Bilindiği gibi kamuoyunda “28 Şubat Postmodern Askerî Darbesi” veya “28 Şubat Süreci” olarak isimlendirilen ve bazı asker ve siviller tarafından gerçekleştirilen antidemokratik, hukuka aykırı faaliyetler sonucunda 18.06.1997 tarihinde dönemin Başbakanı istifa etmek zorunda kalmış ve meşru hükûmet (Refahyol Hükümeti) düşmüştü.
Faillerin fiilleri itibarıyla ceza hukuku sorumluluğu gerektiren bu sürece ilişkin dava; 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandumdan sonra Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde açılabilmiştir. 93 sanık hakkında icra edilen yargılamalar neticesinde; 16 sanık hakkında “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunu işledikleri gerekçesiyle 13.04.2018 tarihinde mahkûmiyet kararı verildi. Yine aynı dosyada bazı sanıklar hakkında beraat kararı verilirken, bir kısım sanıklarla ilgili olarak “gizli ittifak (suç için anlaşma)” suçunun oluştuğu değerlendirilmiş ancak dava zamanaşımının dolması sebebiyle “düşme” kararı verilmişti.
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 21. Ceza Dairesi ve akabinde Yargıtay 16. Ceza Dairesince olağan kanun yolları çerçevesinde yapılan incelemeler sonucunda 14 sanık hakkında verilen mahkûmiyet kararları geçtiğimiz günlerde kesinleşti.
Kesinleşmiş olan söz konusu mahkûmiyet kararları kamuoyunda olduğu gibi hukukçular arasında da tartışılmaktadır. Kararın doğruluğunu ifade eden hukukçular olduğu gibi yanlışlığını ileri sürenler de bulunmaktadır.
Kesinleşmiş mahkûmiyet kararları çeşitli yönleriyle tartışma konusu olmakla birlikte, özellikle sanıklar hakkında mahkûmiyet hükmü kurulan ve lehe hüküm niteliğinde olan mülga 765 sayılı TCK’nın 147. maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini Cebren Iskat Veya Vazife Görmekten Cebren Men Etmek” suçunun sadece maddi (fiziki) cebir ile mi işlenebileceği, suçun manevi cebir (tehdit) ile de işlenip işlenemeyeceği ve kararın bu yönüyle isabetli olup olmadığı hususu tartışmaların odağında yer almaktadır.
Bu yazımızda kısaca “hükûmete karşı suç” olarak ifade edilebilecek “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunun manevi cebir (tehdit) yoluyla da işlenip işlenemeyeceği ve Yargıtay 16. Ceza Dairesinin konuya ilişkin kararının sonuç itibarıyla isabetli olup olmadığı üzerinde duracağız.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde düzenlenen “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini Cebren Iskat Veya Vazife Görmekten Cebren Men Etmek” suçunun karşılığını oluşturan hüküm, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenmiştir. Sanıkların daha lehine olması sebebiyle ve ceza kurallarının zaman bakımından uygulanması kuralları gereği, yargı mercileri -bizce de isabetli olarak- sanıklar hakkında 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde yer alan hükmü uygulamıştır. Bu açıdan, değerlendirmemiz temelde 765 sayılı TCK’nın 147. maddesi çerçevesinde olacaktır.
765 sayılı TCK’nın 147. maddesine göre; “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini cebren iskat veya vazife görmekten cebren menedenlerle bunları teşvik eyliyenlere ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası” verilecektir. Hükümde yer alan İcra vekilleri heyeti, “T.C. Hükûmeti”ni yani Bakanlar Kurulunu ifade etmektedir. Şu halde suçun oluşması için hükûmetin düşürülmesi veya görevini yerine getirmesinin engellenmesi fiillerinin cebren, yani kişiler zorlanmak suretiyle gerçekleştirilmesi gerekir.
“Cebir”; Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Lûgatta “zor, zorlama”, Misalli Büyük Türkçe Sözlükte “zorlama, zor kullanma”, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ise “zor, zorlayış”, şeklinde tanımlanmıştır. “Cebren” kelimesinin anlamı ise bütün bu sözlüklerde “zorla” şeklinde tanımlanmıştır. Cebre başvurmak, istemediği halde bir kimseyi zorla bir işe sevk etmek demektir.
Doktrin ve uygulamamızda “cebir” terim olarak ise iki şekilde anlaşılır. Buna göre cebir; bir yandan maddi, fiziki, diğer yandan ise manevi güç kullanmayı ifade eder. Fiziki bir güç kullanma şeklinde ortaya çıktığında buna maddi cebir =şiddet (TCK m.108), manevi bir güç kullanma şeklinde ortaya çıktığında ise manevi cebir = tehdit (TCK m.250) söz konusu olur. Manevi cebir anlamına gelmek üzere “tehdit” kelimesi de kullanılmaktadır. Bu sebeple 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde yer verilen “cebren” ibaresi hem maddi hem de manevi cebri, yani tehdidi de kapsamına almaktadır. Bakanlar Kurulunun düşürülmesi veya görevini yapmasının engellenmesi amaçlarına yönelik ve bu amaca elverişli manevi zor kullanımı halinde de bu suç oluşur. Şu hâlde suçun maddi unsurlarından olan cebrin sadece fiziki güç kullanımı (şiddet) olarak anlaşılması isabetli değildir.
Bu suç 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde ise “hükümete karşı suç” başlığı altında “(1) Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir. (2) Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur” şeklinde düzenlenmiştir.
Hükümde, 765 sayılı TCK’dan farklı olarak “cebir ve şiddet” ibaresi kullanılmıştır. Tasarıda “cebir ve tehdit kullanarak” ibaresine yer verilmişken, TBMM Genel Kurulundaki görüşmelerde bu ibare “cebir ve şiddet kullanarak” şeklinde değiştirilmiştir. Değişikliğin gerekçesinde ise “Anayasamızda güvence altına alınmış olan ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında kullanılan hakların bu suç kapsamında değerlendirilemeyeceğinin daha açık biçimde vurgulanması ve bu bakımdan ortaya çıkabilecek tereddütlerin giderilmesi için böyle bir değişikliğin yapılması gerekli görülmüştür” denilmiştir.
“Şiddet”; özünde cebir kelimesinden farklı bir anlama gelmemektedir. Nitekim maddenin metninden “tehdit” kelimesinin çıkarılarak “şiddet” kelimesine yer verilmesinin gerekçesi tehdidin bu suça vücut vermesinin engellenmesi değil, hükümet aleyhine ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakların kullanılmasının bu suç kapsamında değerlendirilmesi konusunda doğabilecek tereddütlerin ortadan kaldırılmasıdır. Belirtmek gerekir ki, yapılan bu değişiklik, gerekçede belirtilen ihtiyacı karşılamaya uygun ve elverişli olmadığı gibi, değerlendirdiğimiz davada söz konusu temel haklarla ilgili bir sorun da bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen hükûmete karşı suçun, hem maddi hem de manevi cebirle işlenmesi mümkündür. Esasen hükûmetin düşürülmesi veya görevini yapmasının engellenmesi suçu; çoğu zaman ancak manevi cebirle işlenebilir. Bu fiilin her zaman maddi cebirle işlenmesi suç tipinin yapısına uygun değildir. Örneğin suçun oluşması sadece maddi cebir kullanılmasına bağlı kılınsa başbakanın konutuna veya makamına randevu alıp gelen askerler, başına silah doğrultsa ve istifa etmesini, aksi halde kendisini öldürüleceklerini söyleseler bile bu suç oluşmaz. Zira bir kimsenin başına silah doğrultulması ve belirli bir şekilde hareket etmeye zorlanması; maddi değil manevi cebir (tehdit)’dir. Bu suç tipinin münhasıran maddi cebirle işlenebileceği kabul edildiği zaman tarihi seyir içinde (manevi cebirle) onlarca kez işlenen suça örnek olarak sadece Enver Paşa ve avanesi tarafından gerçekleştirilen 1913 Babıali Baskını gösterilebilir. Bilindiği gibi bu olayda Enver Paşanın ekibinden Yakup Cemil isimli fedai, Harbiye Nazırı Nazım Paşayı tabanca ile vurup öldürmüş, bunun üzerine sadrazam Kamil Paşa da istifa tezkeresini imzalamak zorunda kalmıştı.
Şu hâlde Bakanlar Kurulunun düşürülmesi veya görevini yapmasının engellenmesi suçu; çoğu zaman manevi cebirle işlenebilir. Bu amaçla tehdide başvurulması ve tehdidin bu amaç bakımından elverişli olması hâlinde bu suç oluşacaktır. Bu sebeplerle her iki kanunda da suçun maddi unsurlarından biri olan “cebir (zorlama) konusunda bir farklılık söz konusu değildir.
Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kararında; 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde suçun tamamlanması için ıskat veya men neticelerinden birinin varlığının aranacağı, 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen suçun ise teşebbüs suçu niteliğinde olduğu isabetli bir biçimde vurgulanmıştır.
Kararda her iki kanunun aradığı cebrilikten maksadın fiziki/maddi cebir olduğu ifade edilmiş, suçun cebirle (ve şiddetle) işlenmesi gerekliyse de icrasına başlanılan hareketin de mutlaka cebir (ve şiddet) içermesinin zorunlu olmadığı, failin amacına yönelik olarak başladığı icra hareketinden, hareketi tamamlamaya yönelik biçimde devam edecek olan davranışlarının cebir ve şiddet içereceğinin anlaşılmasının yeterli olduğu belirtilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi manevi cebir (tehdit) de suçun unsuru olduğu için kararda belirtilen tarzda açıklamalar zaittir.
Kararda; “28 Şubat süreci olarak bilinen olaylar silsilesi, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararların hükümete dayatıldığı, seçilmiş bir hükümetin işlevsiz hale getirilerek istifaya zorlandığı, tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetlerinin uygulandığı, bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplumun baskı altında tutulduğu, toplumun “laik-anti laik” şeklinde ayrıştırılmaya çalışıldığı, planlı bir şekilde “toplum mühendisliği” faaliyetleri yürütüldüğü, “Batı Çalışma Grubu”nun talimatlarıyla istihbari bilgiler toplandığı, bu bilgilerin hükümeti yıpratmak amacıyla propaganda icra edilmek üzere seferber edildiği, koalisyon hükümetinin büyük ortağı konumundaki iktidar partisinin temsil ettiği siyasi görüşün Türkiye Cumhuriyetinin Anayasası ve kanunlarına aykırı olduğunun öne sürüldüğü, buna istinaden hükümet mensupları ve bilinen tüm sempatizanları hakkında illegal yollardan istihbarat toplandığı, “irticacı” diye fişlenen birçok devlet memurunun tacize uğradığı, gerekçe gösterilmeksizin imamlara, gazetecilere, yargı mensuplarına, üniversite rektörlerine irtica brifingleri verildiği, dini hayatın yeniden düzenlenmesi amacıyla çeşitli bürokratik girişimlerde bulunulduğu, “türban” olarak tarif edilen başörtüsü takan öğrencilerin üniversitelere alınmadığı, bu öğrencileri “türban”dan vazgeçirmek için “ikna odaları” kurulduğu, mevcut Kur’an kurslarına baskı uygulandığı, Kur’an öğrenme yaşının on beşe çıkarıldığı, imam-hatip liselerinin orta kısımlarının kapatıldığı, bazı vakıflar ve derneklerin baskı altına alındığı, kapatıldığı, mallarına el konulduğu, Hükümetin bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yaptığı tüm atamaların yakından takip edildiği, yapılan bazı personel atamalarının “irticacı kadrolaşma” olarak nitelenerek, bu personelin yerine irticaya taviz vermeyecek kişilerin atanmasının sağlandığı, Milli Güvenlik Kurulu bir “danışma organı” olmaktan çıkartılıp, adeta hükûmet üzerinde bir baskı aracına dönüştürüldüğü, 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara’nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı’na bağlı çeşitli askerî araçlardan oluşan konvoyun, ilçe sokaklarından Akıncı Üssü’ne “motorlu yürüyüş” gerçekleştirdiği, olayın gazetelere “Sincan’dan Ordu Geçti” başlığı ile yansıtıldığı, Sincan’dan tankların geçişinin, sanıklardan Çevik Bir tarafından “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” şeklinde değerlendirildiği, 07 Nisan 1997 tarihinde Genelkurmay Karargahı’nda yapılan toplantı tutanağında bazı sanıklar tarafından “hükûmete muhtıra verilmesi”, “sıkıyönetim ilan edilmesi”, “hükûmetin değişimi”, “hükûmetin istifası”, “hüûümetin devamını önleyecek tedbirler”, “gelecek hükûmetin oluşumu”, “kriz yönetimi oluşturulması”, “taarruzi psikolojik harekât”, “yargı ve kamu yöneticilerine destek/tehdit”, “üniversitelere, sendikalara, sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapılması, cesaret verilmesi, basın ve medyaya hakimiyet sağlanması, yanlarına alınması”, “Batı Çalışma Grubunun kurulması”, “kuvvet komutanlıklarında da benzer bir yapılanmanın bulunması” ve “iki kez yapılan Yüksek Askerî Şura toplantıları ile personelin atılmasının yeterli olmadığı”, “halkın yanlarına değil önlerine alınması”, “taarruz edilmesi”, “polise havuç ve sopanın gösterilmesi”, “bilgi toplayan, eyleme dönüştüren, psikolojik harekât yapan bir grup oluşturulması” şeklinde ifadeler kullanıldığının tespit edildiği, 28 Şubat tarihli MGK toplantısında “irticai faaliyetler” konusunun ele alındığı, verilen brifingde iktidardaki Refah Partisinin “irticai faaliyetler” yürüten unsurlar kapsamında “iç tehdit” olarak değerlendirildiği, 27 Mayıs 1997 tarihli Batı Eylem Planında Refah-Yol Hükûmeti görevde olduğu halde yeni hükûmetten söz edildiği 4 Nisan 1997 tarihli “Çalışma grubu oluşturulması” konulu belgenin amaç kısmında öncelikli hedefin DYP’nin çökertilmesi, dolayısıyla hükûmetin derhal iktidardan çekilmesini sağlayıcı önlemlerin alınmasından söz edildiği, söz konusu toplantı tutanaklarından toplantıya katılanların hükûmeti cebir ve şiddet uygulamak suretiyle ıskat etmek amacıyla bir grubun kurulması konusunda fikir birliği içinde oldukları, oluşturulacak gruba etkin bir iş bölümü içinde destek vereceklerini ifade ettikleri, sanık Çevik Bir tarafından; “öncelikle hükümetin devamını önleyecek, demokratik müesseseleri devreye sokacak çalışmalar yapılmalıdır. Daimi teşkilatlanma zorundayız” denildiği, toplantılarda ve hazırlanan belgelerde hükûmet ile ne şekilde mücadele edileceğinin genel esaslarının belirlendiği, oluşturulan rapor sistemi ve istihbarat ağı ile başta Türk Silahlı Kuvvetleri personeli, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, meslek kuruluşları, şirketler, dernekler ve vakıflar olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin takibe alındığı, haklarında bilgi toplandığı ve toplanan bilgilerin belirli bir sistematik içinde Batı Çalışma Grubu tarafından arşivlendiği, böylece TSK’nın hiyerarşik yapısından bağımsız ve görev tanımları içinde bulunmayan bir istihbarat havuzu oluşturulduğunun tespit edildiği, 27 Mayıs 1997 tarihli “Batı Eylem Planı” başlıklı belgede; Anayasa ve kanunlarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin görev ve yetkileri içinde bulunmayan pek çok yasadışı faaliyetin yapılmasının planlandığının anlaşıldığı, örneğin, “yasal tedbirlerle sonuç alınamadığı takdirde psikolojik ve örtülü harekât icra etmek” ten söz edildiği, 12 Haziran 1997 tarihli Hürriyet Gazetesinin sanıklardan Çevik Bir’in söylediği “Gerekirse Silah Bile Kullanırız” manşetiyle çıktığı, 28 Şubat süreci olarak isimlendirilen süreçte, hükûmetin büyük ortağı olan Refah Partisi ve onun liderine psikolojik harekât, cebir, şiddet ve tehdit yöntemi uygulanırken diğer ortağı Doğruyol Partisi ve onun lideri Tansu Çiller’e karşı da aynı yöntemlerin uygulandığı, bu kapsamda, Tansu Çiller’in CIA ajanı olduğu iddiasının ortaya atıldığı, Genelkurmay Askerî Savcılığınca Tansu Çiller hakkında vatana ihanet suçundan soruşturma yapılacağına ilişkin basın yayın organlarında günlerce yayınlar yapıldığı, Tansu Çiller’in, hükûmetten ayrılması için değişik şekillerde tehditlerde bulunulduğu, yine bu minvalde sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e galiz tehdit ve hakareti içeren sözler sarf edildiği, bu süreçte dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ın 18 Haziran 1997 tarihinde istifasını sunmak zorunda kalmasıyla 54. Hükûmet döneminin sona erdiği” şeklinde olaylar özetlenmiştir.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi; “sanıkların, milli güvenlik için bir iç tehdit olarak değerlendirdikleri Başbakan Necmettin Erbakan’ın genel başkanlığını yaptığı ve seçimlerden birinci olarak çıkan Refah Partisi’nin öncelikle kurulacak bir hükûmette yer almamasını, bu mümkün olmayınca da kurulan hükûmeti cebren de olsa görevden ayrılmasını/devril- mesini teminen bir ittifak/anlaşma içine girdiklerini görüldüğünü, “Batı Çalışma Grubu” bünyesinde amaca ulaştıracak her türlü psikolojik harekât dâhil olmak üzere eylem planlarını hazırladıklarını ve askerî imkan ve mühimmat üzerinde tasarruf yetkisini haiz olduklarını, hazırlanan komplike bir organizasyon çerçevesinde 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin 18.06.1997 tarihinde Başbakanın istifası ile görevden ıskat edilmesine kadar gerek fiziki/maddi cebir, gerekse tehditlerle karakterize edilmiş yoğun bir askerî baskının hakim olduğu icra safhasının yaşandığını, Hükümetin ilgasına matuf ve bu amaca elverişliliğinde tartışma bulunmayan 04.02.1997 günü Sincan ilçe merkezinde tankların yürütülmesi suretiyle ortaya konan maddi cebrin mutlaka ve doğrudan Başbakan ve/veya hükümet üyelerine tevcih edilmesinin gerekmediğini, icra zaman ve tarzı itibariyle bu cebrin muhatabının hükûmet olduğunda kuşku bulunmadığını, amaca matuf icra hareketinin fiziki cebir içermesi tipiklik açısından bir gereklilik olmakla birlikte bu cebrin, fiilin tüm aşamalarında tatbikinin de zorunlu olmadığını, davaya konu olayın ani hareketle gerçekleştirilmiş bir darbe olmasa da, bir süreç içinde devam eden, birbirleriyle konu ve saik itibariyle zorunlu bağlantılı, genel karakteristiği cebir ve şiddete dayanan ve amaç suçun icra hareketlerini oluşturan bu eylemlerin hukuki anlamda tek bir fiil oluşturduğunu ve bu fiilin Hükûmetin istifa ettirilmesini/ıskatını sağlayan sürece yönelik tek fiil olduğunun kabulünde isabetsizlik bulunmadığını” ifade etmiştir.
Burada özetlenen olaylardan da anlaşılacağı üzere müsnet suç, maddi ve manevi unsurları itibarıyla tam anlamıyla gerçekleşmiş ve istifa ile birlikte suç tamamlanmıştır.
Karardan, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde ve 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen suçların cebir unsurlarını “maddi cebir” olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca özellikle Ankara Sincan’da, hükûmete gözdağı vermek amacıyla gerçekleştirilen ve sanıklardan Çevik Bir tarafından demokrasiye “balans ayarı” olarak nitelendirilen, tankların ve askerî araçların yürütülmesi fiillerinin ve benzeri sayılan birçok fiillerin fiziki cebir kapsamında değerlendirildiği görülmektedir.
Yukarıda da açıkladığımız üzere madde metninde kullanılan “cebren” kelimesi, zor kullanma, zorlama demektir. Zorlama; hem madden (şiddet) hem manen (tehdit) gerçekleştirilebilir. İnceleme konusu suç da cebren işlenir ve bu, hem maddi cebri hem de manevi cebri bünyesinde barındırır. Yukarıda özetlenen fiiller; failler tarafından zaten bu amaçla gerçekleştirilmiş ve sonuç alınmıştır ve suç tamamlanmıştır. Bu sebeple kanunda yer alan ifadelere farklı anlamlar yükleyerek işlenmiş suçun unsurlarının oluşmadığı yönündeki değerlendirmeler kabul edilemez.
Doğrusunu ifade etmek gerekirse özellikle bu suç, çoğu zaman manevi cebirle (tehditle) işlenebilir, Nitekim, Sincan’da tankların yürütülmesi de -mahkemenin kabulünde olduğu gibi- maddi cebir değil, bilakis hükûmete gözdağı vermek üzere istifaya zorlamak için yapılmış bir tehdit, yani manevi cebirdir. Aksinin kabulü halinde, örneğin bakanlar kurulu toplantı hâlinde iken randevu ile buraya gelinip kurul üyelerine silah doğrultulması ve hükümetin çekilmeye zorlanması halinde dahi bu suç oluşmaz. Zira bir kişilere silah doğrultulmak ve onları istemedikleri bir işi yapmaya zorlamak maddi değil manevi cebir (tehdit)’dir. Bu tür davranışların tehdit olduğu konusunda doktrin ve uygulamamız açısından bir tereddüt de söz konusu değildir. Bu açıdan söz konusu suçların tehditle işlenemeyeceğinin kabul edilmesi ve suçun sadece fiziki cebre özgülenmesi -tıpkı icbar suretiyle irtikap fiilinde olduğu gibi- suç tipinin bünyesine uygun değildir. Nitekim hem 765 sayılı TCK’nın 209’uncu maddesinde (bir kimseyi icbar eden) hem de 5237 s.lı Kanunun 250’ nci maddesinde; (bir kimseyi icbar eden) ibareleri mevcuttur. Burada da “icbar” kelimesi kullanılmakta ancak hiç kimse buradaki “icbar” kelimesini; “maddi cebir” olarak yorumlamamaktadır.
Bu sebeplerle Sincan’da tankların ve askerî araçların yürütülmesi fiili de dâhil, kararda sanıklara isnat edilen fiillerin maddi cebir niteliğinde olmadığını, aksine “manevi cebir” (tehdit) oluşturduğunu belirtmek gerekir. İlk derece mahkemesinin ve Yargıtay 16. Ceza Dairesinin somut vakıaya dayalı kabulleri esas alındığında, yargılamaya konu olayda lehe hüküm niteliğindeki 765 sayılı TCK’nın 147. Maddesinde düzenlenen “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunun “manevi cebir”le işlenmiş olduğunu, bu fiillerin kasten işlendiği sonuç olarak suçun bütün unsurları ile oluştuğunu ve tamamlandığını söylemek gerekir.
Sonuç olarak Yargıtay 16. Ceza Dairesinin incelemesinden de geçerek kesinleşen kararda suç bütün unsurları ile oluşmuştur ve temyiz taleplerinin esastan reddi isabetlidir. Ancak herkesin gözü önünde; vahşi yöntemler kullanılarak acımasız bir şekilde icra edilen antidemokratik ve ceza hukuku sorumluluğu gerektiren fiillerle ilgili soruşturma açılabilmesi için 2010 referandumu sonrasına kadar beklenilmesi, 2011 yılında başlayan yargılamanın on yıl sürmesi, bu kadar sarih ve fütursuzca işlenen fiillerin suç olmadığı yönünde hukukçular tarafından açıklamalar yapılması demokrasimiz adına üzüntü vericidir.