TÜRK SİYASİ TARİHİNDE YENİ KURUCU MOMENT: 15 TEMMUZ DİRENİŞİ – Prof. Dr. Burhanettin Duran

0
19

Türk Siyasi Tarihinde Yeni Kurucu Moment: 15 Temmuz Direnişi [1]

Prof. Dr. Burhanettin Duran [2]

15 Temmuz direnişi Türkiye siyasi hayatı açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Bu itibarla, o gece gösterilen direnişin yakın dönem siyasi tarihimizdeki yeri üzerinde titizlikle durulması gereken bir konudur. Aslında Cumhuriyet dönemi Türkiye siyasi hayatının dönüm noktalarını belirlemek, yani dönemlendirmek bir yönüyle kolaydır. Bu kolaylık demokrasimizin konsolide olmasını engelleyen ve siyasi kültürümüzü zehirleyen darbelerden kaynaklanır. Neredeyse her on yılda bir gerçekleşen darbeler siyasi hayatın değişimini anlatmak için kullanılmaktadır. Genel bir bakışla, yakın siyasi tarihimizi şu şekilde dönemlendirmek uygun olacaktır.

Cumhuriyet’in kuruluşundan tek parti döneminin bitişine (1946 veya 1950’ye) kadar ilk dönem olarak düşünülebilir. 1950’den 1960’a kadar Demokrat Parti dönemi, sonrasında 1960 darbesiyle gelen on yıl (1960-1971), 1971 Muhtırasından 1980 darbesine kadar koalisyonların olduğu dönem, 1980’de başlayıp 28 Şubat 1997’ye kadar süren ve başka bir darbeyle kapanan bir dönem daha ve ardından 2002’de AK Parti iktidarı gelmiştir. Görüldüğü üzere ortalama on yılda askeri müdahale ile kapanan bu dönemlerin 2000’li yıllarda tekrar etmesi ancak AK Parti iktidarıyla mümkün olmuştur. Diğer bir deyişle, siyasi hayatımızın dönemlendirmesinin karakteri bu dönemde dönüşüme uğramıştır. Bu sebeple de AK Parti iktidarı yıllarını (2002-2018) her araştırmacı temel aldığı kritere göre farklılık arz eden bir şekilde dönemlendirmektedir.

Cumhuriyet dönemi siyasi tarihimizin “üç kurucu moment”le anlaşılmasının aydınlatıcı olacağı görüşündeyim. Yeni bir siyasal kültürü ve zihniyeti ortaya koyuyor olması açısından da bu üç moment ayırt edici özelliğe sahiptir. Üç kurucu momentin getirdiği dönemler için tek bir tarih vermek zordur ancak şu şekilde ifade edilebilir: 1920-1923 arası birinci kurucu moment ve 1946-1950 arası da ikinci kurucu moment olarak ele alınabilir. Üçüncü kurucu moment olarak ise 15 Temmuz 2016-24 Haziran 2018 arası düşünülebilir. Bu tarih aralıkları sadeleştirilerek 1923, 1950 ve 2016 şeklinde netleştirilebilir.

İlk moment, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla cumhuriyet yönetimine geçiştir. Türkiye’nin yıkılan bir imparatorluktan var olma iradesini ortaya koyduğu bir an, bir moment olarak Cumhuriyet’in ilanı Türkiye yaşadığı sürece hep bilinecektir. Bu dönemin liderliğini Mustafa Kemal Atatürk yapmıştır. Bu dönemde siyasal sistem yeni baştan organize edilmiş ve tek parti yönetimi hüküm sürmüştür. 1946’ya kadar olan dönem dünyada da tek partilerin, totaliter ve otoriter ideolojilerin hakim olduğu bir dönemdir. Çok partili hayatın ve serbest seçimlerin olmadığı tek parti döneminde yeni bir rejimin radikal devrimlerini gerçekleştirdiği ve yukarıdan aşağı modernleşme yürüttüğü zamanlardır.

Türkiye, 1946 seçimleri ile birlikte çok partili hayata geçmiştir. Aslında 1946’dan itibaren 2016’ya kadar bu demokrasiye geçişin konsolide edilmeye çalışıldığı söylenebilir. Darbelerin kesintiye uğrattığı demokrasiye geri dönmek geçiş sürecini uzatmış, demokratik siyasi hayat bir türlü pekiştirilememiştir. Siyasi aktörlerin temel amacı millet iradesinin vesayetler tarafından perdelenmediği, engellenmediği bir dönemi tesis etmek olmuştur. 1946’da demokrasiye geçişin II. Dünya Savaşının sonundaki uluslararası konjonktürün etkisiyle olduğu özellikle hatırlanmalıdır. Türkiye, Sovyetler Birliği tehdidine karşı adına “hür dünya” denilen Batı ittifakı içerisinde yer almak istemiştir. Bu geçişin Türkiye’nin modernleşme tarihindeki çok partili siyaset tecrübesiyle de ilişkili olduğu belirtilmelidir. Diğer bir deyişle, uzun süren tek parti döneminden çok partili hayata geçmenin 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet ve Birinci Meclis döneminin anılarını kısmen de olsa takip ettiği ileri sürülebilir.

15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle başlayan üçüncü dönemde ise Türkiye siyasi hayatı açısından çok önemli ilkler yaşanmıştır. Yıllarca devlet içerisinde gizlenerek örgütlenen FETÖ’nün[3] gerçekleştirdiği bu darbe girişimi önceki darbelerden birkaç hususta ayrılmıştır. Öncelikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hiyerarşisi dışında olması sebebiyle 1960 Darbesi’ne benzese de neredeyse bütün devlet kurumlarında örgütlenmiş, dini iddialı ve gizli bir örgüt tarafından yapılması sebebiyle oldukça farklıdır. Ayrıca ilk defa sivil halk, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve TBMM darbeciler tarafından doğrudan hedef alınmıştır. Dahası, AK Parti iktidarına son vermek isteyen bu darbe girişiminin sivil-demokratik direnişle bastırılması Türkiye’nin demokrasi tarihi açısından eşsizdir. Bu açıdan geri döndürülemeyecek yeni bir dönemin başlangıcıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlılığı ve milletin iradesiyle Türkiye’de ilk defa bir darbe engellenmiştir. Türk halkının sivil-demokratik tepkisi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğiyle püskürtülmüştür. Ordunun önemli bir kesiminin destek vermediği bir ortamda Emniyet ve MİT’in başarılı mücadelesi darbenin engellenmesinde kritik rol oynamıştır. Kuşkusuz tankların önüne kendilerini atarak gövdelerini kurşunlara siper eden 249 şehit ve binlerce gazinin direnişi darbeyi engelleyen asıl faktördür. Aslında bu sivil-demokratik direniş Türkiye’de demokrasiyi konsolide edici etkide bulunan, kurucu bir momenttir. Toplumun her kesiminden kalabalıkların katıldığı bu direniş ülkedeki demokratik kültürün ne kadar derinleştiğini de işaret etmektedir. Sonrasında cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş gibi çok önemli dönüşümler gerçekleştirilmiştir.

Üçüncü dönemde kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmatik liderliği çok kritiktir. Bu liderlikte iki unsur dikkat çekmektedir: Erdoğan’ın Türkiye’yi dönüştürecek muktedir bir lider olarak öne çıkması ve ülkesine uluslararası sistemde yeni bir rol biçmesidir. Bu iki olgu, Türk siyasi hayatında kalıcı, dönüştürücü etkilerde bulunmuştur. Türkiye yeni bir siyasal sistemle tanışmıştır.  Bunun gerçekleştirilmesinde 15 Temmuz 2016’dan sonra gerçekleşen Yenikapı mutabakatının belirleyici bir rolü bulunmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında Türk milleti demokrasiyi konsolide etme görevini Erdoğan liderliğinin omuzlarına bir misyon olarak yüklemiştir. O halde, Türkiye 15 Temmuz direnişinden sonra bir yandan demokrasisini konsolide ederken diğer yandan da öbür yandan da uluslararası platformdaki rolünü, konumunu yeniden tanımlamaktadır. Bu dönüşümün devrimci bir dönüşüm olduğu açıktır. Henüz söz konusu sürecin çok başında olmakla birlikte parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı sistemine geçilebilmesi bile 15 Temmuz’un ne derece kurucu bir moment olduğunu göstermektedir.

15 Temmuz direnişinin başlattığı yeni dönemde Türkiye önce 16 Nisan referandumu ile bir yönetim sistemi değişikliği yaparak Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almıştır 24 Haziran 2018 seçimiyle de referandumda kabul edilen maddeler bütünüyle uygulanmaya başlanmıştır.[4] Yaşanan dönüşüm sadece iç siyasetle ilgili değildir. Güvenlik ve dış politika alanlarında da çok önemli adımlar atılmıştır. Aynı anda PKK, DEAŞ ve FETÖ ile mücadele eden Türkiye, sınırlarının ötesinde Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarını gerçekleştirdikten sonra İdlib’de gözlem noktaları kurmuştur. Rusya ile varılan ateşkes çerçevesinde Türkiye, terörle mücadeleye ve Suriye’de siyasi geçişe katkı verecek önemli bir aktör haline gelmiştir. Dış politikada yeni bir yaklaşım getirilerek Batı’yla ilişkiler gözden geçirilmiştir. 2013’den itibaren ABD ve AB ile gerilimler yaşanmış ve kendi başının çaresine bakma prensibi ile Türkiye, klasik müttefiklerini eleştiren bir dile geçmiştir. FETÖ ve PKK ile mücadelesine destek vermeyen ve hatta Suriye’nin kuzeyinde YPG’yi silahlandırarak müttefiklik hukukunun dışına çıkan ABD ile ilişkiler yeni bir düzleme oturtulmaya çalışılmıştır. Yine Ankara, Moskova ile enerjiden savunmaya kadar varan yaygın bir işbirliğini Washington’ın karşı çıkmasına rağmen yürütmektedir. Başlıklar halinde verilen bu dönüşüm parametrelerini Türk siyasi hayatındaki “15 Temmuz etkisi” olarak okumak mümkündür. Direniş ruhunun Türk siyasi hayatında, etkileri daha sonra netleşecek şekilde, yeni bir siyasi kültürün kodlarını mayalandırdığı da ileri sürülebilir.

Cumhurbaşkanlığı Sistemine Geçiş

15 Temmuz direnişi ve Yenikapı uzlaşmasıyla güncel siyasetin kodları dönüşüme uğramıştır. Nitekim istikrar, güvenlik ve gelecek kavramları Erdoğan’ın liderliğiyle gittikçe özdeşleştirildiği için muhalefet partileri söylemlerinde doğrudan Erdoğan karşıtlığını kullanmayı terk etmiştir. Bu noktada 16 Nisan halk oylamasına giden süreç MHP’nin 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan karşıtlığını bırakmasıyla alakalıdır. Türkiye’nin beka sorunu yaşadığını düşünen Devlet Bahçeli, AK Parti’ye başkanlık sistemi önerisini getirmesi çağrısında bulunmuştur. Meclisten 339 milletvekilinin onayıyla geçen 18 maddelik Anayasa değişikliği bu sayede 16 Nisan’da halkın önüne koyulabilmiştir. CHP ise Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkmakla birlikte halk oylaması kampanyasında Erdoğan karşıtlığı söylemini kullanmamıştır. Bu tercih kampanya stratejisi olduğu kadar 15 Temmuz direnişinin siyasete getirdiği dönüşümle de irtibatlıdır. MHP ve CHP’nin tavrındaki değişimi 15 Temmuz direnişinin Türk siyasetinde bir paradigma değişiminin göstergesi olarak yorumlamak mümkündür. Hatta bu paradigmatik değişimi “bir devrim” şeklinde niteleyen akademisyenler bulunmaktadır. Sözgelimi, darbe girişiminin devlet yapılanmasında önemli değişiklikler üreterek Türkiye’nin siyasal sistemini dönüştüreceğini söyleyen Atilla Yayla, 15 Temmuz sonrasında yaşananları “Türkiye demokrasisinin devrimi” olarak tanımlamaktadır. Yayla, 15 Temmuz direnişinin İngiliz, Amerikan ve Fransız klasik devrimlerinin tüm özelliklerini yansıttığı görüşündedir.[5]

15 Temmuz darbe girişiminin Türk siyasetine en kritik etkisi mevcut parlamenter sistemden bir tür başkanlık sistemi olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiştir. İlk defa hükümet sistemi değişikliğini içeren (18 maddelik) bir Anayasa değişikliği sivil siyasetin inisiyatifi olarak Meclisten geçerek halkın önüne koyulmuştur. Bu arayış hem devletin kurumsal açıdan yeniden yapılanmasını hem de siyasetin kodlarını değiştirecek bir çabadır. Aslında Türkiye’de başkanlık sistemine geçiş arayışı 1970’lere kadar götürülebilir. Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş başkanlık sistemi ihtiyacını dile getiren ilk liderlerdir. Daha sonra Turgut Özal ve ardından Süleyman Demirel de Türkiye’nin yönetilebilmesi için başkanlık sistemine ihtiyaç olduğunu vurgulamıştır.[6] 2000’lerde Recep Tayyip Erdoğan tarafından devam ettirilen başkanlık sistemi tartışması 2007’deki 367 krizinden sonra cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verilmesiyle yeni bir evreye girmiştir. Cumhurbaşkanını güçlü ancak sorumsuz olarak konumlandıran 1982 Anayasası’nın çerçevesini çizdiği hükümet sistemi 2007 halk oylamasıyla aslında “yönetme krizleri”ne daha da davetiye çıkarır hale gelmiştir. 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesiyle birlikte mevcut sistem fiilen yarı başkanlık sistemine yaklaşmıştır. Ancak cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi muhalefeti yeni bir sisteme geçmeye ikna edememiştir. Tam da bu noktada gerçekleşen 7 Haziran 2015 seçimleri yüzde 40 oy alan bir partinin tek başına hükümet edemeyeceğini göstermekle kalmamış AK Parti karşıtlığında birleşen CHP, MHP ve HDP’nin aralarında bir koalisyon kuramayacaklarını da ispatlamıştır. Koalisyona “hayır” diyen MHP lideri 1 Kasım 2015 seçimleriyle AK Parti’nin tek başına iktidarının önünü açmıştır. Ancak MHP’deki asıl değişim, partinin FETÖ odaklı saldırılara muhatap olması ve daha da önemlisi 15 Temmuz darbe girişiminin yaşanmasıyla gerçekleşmiştir.

Darbe girişimi Türkiye’nin bekasına yönelik yeni bir farkındalık oluşturarak yeni bir uzlaşmanın önünü açmıştır. MHP lideri Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’da partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’deki mevcut yönetim sisteminde sıkıntıların olduğunu ve gelecekte bu sıkıntıların büyük bir yönetim krizine dönüşebileceğini belirtmesiyle yönetim sistemi değişim süreci başlamıştır. Cumhurbaşkanının kullandığı yetkilerin fiili bir durum oluşturduğu ve bunun hukukileştirilmesi gerektiğinin altını çizen Bahçeli, Anayasa’nın ilk dört maddesi ve üniter yapının bozulmadığı bir değişiklik önerisi için müzakereye hazır olduklarını açıklamıştır.[7] Böylece AK Parti’nin hazırladığı ve MHP ile birlikte müzakere ettiği 21 maddelik Anayasa değişikliği teklifi 10 Aralık 2016’da TBMM Başkanlığına sunulmuştur. Anayasa Komisyonundaki görüşmelerde 18 maddeye indirilen teklif ile “Cumhurbaşkanlığı sistemi” Meclisten 339 kabul oyu almıştır. Daha sonra 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda yeni sistem yüzde 51,4 “evet” oyuyla kabul edilmiştir. Böylece Türkiye parlamenter sistemden bir tür başkanlık sistemi olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almıştır. 15 Temmuz’un Türk siyasetine etkisi neticesinde bu kararın alınabildiği açıktır. Cumhurbaşkanlığı sisteminin anayasal tasarımında iki önemli husus göz önünde bulundurulmuştur. İlki, geçmişte yaşanan siyasal krizlerin bir kez daha yaşanmaması için Türkiye’ye özgü bazı düzenlemeler yapılmasıdır. İkincisi de başkanlık sistemini uygulayan ülkelerde yaşanan sistem içi krizleri aşmaya yönelik iyileştirme önerilerinin dikkate alınmasıdır.

16 Nisan 2017 referandumu ile 24 Haziran 2018 seçimleri arasındaki dönem Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe hazırlık evresidir. Bu evrede MHP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hem iç hem de dış politika konularında verdiği destek devam etmiştir. Devlet Bahçeli için bu desteğin temel meşrulaştırma söylemi ise “Yenikapı ruhuna sadakat” ve “Cumhurbaşkanlığı sistemini yerleştirme” isteği olmuştur. Bir anlamda 15 Temmuz direnişinin siyaset üzerindeki etkisi 24 Haziran seçimlerine kadar taşınmıştır. Böylece 15 Temmuz 2016 sonrasında oluşan Yenikapı ruhuna[8] dayanarak AK Parti ve MHP önce Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almış, daha sonra da bir an önce yeni sisteme geçerek siyasal istikrarı kalıcı hale getirmek için erken seçim yolunu açmıştır. İki partinin “Cumhur ittifakı” olarak girdiği seçim diğer partileri de Millet İttifakı kurmaya zorlamıştır. Seçimler ise Erdoğan’ın yeni sistemin ilk başkanı olmasıyla ve ittifakın meclis çoğunluğunu kazanmasıyla sonuçlanmıştır.

15 Temmuz sonrası yaşanan dönüşüm iç siyasetle sınırlı kalmamıştır. Türkiye, dış politika özelinde Batı’yla ilişkilerini gözden geçirerek yeniden tanımlamıştır.

Batı’yla Gözden Geçirilen İlişkiler

ABD ve AB’nin 15 Temmuz darbe girişimine yaklaşımı Türkiye’yi Batılı müttefikleriyle ilişkilerini ve bölgesel konumlanışını yeniden ele almaya mecbur etmiştir. Türkiye, Batı başkentlerinin 15 Temmuz gecesindeki ikircikli tavrından ziyadesiyle rahatsız olmuştur. ABD’nin darbe girişimine ilk tepkisi “istikrar ve sürekliliği” korumakla ilgilidir. Dışişleri Bakanı Kerry’nin bu açıklamasının ardından gecenin ilerleyen saatlerinde dönemin başkanı Obama’nın seçilmişlere verdiği destek yeterli görülmemiştir. 15 Temmuz’da İncirlik’in kullanılması ve sonrasında FETÖ elebaşı Gülen’in iadesine dair adımların atılmaması ABD’nin darbe girişimiyle ilişkisine dair soru işaretlerini kuvvetlendirmiştir.

AB de ABD’den çok farklı bir tavır göstermemiştir. Avrupa başkentleri Türkiye’nin demokratik hukuk devletini müdafaa etmek için ilan ettiği OHAL’e[9] sürekli eleştiriler getirmiş, FETÖ ile mücadele için atılan adımlara ön yargılı bir şekilde yaklaşmıştır. Batı ülkeleri sadece Türkiye’nin aldığı tedbirlerden rahatsız olmakla kalmamış aynı zamanda Avrupa’da mukim Türklerin 15 Temmuz direnişini desteklemesinden de memnun olmamıştır. Bu tutumu devam ettiren AB ülkeleri 16 Nisan referandumu için “evet” kampanyasını engellemeye çalışmış ve “hayır” kampanyasına ise aktif destek vermiştir. “Evet” kampanyası birçok Avrupa şehrinde engellenmiş, “hayır” kampanyası ise PKK ve FETÖ desteğiyle sürdürülmüştür.

Batı medyasının bu dönem izlediği yayın politikası da Türkiye’yi Batı’yla ilişkiler konusunda sorgulamaya iten unsurlardan biri olmuştur.[10] Darbe girişiminin bastırılması “faşist” ve “cihatçı” gibi ifadelerle nitelendirilmiş, “İnsan hakları demokrasiden daha önemli” denilerek darbe meşrulaştırılmış ve oryantalist ve İslamofobik bir söylem yaygın bir şekilde kullanılmıştır.[11] Bu yayınlarda Türkiye sık sık otoriter bir ülke olarak nitelendirilmiş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan “diktatör” olarak resmedilmiştir. Hatta 16 Nisan referandum döneminde bazı Batı medyası organları “hayır” kampanyasına destek vermek için Türkçe ekler vermiştir.

Türkiye’nin 2015’te sınırlarını ihlal eden Rus savaş jetini düşürmesi sonucu Batı’nın Ankara’nın yanında durmaması ilişkilerin sorgulanmasına yol açan bir diğer husus olmuştur. Daha sonra Türkiye-Rusya ilişkilerinin düzelmesi ve iki ülkenin Suriye’de iş birliği yapması yine Ankara’nın Batılı “müttefikler”ini memnun etmemiştir.[12]

Batılı müttefikleriyle yaşadıklarına ek olarak, 15 Temmuz darbe girişimi Ankara’da “kendi başının çaresine bakma” duygusunu güçlendirmiştir. 2015’te Rusya ile yaşanan gerginlikte Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakıldığını gören Türkiye, 16 Temmuz 2016’da bunu daha net bir şekilde fark etmiştir. Suriye’ye Türkiye’nin aktif müdahalesi anlamına gelen Fırat Kalkanı Harekatı (FKH)[13] ve Zeytin Dalı Harekatı (ZDH) böylesi bir ortamda gerçekleştirilmiştir.

Güvenlikte Yeni Konsept

FKH, sınırlarındaki iki iç savaşın ateş çemberiyle sarılan Türkiye’nin dış politikasını “yeni ulusal güvenlik anlayışı” etrafında yeniden yapılandırılmasının somut bir tezahürüdür. Bu yeni anlayış çerçevesinde PKK, DEAŞ ve FETÖ ile mücadele yeni bir konsepte taşınarak terörle “savunma” temelinde değil “önleyici ve ön alıcı tedbirler”le mücadele öngörülmüştür. Bu yaklaşımı Cumhurbaşkanı Erdoğan şu şekilde açıklamıştır:

Türkiye, bu yanlış güvenlik anlayışını artık terk etmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz, bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz, gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine gideceğiz. Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz. Nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa orada tepelerine tepelerine bineceğiz.[14]

Ulusal güvenlik anlayışında yaşanan dönüşümün teknik boyutunun arkasında şunlar vardır: TSK’nın sınır ötesinde daha fazla askeri operasyon yapabileceği bir yapılandırmadan geçmesi, yurt dışında yeni askeri üslerin açılması, MİT’in dış istihbarat birimi olarak şekillendirilmesi ve çok boyutlu iş birlikleriyle büyütülen yerli savunma sanayii. Türkiye’nin yeni yönelimi terörle mücadelede proaktif tedbirler alınması, kapasite geliştirme ve reform çabalarıyla sınırlı kalmamıştır. Dış politika anlayışı ve söylemi de “Türkiye’nin ne yapması gerektiğini yeniden düşünen, tartışan” bir mecraya sokulmuştur. Neticede Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan bölgesel düzenin yıkıldığı ve “başarısız devlet” olgusunun Türkiye’yi “sert güç kullanma” zorunluluğunu içeren yeni bir güvenlik anlayışına zorladığı söylenebilir. Bu çerçevede Türkiye, Suriye ve Irak’ta askeri operasyonlar yapmayı güvenlik gündeminin ilk sıralarına almıştır. Nitekim FKH, ZDH ve İdlib’de on iki çatışmasızlık noktasının tesisi söz konusu yeni yaklaşımın sonucu olan üç askeri operasyondur.

24 Ağustos 2016’da başlatılan FKH ile Ankara birden fazla hedefi gerçekleştiren bir operasyonla Suriye’deki denklemleri değiştirmiştir. Azez-Cerablus hattında güvenli bölge oluşturmaya girişerek Suriye denklemindeki rolünü sağlamlaştırmıştır. Rusya ile normalleşme sonrasında gerçekleşen bu operasyonun somut mikro hedefleri ise sınır güvenliğini sağlamak, yeni mülteci göçünü engellemek için muhaliflere destek vermek ve PYD-YPG terör koridorunun tamamlanmasını engellemektir. YPG’nin Menbiç’ten sonra Cerablus’u yeni hedef olarak belirlemesi ve DEAŞ’ın Gaziantep saldırısı Ankara’nın harekete geçmesini zorunlu kılmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminin halk eliyle bastırılması, siyaset kurumunun uzlaşma havası ve FETÖ’den temizlenen ordunun daha etkin bir kurum haline gelmesi bu operasyon kararının alınmasını kolaylaştırmıştır. Türk tanklarının Suriye topraklarına girmesinin arkasında ABD’nin DEAŞ ile mücadele yönteminin yarattığı sorunlara “dur deme” arzusu da bulunmaktadır. Washington’ın Suriye’de YPG eliyle DEAŞ’ı temizleme gayreti Ankara’ya iki taraftan zarar vermiştir; hem geriletilen DEAŞ artan şekilde Türk topraklarını vurmuş hem de Suriye’nin kuzeyinde YPG kontrolündeki alan genişlemiştir.

29 Mart 2017’deki MGK toplantısının ardından harekatın başarıyla tamamlandığı ifade edildiğinde DEAŞ’ın Türk sınırından yaklaşık 50 kilometre ileriye püskürtüldüğü, 3 binden fazla DEAŞ’lının etkisiz hale getirildiği ve yaklaşık 2 bin 15 kilometrekarelik bir alanın temizlendiği kayıtlara geçmiştir. Bu harekatla Türkiye sadece DEAŞ’ı sınır hattından temizlemekle kalmamış, Suriye’nin kuzeyinde terör örgütlerinin varlığına müsaade etmeyeceği yönündeki kararlılığını askeri boyuta taşımıştır.[15]FKH hem Türkiye’nin caydırıcılığını artırmış hem de çalışan bir model ortaya koymuştur. Bu etkili modelin bir diğer örneği daha sonra KCK’nın kolu olan YPG-PYD’ye karşı Afrin’de ZDH ile gösterilmiştir. Türkiye’nin Suriye’deki askeri operasyonlarının ikincisi Afrin’deki YPG-PYD varlığına karşı yapılmıştır. 20 Ocak-18 Mart 2018 arasında gerçekleştirilen bu harekatın FKH’den elde edilen tecrübeyle tahminlerin ötesinde hızlı ve etkili bir şekilde Afrin’in kontrolünü ele geçirmekle sonuçlanması dikkatlerden kaçmamıştır.

Beklenenden çok kısa sürede başarıyla tamamlanan harekatın yapılmasının temel nedeni Suriye’nin kuzeyinde PKK terör koridorunun oluşması ve bunun bir devletçiğe evrilmesinin engellenmesidir. Zaten harekatın zamanlamasına bakıldığında bir hafta öncesinde Washington’ın YPG’ye destek politikasında yeni bir aşamaya geçtiği fark edilmiştir. DEAŞ ile Mücadele Koalisyonu 15 bini SDG maskesi altındaki PKK-YPG militanlarından oluşan 30 bin kişilik “sınır koruma gücü” kuracağını deklare etmiştir. “Kuzey ordusu” diye anılan bu gücün Suriye’nin kuzeyinde YPG kontrolündeki bölgelerin Türkiye ve Irak sınırlarını koruması öngörülmüştür.

Türkiye’nin ABD ve AB ile gerilimli ilişkilerinde ZDH yeni bir sahne olmuştur. ABD ile gerilimin temelinde NATO müttefikliğine aykırı bir şekilde Washington’ın PKK’nın kolu olan YPG’yi DEAŞ ile mücadele adı altında desteklemesi bulunmaktadır. Türkiye için “varoluşsal bir tehdit” müttefiki eliyle büyütülmektedir.

Avrupa ve ABD ile yaşanan gerilim, FKH ve ZDH örneklerinde görülen yeni dış politika anlayışı ve yeni bölgesel dizayn hamlelerine itirazın da temelinde 15 Temmuz direnişinin yarattığı siyasi bilinç vardır. Ülkenin bekasına dair kaygılarla güçlü olma arzusu 15 Temmuz direnişinin öz güveniyle birleşmiştir. Türkiye’nin terörle mücadele başta olmak üzere sorunlarıyla başa çıkma azmi, Batı ülkeleriyle müttefikliğin yeniden tanımlanması arayışı ve bölgesel kutuplaşmada yeni bir hat oluşturabilme iradesini 15 Temmuz direnişinin siyasi hayatımıza etkileri şeklinde görmek yerinde olacaktır.

Sonuç

15 Temmuz darbe girişimine gösterilen sivil-demokratik direniş olmasaydı muhtemelen ne 16 Nisan referandumuyla yeni bir sisteme geçme kararı alınabilir ne de FETÖ, DEAŞ ve PKK ile mücadelede bu kadar geniş kapsamlı bir faaliyet yürütülebilirdi. Türkiye’nin etrafındaki türbülanstan çıkışı da sistemsel dönüşümü de ancak 15 Temmuz direnişinin Türk siyasi hayatına getirdiği yeni kodlar ve sermayeyle mümkün hale gelebilecektir. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya hem devlet kurumlarının güçlü olmasını hem de demokratik konsolidasyonu gerektirmektedir. Bu zorlu arayışın siyaset kurumunu da aktörlerini de büyük sorumluluk ve görevlerle donattığına kuşku yoktur. Bir darbe girişimini bastırmanın verdiği öz güvenle yeni bir toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kapsayıcı politikaların üretilmesi elzemdir.

15 Temmuz direnişinin Türkiyelilik hissini perçinleyen vatan sevgisini farklı kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir değer ve farkındalık haline getirmesi ümit vericidir. Bu aynı zamanda Türkiye karşıtı lobilerin kampanyası ve üç terör örgütünün (DEAŞ, PKK ve FETÖ) saldırılarıyla mücadele için dayanılacak zemini oluşturmaktadır. Söz konusu zemin aynı zamanda Türkiye’nin –etrafındaki tüm kaotik gelişmelere rağmen– otonom dış politika yürütebilmesinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir. Aslında Rusya ile yakınlaşma, Batı ittifakının mahiyetini sorgulama, Suriye ve Irak’taki sert güç kullanımı ve dışarıdan bölgesel dizayna yapılan itiraz 15 Temmuz direnişinin siyasetimize getirdiği yeni bilinç ve algıyla irtibatlıdır. Bu bilincin parçaları arasında “saldırı altında olma”, “kendi başının çaresine bakma” ve “daha müreffeh, daha etkili” bir Türkiye muhayyilesi bulunmaktadır. AK Parti’ye gerektiğinde Batılı müttefiklerini karşısına alma cesaretini veren bu yeni bilincin modern Türkiye’nin tarihinde karşılaştırılabileceği iki dönem bulunmaktadır; ilki Cumhuriyet’in kuruluşundaki zafer ve kurtuluş hissi, diğeri ise çok partili hayata geçişle kendi kaderini tayin etme iradesidir. 15 Temmuz gecesinde “vatanını koruma”, “iç ve dış vesayetlere son verme” ve “milli bağımsızlığını tüm kurumlarıyla tesis etme” isteklerinin öne çıktığını söylenebilir. Bu yeni kodlar siyasi hayatımızın bütün aktörlerini şekillendirecek kalıcı bir etkide bulunmuştur. Darbelerle dönemlendirilen Türk siyasi hayatı artık yeni bir dönem ayracına sahiptir. Bu ayraç sadece bir darbenin millet tarafından bastırılması ve yargılanmasını işaret etmemekte aynı zamanda yakın tarihimizi yeniden okuma fırsatını da sunmaktadır.


[1] Bu makalenin daha kapsamlı hali için bkz. Burhanettin Duran, “15 Temmuz’un Türkiye’nin İç ve Dış Politikasına Etkisi”, Türk Dış Politika Yıllığı 2017, (SETA: İstanbul: 2018).

[2] Prof. Dr., İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi ve SETA Genel Koordinatörü.

[3] FETÖ hakkında detaylı bir çalışma için bkz. Enes Bayraklı ve Ufuk Ulutaş (ed.), FETÖ’nün Anatomisi, (SETA, İstanbul: 2017).

[4] Mehmet Zahid Sobacı, Nebi Miş ve Özer Köseoğlu, “Türkiye’nin Yeni Yönetim Modeli ve Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı”, SETA Perspektif, Sayı: 206, (Haziran 2018).

[5] Atilla Yayla, “Türkiye’nin Demokrasi Devrimi: 15 Temmuz”, Uzun Gecenin Kısa Tarihi, ed. Bekir Berat Özipek ve Yasemin Abayhan, (Kadim, Ankara: 2016).

[6] Nebi Miş ve Burhanettin Duran, “Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi, (SETA Yayınları, İstanbul: 2017), s. 15-50.

[7] Miş ve Duran, “Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi”.

[8] Burhanettin Duran, “Siyasetin Yeni Trendi: Yenikapı Ruhu”, Sabah, 6 Ağustos 2018.

[9] Cem Duran Uzun ve Mert Hüseyin Akgün, “OHAL’in İki Yılı ve Sonrası”, SETA Analiz, Sayı: 249, (Temmuz 2018).

[10] İsmail Numan Telci vd., 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Batı Medyası, (SETA Rapor, İstanbul: 2017).

[11] Gökhan Bozbaş, “Batı’nın Demokrasi Paradoksu, ‘Demokratik Darbe’ Kavramsallaştırması ve 15 Temmuz Darbe Kalkışması”, Muhafazakar Düşünce, Cilt: 13, Sayı: 49, (Eylül-Aralık 2016).

[12] Carlotta Gall, “Turkish Troops Attack U.S.-Backed Kurds in Syria, a Clash of NATO Allies”, New York Times, 21 Ocak 2018; Teri Schultz, “NATO Allies Clash as Turkey Attacks US-Backed Kurds in Syria”, Deutsche Welle, 22 Ocak 2018; Judy Dempsey, “Judy Asks: Is Turkey Damaging NATO?”, Carnegie Europe, 24 Ocak 2018, http://carnegieeurope.eu/strategiceurope/75345, (Erişim tarihi: 4 Mayıs 2018).

[13] Fırat Kalkan Harekatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Yeşiltaş, Merve Seren ve Necdet Özçelik, Fırat Kalkanı Harekatı: Harekatın İcrası, İstikrarın Tesisi ve Alınan Dersler, (SETA Rapor, İstanbul: 2017).

[14] “Cumhurbaşkanı Erdoğan 28. Kez Muhtarları Ağırladı”, Sabah, 19 Ekim 2016.

[15] Bkz. Ufuk Ulutaş ve Burhanettin Duran, “Türkiye’nin DEAŞ’la Mücadelesinin Kritik Dönemeci: Fırat Kalkanı Harekatı”, Türk Dış Politikası Yıllığı 2016, ed. Burhanettin Duran, Kemal İnat ve Mustafa Caner, (SETA Yayınları, İstanbul: 2017).