28 Şubat ve Uluslararası Konjonktür- Prof. Dr. Birol Akgün

0
36

28 Şubat günü darbe değil de keşke ülkemizin geçmiş ve güncel başarılarını konuşuyor olsaydık. Türkiye’nin kaybettiği o yıllarda çok daha güzel işler yapılabilseydi de biz de bugün gençlerimize kahramanlık öyküleri anlatabilseydik. Bizim tarihimiz neredeyse bize öğretilmiş çaresizliği, her on yılda bir hatırlatmak, demokrasinin yerleşmesini engellemek üzere zor şartlar ve hikayelerden oluşuyor. Belki de toplumsal bilinç dediğimiz şey böyle oluşuyor. Demokrasi bilinci dediğimiz şey belki bu mücadele tarihinin insanlarda bırakmış olduğu ortak hafızadır. Konu başlığında ifade edildiği üzere ben darbelere daha çok büyük resim içerisinden bakmak istiyorum. Uluslararası dinamiklerin darbelerle ilişkisi üzerinden bir analiz yaparak kendi bakış açımdan bir süreç okuması yapmaya çalışacağım. Temel tezim şudur: Bütün darbeler ister Türkiye’de olsun ister başka ülkelerde olsun, aslında uluslararası şartlardan bağımsız değildirler. Biz sadece Türkiye’yi konuşuyoruz ama Türkiye’deki darbe süreçlerine baktığımız zaman 1958 ve 1960 tarihlerinde sadece Türkiye’de darbe olmadı; Orta Doğu’da, Asya’da ve Latin Amerika’da da benzer darbeler oldu. Aslında yakın dönemdeki siyasi tarihte darbeler genelde bir küresel trenddir ve denir ki Türkiye de bu  uluslararası trendlere uyar. Bazen geç gelir ama mutlaka bu süreç işler. Dışarıdaki iklimden çok çabuk etkilenen bir ülkeyiz. Çünkü gelişmekte olan bir ülke olarak darbe mevsimlerine karşı son zamanlara kadar çok dirençli bir demokratik bünyeye sahip değildik. Ama bugün itibariyle çok daha iyi bir konumdayız ve kendi geleceğimizi kendi milli irademizle bağımsız olarak belirleyebiliyoruz. Darbeleri atlatacak sosyo-ekonomik yapıya ve demokratik bilince ve tecrübeye eriştik.

Türkiye’deki darbe zeminini yaratan dış şartların başında ülkemizin ikinci dünya savaşı sonrasında dünyada kendisine edindiği konumu gelmektedir. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası doğu-batı kutuplaşmasında Batıya eklemlenme ve NATO’ya katılması, Türkiye için çok realist bir okumayla gerçekleşiyor. Bir taraftan komünizm tehlikesi çok yakın bir tehdit iken, bir yandan boğazların ortak kullanımı meselesi vardı. Günümüzdeki Rusya’nın Ukrayna işgalini görünce geçmişteki Türk siyasi elitlerinin aldığı kararın isabeti şüphesiz daha iyi anlaşılıyor. Bu, politik tercih o günkü siyasi elitlerin yaptığı son derece meşru, son derece stratejik ve realist bir değerlendirmenin ürünüdür. Ancak bu tercihin bize siyasi getirisi olduğu kadar, götürüsü de olmuştur. Getirisi, ülkemizin çok partili demokrasiye geçmek zorunda kalmasıdır. Unutmayalım ki tek parti iktidarın bitişi böyle bir uluslararası konjonktürün değişiminin sonucudur. Yoksa 1945 Türkiye’sinde kimse Milli Şef İnönü’yü ve Cumhuriyet Halk Partisi’ni siyasi iktidarı halkın iradesiyle seçilmiş başka bir partiye ve farklı bir lidere bırakmaya ikna edemezdi. Bu değişim ancak uluslararası konjonktürün etkisiyle başarılmıştır. Çünkü savaştan galip çıkan müttefiklerce kurulan Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olabilmenin şartları vardı. Temelde üyelerden iki şey istenmişti: Bir, İkinci Dünya Savaşında yenilmiş olan faşist cepheye savaş açmış olmak; iki, batı dünyasının ortak değerlerini kabul etmektir. Ortak değerlerin özünde de temel hak ve özgürlükler ve rekabetçi demokrasi vardır. 1946’da çok partili sisteme geçilmesi ve Demokrat Partinin kurulması, hatta partilerin birinin isminin Cumhuriyet Halk Partisi olması diğerinin Demokrat Parti olması bile hiç tesadüf değildir. Bu isimler dahi Amerikan demokratik hayatındaki parti isimlerinden esinlenerek seçilmiştir.

Wallerstein’ın ifade ettiği, küresel kapitalizm dünya sistemindeki rolleri itibariyle ülkeler arasında eşitsiz bir iş bölümü yaratmıştır. Sanayileşmiş ülkeler ileri teknolojiler üzerindeki tekelleri sayesinde üretim ve yönetim Merkez’lerini oluştururken; çevre ülkeler ise Merkez ülkeler için tarım ve madencilik gibi hammadde ve emtia üretimi alanlarına yoğunlaşmış; yarı çevre ülkeler ise merkez ile çevre arasında geçişken alanları oluşturmaktadır.    Yarı çevre ülkeler bir anlamda sistemin işleyişinde köprü rolü oynar ki, hem merkezin fikirlerini, sistemini çevreye aktarabilsin hem de merkezin güçlenmesi için çevreden yapacağı devşirmeleri, elitleri yönlendirmede kolaylaştırıcı işlevi görsünler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’ye de yarı çevre rolü düşmüştür. Kurumlarıyla, üretim yapısıyla, uluslararası iş birlikleriyle Türkiye’nin ekonomik kalkınma stratejileri, dış politikası ve  güvenlik politikaları ile içerideki vesayetçi siyasi rejimin işleyişi ve halk iradesinin sınırları büyük ölçüde bu yarı çevre fonksiyonunu icra edecek şekilde kurgulanmıştır. Bu nedenle 1946 sonrasında çok partili demokrasi içerisinde Anadolu insanının demokratik mücadelesi bu içerideki vesayeti ve dışarıdaki kuşatmayı kırarak halkın çıkarları ve değerleri temelinde bir Anayasal demokrasi kurmak ve dışarıya karşı da devletin sistemden otonom davranabilme kapasitesini artırmaya yönelik olmuştur.

1950’li yıllarda Türkiye’de açılan bazı üniversiteler, enstitüler ve diğer kurumlar uluslararası anlaşmalarla kurulmuştur. Burada isim zikretmeyeceğim, hepsi o dönemin ürünüdür. Ayrıca Amerikan merkezli Ford vakfı ve Rockefeller vakfı gibi kurumlar da Türkiye’nin dönüşmesi konusunda önemli roller oynamıştır.  Bu kurumlarda yetişenlerin yetişme tarzları ve kullanılan eğitim diline baktığımız zaman da o felsefeye ve istenilen amaca hizmet etmeye yönelik olduğunu görürseniz. Bu kurumların bazısı zamanla kapatılmış, bazısı dönüşmüş bazısı ise halen faaliyetlerine devam etmektedir.

Bu çizginin dışına çıkma eğilimi gösterildiğinde veya çizgi dışına çıkma eğilimi olmasa bile dışarısının içeriyi kontrol edebilme yeteneklerinin zayıfladığı noktalarda, içerideki “zinde güçler” vasıtasıyla darbeler tasarlanır. Batılı bir düşünür olan Skocpol’un Devletler ve Toplumsal Devrimler isimli bir kitabında özetlediği gibi, bir ülkedeki siyasi iktidarın içerideki meşruiyet zayıfsa ve dışardan da müdahale edebilecek zafiyetleri varsa darbe veya devrim şartları hazır demektir. Çoğu zaman da bu şartlar yapay biçimde Merkezdeki hegemon güç ile içerdeki uzantıları (ordu, medya, istihbarat vs) arasındaki işbirliği ile kolayca oluşturulabilir. Onun için 60’lı yıllarda, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, temel ayrışma özgürlük ve demokrasi söylemi üzerinden yapılmıştır. Barışsever, demokrasi ile yönetilen özgür ülkeler ABD ve Avrupa etrafında halkalanmaya başlayınca Türkiye’de Huntington’ın “ikinci demokrasi dalgası” dediği dönemde bu cepheye katılmıştır. Yeni kurulan Hindistan ile Amerikan işgali altında Anayasal sistemleri yeniden tasarlanan Japonya ile Almanya bu katagoride yer almaktadırlar. O dönemde hem Türkiye’de hem dünyada demokrasi ile yönetilen ülkeler her zaman Amerikan çıkarlarına hizmet etmiyordu. Birisi geliyor Arapça ezanı serbest bırakıyor, sanayileşmeye çalışıyor içeride modernleşme, şehirleşme gibi başka dinamikler devreye giriyordu. İnsanlar kendi inançlarına, renklerine, çıkarlarıyla uyumlu yöneticileri seçmek istiyordu. Batı’nın bütün yönlendirmelerine rağmen seçmenlerin tercihi doğal mecrasına akıyordu. Çünkü siyaset dediğiniz, demokrasi dediğiniz şey bir şekilde insanların değerlerine ve çıkarlarına hizmet eden hangi partiyse insanlar oraya yönelirler. Halkın iradesini silahlarla da her zaman kontrol edemezsiniz.

İşte burada Huntington’ın 60’larda yazdığı aslında 90’lar da yazdığı kitaplarından bile çok daha önemli olan Gelişmekte Olan Ülkelerde Siyasal Düzen isimli bir kitabı vardır. Yazar kitapta diyor ki, bu ülkelerin gelişme süreçleri, yani hem demokratikleşme hem ekonomik kalkınma süreçlerinde siyaseten halkın talepleri ve beklentileri düzenin kontrol edilmesini aşacak kadar yükselirse, istikrarı koruma adına gerektiğinde askeri darbeler caiz görülmelidir. Aslında 1960’lar, 70’ler ve 80’ler de Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde ardı arkasınca gerçekleşen siyasi ve askeri darbelerin uluslararası siyasi meşruiyetini sağlayan fikir, işte Amerikan çıkarları doğrultusunda geliştirilen Huntington’ın bu formülünde gizlidir.

Türkiye’de pek çok ülkeden farklı olarak bağımsız düşünme becerisi olan eski imparatorluk geleneği içerisinde gelişen ordunun ve subayların olduğunu da unutmamak gerekir. 1960 darbesi sonrasında orduyu gençleştirme adına beş bin subay birden tasfiye edildi. Bu aynı zamanda şu anlama gelmektedir, iyi-kötü Türkiye’nin Batı bloklarına entegre olmadan önce içeride yetişmiş, farklı renklerde de olsa bağımsız düşünen subayları vardı. 60 darbesi sonrası ciddi sayıda subay çok modern olmadıkları gerekçesiyle ABD’nin vermiş olduğu ilave maddi yardımlarla tazminatları ödenmek suretiyle emekli edildiler. Bunu, Türkiye özelinde yeni bir vesayet sistemini tahkim etmeye yönelik bir adım olarak görmek gerekir kanaatindeyim. Bu düzenin kalıcı hale gelebilmesi için ordu içerisindeki darbeci zihniyeti bir anlamda Batıyla entegre edilmek istenmiştir. NATO içerisinde eğitilmiş subayları istedikleri zaman kullanabilmenin planı yapılmıştır. Başka bir siyasi cepheyle bakarsanız, Türkiye’deki istihbarat ve güç ilişkilerini belirleyen CIA’in Türkiye’deki uzantıları ilginç bir şekilde Ankara’da bu işleri yönetmeye başlamışlardır. 1960 darbesinin bildirisini okuyan Albay Türkeş’in anılarında belirttiği üzere, bizim İstihbarat Teşkilâtımızın  üst katında Amerika’nın askeri yapılanmasının ekibi görev yapıyordu. Onun alt katından ve oradan gelen bilgilere göre o dönemde istihbaratı da, siyasi gündemi de tek merkezin belirlediği anlaşılıyor. CIA’in 1959-71 arası Ankara istasyon şefliğini yapmış kişi, Ruzi Nazar olarak bilinen Özbek asıllı bir Türk’tür. Hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Bu coğrafyanın uluslararası alandaki rolünü doğru oynaması ve kendisine çizilen sınırları aşmaması adına içeride bütün mekanizma baştan kurgulanmıştır.

28 Şubat sürecini esasen yukarıda açıklamaya çalıştığım analitik çerçevede okumak gerekir. 90lar’ın ortasına hızla gelindiği zaman yine bir belirsizlik vardır. Soğuk savaş bitmiş, artık iki kutuplu dünyada kapitalizm ve komünizm ikilemi kalmamıştır. Komünizm gitmiş, Varşova paktı ve Sovyetler Birliği dağılmıştır. Ancak iki kutuplu siyasetin eseri olan NATO yoluna devam etmektedir. Aynı şekilde Amerikan Hegemonyası güçlü olarak yola devam etmektedir. Her hegemonyanın bir fikri, bir zikri yani siyasi değerleri olmalıdır. Kendi gücünün konsolidasyonunu sağlamak için bu gereklidir. Batı dünyası için 1990’lar Fukuyama’nın da Tarihin Sonu kitabında iddia ettiği gibi liberal demokrasinin zafer yıllarıdır. Herkes modernleşme yoluyla bir gün liberal demokrasiye geçecek ve büyük anlatıların rekabeti artık olmayacaktır. Siyasal olarak liberalizmin alternatifi kalmadı denilmektedir. Fukuyama kitabında ayrıca İkinci Dünya Savaşında faşizme, soğuk savaş döneminde ise komünizme galebe çalan liberalizm için tek tehdit kaynağı olarak radikal İslamcı düşünceyi işaret etmiştir.

Londra’da yapılan soğuk savaş sonrası ilk NATO toplantısında ise o zamanki İngiltere’de Başbakan Margaret Thatcher’in ağzından artık kızıl tehdidin bittiğin ama yeşil tehdit döneminin başladığı ifade edilmiştir. NATO için soğuk savaş sonrası bir “ötekisi” yani ortak tehdit lazımdır. Ortadoğu’da daha sonra şer ekseni diye isimlendirilen İran ve benzeri ülkeler tehdit olmaya başlamıştır. Buna paralel Doğu Avrupa ve Orta Avrupa’da inanılmaz bir değişim başlamıştır. Ülkeler birbiri ardına demokrasiye geçmeye başlamış, kapitalizmi benimsemiş ve çok partili siyasal hayat hazırlıkları başlamıştır. Bizim ülkelerimiz de Ortadoğu’da heyecan uyandırmaktadır. 2011’de Arap Baharı dediğimiz sürecin başlamasındaki heyecan gibi. 28 Şubat’ta Rahmetli Erbakan Hoca’nın Refah-Yol’u üzerinden bu model olmayı okuyabiliriz. Türkiye İslam dünyası ülkeleri için bir semboldür. Sadece Türkiye’ye özgü değil, Arap dünyasının o dönemine baktığınız zaman, yeni ortaya çıkan siyasi partilerin yarattığı heyecan dalgasını da görmeniz lazım. Cezayir bunun en önemli örneğidir. 28 Şubat öncesinde Ortadoğu’da yaptıkları deneme Cezayir örneğidir. Onun başarısı üzerine Türkiye de 28 Şubat’ı uygulamaya koymuşlardır. Biz bu bağlantıları çoğu zaman kaçırıyoruz. Çünkü Türkiye’de Cezayir gibidir, dikkat edin her ikisi de bağımsızlık mücadelesi vererek halkın emperyalizme karşı kafa tutarak şehit vererek kurduğu devletlerdir. Özgürlükçü ve bağımsız düşünce ilk bu tarz ülkelerde etkileşim alır.  Cezayir’de Abbas Medeni’nin o günkü partisi %61-62 oy almasına rağmen bastırılmıştır. İki yüz bin insan o dönem Cezayir’de hayatını kaybetmiştir. Bugün hala o travmadan kurtulamadılar. Kongo’da gelişmekte olan bir ülke olarak iç savaşın, askeri baskının nelere mal olduğunu yerinde gördük. Kongo’dan Senegal’e geçtik ve sanki arada elli yıl var gibiydi. Niye böyle diye kendi aramızda tartıştık. Orada bulunan Maarif Vakfı okulları üzerinde analiz yaptığımız zaman, hiç hayatında darbe görmemiş Senegal’de bir istikrar, güven var. Orası da bir Afrika ülkesi, orası da Batı coğrafyasına yakın değil ama istikrar, güven halkın refahını da düzeltiyor huzurunu da düzenliyor. Türkiye’de de aynı şekilde 90lar’ın ortasında soğuk savaş döneminde stratejik çevre dediğimiz balkanlardan Avrasya hattına kadar olan bu coğrafyada, Türkiye’nin etkileyebileceği geniş alan mevcut. Aynı şekilde kuzeyden güneye baktığınız zaman demokrasisini koruyan, istikrarlı, gelişmiş kalkınmış, kendine güvenen Türkiye bu coğrafyada Amerika’nın kendisine biçtiği rolün ötesinde geçen bir işlev görmeye başlamıştır. Erbakan Hoca belki bunu sembolik bir zoruydu D-8’i kurması, ekonomide alternatif modeller denemesi vs. anlamında. Bunları yapan Erbakan Hoca değil de bir başkası olsaydı benzer durumlarla karşılaşabilirdi.  

Türkiye 90’lı yıllarda soğuk savaş sonrası Doğu Avrupa’nın ve akabinde bütün Avrupa’nın normalleşmesi ile savunma harcamalarının azaltıp, ekonomik gelişmeye kaynak ayırmaya başlamıştır. Buna barış kâğıdı denilmektedir. Barışın getirmiş olduğu gelişmeyi daha fazla geliştirmeyi sağlayamadık. Çünkü içeride iç karışıklıklar, PKK terörü ve demokrasinin alanının daralmasıyla kaynaklar çok küçük yerlere gitti. Ülkenin 2001 krizine girmesinin temelleri adeta atıldı. Ülkecek ödediğimiz insani maliyetleri hiç saymıyorum. O dönemde master ve doktora için biz Amerika’ya gitmiştik. 94 yılından itibaren acaba bugün mü geri çağırılacağız yarın mı geri çağırılacağız diye elimiz kulağımızda bekliyorduk. Şu an ismini zikretmeyeyim rektör olan bir arkadaşımız, daha önce müsteşarlık yapmış bir arkadaşımız, sınavı kazanmasına rağmen 1416 sayılı kanuna göre güvenlik soruşturması gerektiğince hakkı iptal edildi. Daha sonra mahkemeye dava açtı ama Danıştay o zaman ki malum güçler lehine karar verdi. Buna benzer onlarca anlatılamayan hikâye vardır.

Bugün itibariyle Türkiye hiç olmadığı kadar küresel sistemden daha özerk bir konuma yükselmiş durumdadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük başarılarından biri bu anlamda içerideki siyasi istikrarı, ekonomik kalkınmayı sağlamak ve milletten aldığı güçle 15 Temmuz öncesi ve sonrasında gösterilmiş olan dirençle Türkiye’nin uluslararası alandaki stratejik bağımsızlığını, otonomisini güçlendirmektir. Bunu sağlayamamış olsaydık, belki de 15 Temmuz’dan sonra bugün Ukrayna, Suriye olacaktık. Arap Baharını da yine bu çerçevede okuyun lütfen. “Demokrasi dünyanın her yerinde uygulanır ama İslam dünyasında uygulanmaz.” Amerikalı teorisyenler maalesef bunu söylediler. Biz bunu Türkiye olarak yıktık. Biz kendi irademizle, kendi değerlerimizle, kendi gücümüzle ayakta kalarak dünyadaki iyi örneklerden olma yolunda geçmiş travmaları atıp daha güvenli bir Türkiye’nin ve daha güvenli bir dünyanın kurulması için çalışmalıyız.