DARBE İLE MÜCADELEDE SİVİL TOPLUMUN ROLÜ- Dr. Levent Korkut

0
39

Öncelikle üzerinde durulması gereken husus darbe çerçevesinde sivil toplum-devlet ilişkisidir. Bu konuda çok farklı yaklaşımlar, görüşler ya da teoriler var diyebiliriz. Bun­lardan ekstrem olanlara, uç örneklere baktığımızda, örneğin Platonik State ya da Devlet yaklaşımı ele alındığında burada katı biçimde devlet-sivil toplum ayrımı görürüz. Yani Platon’un düşlediği devlet aslında sivil toplumun yöneticilerden tümüyle ayrıldığı, ara­larına kesin bir çizgi çizildiği yapılanma, siyasi oluşumdur. Böyle bir devlet tarih bo­yunca olmamıştır. Yani en baskıcı devletlerde, en devletçi yapılanmalarda bile sivil top­lumla devlet bu kadar ayrılmamıştır. Mutlaka bir ilişki olmuştur. Platon’da bu yaklaşım devlet açısından yapılır. Bu sivil toplum açısından da yapılabilir. Kastettiğimiz devlet öncelikli bir sivil toplum-devlet ayrımı ya da sivil toplum öncelikli bir sivil toplum-devlet ayrımıdır. Bazı liberallerde de böyle bir anlayış vardır.

Sivil toplum temelli bir devlet-sivil toplum ayrımı anlayışı bazı liberallerde de mevcuttur ama ayrım o kadar kesin değildir. Bu kadar kesin çizgiyle devlet-sivil toplumu ayrımı yapmak mümkün değildir. Değinildiği gibi en katı rejimlerde dahi sivil toplum tamamen uzak değildir devletten. En özgür toplumlarda dahi sivil toplum tek başına hareket et­mez. Devlet mekanizması müdahale eder. Dolayısıyla sivil toplumla devlet arasında bir ilişki vardır. Bu açıdan baktığımızda darbe denilen olayı ele alırken sadece devlete bak- mamalıyız.

Bizde özellikle 1980 darbesinden sonra bir akım ortaya çıkmıştır. Bu akım esas itibarıyla maksadı güzel fakat gerçekçiliği sorgulanabilir bir akımdır: Her şeyde devleti suçlamak; yani bütün müsebbib devlettir şeklinde bir bakış açısı. Bu bakış açısı özellikle 80’li yıl­lardan sonra Türkiye’de çok popülerleşti ve sivil toplumculuk diye bir akım ortaya çıktı. Bu akımın argümanlarının, savlarının önemli bir kısmı yanlış değildi. Ama şu sorula­ra cevap verilmedi: Acaba, sivil toplum bu durumun neresinde? Sivil toplum tamamen, pür-ü pak, her şeyi iyi, her şeyi güzel bir hâlde mi? Zannediyorum öyle düşündüler biraz. Yani sivil topluma önem vermediler. Çünkü asıl problemin devlet olduğunu düşündüler. Oysa bütün dünyadaki hikâyelere baktığımızda, burada sivil toplumun da şu ya da bu ölçüde bu darbelerin ortaya çıkışında dahli olduğunu, açıktan dahli olmasa bile herhangi bir sorumluluğu bulunmasa bile o toplum yapısının özelliklerinin darbeyle ilgili sonuçlar ürettiğini görmekteyiz.

Örneğin; toplum içi çatışmalar, kutuplaşmalar, toplumda çok sert, ideolojik kamp­laşmalar, mahalleleşme olgusu, diyalog eksikliği doğrudan olmasa bile dolaylı olarak darbelerin oluşumunda etkili olabilmektedir. Bunun yanı sıra doğrudan sivil toplumun bir kesiminin darbeyi desteklemesi veya darbeye ses çıkarmaması da örnek olarak ve­rilebilir. Zira genelde sivil toplumdan böyle tepkilerin de verildiğini görüyoruz. Ses çı­karmama, suskun kalma, kabullenme diyebileceğimiz davranış biçimleri bu toplumun önemli bir kesimini etkilediği zaman tabii ki darbe açısından bir destek olarak algıla­nabilir. Yine örneklere baktığımızda, sivil toplumun bu tutumlarının arkasında yatan nedenlerin tekil olmadığını, evrensel olmadığını, kültürden kültüre, ülkeden ülkeye farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz.

Burada çarpıcı bir örnek olan Ahmet Hamdi Tanpınar örneği verilebilir. Çok seveni olan bir kişiliktir. Ben de beğenirim. Ama Ahmet Hamdi Tanpınar, tam bir 27 Mayıs des­tekçisidir. 27 Mayıs olduktan sonra “Bu az, daha çok asmalıyız.” demiştir. Böyle bir ortamda bu kişiliğin, bu figürün , bu edebiyatçının neden böyle bir tutum içine girdi­ğini ele almamız ve sorgulamamız gerekir. Kişi örneğinde de değil sadece sivil toplum içindeki örgütlenmeler bazında, ki bu örgütlenmelere her şey dâhil, bunu sorgulama­mız gerekir. Buna sivil toplumun bir araya geldiği bütün kamusal alan toplanmalarını da dâhil etmemiz gerekir. Dernekler, vakıflar, cemaatler… Aklınıza ne gelirse ama ilk düşünmemiz gereken şey sivil topluma da bakmamız, ona da yönelmemiz gerektiği. İspanya ve Yunanistan’ın hatta Latin Amerika’nın bu bağlamda neden farklı bir yöne gittiğini görmemiz lazım. Bu ülkelerin de her birinin kendine özgü nedenleri var. İs­panya, benim okumalarım çerçevesinde diyebilirim ki 1978’den sonra bunu aştı. Biraz kendi tarihsel konjonktürü, biraz şans, biraz da o dönemin siyasilerinin tutumu etkili oldu. Çünkü 1978’de Franko öldükten sonra İspanya büyük bir konsensus oluşturabildi. Franko kendisi kral olmadı ama kendisinden sonra krallıkla devam edilmesini istemiş­ti. Dolayısıyla soylu bir aileden bir kralı iş başına getirdi. Fakat ölümünden sonra kral bir konsensus yaratmaya çalışarak demokratik rejimin temellerinin atılması konusun­da diğer siyasi liderlerle iş birliği içine girmeye başladı. Sonuç olarak İspanya anayasası bu ortak konsensusla yapıldı. Bir kurucu meclis oluşturmadılar. Normal meclis yaptı anayasayı. Fakat tam bir konsensusla yapıldı. Öyle ki o konsensusun içinde Frankocular da, Sosyalistler de, başka gruplar da vardı.

Aynı zamanda, İspanya iki büyük etnik sorunuyla; Bask ve Katalan Bölgesi’yle ilgili so­runlarla da uğraşıp, onlara da bir çözüm bulmaya çalıştı. Çok büyük bir başarı elde etti­ler. İspanya anayasası kendine özgü bir model ve İspanya’nın geçmişine baktığımızda çok önemli bir demokratikleşme sağladılar. Büyük bir konsensusla oluşturulduğu için zorluklar aşılabildi ki buna son Katalan meselesi de dâhil. Yakın zamanlarda ortaya çıkan konular da dâhil büyük bir ölçüde etnik sorunların çözülmesine ve sivil toplum içerisinde ortak bir kamusal etik değerlerin savunulması ortaklaşmasına neden oldu. Sivil toplumun bu yönü çok önemli. Yani sivil toplum, etik olarak ki burada etik, sivil dar çerçeve anlamında değil, kamusal alan etiği ve siyasi etiği kastediyorum, ortak bir hâle gelebilirse toplumda, kişiler ortak siyasi, etik ve değerlere sahip olurlarsa, sivil toplumun sorunları büyük ölçüde çözülüyor diyebiliriz.

Bu ortak kamusal anlayışın, ortak etiğin benimsenmesi ve toplumun çok büyük bir yüzdesine yayılması gerekiyor ki sivil toplum bir bütün olarak darbe gibi girişimlere karşı koyabilsin. Eğer bu değerler ve siyasi etik paylaşılan bir durumda değilse bu tak­dirde sivil toplum gruplar olarak da bölünebilir. İnsanlar bireysel olarak da çok farklı yerlere savrulabilir. Burada kişileri ve grupları engelleyecek olan temel nokta, bu ortak değerler ve etiğin, siyasi etiğin oluşturulabilmesidir. Burada da herkese önemli görev­ler düşmektedir. Yani siyasi partilere, sivil toplum örgütlerinin kendilerine, toplumda­ki kanaat önderlerine büyük görevler düşmektedir. Ama anayasa gibi meseleler de bu siyasi kültürün ve etiğin oluşmasında önemli yardımlarda bulunabilir. Bir diğer örnek, Güney Afrika. Güney Afrika’daki durum çok farklı bir durum. Aslında bir çoğunluk, si­yah çoğunluk, beyaz bir ırkçı rejim tarafından yönetiliyor ve bu beyaz rejim çöküyor. Bundan sonra nasıl bir toplum inşa edeceğiz sorusu geliyor ki burada çok rahat bir kaos ortamının oluşması, siyah toplumun kendi içinde bölünmelerden hareketle başka tür sorunların ortaya çıkması mümkün.

Bunu Güney Afrika aslında çok uzun vadeye yayılmış bir anayasa hazırlama süreciy­le ilk başta göğüslemeye çalıştı. Bu anayasa yapım çalışması Güney Afrika açısından önemli bir adımdır. Bir geçici anayasa yapıldıktan sonra 4-5 yıla varan bir sürede bir anayasa yapım süreci yaşandı ve 1996 yılında Güney Afrika anayasası ortaya çıktı. Çok ciddi sorunları olan, özellikle iktisadi açıdan toplum kesimleri arasında büyük uçu­rumlar bulunan böyle bir ülkede şu ana kadar gelinen durum hiç de yabana atılır bir durum değildir. Sorunlar elbette var. Fakat hâlâ bütünlüğünü koruyabilen, kendisini idame ettirebilen ve barışçı düzenini sağlayabilen bir yer. Aynı zamanda demokratik değerleri de bu arada geliştirebiliyor. Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika’daki önemli demokratik güçlerden biri. Orada var olan birtakım askerî darbelere de en çok karşı koyan devletlerden biri.

Latin Amerika’da çok farklı unsurlar bir araya geldi. Latin Amerika’nın darbelerden uzaklaştırılması konusunda kilise çok önemli bir rol oynadı,. Kilisenin toplumda, -ta­bii biliyorsunuz Latin Amerika toplumları Katolik ve oldukça dindar toplumlar- oy­nadığı rol orada önem taşıdı. Halkın bir araya gelebilmesi ve topluca demokrasi talebi oluşturmasında önemli rol oynadı. Dolayısıyla her ülkenin spesifik koşulları var fakat hepsinde ortak olan sivil toplumun birtakım sorunlardan uzaklaşması, kendi içerisin­de temel noktalarda bölünmemesi. Tabii ki sivil toplum içerisinde birçok görüş fark­lılıkları olacak, ideolojik farklılıklar olacak ama temel konularda, siyasi etik, kamusal alan kültürü konularında ortak bir anlayışı inşa edebilmeleri önemli. Bunu sağlayacak araçlardan biri anayasa, bir başkası tabii ki özgürlükler ortamı, kişilerin tartışabilmesi, diyalog kurabilmesi, birbiriyle konuşabilmesi. Sivil toplumun kendi kendisini sağlıklı hâle getirebilmesi açısından birbiriyle temas etmesi, konuşması, tartışması ve diyalog içinde bulunması gerekiyor. Aksi hâlde düşmanlıkların yeşermesi çok kolaylaşıyor.

Böyle bir diyalog ortamını nasıl hazırlayabiliriz? Bu diyalog ortamının şartlarını nasıl oluşturabiliriz, bunun üzerinde de durmamız gerekir. Çoğulculuk içinde sivil toplumun birbiriyle konuşacağı bütün mekanizmalara ihtiyacımız var. Ancak bizim devletimiz açısından geçmişten gelen bir sorunumuz da yok değil. Devlet bizim geçmişimizde sa­dece cumhuriyet değil, Osmanlı’yı da kısmen katabiliriz. Oldukça rasyonel çalışan ve kendi işine fazla sivil toplumu karıştırtmayan bir devlet yapımız var. Sadece darbeler ve darbe dönemleri için değil, genel olarak bu devlet yapısının da bir anlamda evrilmesi ve sivil toplumla daha fazla diyalog içinde olan bir devletin ortaya çıkması gerekiyor. Sivil toplum-devlet arasındaki kanalların da geliştirilmesi lazım. Mehmet Uçum 15 Tem­muz darbesinin farklı olduğu nitelemesini yaptı. Bu tespit doğru. Farklılıklarından biri de devletin içinde olması ve sivil toplumun bir kesimiyle de bağının olması bu yapılan­manın. İşte burada devlet-sivil toplum kanallarının yetersizlikleri de gündemde. Yani bu kanalları geliştirmek, sivil toplumun bütün örgütlü yapısıyla devlet arasındaki iliş­kilerde daha yatay kanalların oluşmasını sağlamak gerekir. Sivil toplumun devletin po­litikalarının oluşumunda daha fazla katkı verebildiği bir katılımcı modelin ortaya ko­nabilmesi gerekir. Bu da aslında devlet tarafından devleti sivil topluma yakınlaştıran, devlet-sivil toplum bağlarını güçlendiren bir mekanizmanın kurulmasını gerektiriyor. Bu konuda hâlâ önemli eksikliklerimiz var. Yani sivil toplumun devletle olan ilişkileri­nin güçlendirilmesi derken sivil toplumun bütün unsurları itibarıyla, bütün çeşitliliği ile ve bütün alanlarda ve seviyelerde iş birliğinden bahsetmek istiyorum.

Dünyaya baktığımızda demokratik devletlerin bir kısmında sivil toplum-devlet iliş­kilerinde kullanılan yöntemler ve gelinen düzeye baktığımızda, burada önemli adım­lar atmamız gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Kanada’da bazı alanlarda artık dev­let kendi politikalarını oluştururken sivil toplumla birlikte strateji kuruyor ve birlikte uyguluyorlar. Bunlar öyle büyük dış politika konuları değil. Mesela çocuk alanı, aile, sosyal konular, toplumun gündelik yaşamını doğrudan ilgilendiren çevre meseleleri. Bu alanlarda çok yoğunlaşmış bir sivil toplum-devlet iş birliği ve birlikte davranma, strateji oluşturma fakat devletin uzantısı olarak sivil toplum değil. Gerçekten bağımsız, otonom sivil toplumun devletle iş birliği anlamında bir iş birliği modelinin, bir birlikte çalışma modelinin de ortaya çıkarılması gerekir. Konu çetrefilli bir konu ama kısaca böyle özetleyebiliriz diye düşünüyorum. Sivil toplum-devlet ilişkilerinin daha sağlıklı hâle getirilebilmesinin, darbelerin sadece darbelerin değil girişimlerinin de önlenmesi açısından çok önemli olduğunu, sivil toplumun beyaz, devletin kara olarak düşünülme – sinin yanlış olduğunu, bu işin sadece devletten değil, sivil toplumdan temellenerek de oluşturulduğunu bilmemiz, düşünmemiz gerektiğini vurguluyorum. Türkiye’deki dar­belerde de böyle olmuştur. 12 Eylül’de mesela çok ilginç bir boyut var. 12 Eylül’de halk aslında âdeta darbeyi destekleyecek hâle getirilmiştir. Yani bir süreç içerisinde darbe – yi destekleyecek hâle getirilmiştir. 12 Eylül darbesi sivil toplumun büyük bir desteğini almıştır, başı itibarıyla. Halk genel olarak da “İyi ki geldiler” diyebilmiştir. Sonradan bu tutum yavaş yavaş değişmiştir ama burada halkın bu noktaya nasıl geldiğini, nasıl getirildiğini, nasıl bundan sonra böyle şeylerin olmaması gerektiğini de düşünmeliyiz. O dönemlerde ortaya çıkan anlayış yönünde sonuç olarak sivil toplumun güçlendiril­mesinin darbeleri önlemenin önemli çarelerinden biri olduğunu belirtmeliyim.