Demokrasi, Celal Bayar ve Yassıada*

0
51

Prof. Dr. Akile Reşide Gürsoy
Beykent Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

*Bu tebliğ, 14 Temmuz 2021 tarihinde düzenlenen 5. Darbe ile Mücadele Sempozyumunda sunulmuştur.

Darbeler, bir iktidarın silahlı güçler ve/veya ülke içindeki diğer etkin grup(lar) tarafından meşru olmayan şekilde, şiddet kullanılarak, zorbalık yoluyla devralınmasıdır. Bugün dünya genelinde hâlen, yılda ortalama 1-3 darbe ve yaklaşık 7 darbe teşebbüsü gerçekleşmektedir. Amacına ulaşan darbelerin yanı sıra darbe teşebbüsleri, planları ve rivayetleri de toplumların karşılaşabildikleri çalkantılı siyasi durumlardır. Dünya genelinde sayısı ve başarı oranı azalmakla beraber darbeler, siyasi olasılıklarını korumaktadır. Gerçekleşmiş her darbenin kendi toplumsal ve dönemsel koşulları, iç ve dış dinamikleri bulunmaktadır. 

Yönetimin zorbalıkla ele geçirilmesine sadece demokrasiyle idare edilen toplumlarda karşılaşılmamaktadır. Tarihte krallık ve imparatorluklarda da belli grupların veya şahısların hile ve zorbalıkla idareyi ele geçirdikleri görülmüştür. Shakespeare’in ünlü Hamlet eseri Danimarka Kralı’nın kardeşi tarafından öldürülerek krallığın ona geçmesi üzerinedir. Senatörler tarafından öldürülen Roma İmparatoru Ceasar’ın, kendisini bıçaklayanlar arasında yakın arkadaşını görünce söylediği varsayılan “Sen de mi Brütüs?” sözü bir deyim hâline gelmiştir. Genç Osman’ın 1622’de tahttan indirilişi ve katledilişi de Osmanlı tarihinde Yeniçerilerin eli ve etkisiyle padişahların tahttan indirilmeleri veya tahta çıkışlarına dair ilk olay kabul edilmektedir. 

Günümüzde uluslararası platformda, ülkelerin insan haklarına ve hukuka saygılı, demokratik temellere dayalı yönetimlerle idare edilmesi ülküsü, İkinci Dünya Savaşında yaşanan kitlesel insan kıyımları ve deneyimlenen büyük acılardan sonra benimsenmiştir. Stalin, Mussolini ve Hitler gibi diktatörlerin yönetimlerinin yaşattığı deneyimler ve dünyada gelişen savaş teknolojisinin, insanlığın sonunu getirebileceği idrakiyle daha insancıl ve demokratik idareler aranır olmuştur. Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, toplumların seçimiyle iktidara gelen yönetimlerin meşruluğu anlayışını pekiştirmiştir. Batı toplumlarında “Demokrasi Çağı” diyebileceğimiz dönem, barış özlemiyle eş zamanda başlamıştır. 

Birinci Dünya Savaşının acımasız çalkantıları içinde Kurtuluş Savaşı vererek varlığını kuran Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Batı Blokunun demokrasi anlayışını paylaşmaktadır. Bu ideali gerçekleştirmek yolunda büyük adımlar atarak acı bedeller de ödemiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilk sivil Cumhurbaşkanı” Celal Bayar’ın Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından, talihsiz Yassıada döneminin çok ötesinde bir yeri vardır. Bir asırlık ömrü, cumhuriyet tarihimiz gibidir. Millî mücadelenin başarıya ulaşmasında, ülkenin ekonomik temellerinin atılmasında ve çok partili demokrasiye geçişte yadsınamayacak hizmet ve katkıları olmuştur. Celal Bayar, Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçişinde kilit rol oynamış, liderlik etmiştir. “Dörtlü Takrir”den sonra dönemin Halk Partisinden (HP) istifa ederek, partiden ihraç edilen Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan’la Demokrat Partiyi kurmada öncülük etmiştir. Bayar, hem milletvekilliğinden hem de HP’den istifa etmiştir. 1946 seçim konuşmalarındaki bazı sözleri onun yaklaşımını belirtir niteliktedir: 

“Memleketimizde yepyeni bir devir açılmaktadır. Bu devir, demokratik hak ve hürriyetlerin kökleşmesi devri olacaktır. (…) Böyle bir devrin henüz fecri (doğuşu) karşısındayız ve çok çetin imtihanlar geçireceğimize de şüphe yoktur.” (17 Temmuz 1946, İzmir Mitingi). 

“Biz seçimin serbest olmasını istiyoruz. Milletin reyini dilediği gibi kullanmasını istiyoruz. Zorbalıkla millî hâkimiyet tecelli edemez. (…) İstiyoruz ki millet hâkim olsun.” (17 Temmuz 1946, Ödemiş Mitingi). 

“Milletin en büyük varlığı, istiklalidir. Büyük memleket meselesi etrafında particilik diye bir şey kabul edemeyiz. İstiklal bahis konusu olduğu anda ne DP vardır ne HP. O zaman millet vardır. (…) Türk toprakları bölünmez bir bütündür. Vatan bir tehlikeye maruz kalırsa, Türk milleti yekvücut mücadeleye atılacaktır. Partilerin birbirlerini muhakkak şuurlu bir şekilde kontrol etmeleri lazımdır. (…) Bu memleketin birbirini seven ve birbirine saygı gösteren partilerle idaresini istiyoruz. Birbirimize düşman olursak memlekete yazık olur” (16 Temmuz 1946, Aydın mitingi). 

Atatürk’le uyum ve dayanışma içinde çalışmış ve birbirlerine ülkenin kuruluşu ve yükselişi sürecinde bağlanmışlardır. “Atatürk, seni sevmek millî ibadettir.” sözü Celal Bayar’a aittir. 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenler, her ne kadar kendilerini Atatürk ilke ve inkılâplarını savunanlar olarak görmek ve göstermek istemişseler de aslında, Atatürk’ün Türkiye için hedeflediği ilkelerden uzaklaşılmış, Türkiye bir hukuk devleti olmak yolundan ayrılarak Yassıada gibi bir zorbalık sürecine girmiştir. “Yassıada Mahkemeleri”, bu hukuksuzluk buzdağının sadece görünen kısmıdır. 27 Mayıs’la devletin ve bürokrasinin temelleri sarsılmış, demokrasinin temel taşları olan siyasi partiler ve siyasetçiler güçsüzleştirilerek bunlara itibar kaybettirilmiştir. Parlamentoda çoğunluğu oluşturan tüm Demokrat Parti milletvekilleri hapsedilmiş, siyasi hakları ellerinden alınmıştır.1 Bayar, Kayseri Cezaevinden çıktıktan sonra da Demokrat Partililerin siyasi haklarının geri verilmesi için özveriliyle büyük mücadele vermiştir. 

27 Mayıs darbesi, aslında sadece Demokrat Parti milletvekillerine karşı yapılmamıştır. Darbeden sonra ordudan tasfiyelerle 275 general/amiral, 7.000 kadar da albay, yarbay ve binbaşı ordudan çıkarılmıştır. Böylece, generallerin yüzde 90’ı, albayların yüzde 50’si, yarbayların yüzde 40’ı, binbaşıların yüzde 5’i değişmiş, yerlerine yeni kadrolar getirilmiştir. Üniversitelerde de 147’ler olarak bilinen tasfiyeler yaşanmıştır. Bunların bir kısmı, 114. Yasa’da yer alan “tembel, yeteneksiz ve reform düşmanı” ibaresiyle gerçekleştirilmiştir. 

İdamlardan sonra 1962 yılında yürürlüğe giren Tedbirler Kanunu, darbe sonrası devam eden baskının somut bir örneğidir. (2) 

Celal Bayar, 27 Mayıs 1960 darbesinde Çankaya Köşküne giren zorba subaylara ilk andan itibaren direnerek silahını doğrultmuştur. Fiilen direniş gösteren belki de tek kişidir. Bu Yargılama sürecini meşru görmediğini, Yassıada’da da belirtmiştir. Darbeden önce 1958 yılında 9 Subay olayının üstüne gidilmesi gerektiğini savunarak darbenin gelişini, planlanma sürecinde önlemeye çalışmıştır. 

Celal Bayar, son nefesine kadar da Türkiye’de demokrasinin gelişmesi için her türlü çabayı göstererek dik duruş sergilemiştir. 1974’te “Tabii Senatör” sıfatıyla Meclise davet edildiğinde seçilmeden, doğal üye olarak böyle bir göreve gelmeyi doğru bulmadığını belirtip reddetmiştir. Hiçbir zaman mevki peşinde koşmamış, yaptığı hizmetler neticesinde belirli kademelere gelmiştir. Millî mücadele döneminde Balıkesir Kongresinde, Akhisar Cephesi Alay Komutanlığına seçilmesi de buna örnek sayılabilir. 

Ayrıca, belirtmek gerekir ki Celal Bayar, 1950 yılında Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya geldiğinde memurların maaşlarını incelemiş, bu tabloya göre fazla bulduğu cumhurbaşkanlığı maaşını azaltmıştır. 27 Mayıs’ta ona karşı yapılan iftiraların ve iddiaların hiçbirini hak etmemiştir. 

Celal Bayar’ın torunu olarak, onun hakkında yazmak kolay değil. 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleştiğinde, Çankaya Köşkünde 9 yaşında bir çocuktum. O gün Almanya’da olan Kütahya DP milletvekili babam Dr. Ahmet İhsan Gürsoy, etrafındakilerin tüm uyarılarına rağmen, bulduğu ilk uçakla Türkiye’ye döndü. O da Harbiye’ye, oradan Yassıada’ya ve daha sonra Kayseri’deki hapishaneye gönderildi. 27 Mayıs sabahı darbeyi, “Dün gece yarısından itibaren bütün Türkiye’de deniz, hava, kara Türk Silahlı Kuvvetleri el ele vererek memleketin idaresini ele almıştır. Bu hareket silahlı kuvvetlerimizin müşterek iş birliği sayesinde kansız başarılmıştır.” sözleriyle radyodan anons eden Alparslan Türkeş’in sesini unutmam mümkün değil. 

30 Mayıs sabahı Çankaya Köşküne, İçişleri Bakanımız Namık Gedik’in ölüm haberi geldiğinde, anneannem Reşide Bayar’ın “Onu öldürdüler!” diye hıçkırarak ağladığına şahit oldum. Ankara’da okumakta olduğum ilkokula, darbeden sonra bir daha dönemedim. Anneannem, annem ve kız kardeşlerimle birlikte İzmir, Çeşme Ilıca’daki evimizde bir tabur askerin nezaretinde, 4 Haziran’dan Yassıada mahkemelerinin başlayacağı 14 Ekim 1960’a kadar ev hapsinde kaldık. Yassıada’ya gönderilenlerin hayatından, kendi hayatımızdan endişe duyarak yaşadık. 

Darbede ilk öldürülen İçişleri Bakanımız Namık Gedik, şüphesiz ki devletle ilgili pek çok bilgiye sahipti. Yaşaması istenmedi. Sonradan öğrendiğimize göre kendisine, “Bayar, Harbiye’nin imhasını emretti.” şeklinde ifade vermesi için çok baskı yapılmış. Söylendiği gibi nezaret altındayken kendini Genelkurmay’ın yüksek pencerelerinden atması, pek mümkün değil. Bayar’ı suçlayıcı şekilde ifade vermeye boyun eğmeyince darp edilerek öldürüldüğü anlaşılıyor. Nitekim, kızı Ayla Gedik’le birlikte Ankara’ya mezarını ziyarete gittiğimde, rahmetli Namık Gedik’in cenazesini haftalar sonra alabildiklerini, defnedilirken yüzünü göstermediklerini, mezarlıkta sadece ailesinden 3-4 kişiye izin verildiğini anlattı. Eşi Melahat Gedik Hanım, “Peki, bu gömdüğümüz benim eşim mi, nereden bileceğim?” diye sorduğunda sadece ayak parmaklarını gösterdiklerini söyledi. Kanaatimce, Namık Gedik’in idam edilen üç demokrasi şehidimizden farkı yoktur. Kasıtlı olarak katledilmiştir ve unutulmaması gerekir. 

Darbe sürecinde dik duruş sergileyen Fatin Rüştü Zorlu, Türkiye’nin menfaatlerini büyük beceriyle koruyan çok başarılı bir Dışişleri Bakanımızdır. Bugün Türkiye’nin Kıbrıs’ta söz sahibi olabilmesini, diplomatik yolla gerçekleştirmiştir. Bandung Konferansında (1955) Türk heyetine başkanlık etmiş, sonuç bildirgesinde “Batı’dan veya Doğu’dan (kapitalist ve sosyalist) her türlü sömürgeciliğin reddedilmesi” maddesinin yer almasını sağlamıştır. Demokrat Parti aileleri üzerine bir çalışma hazırladığımda kızı Sevin Zorlu’dan aile fotoğraflarını istemiştim. Uzun süre cevap alamadım. Sonra yazdığı bir mektupta, verebilecek hiç aile fotoğrafı olmadığını, çünkü 27 Mayıs darbesinin ertesi günü evlerine gelen darbeci subayların evden bütün evrak ve fotoğrafları alarak yaktıklarını belirtiyor. Sevin Zorlu’nun mektubunu hâlen saklıyorum. 

Başbakanımız Adnan Menderes ve Maliye Bakanımız Hasan Polatkan’ın öyküleri de kelimelere sığmayacak kadar hazindir. 16 Eylül 1961’de Zorlu ve Polatkan’ın, 17 Eylül 1961’de de Menderes’in idamıyla Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu derin bir suskunluğa ve mateme girmiştir. Aslında yok edilen, millî irade ve Türkiye’de demokrasidir. Bir grup tarafından, silah gücünün sarhoşluğu içinde millî iradenin katledilmesi durumu yaşanmıştır. Yıllar sonra Celal Bayar, 27 Mayıs’ı bir “şekavet” olarak tanımlamıştır. 

Türkiye, 27 Mayıs’tan sonra da darbelerden, darbe teşebbüsleri ve söylentilerinden kurtulmadı. 1960’larda Talat Aydemir darbelerini yaşadı. 27 Mayıs’ı ve idamları yetersiz bulan grup, Talat Aydemir öncülüğünde 22 Şubat 1962’de darbe teşebbüsünde bulunmuş, o dönemin hükûmeti tarafından Aydemir affedilmiştir. 20 Mayıs 1963’te tekrar darbe teşebbüsünde bulunan Talat Aydemir, bu sefer idamla cezalandırılmıştır. 

Türkiye, 9 Mart 1971’de tekrar bir darbe planı ve teşebbüsüyle karşı karşıya gelmiştir. Bunun Orta Doğu’da Suriye bağlantılı, sol ideolojiyle hareket eden, Küba yönetimine benzer, BAAS tarzı darbe planı olduğu değerlendirilmektedir. 9 Mart’ın hemen arkasından, 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı ile Hava-Kara-Deniz Kuvvetleri Komutanlarının Cumhurbaşkanı Cemal Sunay’a verdikleri muhtırayla hükûmetin istifasını istemesi üzerine Demirel, istifa etmiştir. Nihat Erim, Cumhuriyet Halk Partisinden (CHP) istifa ederek “tarafsız”, partiler üstü kabine kurmuştur. 1970’lerde suikastlar ve faili meçhul cinayetler dönemi başlamış, 1977’de kanlı 1 Mayıs yaşanmıştır. Bu dönemde önce ASALA, sonra PKK terör örgütleri aktif hâle gelmiştir. 

Annem Dr. Nilüfer Gürsoy, 1980 darbesinde Adalet Partisinden milletvekiliydi. Bu darbeyle bütün siyasi partiler kapatıldı, annemin de milletvekilliği son buldu. Parti binasındaki odasından evrakını alması bile mümkün olmadı. Tabii ki annemin yaşadıklarının çok ötesinde, 12 Eylül darbesinin millete bedeli çok ağır oldu. Bu darbe için ABD’li devlet görevlisi Paul Henze’nin, Jimmy Carter’a “Our boys did it” dediği söylenmektedir. Sovyetler Birliğini kuşatmak için “Yeşil kuşak” siyasetinin bu darbe sonucu şekillendiği bilinmektedir. 

1990’larda da askerlerin sık sık sivil siyasete açık – örtülü müdahalelerini ve 28 Şubat 1997 “postmodern darbe” olarak nitelendirilen süreci yaşadık. 27 Nisan 2007 E-muhtırasınaysa AK Parti Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek, karşı beyanat vermiş ve “Başbakanlığa bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir konuda hükûmete karşı ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez.” demiştir. 2005’te başlayarak 2007 ve sonrasına uzanan Ergenekon ve Balyoz davalarını da bir tür tasfiye amaçlı plan olarak düşünebiliriz. Ülkemizin demokratik sistemi, son olarak bir işgal teşebbüsüne benzeyen 15 Temmuz 2016 menfur darbe girişimiyle hedef alındı. 

Türkiye, niçin sık sık darbe veya darbe girişimlerine maruz kalıyor, sarsılıyor? Dış güçler, stratejik konumumuz, içteki basiretsizlik ve çekişmeler, çalkantılar mı? Geçmişi iyi değerlendirememek, iyi analiz edememek mi? Demokrasinin tam yerine oturamamış olmasından mı? Bu olayları tüm yönleriyle iyi analiz edebilmek, doğru tespitler yapabilmek, darbelerin süreçlerini, sebep ve sonuçlarını iyi irdeleyebilmemiz gerekiyor. Söylenebilecek çok şey, açılabilecek çok başlık var. Ancak, şunu belirtmek isterim ki istikbalimiz ve ekonomimizin güçlenmesi, bu kargaşaların önüne geçilerek düzgün devlet çarklarıyla işleyen sağlam bir demokratik toplum kurabilmemize bağlı. 

Yassıada’nın bugünkü hâli konusuna değinmem gerekirse, bu yaslı adanın imara açılmasına en başından itibaren karşı oldum. Adanın doğal florasının, kıyı ve kayalıklarının bozularak yapılaştırılmasını uygun görmedim. Çevreye yönelik endişelerimle birlikte, adanın taşıdığı ağır siyasi anlam açısından, yapılacak projeden elbette emin olmak isterdim. Ancak adanın şekillenmesinde fikrim sorulmadı, Demokrat Parti ailelerinin görüşlerine başvurulduğunu da sanmıyorum. 

Her coğrafyanın kendine özgü doğal yapısı ve toplumların coğrafyalara atfettikleri değerler, duygu yüklü anlamlar vardır. Bu adanın çok yoğun, hüzünlü ve ibretlik bir tarihî ağırlığı söz konusudur. Yassıada’yı âdeta bir tatil köyü hâline getirmek, bana göre tarihimize ve burada yaşananlara duyarsızlıktır. Böyle bir saygısızlık içinde Celal Bayar’ın yok sayılması, Yassıada’daki rolünün ve duruşunun neredeyse unutturulmak istenmesi, ayrıca Yassıada’yı tanıtıcı videolarda ve açılış konuşmalarında Türkeş’in anılarak idamlara karşı olduğunun belirtilmesi bir akıl şaşırtması gibi geliyor. Genç nesillere Türkiye’nin demokrasi tarihinin ne olduğu konusunda çarpık bir anlayış veriliyor. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Nasıl ki dere yatağına bina yapılmamalıysa, bu kadar tarihî acının üzerine bu anlayışla bir proje de inşa edilmemeliydi. Yassıada’nın üzerine konumlandırılan binalar ve anlatı, bana göre demokrasi tarihimize yakışır bir akıl ürünü değildir.

Yassıada bende, 1960 yılından itibaren insanlara iftiraların atıldığı, işkencelerin yapıldığı, olayların ve tarihin çarptırıldığı, baskıların yaşatıldığı, insanların işkence altında öldüğü, Türkiye’nin itibarının kaybettirildiği, insanın içinin isyan ettiği sembolik bir mekân olarak yerini aldı. Benim için bu mekânın başka türlü anılabilmesi mümkün değil. Adaya çeşitli vesilelerle gittiğim her sefer, dönüşte günlerce kendime gelemediğimi, hastalandığımı söylemeliyim. Aklıma orada büyükbabamın intihar teşebbüsü, 1960’larda adaya gidebildiğim tek ziyarette yaşadığım olağanüstü baskı, babamın hüzünlü bakışı ve sıkıntılı görüşme süreci gelmektedir. Adaya ayak basınca ne kadar metîn durmaya çalışsam da oraya ne zaman gittiysem darbe koşullarının vahametini, yarattığı çaresizlik ve infial duygularını tekrar yaşarım. 

Demokrat Partililerin adaya getirilişlerinin ilk anlarından itibaren uygulanan şiddet ve zulüm sonucu Demokrat Parti İstanbul Milletvekili Dr. Zakar Tarver, hayatını kaybetti. İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay, orada işkenceyle öldürüldü. Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar, kalp krizi geçirerek öldü. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu, teğmenlerin kötü muamelesi sonucu intihar etti. Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı, eski Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut ve İstanbul Milletvekili Yusuf Salman, Yassıada sürecinde öldüler. Oradan İmralı’ya idama veya Kayseri Cezaevine gönderilenlerin yaşadıkları, bu ülkenin kara bir sayfası olarak tarihte yerini aldı. Bunlar gibi sayısız acının yaşandığı bir mekânın sembolik yükü, elbette çok ağır ve tarihimiz açısından önemli. Neticede unutulmamalı ki toplumların tarihi, iyisi ve kötüsüyle bir bütündür. Karanlıkları yok farz edemezsiniz. Yassıada bir cinayet mahalli sayılabilir. Bunu, yalnızca orada işkence gören ve hayatını kaybedenleri düşünerek söylemiyorum. Yassıada aynı zamanda adaletin, milletin iradesinin aşağılanıp hapsedilerek yok hükmüne getirilmesini sembolize eden bir kara parçasıdır. Türkiye’nin itibarının, millî iradenin, bir ulusun onurunun katledildiğine şahit olmuş, ev sahipliği yapmış bir yerdir. 

Dolayısıyla bugün, o adayla ilgili farklı bir hüzün duyuyorum. Guantanamo’yu, Auschwitz’i bir tatil mekânına dönüştürebilir misiniz? UNESCO, 1979 yılında Dünya Kültür Mirası listesine Auschwitz-Birkenau kampını ekledi. Kampın kalıntıları ve Yahudi mezarlığı, Auschwitz-Birkenau Devlet Müzesi ve Holokost anma mekânı olarak kamuya açıldı. Kendi ülkemize dönersek, mesela, Madımak Otelini bir eğlence ve gezi mekânı yapabilir misiniz? İnternetten öğrendiğimize göre, otelin girişinde açılan kebap lokantası, mağdur yakınlarının tepkisine neden oldu. Lokanta, tepkilerin ardından 2009 yılında taşındı. Otelse kamulaştırıldı, yenilendi ve 2011’de Bilim ve Kültür Merkezi olarak kullanıma açıldı. Sivas anmalarını düzenleyen kurumlar, özellikle her yıl 2 Temmuz’da “Utanç Müzesi” taleplerini yineliyor.

Oysa, anladığım kadarıyla Yassıada, barındırdığı tarihî ağırlığa rağmen bugün, içinde lüks otellerin, plajların bulunduğu keyifli bir yer hâline gelmiş. Bir yandan 27 Mayıs’ta idam edilenlerden demokrasi şehitleri olarak söz ediliyor, bir yandan da onların katledildikleri mekânın sert ve kasvetli ruhu kaybettirilmiş, tarihî adanın havası değiştiriliyor. Yassıada’ya bir numaralı sanık olarak getirilen Celal Bayar’ın orada yaşadıklarının, sergilediği duruşun izi yok. Hücresi yok edilmiş. Kütahya’dan DP milletvekili olarak babamın yattığı koğuşlar sanki yok. Binaların bir bölümüne Başbakanımız Adnan Menderes’in çiftliğindeki konak hayatını yansıtan, içinde pirinç yatak, çalışma masası olan konforlu bir oda monte edilmiş. Yassıada’da babası müebbet hapse mahkûm edilmiş bir Demokrat Partilinin kızı, bu manzaralar karşısında “Babalarımız burada böyle rahat odalarda kaldı da haberimiz mi yok?” diye isyanını dile getirmişti. 

Demokrat Parti veya Yassıada’dan bahsederken sıkça kullanılan “Menderes ve arkadaşları” tabiri hakkında görüşümü de belirtmek isterim. 27 Mayıs’ta darp edilerek ortadan kaldırılan Demokrat Parti milletvekilleri, bir arkadaş grubu değildir. Öyle bir anlayışa indirgenemezler. Yassıada’ya kapatılan milletvekilleri, bakanlar, bürokratlar, Başbakan, Cumhurbaşkanı, münferit olarak her biri, millî iradenin temsilcileridir. Türkiye’nin her bir köşesinden halk tarafından seçilerek gelmiş, milleti temsil eden bir iktidar partisinin üyeleridir. Demokrat Parti, kuruluşu ve iktidara gelişiyle her ülkeye nasip olmamış, muazzam bir demokrasi hareketidir. Bu hareket ve anlamı kanaatimce yeterince değerlendirilmemektedir. Demokrat Parti milletvekillerinin her biri, padişahlıktan ve hilafetten çıkarak kurulan cumhuriyetin seçtiği demokratik rejimin aktörleridir. Şahısların ötesinde milletçe alınan büyük bir tercihin temsilcileridir. Demokrat Parti dönemi, Türkiye’nin demokratik değerleri uygulamaya geçirme sürecinde büyük bedeller ödeyen bir kitlenin tarihidir. Yassıada’ysa, bu uğurda çekilen cefaların kristalize olmuş coğrafya parçasıdır. 1946-1960 arasında var olan Demokrat Parti, ülke açısından demokratik değerlerin benimsenmesinin bedelini taşıyan bir partidir. Yassıada’ysa demokrasi yolunda çekilen cefaların fiili ve sembolik mekânıdır. 

27 Mayıs darbesine şu veya bu şekilde destek vermiş, alkışlamış veya onaylamış olanların büyük çoğunluğu, bugün bundan utanç duymaktadır. Ancak müzmin bir azınlık, demokrasinin ne demek olduğunu hâlâ anlamamış olup, “Evet ama Demokrat Parti de şu yönüyle hatalıydı.” gibi darbeye mazeretler beyan etmektedir. Demokrasiyi içselleştirememiş olanların bir kısmı da ülkede çok partili demokratik rejime çok erken geçildiğini, Türkiye’nin de dünyadaki bazı otoriter teokratik devletler gibi millet iradesini tecelli etmek için çok partili seçimlere geçmemesi gerektiğini ifade etmekte veya düşünmektedir. 

Her darbe, mutlaka bireysel travmalara ve mağduriyetlere yol açmaktadır. Ancak, bunların ötesinde her darbe, ülke ekonomisi ve toplumsal huzur açısından telafisi güç derin olumsuzluklar getirmiştir. Her darbe ülke itibarını, güvenilirliğini zedelemiştir. Türkiye’nin iktidar değişimini seçimle değil, darbelerle gerçekleştirmesi veya toplumda böyle tasavvurların barındırılması ülkenin siyasi olgunluk ve yaşam kalitesi açısından çıtasını aşağıya çekmiştir. 

Demokrasi, hür seçimlerin gerçekleşmesinden ibaret değildir. İnsanlara mutluluk ve refahın önünü açan idare şekli olarak demokratik rejimlerde seçimler, olmazsa olmazlarıdır. Demokrasiden söz etmek için özgürlükler, hukuk, basın ve muhalefetin konumu, kadın hakları ve çevrenin korunması son derecede önemli kriterlerdir. İstisnasız her toplumda daha demokratik olmak için iyileştirilmesi gereken konular mutlaka vardır. Bir darbe gerçekleştiğinde, demokrasi sıfır noktasına geriler. İktidarların hür ve hilesiz seçimlerle korkusuzca değişebilir olması, milletin bu güvenceyi hissederek yaşaması demokrasinin en temel alt yapı şartıdır. 

Bu duygu ve düşüncelerle, 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminde demokrasimizi savunurken şehit olanları da saygıyla anıyor, gazilerimize minnetlerimi sunuyorum. 


(1) 4 Nisan 1974’te Demokrat Partililerin siyasi hakları geri verildiğinde 295 Demokrat Partili, siyasi haklarına kavuşmuş, 88 kişi siyasi haklarına kavuşamadan vefat etmiştir. Böylece, millet tarafından seçilmiş, yönetici olabilecek vasıftaki büyük bir kesim, darbe marifetiyle siyasetten uzaklaştırılmıştır. 

(2) Tedbirler Kanunu olarak bilinen Kanun, 5 Mart 1962’de İnönü hükûmetinin teklifi üzerine, 38 sayılı Kanun olarak TBMM’de kabul edildi. Bu Kanun’da 27 Mayıs’tan sürekli devrim olarak bahsedilerek 27 Mayıs, meşru bir hareket olarak gösterilmek istenmektedir. Bu Kanun’a göre; 

  • 27 Mayıs 1960 devrimini söz, yazı, haber, resim, karikatür vesair suretlerle yersiz, haksız veya gayrimeşru gösterenler veya üstü kapalı bile olsa matufiyeti belli olacak şekilde böyle göstermeye çalışanlar 
  • Yüksek Adalet Divanınca verilmiş kararları kötüleyenler veya üstü kapalı bile olsa matufiyeti belli olacak şekilde kötülemeye çalışanlar 
  • Mahkûm edilenleri övenler, ilk, son veya infaz safhalarıyla ilgili resim, hatırat, röportaj yayımlayanlar veya beyanat verenler 
  • b bendinde sözü geçen mahkûmlara atfen, 27 Mayıs 1960 devrimini zedeleyici mahiyette beyanat verenler veya basın yoluyla yayanlar veya alenen nakledenler 
  • Devrimi yersiz, haksız veya gayrimeşru gösterecek surette, feshedilmiş Demokrat Parti iktidarını övenler veya müdafaa edenler 
  • Mensup oldukları partinin, feshedilmiş Demokrat Partinin devamı olduğunu ileri sürenler, 1 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis cezasına çarptırılırlar.