kesin bir şekilde açıklamıştır. Biz de kendi misallerine daima olduğu gibi sadık kalarak söyleyelim ki, böyle şey olmaz.
Diktatör partiler başı bozuk, kaba kuvvete değil, Devletin normal ordusundan maddi manevi bakımdan çok kuvvetli teşkilatlı hususi bir askeri kuvvete dayanırlar.
Askerlik mükellefiyeti ile meydana gelen ordularda bizzarur her cins insan vardır. Deli de askerlik yapar, yarım akıllı da yapar, korkak da, iradesiz de bu mükellefiyete tabi olur.
Parti askeri seçmedir. Partinin gençlik teşkilatı içinde yetiştirilen bedenen, ruhen en kuvvetli gençlerden seçilir. Parti ideolojisini hazmetmiş, şuurlu bir disiplini benimsemiş, en mükemmel askeri eğitime tabi tutulmuş kimselerdir. Bunlar ayrıca, Devletin normal ordusunun eline verilmeyen en son sistem ve en tesirli silahlarla mücehhezdirler.
Diktatör ve partisi daimi şekilde bunların himayesi altındadır. Diktatörün ve partisinin merkezini teşkil eden yere, hatta kilometrelerce civarına, Ankara’da olduğu gibi, normal ordunun zırhlı birlikleri, tümenleri, Harb Okulları yaklaştırılmaz bile!
Dikta mevzuundaki müdafaamızı, seçimle Diktatörün iktidara gelip gelemeyeceği mes’elesi ile bitireceğiz.
Başsavcı, yine Almanya ve İtalya’dan misaller alarak, seçimle iş başına gelenlerin zamanla diktatör olabileceklerini iddia etmiştir.
Fakat, ne Musolini, ne de Hitler seçimle normal şekilde iktidara gelerek sonradan diktatörleşmemişlerdir. Her ikisi de iktidara gelmeden önce, diktatörlükleri için lüzumlu teşkilatı kurmuş ve hazırlanmışlardı. Diktatörlüklerinin ideolojisini belli etmişler, bunun propagandasına çoktan başlamışlardı. Musolini (Kara Gömlekliler) teşkilatını, Hitler (Hitler Gençliği) teşkilatını iktidara gelmeden evvel kurdular.
Musolini Roma üzerine yürüyüş yaptığı zaman, Faşistler ve sağcılar Parlamentoda bire dokuz ekalliyette idi. Buna rağmen von Papen’in, Cumhur Başkanı von Hinderburg nezdinde çevirdiği bir entrika ile şansölye oldu ve kendi çıkardığı Reichstag yangınını komünistlere isnad etmek suretiyle en kısa zamanda diktatörlüğünü yürütür hale geldi. Bunların hiçbiri hatta başkaları da, İspanya’da Primo Dorivera, Franco, Portekiz’de Salazar… hangisini alırsak alalım, 1950 Türkiye’sinde D.P. nin iktidara gelişi gibi, serbest ve coşkun bir seçimle iktidarı [sayfa 79] ellerine almış insanlar değildiler. Hiçbiri de diktalarını, tahkikat Komisyonu kurmak, salahiyet kanunu çıkarmak gibi parlamenter sisteme ait usullerle tahakkuk ettirmemişlerdir. Hepsi birer emrivaki olarak ve günün şartlarını istismar ederek milletlerinin idaresini ellerine almışlardır.
Ama bakınız, tarihi hakikatlar şurada durup dururken bir Profesör çıkıyor:
“Nazi ve faşist rejimleri de, serbest, samimi hatta coşkun şekilde yapılan seçimler sonunda iktidara gelmişlerdir.” diyebiliyor.
8 Mukayeseli Hukuku Esasiye, 1939, s. 474.
9 Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, s. 46.
10 Esasiye Hukuku, 1939, s. 53.
11 Anayasa Hukuku, 1948, s. 117.
12 Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, 1952, s. 252.
13 İdare Hukukunun Umumi Esasları, s. 566.
14 Traite de Science Politique, Paris 1952, C. IV, s. 425; Prelot (M), Enstitutions Politiques et Droit Constitutionel,Paris 1957, s. 162.
15 İlhan Arsel, Anayasa Hukuku, Cilt I, s. 390.
16 Ord. Prof. Belgesay, Adliye Teşkilâtı, 1936, s. 65.
17 Georges Vedel, Manuel Elemantaire de Droit Constitutional, Paris 1949, s. 401.
18 Kanunlar Dergisi, Cilt 30, s. 808.
19 Haşim Refet, Hukuki Esasiye, İstanbul 1926, s. 151.
20 Mehmet Ali Aybar, İstanbul Hukuk Fakakültesi Mecmuası, 1937, Sayı 9, s. 124.
21 Ali Fuat Başgil, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası, Hukukun Ana Mes’ele ve Müesseseleri, S. 14.
22 İlhan Arsel, Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi, 1955, Sayı 1-2, s. 39.
23 Manuel de Droit Constitutionel, s. 663.
24 Precis de Droit Constitutionel, s. 438.
25 Traite de Droit Constitutionel, s. 566.
26 Element de Droit Constitutionel Français et Compare, s. 805.
27 Schweizerisches Bundesstaatsrecht, Zürich, s. 511, 513.
28 Lehrbuch des Schweizerischen Strafrechts, Berlin 1946, s. 192, 193.
29 Manuel de Elementaire Droit Constitutionel.
30 Ceza Hukuku, İstanbul 1953, s. 208.
31 Türk Ceza Hukuku,1954, s. 77.
32 Suçun Kanuni Unsurları Nazariyesi, İstanbul 1949, s. 250.
33 İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası, 1951, Mutlak Teşrii Masuniyetin Hukuki Mahiyeti.
34 Mukayeseli Hukuku Esasiye Dersleri, Ankara 1939, s. 477 ve müteakkıp.
35 Esasiye Hukuku, Ankara 1939, s. 98
36 Esmein, Elemets du Droit Constitutionnel, Paris 1928, s. 508.
37 Esmein, Aynı eser s. 508.
38 Laferriere, Manuel de Droit Constitutionel, Paris 1947, s. 1091.
39 Leon Duguit, Traite de Droit Constitutionel, C. IV, s. 398.
40 Bonnard, Revue du Droit Public, Paris 1914, s. 397.
41 Türk Esas Teşkilatı Hukuku Dersleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı, İstanbul 1960, s. 161-174.
42 H. N. Kubalı adı geçen eser.
43 Prof. H. N. Kubalı adı geçen eser. s. 161-174.
44 Eugene Pierr, Mufassal Hukuku Siyasiye, 1932 T.B.M.M. Baskısı, s. 147, m. 672.
45 How Britain is Governed, London, page 89.
46 İkinci tabı İstanbul, 1959 s. 565.
47 Kanunların Anayasaya Uygunluğu, sahife 292.
48 Der Grosse Brockhaus, Cilt III, s. 272.
49 Encyclopedique of the social sciences, 1957, Volumes 5-6, s. 1333-136.
50 Dictionnaire Encyclopedique Quillet. s. 1537.
51 Encyclopedia Britannica,1957 Cilt VII, s. 337.
52 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, s. 151.
53 Encyclopedia Britannica, 1957, Cilt VII, s. 337.
54 Mustafa Kemal ou L’orient en Marche, Paul Gentizon, s. 23, Not. 1.
55 H. C. Wels, Cihan Tarihinin Umumi Hatları, Türkçe Tercüme, Cilt 4, s. 8.
56 W. Churchill, İngilizce Konuşan Milletler, s. 285 – 316.
57 The Encyclopedia Britannica, s. 487-498.
58 Camile Pellatan, Un Siecle et Demi d’histoire, Cilt I, s. 61 devamı.
59 Henry R. Spencer, Encyclopadia of The Social Sciences.
60 Maurice Duverger, Institutions Politiques et Droit Constitutionnel, s. 386-389.
61 The Colombia Encyclopedia, s. 1996; Albert Carr, The Path of Dictatoship.
62 Hukuk İlmini Yayma Kurumu neşriyatından (Esas Teşkilat Kanunları, Cilt 1, s. 116).
63 Encyclopedia Quillet.
64 Hukuk İlmini Yayma Kurumu neşriyatından (Esas Teşkilat Kanunları, Cilt 1. s. 117).
65 Hukuk İlmini Yayma Kurumu (Esas Teşkilat Kanunları, Cilt II, s. 281).
66 Hukuk İlmini Yayma Kurumu neşriyatından (E. Teşkilat Kanunları, Cilt 1, s. 127).
67 Maurice Duverger, Institutions Politiques et Droit Constitutionnel, s. 379-386.
68 Encyclopedia Britannica, 1947 tab., s. 162.
69 Hukuk İlmini Yayma Kurumu neşriyatı, Esas Teşkilat Kanunları, Cilt II, s. 292.
70 Paul Gentizon, Mustapha Kemal ou L’orient en Marche, Editions Bossard, Paris.
71 Aynı eser, s. 335 ve devamı.
72 Paul Gentizon, Mustapha Kemal ou L’orient en Marche, Paris, Editions Bossard, s. 123.
73 Adliye Ceridesi, Sene 30, Sayı: 3, Gordon ve Mouskiteli’den çeviren Tarık E. Yenisoy.