27 Mayıs

0
29

1961 Anayasası

            105 Maddeden oluşan 1924 Anayasası pek çok açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olma özelliği taşır. Bu anayasanın 3. maddesi egemenliği millete verirken 4., 5. 6. ve 7. maddelerde güçler birliği ilkesine göre yasama ve yürütmenin Meclise ait olduğu, Meclisin yürütme yetkisini seçtiği Cumhurbaşkanın belirleyeceği Başbakan ve Bakanlar Kuruluyla kullanır denilmektedir[1]. Bu anayasa 1961 yılına kadar yürürlükte kaldı.

            27 Mayıs sonrası hazırlanan yeni anayasa taslağı 27 Mayıs 1961’de Kurucu Meclisten geçti[2]. 9 Temmuz 1961’de referanduma gitti. %61.74 Evet oyuyla halk tarafından kabul edildi. 20 Temmuz 1961’de Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi[3].           157 Maddeden oluşan 1961 Anayasasıyla birlikte devletin yönetim anlayışı değişti, devletin konumu, güç dağılımı ve siyasal sistem yeniden düzenlenmiş oldu. Öncelikle 1924 Anayasasında yer alan güçler birliği ilkesi terk edilerek güçler ayrılığı prensibi benimsendi. Meclis egemenliğin tek merkezi olmaktan çıkarıldı. Meclis kendi içinde ikiye bölündü. Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki bölüme ayrıldı.

            1961 Anayasası özgürlükleri teminat altına aldı.  İlk defa sosyal ve ekonomik haklardan söz edilmesi çok önemlidir. Anayasanın 2. Maddesinde insan haklarına, sosyal ve hukuk devletine, 10-12 Maddelerde temel hakları ve eşitlik ilkesi güvence altına alınmıştı. Anayasanın ilk maddelerinde kişi hak ve özgürlüklerinin oldukça genişletildiği ve güvence altına alındığı dikkat çekmekteydi. Ayrıca 47. Maddeyle ilk kez işçilere grev hakkının tanınması son derece önemli bir adımdı.

Anayasadaki bu olumlu gelişmelere rağmen bu anayasayla askeri vesayet siyasal sistem içerisine eklenmiş oldu. Örneğin 70. Madde Cumhuriyet Senatosunu düzenliyordu. Bu kanuna göre Milli Birlik Komitesine üye darbeci askerler ile eski cumhurbaşkanları Senatonun tabii üyesi sayıldılar. Böylece Darbeci askerler sisteme eklenirken, Meclisin 27 Mayıs çerçevesinden ayrılmasına engel olacak bir tedbir daha alınımş oldu. 27 Mayıs askeri darbecilerine hukuki bir koruma sağladı. Anayasanın Geçici 4. Maddesiyle, Milli Birlik Komitesi kendiliğinden dağıtıldı. Bu komutanin 27 Mayıs 1960-6 Ocak 1961 yılları arasındaki yasama ve yürütme faaliyetleri hakkında dava açılamayacağı, bu dönemde kabul edilen yasaların Anayasaya aykırı olduğunun iddia edilemeyeceği belirtilmiştir.

            Yargının siyasal sistemdeki etkinliği artırılarak yürütmenin denetimi yargıya bırakıldı. Yürütmenin ve yasamanın üzerine getirilen Anayasa mahkemesiyle meclisin bütün yasama faaliyetlerini, Danıştay’da idari tasarrufları denetim ve kontrol altına alındı[4]. Sistem içerisinde Yargının konumu ve etki alanı yeniden tespit edildi. Anayasanın 145-152. Maddeleri Anayasa mahkemesinin yetki, etki ve sorumluluklarını düzenliyordu. Mahkemenin kararları kesindi ve bu kararlar yasama, yürütme ve yargı organlarını doğrudan başlıyordu. Yargı içerisinde Askeri Yargıtay’ın kurulmasına imkan sağlayan düzenlemeler gerçekleştirildi. Daha sonra gerçekleştirilen değişikliklerle bu anayasaya Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’de ilave edildi. Hatta 138. Maddeyle bu askeri mahkemelerde sivillerin de yargılanabileceği belirtildi. Böylece yargıdaki birlik aşılarak çift başlı bir yargı sistemine geçilmiş oldu[5].

            1961 Anayasasında 20 Eylül 1971 tarihli 1488 sayılı kanunla anayasanın 35 maddesinde değişiklik yapıldı. Ayrıca yeni geçici maddeler ilave edildi[6]. Bu değişiklikler yeterli olmadı 15 Mart 19731699 sayılı kanunla dört madde daha değiştirildi[7]. Bu değişikliklerle Temel Hak ve Özgürlükler kısıtlandı, Yürütme güçlendirildi, Yargının denetim sahası daraltıldı ve askeri kurumlara yeni güç ve yetkiler verildi. Böylece 1961 Anayasasının olumlu olan tarafları iyice sınırlandırılırken askeri vesayet daha da genişletilmiş oldu.

            1961 Anayasasıyla tesis edilen yeni düzenin DP döneminde yaşananlara engel olacağı ve ülkenin bir daha 27 Mayıs askeri darbesi koşullarına hiç gelmeyeceği düşünülüyordu. Oysa siyasette askeri vesayetin genişlemesi iktidar-asker dengesinin askerden yana bozulması siyasete istikrar getirmediği gibi rejimin demokratik niteliği gün geçtikçe daha fazla kayboldu. 1962-1963 Aydemir ayaklanmaları, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası ve neticede 12 Eylül 1980 askeri darbesine gelindi. 1968 yılından itibaren siyasal şiddet ve terör ülkenin tek gerçeğine dönüştü. 1975 yılından itibaren iyice tırmanan terör, ülkenin yönetilemez olmasına ve siyasal sistemin iflasına sebep oldu. Rejim 1980 Cumhurbaşkanlığı seçiminde iyice tıkanmış, anayasa tıkanan bu rejimi açmakta yetersiz kalmıştı. Ülke teröre ve siyasal şiddete teslim olmuştu. Artık 1961 Anayasası fiilen uygulamadan kalkmıştır.

 Doç Dr. Şerif Demir

27 Mayıs Askeri Darbesi

Cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi 27 Mayıs 1960’da gerçekleşti. Türkiye’nin demokrasi tarihinin anlaşılması, siyasal düzenin karşılaştığı zorlukların bilinmesi ve en önemlisi günümüzde yaşanan pek çok siyasi sorunların temelinde 27 Mayıs askeri darbesi yer almaktadır. Meselenin ideolojik bakıştan arındırılarak siyasi konum ve düşünceleri bir kenara bırakarak sadece demokrasi perspektifinde değerlendirerek siyaset tarihindeki yeri ve konumunu çok iyi tespit etmek zorundayız.

27 Mayıs’a giden süreç 14 Mayıs 1950 seçimleriyle başladı. O gece tek parti idaresi sona ererken, kışlalarda bir grup asker bu durumdan memnunken bazı askeri yetkililer çok rahatsız oldular. Hatta harekete geçmeyi düşünenlerde oldu fakat gereken sivil desteği sağlayamadıkları için bu fikirlerini eyleme dönüştüremediler[8]. Bu durum her iki tarafin zihinlerde de bir şüphe bıraktı.

Başbakan Menderes, kurduğu hükümetle meclisten güvenoyu alıp görevine başladı. Üst düzey bürokratlarla henüz tanışma fırsatı bulamadan bir albay Menderes’e 8-9 Haziran’da darbe yapılacağı ihbarında bulundu. Bu ihbarın doğruluğunu araştırmadan Başbakan Menderes, Türk Silahlı Kuvvetlerinin zirvesinde görev yapan 16 general ve 150 albayı bir anda emekliye sevk etti[9]. Hükümetin bu tasarrufu askerler tarafından pek olumlu karşılanmadı. Tedirginlikler karşılıklı endişeye dönüştü. Başbakan Menderes, uzun yıllardır CHP’yle birlikte çalışan ve CHP’ye bağlılığı şüphe götrmeyen bu bürokrasi ve ordudan büyük endişe duyuyordu. Ordu içinde  CHP’nin değişmesini destekleyen askerlerde de bir güvensizlik oluştu.

DP, askerlerle sağlam bir zemin üzerinde sağlıklı bir ilişki kuramıyordu. DP ilk dört yılında dört Milli Savunma Bakanı değiştirdi. Her Bakan yeni bir projeyle göreve geldi fakat ve hiçbir proje hayata geçirilemediği gibi Bakanlarda görevlerinden ayrılmak zorunda kaldılar. DP, 1954 genel seçimlerini büyük bir siyasi zafer kazanarak geçirdi. İlk dört yıllık siyasi başarılar sandığa yansımıştı. Başbakan Menderes, siyasetten ulaştığı bu gücün verdiği özgüvenle orduya ve bürokrasiye yönelik duyduğu tedirginliği kaybetti.

Ülkeyi adım adım 27 Mayıs’a götüren olaylar yaşanmaya başladı. Öncelikle DP ile CHP arasında sağlıklı bir iktidar ve muhalefet ilişkisi hiç kurulamadı. Bu durum ilk zamanlarda DP’nin iktidara CHP’nin muhalefete hazır olmamasından kaynaklanıyordu. Bu sebeple DP’nin ilk zamanlarında CHP oldukça sert ve hırçın bir muhalefet anlayışı izledi. CHP’nin bu tavrını DP, sahip olduğu güçle bastırmaya çalıştı. Bu durum ülkede siyasi gerilimi sürekli yüksek tuttu. Kutuplaşmayı artırdı. Siyasi huzur ve istikrar hiçbir zaman sağlanamadı.    

Başbakan Menderes’in ilk Hükümet programını Mecliste okurken Atatürk’ten hiç söz etmemesi ve inkılapları millete mal olmuş ve olmamış diye ayrıma tabi tutması, Hükümetin ilk siyasi icraatının ezanın arapça okunmasına imkan sağlaması, dini eğitim kademeli olarak artırılması, Atatürk’ün heykellerine yönelik çeşitli saldırıların olması dikkat çekti. Oysa bir türlü tamamlanamayan Anıtkabir inşaatının tamamlanması, Atatürk’ü Koruma Kanunun çıkarılması, paralara ve devlet dairelerine Atatürk’ün resminin asılması bu dönemde oldu[10]. Fakat özellikle asker arasında DP iktidarında, Atatürk İlke ve İnkılaplarından bir uzaklaşma ve çeşitli tavizler verildiği düşüncesi yaygın olarak kabul görmeye başladı.  

DP iktidarı öncesinde ordu, saygın ve toplum nazarında oldukça yüksek bir itibar sahibiydi. DP döneminde özellikle ikinci dönem yaşanan enflasyon karşısında ezilmeye başladılar. Askerler toplum içerisinde prestijlerini kaybettikleri gibi kamu kurumları arasında da ihmal edildiklerini düşünmeye başladılar. Menderes’in nerede ve ne zaman tam olarak söylediği belirlenemeyen askerleri hedef alan bazı sözleri (“Battal Gazi Ordusu”, “Orduyu yedek subaylarla da idare ederim”) askerlerin DP’ye olan öfkesini daha da şiddetlendirir.

Başbakan Menderes’e karşı CHP lideri İnönü oldukça sert bir muhalefet yaptı. İnönü gibi kariz bir lider karşısında bocalayan Menderes, aynı şekilde karşılık verdi. Zaman zaman bu siyasi çekişme gerginliğe ve ağır hakaretlere kadar vardı. Milli mücadelenin sembol isimlerinden ve Lozan kahramanı olarak görülen İnönü’ye karşı bu sert tutum ve siyasi tavır askerleri çok rahatsız ediyordu.

27 yıllık bir tek parti döneminde bürokrasi devletle bütünleşmiş olan CHP’ye sadakatla hizmet etti. DP’nin iktidarına da pek sıcak bakmadı. Başbakan Menderes’te bürokrasiye pek güvenmiyordu. Devleti ve bürokrasiyi vatandaşa hizmetkar yapmak istiyordu[11]. Bu sebeple DP iktidarında sıklıkla Hükümetle bürokratlar karşı karşıya geldiler. Sıklıkla üst düzey bürokratların yerleri değiştirildi ve zaman içinde emekliye sevk edilenler oldu. Bürokratlarda memnuniyetsizliklerini çeşitli şekillerde gösteriyorlardı. Özellikle akademisyenler, görüşlerini farklı platformlarda paylaşarak Hükümeti tenkit etmekten çekinmiyorlardı. Menderes’in akademisyenleri siyaset dışında tutma çabaları[12] netice vermedi.  Muhalefet yapan bu akademisyenler cezalandırılarak  bakanlık emrine alındılar. Fakat bu cezalarda akademisyenleri Hükümete karşı  öfkesini artırmanın ötesinde bir sonuç vermedi.

27 Mayıs’ın gerçekleşmesinde en etkili olan unsurların başında basın geliyordu. Oysa DP iktidarının ilk yıllarında, basınla son derece olumlu bir başlangıç yapılmıştı. Yeni hazırlanan basın kanunuyla özgürlükler daha da genişletildi. Başbakan Menderes’te basına verdiği değeri her fırsatta gösteriyordu. Ülkede yaşanan siyasi ve ekonomik sorunlarda basının Hükümete yönelik sert tenkitlerde bulunması Başbakan Menderes’i çok rahatsız etti. Zaman içinde bakanlar hakkında yayınlanan yolsuzluk iddialarının asılsız çıkması Başbakan Menderes’i basına karşı yeni tedbirler almaya sevk etti. Arka arkaya çıkarılan yeni basın kanunlarıyla basının hareket alanı daraltılırken, basına verilen resmi ilanlarda yeni düzenlemelere gidildi. Böyle basın ile Hükümet ilişkileri tamamen koptu.

Halkın DP’ye olan teveccühünde ekonomi çok etkili oldu. Yıllardır ihmal edildiğini düşünen özellikle kırsal bölgelerde yaşayanların hayat standartlarına belirgin bir iyileşme yaşandı. DP’nin ilk dört yılı oldukça parlak ekonomik parametreler ortaya koymuştur. Fakat dış yardımların kesilmesi, hava koşullarına bağlı olarak tarımsal üretimin düşmesi ve yapılan yatırımların ekonomiye kazandırılmasının zaman alması ekonomik sorunlara sebep oldu. Başbakan Menderes’in yatırımları devam ettirmesi, sorunları daha da derinleştirdi. Ekonomik tedbirleri almakta gecikince bir kriz ortaya çıktı. 4 Ağustos 1958’de IMF’nin zorlamasıyla Hükümet TL’de zorunlu olarak devalüasyon yaptı. Böylece 1 $ 2.80 TL’den 9.02 Liraya yükseltildi. Enflasyon patladı. Halkın alım gücü düştü. Hükümetin halk desteği azalmaya başladı.

İlk darbeci cuntanın nerede ve nezaman kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Askerlerin hatıralarında birbirleriyle çelişen farklı bilgiler yer almaktadır. Fakat askerlerin siyasi konulara yakın ilgisinin olduğu ve ülke meselelerine büyük alaka gösterdikleri bilinmektedir. Kendi aralarında DP İktidarını değerlendirdikleri ve eleştirilerinin de her gün daha fazla arttığı anlaşılmaktadır. Bu eleştirilerin örgütlü ve organize bir cuntaya dönüşmesi hakkında bazı tahminler mevcuttur[13].

27 Mayıs askeri darbesini gerçekleştiren cuntanın ilk teşkilatlanmasının 1954 yılına kadar gider. Tuzla Piyade Okulunda ki bazı subayların cunta tarzı bir yapılanma için organize oldukları yolunda işaretler vardır. Fakat daha organize ve örgütlü bir yapının 1955 yılında ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Fakat aynı yıllarda ordu içinde farklı şehirlerde birbirinden habersiz farklı darbe komitelerinin de kurulduğu bilinmektedir. 1957 yılından itibaren darbeci yapılanmaların birbirinden haberleri oldu. Fakat tam bir birleşmeyi sağlayamadılar[14].

Büyük gizlilikle çalışmalarını yürüten darbe komiteleri, hücre yapılanmasıyla teşkilatlanmış, üye kabul ederken son derece titiz davranıyorlar ve  son derece sıkı tedbirler altında iletişim kuruyorlardı. Cunta içerisinde yer alan subaylar, tam olarak kimlerle birlikte oldukları ve olmadıklarını bilmiyorlar güvenliğe büyük önem veriliyordu. Darbeciler ilk 1957 seçimleri sonrasında harekete geçmeyi düşündüler. Bu seçimleri DP’nin kaybederek iktidarı bırakmayacağı varsayımı üzerinden harekete geçmelerinin son derece doğal olacağına karar verdiler. Fakat seçimleri DP kazanınca bu plan suya düştü. Bu arada yaşanan 9 Subay Hadisesi, darbe planlarını aksattı. Tutuklanan subaylarla birlikte olan herkes çeşitli yerlere dağıtılarak cunta yapılanmasının ortaya çıkmasına yönelik çeşitli tedbirler alındı.

Ülkenin düzgün yürütülmediğini düşünen cuntacı askerler, harekete geçmek için üç önemli sorunu aşamıyorlardı. Öncelikle darbeye liderlik edebilecek karizmatik bir lider veya üst rütbeli bir komutana ihtiyaç vardı. Bu arada darbeci cuntaları birleştirmek gerekiyordu. Son olarak da bu darbenin meşru olabilmesi ve kamuoyu desteğini sağlayabilmek için siyasi problemlere ihtiyaç duyuyorlardı. İlk iki sorun 1959 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Gn. Cemal Gürsel’in liderliği kabul etmesiyle çözüldü. Genelkurmay Başkanlığını beklerken emekliye sevk edileceğini anlayan Gürsel, Hükümete olan duygusal tepkisini darbe yapılanmalarına destek vererek gösterdi. Kendisi fiili olarak bu örgütlenmelerin içerisinde fazla yer almadı fakat darbeci subayların Kara Kuvvetleri ve Genelkurmay’da kritik noktalara atamasını yaparak darbeye giden yolu hızlandırdı[15]. Gürsel’in liderliği diğer cuntaları ikna etmekte yeterli oldu. Böylece her iki şart sağlanmıştı. Darbeyi gerçekleştirebilecek siyasi bir problem ve siyasi bir kriz bekleniyordu.

Darbeci askerlerin bekledikleri bu siyasi koşullar 1960 yılının ilk aylarında ortaya çıktı. DP ile CHP arasındaki gerilim ülkedeki siyasi kutuplaşmayı iyice derinleştirmişti. Mecliste her gün yaşanan kavgalar sıradanlaşmıştı. Başbakan Menderes, ülkeyi yönetmekte zorluk çekiyor, sert muhalefetin üzerine aynı sertlikte giderek girilimi daha da yükseltiyordu. Ülkede yaşanan bütün siyasi sorunlardan CHP’yi ve basını sorumlu tutan Başbakan Menderes, Hükümete yönelik illegal bir yapılanmanın var olduğunu düşünüyordu. Muhalefetin seçimle iktidara gelmenin mümkün olmadığına kanaat getirerek Hükümeti zorla devirmek istediğine inanıyordu. CHP’lilerde Başbakan Menderes’in tek adamlığıa doğru giderek ülkede otoriter bir yönetim kurmak istediğini düşünüyorlardı. 

18 Nisan 1960’da  TBMM’de muhalefet ve basını araştırmak için Tahkikat Komisyonu kuruldu. 27 Nisan’da bu Komisyona geniş yetkiler verildi. CHP, Tahkikat Komisyonun muhalefeti kapatarak Menderes’in tek adamlığa gideceğini savunuyorlardı[16]. Muhalefet mecliste siyaset yapmanın mümkün olmadığını düşünerek sokaklara indi. Önce 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi öğrencileri protesto mitingi yaptılar. Akademisyenlerde bu protestoya destek verdiler. Bu mitingde arbede yaşandı. İki öğrenci kazayla hayatını kaybetti. Olaylar çok farklı yansıtıldı. Yüzlerce öğrencinin öldüğü haberleri yayıldı. 29 Nisan’da olaylar Ankara’ya sıçradı[17]. Hükümet bu olayları bastırmakta zorlanıyordu. Sıkıyönetim ilan edildi. darbeci askerler müdahale için zamanın geldiğini düşünmeye başladılar.

5 Mayıs’ta Kızılay’da Hükümete karşı büyük bir miting düzenlendi. “Hürriyet İsteriz” diye sloganlar atıldı. Miting alanın yanından geçen Başbakan Menderes, kalabalıkların arasına karıştığında bazı göstericiler Menderes’e saldırdılar. 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri Ankara Orduevi önünde toplanarak silahsız olarak Çankaya’ya doğru protesto yürüyüşüne geçtiler. Böyle bir tepkiyi kimse beklemiyordu. Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun’un verdiği teminatla Başbakan Menderes rahatladı. Siyasette çatışma devam ediyor.  Huzur sağlanamıyordu.

Darbeciker son hazırlıkları tamamladılar 27 Mayıs sabahı harekete geçmeye karar verdiler. Önce İstanbul’daki birlikler kışlalarından çıkarak İstanbul Radyosunu kontrol altına aldılar. Ardından Ankara’daki birlikler kışlalarından çıktılar. Kur. Alb. Alparslan Türkeş 05.15’de radyolardan canlı olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin bildirisini okudu[18]. Darbeye karşı sivil ve askeri bir direniş olmadı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar Çankaya Köşkü’nde, Başbakan Menderes Kütahya’da, bakanlar ve milletvekilleri evlerinde tutuklanarak Harp Okuluna getirildiler.  Böylece on yıllık DP iktidarı sona ererken Askeri yönetim başlamış oldu.

Doç Dr. Şerif Demir

Adnan Menderes

            İbrahim Ethem ile Tevhide Hanımın ikinci evladı olarak 1899’da Aydın’ın Sarayiçi Mahallesinde dünyaya geldi[19]. Ali Adnan ismi verildi. Fakat Adnan Bey, Ali ön ismini pek kullanmadı. Ablası Melike ile birlikte iki kardeştiler. Adnan Bey, önce annesi Tevhide Hanım kısa bir süre sonra babası İbrahim Ethem’i kaybetti. Son olarak da abla Melike veremden vefat etti. Adnan Bey, anne ve babasını hiç hatırlamazken ablasının hayalini kafasında canlandırmaktadır. Adnan Bey’i babaanne Fitnat Hanım yetiştirdi. Adnan Bey’in çocukluğu çeşitli hastalıklarla geçti. Yaşıtları gibi sağlıklı ve düzenli bir hayatı olmadı. Bu sebeple eğitim hayatında da aksaklıklar oldu. Örgün öğretime İzmir İttihat ve Terakki Mektebinin rüştüye kısmında başladı. Bu okulda vatan ve millet sevgisini aldı. Daha sonra bu okuldan Amerikan Kolejine geçti[20]. Bu okulun son sınıfında eğitimine ara vermek zorunda kalarak askere gitti.

I. Dünya Savaşı olanca şiddetiyle devam ediyordu. 1916 yılında silah altına alınan Adnan Bey, İstanbul’da askeri eğitim aldıktan sonra Suriye Cephesine sevk edildi. Yolda rahatsızlanan Adnan Bey, Adana’da trenden inerek hastaneye kaldırıldı. Hastanede tedavisi devam ederken Adnan bey’in askeri görevi İzmir 17. Kolordu emrine çıktı. Savaşın sona ermesiyle Adnan Bey de askerlikten terhis olarak bir süre daha İzmir’de kaldı. I. Dünya Savaşı sonrasında İzmir’in işgal edileceği haberleriyle Adnan Bey, memleketi Aydın’a dönerek ailesinden kalan toprakların başına geçti. Adnan Bey, tarım ve toprak işlerini öğrenmeye fırsat bulamadan Aydın’da Yunan işgali ile karşılaştı. Osmanlı Devletinin etkisi ve bölgedeki gücü tamamen sona ermiş can ve mal güvenliği kalmamıştı. Adnan Bey, arkadaşı Selami Bey’le birlikte Ayyıldız Çetesini kurarak yerel bir direnişe katıldı. TBMM’nin düzenli orduyu kurması ile birlikte Adnan Bey, bu orduda çeşitli görevler üstlendi. Milli Mücadele döneminde aktif bir şekilde çatışmalara katılan Adnan Bey, en sonunda Büyük Taarruz’da yer aldı. Böylece Adnan Bey, Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası almaya hak kazandı.

Milli Mücadele sonrasında köyüne dönem Adnan Bey, yakın arkadaşı Ethem Bey ile birlikte, tarımsal üretim ve ticaretle ilgilenmeye başladılar. Kısa sürede Adnan Bey, Aydın ve İzmir’de değer görmeye başladı. Bu arada İzmir’in önde gelen ailelerinden Evliyazadelerin kızı Berrin Hanımla  hayatını birleştirdi. Adnan Bey ile Berrin Hanım’ın Yüksel, Mutlu ve Aydın isminde üç oğlu dünyaya geldi.

Değişen dünya koşullarına uyum sağlamak ve daha demokratik bir siyasi hayatı tesis edebilmek için Türkiye 1930’da ikinci kez çok partili hayata geçme kararı aldı. Fethi Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdu ve siyasi çalışmalarına başladı[21]. Yeni kurulan bu parti,  yeni kadrolarla siyasette kendisine yer açmaya çalıştı. Bu amaçla Fethi Bey, Ege Bölgesine geziye çıktı. Bi taraftan halkla birlikte olmak diğer taraftan partinin taşra teşkilatlarını kurmak istiyordu. Fethi Bey’in programında Aydın’da vardı. Aydın’a gelmeden evvel Fethi Bey, bir ön araştırma yapmış Adnan Bey hakkında son derece olumlu bilgilere sahip olmuştu. Fethi Bey, Adna Bey’den Serbest Cumhuriyet Fırkasının Aydın İl teşkilatını kurarak bu teşkilatın başına geçmesini istedi. İlk etapta Adnan Bey, bu teklife olumsuz cevap vermişse de neticede Adnan Bey ikna edilerek Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Aydın İl başkanlığını kabul etti. Adnan Bey, kısa sürede partisinin teşkilatlanmasını başarıyla tamamladığı gibi çevre vilayetlerde de teşkilatlanma çalışmalarına destek oldu. Siyasete oldukça hızlı bir giriş yapan Adnan Bey, bu başarısını 23 Eylül 1930 Belediye Seçimlerinde de tekrarladı. Fakat çeşitli sandık oyunlarıyla seçimi kazanamadı. Neticede Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendisini feshetmesi ile birlikte Adnan Bey’in siyasi hayatı sona erdi. Adnan Bey, büyük bir hayal kırıklığı içinde çiftliğine dönerek kendi kişisel işlerinin başına geçti.

Adnan Bey’e daha evvel CHP’den de siyasete katılması için teklif gelmişti fakat kabul etmemişti. Fakat siyasete katıldıktan sonra bu şekilde bir ayrılıkta kabul edilebilecek bir durum değildi. Bu arada CHP’de özellikle 1930 Belediye seçimlerinde ciddi oy kaybı yaşadığı seçim bölgelerinde bu durumun sebepleri üzerine araştırmalar yapmaya başladı. CHP Heyeti, Aydın’da ki siyasi koşulları gördükten sonra Adnan bey’i bir kez daha CHP’ye davet ettiler. Bu CHP Heyeti içinde Adnan Bey’i kıramayacağı değerli isimler vardı. Neticede Adnan Bey, Aydın’da geniş yetkilerle donatılmış bu sorumluluğu kabul ederek CHP İl Başkanlığı görevini kabul etti[22].

Adnan Bey, kısa sürede CHP il teşkilatında büyük değişiklikler yaptı. Yeni bir ekip ve yeni bir kadroyla halkın önüne çıkarak daha faydalı olmaya çalıştı. Bu arada Gazi Mustafa Kemal, halkla bir araya gelmek ve halkın nabzını yakından tutmak için yurt gezisine çıktı. 3 Şubat 1931’de Aydın’a gelen Mustafa Kemal, şehirde birçok kurumu ziyaret ettiği halde CHP il Başkanlığına gitmek istemedi. Oysa Mustafa kemal mutlaka il başkanlığını ziyaret ederdi. Adnan Bey hakkında olumsuz bazı bilgiler verilmişti. Yanındakilerinin ısrarlı üzerine Mustafa Kemal, kısa bir ziyaret yapmaya ikna oldu. Mustafa Kemal’in CHP İl Başkanlığı ziyareti  son derece soğuk başladı. Kendisine yapılan bütün ikramları reddetti. Adnan Bey, misafirine karşı son derece nazik bir yaklaşım ve sevecen bir hitapla sözü  ülke meselelerine getirdi. Konu memleket olunca Mustafa Kemal dikkatle dinlemeye başladı. Beş dakika olarak düşünülen ziyaret dört saate ulaştı[23]. Neticede Adnan bey, Mustafa Kemal üzerinde son derece olumlu tesirler bırakmayı başarmıştı. yanında Recep Peker’e dönen Mustafa Kemal, “Bugün konuştuğum genç, elbette burada bizim parti mutemetlerimizle çalışmaz. Şayanı dikkat bir gençtir” dedi. Hükümet erken seçim kararı alınca Adnan Bey’e Ankara’nın yolu açıldı.  Adnan Bey, milletvekilliği müracaatı olmadığı halde aday gösterilip milletvekili olmasını, “Beni Atatürk keşfetti” diyerek açıkladı.

Adnan Bey, öncelikle yarım kalan eğitimini tamamlayarak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hukuk eğitimi aldı. Bu arada önce Ertekin soy ismini alırken daha sonra Menderes soy ismini tercih etti. Adnan Menderes, Meclis’in sessiz milletvekillerindendir. Aydın’da tanınan aktif ve önde gelen bir isimken Ankara’da vitrine pek çıkmayan genel kurulda kürsiyi fazla kullanmayan bir siyasetçiydi. Adnan Menderes, kendisini yetiştirmek ve geleceğe en iyi hazırlamak için siyasetin mutfağında yoğun bir mesai içindeydi. Meclis komisyonlarında encümenlerde oldukça aktifti. Bu arada parti müfettişliği yaparak da merkez ile taşra arasında bağlantıyı sağlayarak ülke gerçeklerini daha yakından tanıma fırsatı oldu. Menderes’in bu hazırlık süreci oldukça uzun sürdü. Bir ara Ziraat Vekilliğine getirilme ihtimali ortaya çıksa da dönemin siyasi koşullarından dolayı bakan olması mümkün olmadı.

Adnan Bey’in siyasette vitrine çıkışı ve ülke meselelerinin çözümüne aktif bir şekilde katılması Toprak reformu yasa çalışmalarıyla gerçekleştir. Bu yasanın hazırlık sürecinde de yer alan Adnan Bey, bu yasayı çok önemsiyordu. Fakat bu yasa çalışmalarına son anda Hükümet tarafında zorla ilave edilen 17. Maddeye muhalefet etti. Ülkede tarıma kazandırılacak o kadar geniş araziler varken şahısların elindeki geniş toprakların bölünmesini özel mülkiyetin ihlali olarak görüyordu. Bu yasa önerisi Hükümetin ısrarları neticesinde yasalaştı. Fakat Adnan Bey, sonuna kadar muhalefet ederek, oylamaya katılmayacak tepkisini gösterdi[24]. Adnan Bey’in tek parti idaresi içerisinde Hükümete yönelik muhalefeti farklı yasa çalışmaları üzerinden devam ederek, Hükümetin meclise getirdiği Bütçe Yasasını sert bir şekilde tenkit etti.

İç ve dış gelişmelere bağlı olarak CHP içerisinde bir muhalif grup belirmeye başladı. Bu grup mensupları bir araya gelerek ülkenin demokratikleşmesi ve siyasette daha fazla demokratik rasasların hakim olması için çalışmalara başladılar. Bu amaçla Adnan Menderes’le birlikte Celal Bayar, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan 7 Haziran 1945’de CHP Meclis Grubuna bir önerge verdiler. Kısaca Dörtlü Takrir olarak ifade edilen bu önergeyle siyasal hak ve hürriyetlerin genişletilmesi ve anayasanın ruhuna uygun bir şekilde bireysel özgürlüklerin önündeki antidemokratik yasaların kaldırılması talep ediliyordu. Neticede Parti Meclis grubu bu önergeyi reddettiği gibi  önergeye imza atanları da çeşitli gerekçelerle  partiden uzaklaştırdı.

Adnan Menderes’in önünde yeni bir dönem açılmıştı. Siyasi ikbalini düşünmeden mecliste, basında ve halkın arasında demokrasi ve özgürlük mücadelesine başladı. Bu gayretler neticesinde Dörtlü Takrire imza atan dört milletvekili 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kuruluşunu ilan ettiler[25]. Adnan Menderes, kurulan bu yeni partinin sözcülüğü görevine getirildi. DP, hızla bir teşkilatlanma sürecine girdi. DP’nin böyle başarılı bir teşkilatlanma süreci CHP’yi ürküterek erken seçim kararı almasına neden oldu. Önce yerel seçimler ardından da 1946 genel seçimleri gerçekleştirildi. Adnan Menderes, seçimlere Aydın ve Kütahya’dan aday olarak katıldı. Memleketi Aydın’da seçimlere hile karıştırıldığından başarılı olamayan Adnan bey, meclise Kütahya milletvekili olarak katılmaya hak kazandı[26].

Adnan Menderes, bu dönemde DP’nin vitrininde en aktif milletvekili oldu. Her daim kanun içinde kalarak meşru dairede siyasi mücadelesini sonuna kadar sürdürdü. Siyasette gündem oldukça yoğundu. Öncelikle 1946 Genel Seçimlerinde yapıldığı iddia edilen seçim hileleri, ardından Peker Hükümetinin meclise sevk ettiği bütçe kanunuyla siyasi tansiyon oldukça yükseldi. Özellikle Adnan Bey’in Peker Hükümetinin hazırladığı bütçe kanununa karşı sert muhalefeti başbakan Recep Peker’i çok öfkelendirdi. Sıradışı bir şekilde kürsüye gelen Başbakan Peker, Menderes’e hakaretler edince DP grubu meclisi terk ettiler. Bu siyasi gerilim Cumhurbaşkanı İnönü’nün araya girmesiyle aşıldı. 1947 yılında gerçekleştirilen DP Büyük Kongresinde Adnan Menderes, en yüksek oylardan birisini alarak parti genel idare kuruluna girdi. Adnan Bey’in siyasette yükselişi başlamıştı. Her geçen gün yıldızı daha da parlıyordu.

Siyasette gerilim sürüyordu. Çok partili hayata fazla sıcak bakmayan Recep Peker’in başbakan olması ve muhalefete karşı sert ve hoşgörüsüz bir politika izlemesi bu gerilimi daha da tırmandırıyordu. Bu baskı ortamından Menderes’te payını alıyordu. Hakkında konuşmalarından dolayı dava açıldı. CHP ile DP arasındaki bu gerilimin çok partili hayatın geleceğini tehdit etmesi üzerine Cumhurbaşkanı İnönü, bir kez daha siyasete müdahale etti. 12 Temmuz 1947’de İnönü’nün yayınladığı bildiriyle her iki parti arasında karşılıklı güven ve saygı temelli bir ilişkinin kurulması isteniyordu. Bu bildiri açıkça olmasa da dolaylı bir şekilde DP’ye destek veriyordu. Fakat bu bildiri ile siyasette dengeler tamamen değişti. CHP’de Peker ve ekibi tasfiye olurken DP’de iktidara karşı daha sert politikalar izlenmesini isteyen milletvekilleri aşamalı bir şekilde partiden ayrılmak zorunda kaldılar. DP’den yaşanan bu ayrılmaları hiç bir zaman tasvip etmeyen Adnan bey, daima uzlaşma ve diplomasiye şans verilmesi gerektiğini savundu. Fakat partiye yönelik sert tenkitlerde de her daim partisinin yanında oldu. Bu durum kısa sürede Millet Partisi’nin kurulmasıyla neticelenerek DP’yi zayıflattı. Fakat DP’nin homojen bir parti olarak iktidara en büyük aday olmasının yolunu açtı.

DP, 1949’da gerçekleştirdiği II. Büyük Kongreyle daha da güçlendi. Artık iktidarın en önemli alternatifi haline geldi. Partinin bu yükselişinde Adnan Menderes’in büyük emeği vardı. 1950 seçimlerine doğru gidilirken Hükümet, DP’nin de görüşünü alarak nispeten daha adaletli bir yeni seçim kanunu hazırladı[27]. Böylece seçim kanunu CHP ile DP arasında daha eşit ve adaletli bir mücadelenin önünü açtı.

Cumhuriyet tarihinde gerçekleştirilen en ilginç ve dikkat çekici seçimlerden birisi 14 Mayıs 1950 seçimleridir. Daha evvel benzeri görülmemiş bir siyasi rekabet içerisinde büyük bir heyecan vardı. Cumhurbaşkanı İnönü, Çankaya Köşkünden inerek CHP’nin başına geçti ve partisini seçimlere hazırlamak için büyük bir kampanya yönetti. Fakat İnönü, halkın değişim talepleri karşısında duramadı. 14 Mayıs akşamı bir dönemin bir devrin sona erdiği anlaşıldı.

Yeni dönemde Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan, Refik Koraltan Meclis Başkanı ve Fuad Köprülü Dışişleri Bakanı oldular. Başbakan Menderes, aynı zamanda DP Genel Başkanlığı görevini de üstlendi. Yaklaşık 20 yıldır siyasetin içerisinde yer alan Menderes, böyle bir sorumluluğa fazlasıyla hazırdı. Fakat kamuoyu, bürokrasi ve en önemlisi CHP teşkilatı böyle bir değişime ne kadar hazırlıklıydı? Çünkü mevcut siyasi durum büyük bir sürpriz olarak görülüyordu. Başbakan Menderes, geçmişin kin ve nefretiyle hareket etmeyeceğini, Devri Sabık yani geçmişte işlenen siyasi ve idari suçlara yönelik bir hesaplaşma içerisinde olmayacağını belirterek gözünü geleceğe çevirdi.

Başbakan Menderes, 1950-1960 yılları arasında beş hükümet kurdu. Başbakan Menderes, göreve teslim aldığı ilk günlerde bir ihbarla ordunun tepe yönetimini olduğu gibi değiştirdi. Ardından yaklaşmakta olan ramazan ayı göz önünde tutularak  türkçe okunan ezanın arapça okunmasına imkan sağlandı. Bu ilk icraatler halkı mutlu etmişti fakat belirli çevrelerce pek olumlu karşılanmadı. Halk bu değişimden duyduğu memnuniyeti 1950 yılının eylül ayında gerçekleşen yerel seçimlerde Menderes’e olan desteğini oy oranını artırarak gösterdi. Bu dönemde özellikle CHP’nin tek parti döneminde sahip olduğu pek çok devlet malları hazineye devredildiler. Menderes’in bu ilk dönemi ekonomik bakımdan oldukça başarılı geçti. Ülke rekor oranlarda büyüme rakamları yakaladı. Halkın üzerindeki pek çok vergi ve temel tüketim mallarından alınan vergilerin azaltılmasıyla halk bu ekonomik gelişmeden payını aldı. Türkiye, NATO üyesi oldu.

1954 seçimlerini Menderes, cumhuriyet tarihinde rekor bir oyla kazandı. Ekonomik yatırımlara olanca hızıyla devam edildi. Yatırım yapılan bu tesislerin ekonomiye kazandırılması zaman aldı, tarımsal üretimin olumsuz hava koşullarına bağlı olarak düşük gitmesi ekonomik dengeleri bozdu. Yurtdışından finansman bulmakta güçlük çekilince ekonomi iyice bozulmaya başladı. Bu arada 6/7 Eylül Olayları ve DP meclis grubunda yaşanan olumsuzluklarda eklenince ülke yönetiminde ciddi sorunlar görülmeye başlandı. Bu durum doğal olarak sandığa yansıdı. Başbakan Menderes, 1957 seçimlerinde ciddi oy kaybı yaşadı. Halk siyasi ve ekonomik zorluklara rağmen bir kez daha Başbakan Menderes’i tercih etmişti.

Başbakan Menderes’in siyasi hayatındaki en zorlu yıllar başladı. Muhalefetle arzu ettiği şekilde sağlıklı bir iletişim kuramadı, basınla sorunlar yaşamaya devam etti. Bürokrasinin direnişi özellikle akademik camiadan sert tenkitler gelmeye devam etti. Bu arada orduda da bazı huzursuzsuzluklar hissediliyordu. Fakat Menderes, bütün fenalıkların CHP’den ve basından geldiğini düşünüyordu. Hatta bu iki kurumun bir darbe hazırlığı içinde olduğuna kanaat getirdi. Bu amaçla her iki kurumu denetleyecek, araştıracak ve olası hukuk dışı çalışmalarının tespiti yapacak bir meclis komisyonu kurulmasını istedi. TBMM 18 Nisan 1960’da muhalefetin ve basının gayrimeşru faaliyetlerini araştırmak üzere Tahkikat Komisyonunu kurdu. Komisyon çalışmalarına başladı fakat yetkilerinin yeterli olmadığına karar vererek meclisten ilave yetkiler istedi. 27 Nisan’da toplanan TBMM, Tahkikat Komisyonuna yargılama ve cezalandırma yetkileri dahil bazı ek yetkiler verilmiş oldu[28].

Tahkikat Komisyonuna ek yetkilerin verilmesiyle muhalefet tamamen sokaklara indi. Öncelikle CHP Gençlik Kollarının organize ettiği öğrenci protestoları başladı. Ardından 5 Mayıs’ta Kızılay’da büyük bir protesto mitingi düzenlendi. Başbakan Menderes’in de katıldığı bu mitingde Menderes’e yönelik saldırılar oldu. 21 Mayıs’ta askeri öğrenciler silahsız bir yürüyüş yaptılar. Hükümet kontrolü sağlamakta zorlanıyordu. Neticede 27 Mayıs sabaha karşı Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu. Başbakan Menderes, askeri darbeye Eskişehir’de yakalanmış son anda gittiği Kütahya’da tutuklanarak Ankara’ya gönderildi.

Askerler seçimle gelmiş bir iktidarı silah zoruyla devirerek tesis ettikleri askeri idareye meşruluk kazandırmak için önce geçici bir anayasa hazırladılar. Ardında DP yönetimi ve Menderes’i halkın gözünden düşürmek askeri darbenin haklı gerekçelerini ortaya koymak amacıyla Yassıada’da bir mahkeme kurdular. Hukuk kuralları çiğnenerek bir dönem, bir devir ve bir iktidarı cezalandırma üzerine kurulmuş bir mahkemeydi.

11 Ay süren mahkemede 19 dava açıldı. Fakat bu davalar içerisinde en önemlisi Anayasayı İhlal Davasıydı. Menderes bu davada idam talebiyle yargılandı. Bu arada gerek mahkemede gerekse cezaevinde Menderes’e yönelik kaba ve sert bir tavır ortaya konuldu. Menderes, bu duruma fazla tahammül edemeyerek intihara teşebbüs etti. Son anda görevli askerlerin dikkati sayesinde Menderes kurtarıldı. 15 Eylül 1961’de tamamlanan mahkemede Menderes oybirliğiyle idam cezasına çarptırıldı. İntihar sebebiyle sağlık durumu idama pek uygun değildi. Fakat bir sağlık heyetinden alınan sağlık raporuyla Adnan Menderes 17 Eylül 1961 gündüz vakti idam edildi[29].

Doç Dr. Şerif Demir

Mahmud Celal Bayar

Celal Bayar,  1977-1878 Osmanlı – Rus Savaşında Bulgaristan Plevne’den Bursa- Gemlik Umurbey Köyüne göç etmiş Abdullah Fehmi Efendi ile Emine Hanım’ın oğludur[30].  Abdullah Fehmi Bey, sahip olduğu bilgi ve ilim bakımından çevresinde büyük saygı ve değer gören bir alimdi[31]. Umurbey Rüştiyesinde ve Gemlik Müftülüğünde görevler aldı. Abdullah Fehmi Bey iki oğlu Behzad ve Asım’ı  verem hastalığından kaybetti[32]. Ailenin üçüncü oğlu olan 16 Mayıs 1883’te Umurbey köyünde dünyaya geldi[33]. Nüfus tezkiresine Mahmud Celaleddin olarak geçti. Mahmud ön ismi nadir kullanıldı. Kısaca Celal olarak hitap edildi[34].

İlk eğitimini babasından aldı. 12 yaşında rüştiyeyi tamamladı. Babası, Mahmut Celal Bey’in daha  iyi yetişmesi, bilgisi ve görgüsüNÜ artması için kısa aralıklarla Gemlik Mahkemesinde ve Reji idaresinde çalışmasına izin verdi. Artık Mahmut Celal Bey’e Gemlik küçük geliyordu.  Bursa’ya gitti.  Celal Bey, babasına daha fazla ekonomik yük olmamak için  Ziraat Bankasına açtığı memurluk sınavına girdi. Kısa bir süre sonra Ziraat Bankasının Bursa şubesinde veznedar olarak çalışmaya başladı[35].

Bursa, Mahmut Celal Bey için adeta kendisini hayata hazırladığı bir okula dönüştü. Daha evvel babasından Arapça ve Farsça eğitimi almaya başlamıştı. Bu dillerin yanında Fransızca öğrenmek için akşamları Collage Français L’Assomption okulunda dersler almaya başladı. Kısa sürede Fransız basını takip edecek seviyeye geldi. Bu arada Harir Dar’üt Talim’i dışarıdan derslerine devam ederek bu okulu tamamladı. Bu arada Mahmut Celal Bey, 1903’te İnegöllü Rıfat bey’in kızı Reşide Hanım’la evlendi[36]. Bir ömür boyu huzur içerisinde saygı ve sevgi dolu bir evlilikleri oldu. Celal Bey’in yoğun ve başarılı hayatında Reşide Hanım çok özel bir yeri ve  büyük katkısı vardı.

Mahmut Celal Bey, bankacılığı sevmiş ve bu sahada da oldukça başarılıydı. Ziraat Bankasında ciddiyeti ve çalışkanlığıyla kendisini sevdirmişti. Mesleki kariyerini yükseltmek ve kendisini daha da geliştirmek amacıyla 1905’te Bursa’da şube açan Deutsche Orient Bank’a sınav kazanarak geçti. Almanların çalışma disiplini ve kurumsal yapıları hakkında bilgi sahibi oldu. 1907 yılında bankada terfi ederek banka adına imza atma yetkisine sahip üst düzey bir göreve getirildi.

Mahmut Celal Bey, erken yaşlardan karşılaştığı dayısı Mustafa Şevket Bey’in fikirlerinden etkilenmeye başlamıştı. Mustafa Şevket Bey, istibdat karşıtı, Ali Suavi’nin arkadaşı ve Sultan Abdülhamit muhalifiydi. Böylece Celal Bey, ülke meseleleri ve meşrutiyet hakkında bilgi ve fikir sahibi oldu. Bursa’da Deutsche Orient Bank’ta çalışmaya başladıktan sonra siyasi gelişmeleri daha yakından takip etmeye başladı. Kapitülasyonlar nedeniyle bankaya Avrupa’da basılan her türlü yayın rahatlıkla geliyordu. Bu arada batı düşüncesi ve siyasal sistemleri hakkında da okumalar yapıyordu. Bu durum doğal olarak Celal Bey’in  İttihat ve Terakki Cemiyetine büyük sevgi ve sempati beslemesine sebep oldu[37].

Mahmut Celal Bey, 1907’de İttihat ve Terakki Cemiyetinin Bursa şubesine üye oldu. Celal Bey, bu yola girerken ölümü göze alarak yemin etmişti. Cemiyet içerisinde aktif bir şekilde faaliyetlere katılıyordu. Bir yıl içinde Celal Bey, şubenin Katib-i Mesulu yani sorumlusu oldu. II. Meşrutiyetin ilanıyla teşkilatlanma daha da genişletildi. İstanbul önemli gelişmelere tanıklık ediyordu. Bursa Katib-i Mesulü olarak Celal Bey’de bu gelişmelere duyarsız kalmıyordu. İstanbul’da  31 Mart Olayı patlak verdiğinde Celal Bey, bu isyanı bastırmak için Bursa’da bir  gönüllü bölüğü kurarak harekete geçirdi[38]. Balkan Savaşları başladığında bu savaşa katılmak için bizzat Çatalca’ya giderek gönüllü olarak savaşmak istedi. Celal Bey, İttihat ve Terakki içerisinde gelecek vaad eden genç bir bürokrat olarak dikkat çekiyordu.

Talat Paşa, Mahmut Celal Bey’i İstanbul’a davet ederek İttihat ve Terakki  Cemiyetinin İzmir Şubesine Başkan olarak yani Katib-i Mesul görevlendirdi. Celal Bey’in sorumluluk alanı İzmir’le birlikte Batı Ege Bölgesinin tamamını kapsıyordu. O bölgede Cemiyetin en yetkili konumuna getirilmişti. Osmanlının bu zorlu döneminde bu önemli sorumluluğu üstlenen Mahmut Celal Bey, halkla birlikte halkın arasındaydı. Öncelikle milli kimliğin ve kültürün farkına varılarak halkın aidiyet duygusunu geliştirici kültürel faaliyetler gerçekleştirdi. Örneğin İzmir’de Milli Kütüphaneyi açarak aydınları davet edip ülkenin geleceğine yönelik halkı bilgilendirme ve bilinçlendirme amaçlı konferanslar verdirdi[39]. Özellikle şehirde yaşayan müslüman ahalisinin ekonomisini geliştirecek çeşitli girişimlerde bulundu. Yöredeki demiryollarıyla yakından ilgilenerek  bu konuda bir teknik okulun açılışını gerçekleştirdi[40].

I. Dünya Savaşı sona ermişti. İttihat ve Terakki kendisini feshetti. Lider kadrosu yurt dışına çıktılar. Mahmut Celal Bey, ülkenin  kendisine en fazla ihtiyaç duyduğu böyle bir zamanda görevine devam etti. 1919’da Dr. Nazım Bey’le birlikte Halka Doğru Cemiyeti’ni kurdu.  Bu cemiyet kendi adına bir mecmua yayınlamaya başladı[41]. Bu dergide Turgut Alp imzasıyla toplumun son siyasal olaylar karşısında bilgilendirme ve uyaran yazılar yayınladı. Cemiyet Milli Kütüphanede düzenlediği konferanslarla halkı uyarmaya devam etti[42]. Yunan işgalinin gelmekte olduğunu fark eden Mahmut Celal Bey, halkı silahlı direnişe çağırmaya başladı.

Celal Bey’in işgallere karşı tutumu ve halkı direnişe davet etmesi dikkat çekerek şikayetlere sebep oldu. Neticede İstanbul Hükümeti Celal Bey hakkında tutuklama kararı çıkardı. İzmir’de özgür bir şekilde çalışmasına imkan kalmadığını fark eden Mahmut Celal Bey, bir subay kıyafeti giyerek İzmir’den ayrıldı. Celal Bey, Ödemiş’ten başlayarak Akhisar’a doğru Ege Bölgesinde ulusal direniş için çalışmalar başlattı. Efeler arasında rahatlıkla iletişim kurmak ve direnişi daha kolay örgütleyebilmek için kimlik değiştirdi. Galip Hoca takma ismini alarak başına sarık, üzerine cübbe ve elinde tespihle gezmeye başladı[43]. İşgallere karşı tepki gösteren direniş örgütleri kurulmaya başladı. Celal Bey’in bu dönemini üçe ayırmak gerekir. Evvela köyleri ve efeleri dolaşarak halkı ulusal mücadeleye yönlendirdi. İkinci olarak, Aydın ve Ödemiş’te silahlı mücadeleye katıldı. Son olarak Balıkesir Cephesinde komutan olarak yer aldı[44]. Balıkesir Kongresine katılarak askeri görevler aldı[45]. Kısacası Celal Bey’in İzmir’den ayrıldıktan sonra yaklaşık dokuz ay devam eden Kuvayi Milliye dönemi oldukça hareketli, sıcak çatışmanın yaşandığı ve yoğun bir dönem olarak geçti. Celal Bey’in bu faaliyetleri hakkında Mustafa Kemal, “İzmir’den tebdil-i nam ve kıyafet ederek o havaliye gitmiş olan Celal Bey’in gayret ve fedakarlığı şayanı-ı tezkardır” dedi[46].

Milli Mücadeledeki bu gayretleri neticesinde son Osmanlı Meclisi Mebusanda Saruhan Milletvekili olarak yer aldı. 12 Ocak 1920’de toplanan bu Mecliste Felah-ı Vatan Grubuna katıldı[47]. Misak-ı Milli’yi hazırlayan komisyon içerisinde yer aldı. Celal Bey’in bu faaliyetleri rahatsızlığa sebep oldu. Meclis 16 Mart 1920’de işgal kuvvetleri tarafından basılarak dağıtıldı. Hakkında tutuklama kararı olan Celal Bey, tutuklanmaktan son anda kurtuldu. Aynı zamanda ağır bir tropikal sıtma hastalığı geçirmesine  rağmen yürüyerek, öküz arabasına binerek on bir günde Adapazarı üzerinden gizlice Bursa’ya geldi. Bir gün dünelenemden Mustafa Kemal’den gelen telgrafla Celal Bey, Bursa’da Milli Mücadele yönünde çalışmalarına başladı.

Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla birlikte Mahmut Celal Bey, Mustafa Kemal’in davetiyle yeni meclise katıldı. Meclisin aktif milletvekillerinden oldu. Öncelikle İstanbul’dan gelecek mebusların TBMM’de yer almalarına imkan sağlayan bir önerge hazırladı[48]. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinin birinci yılında Mecliste etkili bir konuşmayla protesto etti[49]. Mecliste uzmanlık alanına bağlı olarak İktisat Komisyonunda çalışmaya başladı. Önce vekaleten yürüttüğü İktisat Bakanlığına 1921’de asaleten getirildi. Celal Bey bu görevini Milli Mücadelenin zaferle neticelenmesine kadar sürdürdü[50]. Bu arada Lozan görüşmelerine de katılan Celal Bey, Osmanlıdan kalan borçların nasıl ödeneceği üzerine önemli teknik destek verdi[51]

Ankara’da yeni bir devlet kuruldu. Bu devletin meşgul olması gereken pek çok sorunlar vardı. Şüphesiz bu sorunların başında da ekonomi geliyordu. Bu süre içerisinde Mahmut Celal Bey, önce Mübadele İmar ve İskan Bakanlığı  ve ardından yeni milli bir banka kurma çalışmalarında yer aldı. Mahmut Celal Bey, İş Bankasını kurarak dokuz yıl yöneticiliğini yaptı[52].  Bu bankayla Celal Bey, Türklerinde bankacılıkta nasıl başarılı olabileceğini gösterdiği gibi genç cumhuriyetin ekonomik kalkınmasında öncü bir rol oynadı.

Dünyada yaşanan 1929 ekonomik krizi mutlak surette Türkiye’yi etkiliyordu.  Böyle zorlu bir süreçte ekonomi yönetimi daha fazla öne çıktı. Fakat Türkiye gerekli tedbirleri sağlıklı şekilde alamadığın krizin etkisi beklenenden çok daha fazla oldu. İş Bankası’nda  son derece istikrarlı ve başarılı bir performans ortaya koyan Celal Bey’den zorlu bu dönemde görevi üstlenmesi talep edildi. Böylece 9 Eylül 1932’de tekrar İktisat Bakanlığına getirildi[53]. Bu esnada soyadı kanunu çıktığında Mustafa Kemal Atatürk bizzat “Bayar” soy ismini verdi. İkinci dönem iktisat Bakanlığı beş yıl sürdü. Yeni kurulmuş bir devletin en önemli hayat damarlarından birisi olan ekonomiyi canlandırmak ve ülkeyi inşa etmek için kurumsal yapılanmaya büyük önem verildi[54].

25 Eylül’de Başbakan İnönü’nün görevden ayrılması üzerine Celal Bayar, Başbakanlık görevine getirildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de vefatıyla Başbakan Bayar, rejimde herhangi bir ihtilaf ve sorun yaşanmasına izin vermeden süreci son derece başarıyla yönetti. Meclis toplanarak İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı seçti.  Başbakan Bayar yeni Cumhurbaşkanına istifasını sundu. Fakat İnönü’nün ısrarıyla bir süre daha başbakanlık görevine devam etti. Neticede Cumhurbaşkanı İnönü, Başbakan Bayar’ın ayrılma talebini uygun görerek istifasını kabul etti. Başbakan Bayar, 25 Ocak 1939’da bu görevinden ayrıldı. Çünkü Bayar ile İnönü arasında ne başta ekonomi olmak üzere yönetim anlayışında farklılıklar vardı[55]. Bayar önce İktisat Bakanlığı ardından başbakanlıkta ülkeye pek çok eserler kazandırarak önemli hizmetlerde bulundu.

Celal Bayar, milletvekili olarak yasama faaliyetlerine katkı sağlarken siyasetin vitrininden uzak durdu. Anılarını kaleme almaya başladı.  II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa zorlu günler yaşadığı gibi Türkiye’de oldukça sıkıntılı bir süreçten geçti. Hükümetin yanlış uygulamalarına karşı pasif bir muhalefet yapan Bayar, bu zorlu süreçte birlik beraberliğe büyük önem verdiğinden bir siyasi kriz çıkarmak istemedi. Bayar, Varlık Vergisi gibi Hükümetin pek çok uygulamalarına muhalif bir tutum içerisindeydi[56].

II. Dünya savaşının sona ermesiyle birlikte dünyada yaşanan değişim ve dönüşüm dalgası Türkiye’yi de etkiledi. Tek parti döneminin katı uygulamalarında ayrılma işaretleri verilmeye başlandı. Celal Bayar, dönemin ruhunu çok iyi okuyarak 1945 yılından itibaren mecliste başlayan muhalefet hareketine liderlik etti. 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Grubuna üç arkadaşıyla birlikte “Dörtlü Takrir” verdi. Bu önergeyle  ülkenin sosyal, siyasi ve toplumsal hayatında kişisel hak ve hürriyetlerin genişletilmesini talep ettiler. Fakat bu takrir CHP Meclis grubunda  reddedildi, bu takrire imza atanlar çeşitli gerekçelerle partiden ihraç edildiler[57]. Bu duruma tepki gösteren Celal Bayar, önce milletvekilliğinden en sonunda da CHP’den istifa etti. Yeni bir parti kurmak için hazırlıklara başladılar.

Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan’la birlikte 7 Ocak 1946’de Demokrat Partiyi kurdu. Tecrübeli bir devlet adamı olarak Celal Bayar, çok partili hayata geçişte büyük bir siyasi risk alarak meydana çıktı. Demokrasinin geliştirilmesi için Bayar, CHP’ye karşı sert bir muhalefet başlattı. Bayar’ın verdiği siyasi mücadelenin hızla güç kazanması üzerine CHP, 1946’da  erken seçim kararı aldı.  Muhalefetin yeterince güçlenmesine izin vermeden baskın bir seçimle iktidarı elinde tutmaya çalıştı. Seçimler yapıldı fakat CHP, seçimleri hile yaparak kazandı. CHP’nin izlediği bu politikalar, DP’de büyük bir öfke patlamasına dönüştü. Tecrübesiyle Bayar, bir yandan CHP iktidarına karşı partisini müdafaa ederken diğer taraftan parti içi sorunları çözmeye çalıştı.  Bu süreçte DP Meclis Grubu önemli sayıda milletvekili kaybetmesine rağmen DP lideri Celal Bayar daha da güçlenerek çıktı. CHP iktidarı muhalefete karşı daha makul bir yaklaşım içerisine girdi. Başta seçim kanunu olmak pek çok önemli adım attı. 

DP lideri Celal Bayar, 14 Mayıs 1950 Genel seçimlerine büyük bir hazırlıkla umutla girdi. Halk Bayar’ın bu çaba ve gayretlerini çok iyi değerlendirerek büyük destek verdi. Böylece Bayar liderliğinde ki DP, seçimleri açık ara farkla kazanarak iktidara geldi.  TBMM, 22 Mayıs 1950’de Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanı seçerek Çankaya Köşküne çıkardı. Cumhurbaşkanı Bayar, DP liderliğinden ayrılarak başbakanlık görevini Adnan Menderes’e verdi.  Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes’le  uyum içinde çalıştı. Tecrübesi, birikimi ve sahip olduğu liderlik yetenekleriyle iktidara önemli katkılar sağladı.

27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Çankaya Köşkünde tutuklanarak önce Harp Okuluna ardından vatana ihanetten yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderildi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı yargılayabilmek için yasalar değiştirildi kanunlara zorlama ilaveler yapıldı. Mahkemede Celal Bayar, liderliğini göstererek bütün arkadaşlarına sahip çıktı. Mahkemenin yaptırdığı tahkikatta hiçbir mali yolsuzluğa ve suistimala rastlanamadı. Tamamen siyasi saiklerle yürütülen bu yargılamalarda Bayar’a idam cezası verildi. Fakat bu karar son anda  Milli Birlik Komitesi tarafından ömür boyu hapse çevrildi.

7 Kasım 1964 yılına kadar Kayseri’de tutuklu kalan Celal Bayar, sağlık sebebiyle serbest bırakıldı. Aktif siyasete katılmayan Celal Bayar, köşesine çekilerek bir bilge kişi olarak gençlere yol gösterdi. Demokrat Partili arkadaşlarının siyasi haklarının geri verilmesi için mücadele etti. 1961 Anayasasına göre eski cumhurbaşkanları Senatonun doğal üyesi oluyorlardı.  Celal Bayar’da doğal üye olarak senatoya davet edildi. Bu daveti reddeden Bayar, Anayasanın bu hükmünü de tanımadığını ilan etti. Üç devre tanıklık eden ve asırlık bir ömür süren Celal Bayar,  22 Ağustos 1986’da İstanbul’da vefat etti. Naaşı devlet töreniyle  Bursa/Umurbey’de  toprağa verildi.

Okumaya ve yazmaya oldukça meraklı olan Celal Bayar, pek çok yazılı eser bıraktı. Bu eserleri,  Ben de Yazdım (8 cilt), Atatürk’ten Hatıralar, Atatürk Metodolojisi ve Günümüz, Başvekilim Adnan Menderes ve Kayseri Cezaevi Günlüğü’dür. Bu arada Celal Bayar’ın siyasi demeç ve nutuklarının bir kısmı  Özel Şahingiray tarafından toplanarak kitaplaştırıldı.

Doç Dr. Şerif Demir

Celal Bayar’ın Tutuklanması

27 Mayıs Hareket planının temeli ve darbenin başarıya ulaşması için Ankara’nın tamamen kontrol altına alınması öngörülüyordu.  Bu amaç önünde en önemli engel olarak Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü duruyordu. Köşk’ü korumak üzere etrafında uçaksavar taretleri ve yüksek ateş gücüne sahip tanklar vardı. Ankara’ya dönük bu taretler oldukça etkili silahlardı. Köşk, Ankara Garnizonun en güçlü birliği olan Muhafız alayı tarafından korunuyordu. Bu askerler seçme ve özel eğitimliydi. Ellerinde son derece gelişmiş  silahlar vardı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes, bu birliğin komutanının seçimine büyük özen gösteriyorlardı. Darbeci askerlerde bu alayın kontrolünü ele geçirmek istiyorlardı. Neticede darbecilerle birlikte hareket eden Kur. Alb. Osman Köksal 1959’da Muhafız Alayı Komutanlığına getirildi[58]. Muhafız Alay Komutanı Alb. Köksal, hiçbir örgütsel çalışma yapmamış kendisini sonuna kadar gizlemeyi tercih etti. Köksal’ın darbe esnasındaki amacı, alayını pasifize ederek olası çatışmayı engellemekti. 

Darbeci askerler öncelikle Cumhurbaşkanı Bayar’a bir ültimatom verip tedirgin etmek, ardından arkadaşları Osman Köksal vasıtasıyla Köşkten çıkararak Harp Okuluna götürüp tutuklamayı planlamışlardı[59]. Önemli olan çatışmaya girmeden Bayar’ı tutuklayarak Köşkü kontrol altına almaktı.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 26 Mayıs akşamı herhangi bir sıradışı bir olay ve bilgiyle karşılaşmadan normal hayatına devam etti. Gece yarısı saat 03.30’a doğru Celal Bey’i eşi Reşide Hanım uyandırdı. Şehirde bazı sıradışı gelişmelerin olduğuna yönelik haberlerin geldiğini söyledi. Üzerini giyinen Celal Bey, yazı masasının gözünde bulunan özel tabancasını ceketinin dış cebine koyarak hazırlandı. Salona inen Celal Bey, yaverlerinden askerin alarma geçirildiğini ve şehirde iktidara yönelik bir askeri hareketlilik olduğunu öğrendi. Bu arada Köşkün etrafında ki askeri hareketlilik de dikkat çekmeye başlamıştı.

Gece yarısı saat 03.00’de İhtilal Karargahından Sezai Okan, Alb. Köksal’ı arayarak askerin harekete geçtiğini ve Celal Bayar’a teslim olması için ültimatom verdiklerini söyledi.  Köşk Muhafız Alay Komutanı Alb. Osman Köksal Bayar’a, “İhtilal karargahından bir ültimatom aldım. Türk Silahlı Kuvvetleri idareyi ele aldığını 45 dakika içinde sizin istifanızı, benim de teslim olmamı istiyorlar. Eğer bu işler 45 dakika içinde olmazsa, köşkü ateşe tutacaklarını bildiriyorlar. Ankara düşmüş, yapılacak bir şey yok” dedi[60]. Alb. Köksal, Bayar’a teslim olmasını veya güvenli bir yere kaçmasını tavsiye ediyordu. Eğer Bayar, kaçmayı tercih etseydi Köksal, Bayar’ı Harp Okuluna götürüp teslim edecekti[61]. Fakat Cumhurbaşkanı Bayar’ın teslim olmak, kaçmak  ve istifa etmek gibi bir niyeti kesinlikle yoktu. Köksal’a dönen Bayar, direneceğini göstererek Köksal’a “Vazifeni yap” emrini verdi. Böyle bir direniş ve emir beklemeyen Alb. Köksal, büyük bir tedirginlik yaşamaya başladı.  Celal Bayar’ın bu tavrı askerlerin planlarını tamamen bozdu. Köşkteki bu gelişmeler Merkez Karargahı da çok rahatsız etti. Gn. Cemal Madanoğlu, ilave tedbirler alınmasını istedi[62].

Çankaya Köşkü’ne olası bir askeri harekat için hazırlıklara başlandı. Gerekirse Köşk Muhafız Alayıyla savaşa girilecek şekilde tedarik yapıldı. Köşkü etrafı tanklar ve askerlerle çevrildi[63]. Bu arada köşkün etrafındaki taretler etkisiz hale getirildiler. Köşkün karşısına askerler getirilip  yerleştirildiler. Darbeciler plansız ve birbirinden habersiz şekilde Köşke yürüdüler. Öncelikle Gn. Burhanettin Uluç bir kaç öğrenciyle Köşkün kapısına dayandı. Darbe yapılanmasında olmayan Uluç Paşa, Alb. Köksal’ın darbecilerle birlikte olduğundan da habersizdi. Alb. Emin Aytekin bir bölük askerle Köşke gelmişti. Aytekin’de Köksal’dan habersizdi. Bir bölük asker alan Alb. Sami Küçük’de Köşke gelmişti. Sadece Alb. Küçük Alb. Köksal’dan haberdardı. Askerler arasında Köşkün kapısında bir arbede bir çatışma ihtimali ortaya çıktı. Hatta bir atsubay Alb. Köksal’ın silahını alarak tutuklanmasını istedi. Alb. Küçük’ün araya girmesiyle Alb. Köksal’ın darbecilerle birlikte olduğu anlaşıldı. Alb. Köksal Muhafız Alayına kesinlikle ateş edilmeyecek emrini verdi. Jandarma Birlikleri de Köksal’ın bu emrine uyunca Köşkün kapısı darbecilere tamamen açılmış oldu[64].  Köşkün giriş kapısından bir tank girerek merdivenlere kadar geldi. Köşkü hedef alan bu tank, namlusunu Köşkün kapısına çevirmişti.

General Burhanettin Uluç ve beraberindekiler Alb. Köksal’ın yardımıyla Köşke girdileri. Bu arada arkasındaki askerlere dönen Gn. Uluç, “on beş dakikaya dışarı çıkmazsak Köşkü yerle bir yer edin” emrini verdi. Köşk etrafındaki askeri muhasaraya komuta eden Alb. Aytekin, müzakere ve tutuklama için beş dakikanın yeterli olduğunu söyledi[65].

Kısa bir durum analizi yapan Cumhurbaşkanı bayar, Köşkü savunacak askerlerinde darbecilerin yanında olduğunu fark etti. bu şartlarda çatışmaya girmenin olanaksız olduğunu anladı. Eli cebindeki silahında olan Bayar, darbecileri beklemeye başladı. Gn. Uluç, Köşkün salonunda Cumhurbaşkanı Bayar’a yaklaşarak, memleketin idaresine el koyduklarını, hayatının muhafaza altında olduğunu ve kendisini götürmeye geldiklerini söyledi. Bayar Generale, “Sizin beni tevkif edip götürmeye hakkınız yok. Ben buraya milletin iradesiyle geldim, milletin iradesiyle giderim. Siz hangi sıfatla beni götürmek istiyorsunuz” dedi. Bayar’ın direnmesi üzerine Gn. Uluç, yanındaki askerlere Bayar’ın koluna girmesini istedi. Bayar, cebindeki silahını çıkararak sol şakağına dayadı. Askerlerin koluna girmesine izin vermeyen Bayar ani bir hareketle cebinden çıkardığı tabancayı şakaklarına dayadı ve silahın tetiğine bastı. Silahın tutukluk yapmasıyla birlikte askerler üzerine çullandılar[66]. Bayar’ın elindeki silah yere düştü. İki koluna giren askerlere Bayar’ın gösterdiği sert tepki üzerine Bayar’ı serbest bıraktılar. Cumhurbaşkanı Bayar’a karşı kaba ve hakaret içerikli bir söz ve fiil sergilenmedi. Bayar’ın iki yanında askerler olduğu halde Bayar Köşkten çıktı.

 Köşkte kalanlar olası bir bombalama ihtimaline sığınaklara inmeye başladılar. 1958 Irak ihtilalinden beri tehdit mektupları ailenin sinirleri bozuktu. Büyük bir tedirginlik vardı. Adnan Menderes’ten  haber alamayan Berrin Menderes ve oğlu Aydın’da Çankaya Köşküne gelmişti. Berrin Hanım’ı teselli etmek ve aileyi ayakta tutma görevi Reşide Bayar’a düştü. Son derece vakur ve güçlü bir kadın olan Reşide Bayar, aileyi etrafında toplayarak, “askerler dürüst insanlardır, haklıyı haksızı ayırırlar. Halkçıların gelmediğine şükredelim, mütevekkil olalım” dedi[67].

Gn. Uluç ile Alb. Küçük, Bayar’ı tanka bindirmek istediler. Bu durumu kabul etmeyen Bayar, tanka binmeyeceğini söyledi. Bu itiraz üzerine Muhafız Alay Komutanın arabasına bindirilen Bayar’a Albay Küçük, “Alıştığınız rahat arabalarla sizi götüremiyoruz. Ancak gideceğimiz yer yakın” dedi[68]. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Ankara Harp Okuluna götürülerek tek kişilik bir odaya alındı.

27 Mayıs askeri darbesini idare eden General Cemal Madanoğlu, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kendi rızasıyla görevinden istifa etmesini istedi. Bu amaçla Bayar’a Gn. Sunay’ın başkanlığında üst düzey komutanlardan oluşan bir heyet gönderildi. İstifa etmesi taleplerini reddeden Bayar, istifayı “korkaklık ve şerefsizlik” olarak niteliyor hiç bir şekilde istifa etmeyeceğini bildiriyordu[69]. Halkın iradesiyle geldiği bir makamdan ancak halkın kararıyla ayrılabileceğini ortaya koydu.

Doç Dr. Şerif Demir

Celal Bayar’ın Tahliyesi

Yassıada Mahkemelerindeki yargılamalar 15 Eylül 1961’de kararların açıklanmasıyla tamamlandı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Anayasayı İhlal Davasından idam cezasına çarptırıldı. Milli Birlik Komitesi, Celal Bayar’a verilen idam cezasını  ömür boyu hapse dönüştürdü. Yassıada Mahkemesinde kararların açıklanmasıyla  birlikte idam cezası verilenler ve ömür boyu hapis cezası alan 43 kişi İmralı Cezaevine gönderildiler[70]. Celal Bayar’da bu kafile içerisinde yer aldı. Diğer tutuklular Kayseri Cezaevine sevk edildiler.

Kayseri Cezaevi 1950 yılında inşa edilmiş oldukça modern ve büyük bir yerleşim alanıydı. 600 kişilik kapasiteye sahip olan bu cezaevi etrafı tel örgülerlle çevrilmiş sıkı güvenlik tedbirleri altına alınmıştı. 23 Eylül’de Celal Bayar’ın da yer aldığı İmralı Cezaevinde kalan 43 kişilik son kafile, Kayseri Cezaevine getirildi[71]. İnfaz kanununa göre müebbet hapis cezası alanların sekiz ay tek kişilik hücrede kalması gerekiyordu[72]. Bu sebeple Bayar, Kayseri’de tek kişilik bir hücreye yerleştirildi. Bayar’ın odası, 2X3 yani 6 m genişliğinde, küçük bir pencere ve köşede hela ile lavabodan oluşuyordu[73]. Sağlık sorunlarıyla nedeniyle cezaevinin revirine yatırılan Bayar’ı tetkik edecek Hapishane doktoru olmadığından tedavisiyle cezaevi arkadaşları ilgileniyordu[74].

İlerlemiş yaşa bağlı olarak Celal Bayar’ın çeşitli hastalıkları vardı. Özellikle bağırsaklarındaki kanama ve tansiyonunun yüksek olması hayatı fonksiyonlarını tehdit ediyordu. Bu hastalıkların hapishane koşullarında tedavisi pek mümkün değildi. 3 Şubat 1962’de iki doktor Bayar’ı muayene ederek hastaneye sevk edilmesine karar verdiler. 10 Şubat’ta Bayar’ın kanaması gerçekleşince gece acil bir şekilde hastaneye kaldırdılar. Kayseri Devlet Hastanesinde yatan Bayar’ın tedavisi için tam teşekküllü bir hastanede sevk edilmesine karar verildi. Böylece Bayar 14 Şubat 1962’de gece yarısı karayoluyla gelerek Ankara Tıp Fakültesi Hastanesinin İntaniye bölümüne yatırıldı[75]. Bayar’ın kimseyle görüşmesine izin verilmedi. Bayar, Tıp Fakültesinden sevk edilerek Ankara Hastanesi 361 numaralı odaya yatırıldı. Hastanede yapılan tıbbi tetkikler ve Heyet tarafından yapılan konsültasyon neticesinde Celal Bayar’ın sıhhi durumunun cezaevinde tedavisine uygun olduğuna rapor verildi[76]. Bu rapor üzerine 17 Şubat gece yarısı Bayar, Kayseri Cezaevine nakledildi[77]. Bayar’da Ankara’da kalmayı pek arzu etmemişti. Kendi isteğiyle Kayseri’ye döndü[78].

            Celal Bayar’ın af ve hastaneye sevki hakkında herhangi bir talebi olmadı. Fakat hapishane doktorları 18 Şubat’ta Celal Bayar’ın “hapishane şartları içinde bende hayati tehlike gördüklerini ve mesuliyet kabul etmeyeceklerini” ifade eden bir rapor verdiler. 5 Mart’ta Kayseri Devlet Hastanesi Başhekimi Bayar’ı ziyaret ederek Sağlık Bakanının selamını ileterek Ankara’da tedavi olmasını istediğini iletti. Bayar bu teklifleri kabul etmedi.

9 Mart’ta Kayseri Devlet Hastanesinden bir heyet gelerek Bayar’ı cezaevinde muayene ettiler. Bu arada heyete Ankara Üniversitesinden de çeşitli doktorlar katıldılar. Heyetin hazırladığı raporda, Bayar’ın hapishanede kalmasının hayatını tehdit ettiği, ileride tekrar tetkik edilmek üzere cezanın 6 ay ertelenmesine ve son olarak Bayar’ın mevut durumunda hayatı tehlikenin  olmadığı bildirilmişti[79]. 9 saat süren konsültasyon neticesinde yazılan bu raporu Adli Tıp’ta onayladı. Bayar’ın tedavisine evinde rahatlıkla yapabilmesi için cezası altı ay ertelendi[80]. Kamuoyunu rahatsız eden bir mağduriyet böylece sona ermiş oldu. Bayar, 22 Mart 1963 saat 08.25’te Hapishaneden çıktı[81]. Böylece 1029 gün süren hapis hayatı sona erdi[82].

            Celal Bayar’ın cezaevinden çıktıktan sonra Kayseri’de  bir gün kaldı. Ertesi gün erkenden Kayseri’den yola çıkan Bayar’ı  Ankara’ya gelişi yoğun ilgi ve sevgi gösterileriyle karşılandı. Gölbaşına 16.00’da gelen Bayar’ı karşılayanlar bir insan seline dönüştüler. Bayar, Kavaklıdere’deki evine 17.30’da güçlükle ulaştı. Bu arada Bayar’ın evinin üzerinden iki jet alçak uçuş yaparak kulakları sağır eden bir gürültüyle kalabalığa korku saldı. Oldukça yorucu bir yolculuk neticesinde istirahata çekilen Bayar’ın Ankara’daki ilk günkü programında önce Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ziyaret için Anıtkabir’e gidecek ardından eşi Reşide Hanım’ın kabrini ziyaret edecekti.  Askeri yetkililer Bayar’ı çok yakında izliyorlardı[83]. İlk günün sabahında İçişleri Bakanlığı, Bayar, bir yere gitmek istediğinde yetkili makamlara en az iki saat evvel programı hakkında bilgi vermesini istedi. Kısa sürede Bayar’a Anıtkabir Muhafız Alay Komutanlığının Anıtkabir’i ziyarete kapattığı bildirildi. Böylece Bayar’ın hürriyeti sınırlandırılarak hükümlü olduğu iyice hissettiriliyordu.

Celal Bayar’a muazzam bir ilgi ve sevgi dikkatlerden kaçmıyordu. Bu durum 27 Mayısçıları çok tedirgin ediyordu. Bu durum üzerine İçişleri Bakanlığı harekete geçti. Kayseri’de, Ankara yolunda ve Ankara’da izinsiz toplantı ve gösteri yapıldığı iddia edilerek katılanlar hakkında soruşturma açıldı[84]. Savcılık da harekete geçti. Memleketteki huzursuzluk ve karışıklık gerekçe gösterilerek tedavinin resmi bir hastanede sürdürülmesine karar verildi. Böylece Bayar, tekrar Ankara Numune Hastanesine yatırılmak için gece yarısı evinden alındı[85]. Böylece doktorlarının verdiği yeni raporla Bayar hakkında verilen infazın altı ay tehiri kararı kaldırıldı[86]. Bayar, 6 ay Ankara Hastanesinde gözetim altına alındı. Bayar’ı görmek isteyenlere izin verilmiyor,  ailesi de belirli şartlarda görüşebiliyordu. Bayar’ın etrafında belirgin bir siyasi baskı vardı[87].

Sağlık durumu tekrar değerlendirilen Bayar, 5 Ekim’de hastaneden taburcu edildi. Askerler kendisine ve ailesine hiçbir bilgi verilmeden alelacele havaalanına götürdüler. Bayar, hasta ve yaşlı haliyle nakliye uçağından bozma, insanı oldukça fazla sarsan, her tarafından rüzgar alan bu uçakta üşüyerek nakledilmesine fazla bir mana veremedi. Bünyesi böyle yorucu bir yolculuğa pek uygun değildi. Bayar, Kayseri Cezavinin revirine yatırıldı. Bayar’a gösterilen bu kaba tavır Ankara’da çeşitli hastanelerde yatan diğer DP’lilere de uygulandı. Bu duruma tepki gösteren Bayar, “Eğer hastaneye gelenler istila kuvveti olsalardı beynelmilel insani teamüle göre böyle baskın yapmazlardı” dedi [88]. Bayar,  iki gün sonra tekrar Kayseri Devlet Hastanesine sevk edilmek istendiğinde kabul etmedi. Hapishanede kalmayı tercih etti.

            Celal Bayar, 6 Kasım 1964’de angor nöbeti geçirdi. Kalp kriziyle birlikte tansiyomu 23’e yükseldi. Cezaevi doktoru Bayar’ı Kayseri Devlet Hastanesine nakline karar verildi. Celal Bayar ve kızı Nilüfer Gürsoy bu nakli reddettiler. Araya Adalet Bakanlığı ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı girdi.  Kayseri Devlet Hastanesi Sağlık Kurulu, Celal Bayar’ın yakalandığı hastalığın cezaevinde kalması halinde hayati için tehlikeye sebep olacağı raporu üzerine Kayseri Cumhuriyet Savcılığı ceza infazı altı ay süreyle  geçici olarak ertelenmesine karar verdi. Böylece Bayar, 7 Kasım 21.30’da Cezaevinden tahliye olarak İstanbul’a doğru yola çıktı[89]. Bayar, 8 Kasım sabah 08.40’da Çiftehavuzlar’daki ikamet adresine geldi[90]. Bayar’ın cezası üç kez altışar ay süreyle ertelenmeye devam etti. 12 Mayıs’ta alınan yeni bir raporla Bayar’ın cezaevine girmesine mani olundu. Bu rapor üzerinden Adli Tıp Meclisi, anayasanın Cumhurbaşkanına tanıdığı af kapsamına alınması için talepte bulundu[91].

            Celal Bayar, 8 Temmuz 1966’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Anayasanın 97. maddesine istinaden cezasını affetti. Bayar’ın şahsına yönelik bir af talebi yoktu. Cumhurbaşkanı Sunay, Bayar’ı Hükümetin talebi doğrultusunda kanuni yetkilerini kullanarak affı gerçekleştirdi[92]. Bayar’ın tahliyesi üzerinden fazla bir zaman geçmeden 8 Ağustos 1966’da 730 sayılı af kanunun 5. Maddesiyle Yassıada Hükümlülerinin tamamı, ömür boyu hapis cezasına çarptırılanlar da dahil hepsinin cezaları affedildi[93]. Böylece eski DP’lilerin tamamı özgürlüğüne kavuşmuş oldu.

            Doç Dr. Şerif Demir

Adnan Menderes’in Tutuklanması

25 Mayıs 1960’da Ankara’dan olaylı bir şekilde ayrılan Başbakan Menderes, halkın arasına karışmak, moral bulmak ve güven tazelemek istiyordu. Bu amaçla Eskişehir’den başlayarak bir dizi şehri kapsayan bir yurt gezisine çıktı.

Adnan Menderes’in Ankara’dan havalanan uçağı  18.50’de Eskişehir’e indi. Askeri törenle karşılanan Menderes,  Vali ve üst düzey bürokratları selamladı.  Havaalanın çıkışına yakın bir yerde kalabalık üniformalı genç subayları gördü.  Menderes bu genç subaylara doğru yönelerek selam vereceği sırada, “geri dön” komutu verildi. Askerler Menderes’e sırtını dönerek “Dağ başını duman almış” marşını söyleyerek uzaklaştılar[94]. Hatta grup içerisinde yer alan bazı subaylar Başbakana karşı el işaretleri yaptılar[95]. Bu sessiz protesto karşısında şaşıran Menderes, ne yapacağını bilmeden mahcup bir şekilde havaalanından ayrıldı.

Başbakan Menderes, üstü açık bir arabayla şehir meydanına geçti. Yolda halk muazzam bir ilgi ve sevgi gösterisinde bulundu. Başbakan kalabalığın arasından zorla ilerleyerek konuşma yapmak için kürsüye çıktı. Fakat daha evvel ses sistemine sabotaj düzenlendiğinden Başbakan Menderes, konuşmasını bağırarak yapmak zorunda kaldı. Konuşmasında Başbakan, yumuşak bir üslupla uzlaşmacı ve kucaklayıcı bir dil kullandı. Seçimden söz etti ve Tahkikat Komisyonun görevini tamamladığını söyledi[96]

26 Mayıs’ta şehirde çeşitli temaslarda bulunan Başbakan Menderes, her yerde oldukça sıcak ve samimi bir karşılama gördü. Fakat Eskişehir Üs Komutanlığındaki ziyaret, son derece soğuk ve resmi bir atmosferde geçti. Üst düzey askerler herhangi bir saygısızlık yapmadılar fakat askeri görevin verdiği nezaketle hareket ettikleri anlaşılıyordu[97]. Akşama Şeker fabrikasının misafirhanesinde Eskişehir Ticaret ve Sanayi Odası  tarafından Başbakan onuruna büyük bir akşam yemeği verildi. Bu akşam yemeğine şehrin ileri gelenleri, DP teşkilatı ve askeri yetkililer davet edildiler. Başbakan yemekte oldukça neşeliydi. Bu esnada Meclis Başkanı Refik Koraltan’la telefonda görüşen Menderes’in morali bozuldu. Yemekte oldukça sert bir konuşma yaptı. Özellikle üniversite hocaları tenkit ederek “kara cüppeliler” dedi. Yemeğe zorunlu olarak iştirak eden askerlerin bir kısmı, bir sebep uydurarak yemekten erkenden ayrıldılar. Yemek 00.30’da sona erdi. Menderes ve diğer misafirler odalarına çekildiler[98].

Menderes’in onuruna verilen bu yemekle aynı zamanda İstanbul cuntasından havacı Yarbay Agasi Şen ve Yarbay Hulusi Kaymaklı Eskişehir’e geldiler. Daha evvel Eskişehir’de hiçbir cunta faaliyeti yürütülmemişti. Endişeliydiler. Yarbay Şen’in arkadaşı olan Hava Alb. Muhsin Batur’un evine gittiler. Bu ziyarete Eskişehir’de görev yapan üst düzey askerlerde davet edildiler. Darbe hakkında bilgi verildi ve Başbakan Menderes’in Eskişehir’de nasıl tutuklanacağına yönelik planlar anlatıldı[99]. Geceleyin herkes dağıldı. Eskişehir’de bu havacı askerler harekete geçmek için sadece bir işaret bekliyorlardı.

Sabaha karşı saat dördü geçerken Ankara’da Başbakanlık Özel Kalemde görevli nöbetçi bir memur Başbakanlık özel kalem müdürü Ercüment Yavuzalp’i telefonla arayarak Ankara’da silah sesleri duyulduğunu ve Başbakanlık binasının etrafının sarıldığını bildirdi. Özel kalem Müdürü Yavuzalp, Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı uyandırarak durumdan haberdar etti. Her iki kişi birlikte Başbakan Menderes’e giderek bilgi verdiler. Bu haberleri soğukkanlılıkla karşılayan Başbakan Menderes, siyasi ve askeri gelişmeler hakkında daha fazla bilgi almak  üzere İçişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Ankara Valisi gibi bazı üst düzey idarecileri telefonla aradı. Fakat sadece Sadece Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayangil’e ulaşarak Bursa hakkında bilgi alabildi. Başbakan Menderes, soğukkanlılığını kaybetmeden sabırla telefonda birilerine ulaşmak için çabalıyordu[100]. Misafirhaneden daha iyi koşulların olabileceği Eskişehir Vilayetine geçildi. Vali, Hava Üssü Komutanı ve Yurtiçi Savunma Komutanı da davet edildi. Hava Üssü Komutanı dışındakiler geldiler. Başbakan Menderes, çaresizce ve sabırla telefon etmeye çalışıyordu. Ankara’yla bağlantı kurulamadığından hareketin mahiyeti hakkında fazla da bir bilgi alınamıyordu. Darbe hakkında daha iyi malumat alabilmek ve daha güvenli olacağı düşünülen Eskişehir’de Yurtiçi Komutanlığına geçildi. Bu arada askeri darbeyi duyanlar Menderes’in yanından uzaklaşmaya başladılar. Menderes, Eskişehir’den hiç bir yerle iletişim kuramadı. Burasının güvenli olmayacağına karar verilerek Başbakan Menderes Maliye Bakanı Polatkan ve Emekli General Tahsin Yazıcı’yı yanına alarak Kütahya’ya doğru yola çıktı. Yurtiçi Komutanı Menderes’in güvenliğini sağlamak için askeri araçlar tahsis etti[101].

İstanbul Radyosu 4.36’da “Dikkat… Dikkat… ” kelimeleriyle başlayan radyo yayınında Silahlı Kuvvetlerin idareyi ele aldığını ilan etti[102]. Darbeci askerler bu işareti alır almaz Eskişehir hava üs komutanı General Bedii Kireçtepe şehirde idareyi ele aldı. Alb. Azaklı Menderes’in kaldığı misafirhaneyi kuşatarak Menderes’i tutuklamak için harekete geçti. Menderes’in misafirhanede olmadığını gören Alb. Azaklı, vilayete ardından Yurtiçi Bölge Komutanlığa geçti. Fakat Menderes’in bir grup askerle Eskişehir’den ayrıldığını öğrendi. Derhal Hava üssünden kaldırılan F-86 uçaklarıyla keşif uçuşlarına başlandı. Başbakanın Konya’ya gitmesinden endişe ediyordu. Fakat keşif uçakları Başbakan Menderes’in yer aldığı konvoyun Kütahya’ya varmak üzere olduğunu tespit etti[103].  Kütahya Hava Er Eğitim Tugayı komutanı Alb. Süleyman Demet’e Menderes’in Kütahya’da tutuklanması talimatı verildi. Bu arada Eskişehir’den Alb. Muhsin Batur, Başbakan Menderes’i teslim alarak Eskişehir’e getirmek üzere C-47 nakliye uçağıyla yola çıktı.

Başbakan Menderes’i Kütahya’da Vali Vekili Lütfi Özdemir ile Hava Er Eğitim Alay Komutanı Alb. Süleyman Demet nezaketle karşıladılar. Her iki yetkiliye daha evvel tutuklama emri bildirilmişti fakat tutuklama yolunda bir eğilim göstermediler. Hatta Vali Vekili, kendisine gelen tutuklama emrini bizzat Başbakan Menderes’e göstererek gereğini yapmadığını söyledi. Başbakan Menderes, Valilikten Ankara’yı ve çeşitli vilayetin valilerini aradı. Fakat telefon bağlantısını kesildiğinden bu girişimlerden bir netice elde edemedi[104]. Başbakanın telefon denemeleri devam ettikçe Albay Demet’in tedirginliği daha da arttı. Kendisine verilen emri uygulayıp/ uygulamamakta tereddüt gösteren Albay, mahcup bir edayla Başbakana Menderes’e Karargahta telefon imkanlarının daha fazla olduğunu belirterek ısrarla karargaha geçmeyi teklif etti. Artık Menderes’te durumun tamamen idrakine vararak Karargaha gitmekten başka bir çaresi olmadığını anladı. Böylece Başbakan Menderes ve Bakan Polatkan Tugay Komutanı Alb. Demet’in odasına götürüldüler. Bu arada binanın etrafı süngülü askerler tarafından sarıldı[105]. Kısa bir bekleyişten sonra Eskişehir’den gelen Alb. Muhsin Batur, Başbakan Menderes’i götürmekle görevli olduğunu ifade etti.

Başbakan Menderes, kendisini teslim alan Alb. Batur’a, “Beni tevkif mi ediyorsunuz” diye sordu. Albay, “sizi emniyet altına alarak Eskişehir’e dötüreceğim” dedi. Son derece şaşkın bir halde Menderes, Albaya dönerek suçunun ne olduğunu sordu? Alb. Batur, “Ben size suç izafe etmekle vazifeli değilim” yanıtını verdi. Artık Menderes’in telefonla konuşmasına da izin verilmedi, üst araması yapılarak uçağa götürüldü. Uçakta koltuk yoktu. Fakat Alb. Batur, Menderes ve arkadaşlarına karşı oldukça nazik davrandı. Uçak önce Eskişehir’e indi. Havaalanından yeni talimatları alan askerler, beş dakika içerisinde tekrar havalanarak Ankara Güvercinlik Havaalanına indiler.

Uçaktan evvela Menderes indi. Elinde ağır silahlarla Gn. Burhanettin Uluç, Menderes ve arkadaşlarını teslim aldı[106]. Gn. Uluç, Menderes’i kendi arabasına bindirdi. Menderes arka koltukta Burhanettin Uluç ile Fikret Kuytak’ın arasına oturdu. Ön tarafta bu nakilden sorumlu Yarbay Tarık Güryay vardı. Menderes, Bayar’da tutuklanıp tutuklanmadığını sordu. Olumlu cevap alması üzerine Menderes, sessizliğe gömüldü. Harp Okulunun kapısında toplanan öğrenciler Menderes’i linç etmek için hazırlık yapmışlardı. Durumdan haberdar olan Yarbay Güryay, Menderes’in içinde bulunan arabayı okula arka kapıdan sokarak olası bir taşkınlığı engellemiş oldu[107].

Başbakan Menderes’in tutuklanarak Ankara Harp Okuluna getirilerek geçen zaman içinde Gn. Uluç, dışında kibir ve oldukça kaba bir tavırla hareket eden kimse olmadı. Bütün subaylar ve askerler Menderes’e karşı nezaketle davrandılar, herhangi bir saygısızlık ve kaba davranışları olmadı.

Doç Dr. Şerif Demir

Adnan Menderes’in Uçak Kazası

Siyasette gerilimin oldukça yüksek olduğu iktidar ile muhalefet arasında büyük bir çatışma ve kavganın yaşandığı bir dönemde gerçekleşen bu kazanın siyasete ciddi etkileri oldu. Ülke siyasetinde gerilim düştü, pek çok acı olay ve hadise bir anda unutuldu. Siyasetteki tıkanma ve siyasi sorunların sorunların çözümünde yeni bir fırsat doğdu.

DP döneminde Kıbrıs önemli bir dış politika konusu olarak sürekli gündemde yer aldı. Bu meselenin çözülmesi için Türkiye-Yunanistan ve İngiltere arasında yürütülen diplomatik müzakereler neticesinde sorunun çözümünde belirgin bir ilerleme sağlandı. Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hangi koşullarda nasıl kurulacağı üzerine üçlü bir mutabakat sağlandı. Her üç ülke liderleri Londra’da bir araya gelerek bu mutabakatı resmiyete dökmek istediler.

Başbakan Menderes’in başkanlığında Türk heyeti, 17 Şubat 1959’da Londra’ya gitmek üzere “Sev” isimli uçakla Ankara Esenboğa havalimanından sabah 09.30’da yola çıktı. Uçak önce İtalya Roma’da yakıt ikmali yaptıktan sonra 13.02’de Fransa üzerinden Londra Heathrow havalimanına doğru hareket etti.  Fakat Heathrow havalimanı yetkilileri 15.50’de aşırı sis üzerine Sev Uçağını Gatwick havalimanına yönlendirdiler. Londra’nın güneyindeki Gatwick havaalanının olduğu bölgede de yoğun sis vardı. Fakat pilot ucağı bu havaalanına indirmek için bir kaç kez iniş denemesinde bulundu başarısız oldu. Bu esnada uçağın Paris’e dönmesi de düşünüldü fakat son anda bu fikirden vazgeçildi[108]. Gatwick Havalimanına inmek için çabalayan pilot, yolcularında paniklemesine sebep oldu. Uçağın sol arka tarafında pencere kenarında milletvekilleriyle birlikte oturan Menderes, “Ölüm korkusunun, ölümden daha beter bir duygu olduğunu o an hissettim. İki alemin ortasındaydım: Takdire sığınmaktan başka yapacak bir şey yoktu. İlk aklıma gelen sureyi okumaya başlayarak kendimi kadere teslim ettim” dedi. Pilot, sisten dolayı göremediği bir havaalanına doğru inişe geçerken büyük bir risk aldı[109]. Pilot havaalanını görmeden inişe geçti ve ormanlık bir alana çakıldı.

Uçak, Gatwick havalimanına yaklaşık Surrey bölgesinde Newdigate köyü yakınlarında ormanlık alana 17.00 sıralarında düştü. Başbakanın oturduğu kuyruk kısmı koptu, gövde bir süre sürüklendikten sonra yanmaya başladı. Kaza alanındaki uçak enkazını inceleyen İngiliz Sivil Havacılık Uzmanları, “ Enkaz buruşturulup atılmış bir kağıt parçası gibiydi” dediler [110].

Kaza sonrası uçağın içerisinde büyük bir panik ve korku vardı. Başbakan Menderes’in yüzünde sıyrıklar oluşmuş, ayağı uçağın tabanında bir yere sıkışmıştı. Uçak ters dönünce Menderes, baş aşağı asılı kaldı. Menderes’i o durumdan Milletvekili Rıfat Kadızade kurtardı[111]. Menderes’i bir koluna Rıfat Kadızade diğer koluna Şefik Fenmen girerek uçaktan dışarıya çıkardılar. Başbakan Menderes’in hafif yaralı olarak kurtulduğu bu kazada 24 kişiden 14 kişi hayatını kaybetti[112]. Teknik incelemeler neticesinde bu kazanın tamamen pilotaj hatasıyla gerçekleştiği anlaşıldı[113].

Enkaz alanına ilk köylüler ulaştı. Başbakan büyük bir şok yaşıyordu ve çok zor konuşuyordu. Düşen uçağın yanına gelen kişilere Başbakan Menderes, “Ben Türkiye’nin Başbakanıyım. İçeride başkaları da var. Lütfen onlara yardım edin” dedi. Menderes öncelikle kaza yerine çok yakın olan Bailey ailesinin evine götürüldü. Eski bir hemşire olan Bayan Bailey, ilk müdahaleyi yaptı[114]. Sonra  Başbakan Londra’da bir kliniğe yatırıldı. Hastanede başbakan Menderes’i ilk ziyaret edenler arasında İngiltere Başbakanı Harold Macmillan ile Yunanistan Başbakanı Constantine Karamanlis yer aldı. Kraliçe II. Elizabeth kazayla yakından ilgilenerek, Menderes’in sağlık durumunu takip etti ve geçmiş olsun dileklerini iletti[115].  Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Londra Antlaşması 19 Şubat 1959’da İngiliz ve Yunan Başbakanları Menderes’in tedavi gördükleri hastaneye gelerek birlikte imza attılar[116]

Uçak kazasının haberi siyasette büyük bir heyecana sebep oldu. Meclis Başkanı acil bilgi almak için girişimlerde bulundu. CHP Meclis Yönetimi, DP Meclis Grubunu ziyaret etti. Hayatını kaybedenlere başsağlığı dileğinde bulunuldu. Yaralı olan Başbakan Menderes için geçmiş olsun dileklerini ilettiler.

Başbakan Menderes taburcu olarak Londra’dan 25 Şubat 1959’da İstanbul’a döndü. İstanbul’da muazzam bir karşılama töreni gerçekleştirildi. Hiç bir resmi tören yapılmasın diye özellikle belirtilmesine rağmen halk büyük bir sevinç ve mutluluk yaşıyordu. Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur’a göre “Sanki bütün İstanbul, havalimanını işgal etmişti”[117]. Başbakan İstanbul’dan Ankara’ya trenle geldi. Ankara tren garında büyük bir hazırlık yapıldı. Şeref salonu oldukça kalabalıktı.  En başta Cumhurbaşkanı Bayar ve yanında da eski cumhurbaşkanı sıfatıyla İnönü vardı. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’te Menderes’i karşılamaya gelenler arasındaydı.

Başbakan Menderes’i taşıyan tren, gara yaklaştığında şeref salonundan evvela Cumhurbaşkanı Bayar  ardından İnönü çıktı. Başbakan Menderes, İnönü’nün de karşılamaya gelenler arasında olduğunu farkedince İnönü’ye doğru yürüdü. Her iki lider birbirlerine sarıldılar. O kadar içten ve samimi bir sarılma oldu ki bazı yazarla bu görüntüyü “Gerçekten baba oğul gibiydiler” dedi[118]. Karşılıklı sağlık ve sıhhat sorgusu yapıldı. İnönü geçmiş olsun dileklerini söyledi.

Başbakan Menderes’e evvela doktorlar dinlenmesi gerektiğini söylediler. Bedenen ve ruhen sıhhat bulabilmesi için siyasetten uzaklaşmasında fayda olduğunu bildirdiler. Ardından yakın arkadaşları da istirahat etmek için siyasetten bir süre uzaklaşmasının faydalı olacağını söylediler. Hatta İtalya’da istirahat edebileceği bir yerlere de bakıldı. Fakat Başbakan Menderes, bu öneri ve telkinleri pek ciddiye almadı[119]. Özellikle halkın böyle candan ilgisi ve yoğun sevgisi Menderes’i çok etkilemişti.

Başbakan Menderes, CHP lideri İnönü’nün uzattığı bu dostluk elini tutarak, karşılıklı dostluğu geliştirmeye yönelik bir  adım atmadı. En azından CHP liderine iadeyi ziyarette de bulunmadı. Bu siyasi şansı iyi değerlendiremedi. Bu durum üzerine CHP lideri İnönü, çizmelerini giyerek sertlik yanlısı siyasi çalışmalarına yoğunluk verdi. Uşak’ta hükümete yönelik büyük bir siyasi taarruz başlattı. Böylece 27 Mayıs’a doğru giden yol daha da kısalmış oldu.

Doç Dr. Şerif Demir

14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri

            1946 Seçimlerinin siyasette meydana getirdiği hayal kırıklığı, endişe ve korku kolayca silinecek gibi değildi. Bu konuda yeni bir seçim kanunun yapılması muhalefeti nisbeten rahatlatarak zihinlerdeki endişeleri kısmen giderdi. Fakat seçimlerin güvenlikle yapılıp yapılmayacağı ve seçimler güvenlikle yapılsa bile CHP’nin iktidarı bırakıp bırakmayacağı merak ediliyordu. Oysa CHP, adil bir seçimle geçmişin kötü anılarını silerek seçimleri kazanacağını düşünüyordu[120].

TBMM 24 Mart 1950’de genel seçimlerin yenilenmesine karar verdi[121]. Ülke bir anda seçim atmosferine girdi. Seçimlere İktidardaki CHP, ana muhalefet partisi DP, Milli Kalkınma Partisi (MKP) ve Millet Partisi (MP) katılacaktı. CHP ve DP 24 Nisan’da milletvekili aday listelerini açıklarken MKP, sadece İstanbul’da aday göstereceğini MP’de 22 vilayette seçimlere katılacağını açıkladı[122]. Bu sebeple iktidar yarışının iki parti arasında geçeceği anlaşılmış oldu. CHP, ekonomik bakımdan avantajlı, iktidar olmanın verdiği güç ve bürokrasiye sahip olma imkanına sahipti. DP, sınırlı maddi imkanlar ve gönüllü insanların ortaya koyduğu fedakarlıkla mücadelesini sürdürüyordu. Yalnız kamuoyu ve basında DP’ye olan inanç ve destek her geçen gün daha fazla artıyordu.

Seçim kararının açıklanmasıyla ülkede daha evvel benzeri görülmemiş bir siyasal hazırlık, siyasi faaliyet ve büyük bir heyecan dalgası meydana geldi. CHP Kurmayları bu seçimlere sıkı hazırlanarak halkı ikna etmek ve çok partili hayata kendi partilerinin iktidarında devam etmek istiyorlardı. CHP programında en çok dikkat çeken vaatlerden birisi Atatürk ilkelerini Anayasadan çıkarmaktı[123]. CHP’nin siyasetteki en önemli vaadi ve seçim çalışmalarındaki strateji  İsmet İnönü üzerine inşa edilmişti.

Ana muhalefet Partisi DP, Celal Bayar’ın liderliğinde siyasetin yükselen bir değeri ve yıldızı olarak dikkat çekiyordu. Milletvekili adaylığına yoğun talep ve ilgi vardı. Son anda DP’ye Yargıtay Başkanı Halil Özyörük ile Milli Mücadele Kahramanı ve Atatürk’ün yakın arkadaşı General Ali Fuat Cebesoy’un katılması kamuoyundaki gücünü ve prestijini daha da artırdı[124]. DP, seçim çalışmalarını geçmiş CHP iktidarının yanlışlarını eleştirmek ve halka daha fazla hürriyet vermek üzerine kurdu. Özellikle ekonomiye dikkat çekti[125]. DP’lilerin seçimlerine yönelik umut ve ümitlerini basının fazla ilgi göstermesi, miting alanlarının aşırı kalabalık olması ve partiye katılımların her gün daha fazla artması  daha da artırıyordu. Fakat bilinçaltında seçimlerin dürüst olup olmayacağına yönelik endişeler de devam ediyordu.

            Her iki parti arasında kıyasıya bir rekabet ve yarışın olduğu bu dönemde Hükümet mümkün olduğunca tarafsız olmak için gayret gösterdi. İlk kez muhalefete radyodan faydalanma imkanı verildi. DP’lilerin toplantı ve mitinglerine müdahale edilmedi. Bürokrasi DP’lilere yönelik engellemelerde bulunmadı.

            Seçim günü asayişi ihlal edecek, seçimlere gölge düşürecek pek bir olay yaşanmadı. Seçimler suhulet içerisinde tamamlandı. Oy verme işlemi tamamlandı. CHP’liler sonuçlardan emin DP’liler itidalli hareket ediyorlardı. Radyo sonuçları naklen yayınlamaya başladı. İlk açıklanan sonuçlara göre CHP başarıyla gidiyordu. Fakat saatlerce ilerledikçe açıklanan yerlerde CHP’nin adı seyrek duyulmaya başlandı. DP’lilerin kazandığı yerlerin sayısı hızla artmaya başladı. Gece saat 01.00’ı geçtiğinde alınan gayriresmi neticelere göre seçimleri DP’nin kazandığı anlaşıldı. 15 Mayıs’ta gazeteleri yeni dönemin başladığını ilan ettiler[126]. Bu seçim sonuçlarına göre[127];

PartilerToplam OyOy OranıMilletvekili Sayısı
Demokrat Parti4.242.83153.59408
Cumhuriyet Halk Partisi3.148.09639.9869
Millet Partisi240.2093.031
Bağımsız267.9553.409

            Seçim sonuçlarına göre DP, %53 oy almasına rağmen mecliste milletvekillerinin %84’üne sahip olurken CHP %39.98 oy almasına rağmen meclisin %14’üne sahip olabildi.  Bu durum tamamen CHP iktidarının hazırlamış olduğu Çoğunlukcu Seçim Sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. CHP’nin mutlak iktidarı sona erdi DP’nin hakim olduğu yeni siyasal dönem başlamış oldu.

Bu seçim sonuçlarına göre halk tercihini değişimden ve özgürlüklerden yana yapmıştı. 27 yıldır iktidarda olan CHP, yorulmuş ve yıpranmıştı. Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde yaşanılan ekonomik zorluklar ve taşradaki CHP bürokrasinin haksız uygulamalarına bir tepkiydi. Çok partili hayata geçildikten itibaren DP, kendi içinde ve siyasette çok zor günler yaşadı. partinin kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya geldiği zamanlar oldu. Kendi içinde yaşadığı sorunlarla ikiye bölündü. Parti meclis grubunun önemli bir kısmını kaybetti. Siyasette ağır eleştiri ve tenkitlere uğradılar, brokratların engellemelerine maruz kaldılar. Fakat daha evvel yaşanan çok partili hayata geçiş dönemlerini çok iyi analizini yaparak kendilerinden taviz vermediler, rejimi tehlikeye atmadılar ve son derece stratejik bir siyaset takip ederek halkın ilgi ve sevgisini kazandılar. Halka verilen bu değerle halk DP’yi iktidara taşıdı[128].

14 Mayıs seçim sonuçlarına göre iktidarın demokratik bir şekilde değişmesine “Beyaz İhtilal” ve “Kansız İhtilal” şeklinde tanımlayanlar olduğu gibi bugünün “Demokrasi Bayramı” olarak kutlanmasını teklif edenler de oldu. Şüphesiz bu tanımlamalar ve öneriler 14 Mayıs’ın önemine dikkat çekmek amacıyla yapılmıştır. Şüphesiz 14 Mayıs seçimlerinin siyasi sonuçları ve siyasette meydana getirdiği değişime bakılarak değerlendirildiğinde çok önemli bir değişim ve dönüşümün başlangıç noktası olduğunu da kabul etmek gerekir[129]

Doç Dr. Şerif Demir

15 Ekim 1961 Genel Seçimleri

27 Mayıs askeri müdahalesiyle parlamento dağıtıldı ve kısa sürede DP kapatıldı. Ülke askeri yönetime geçerken on yıldır ülkeyi yöneten DP mensupları Yassıada’da yargılandı. Yeni Anayasa taslağı referanduma sunulmadan önce siyasi partilerin siyasi faaliyetleri serbest bırakıldı. CHP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) siyasi çalışmalarına kaldıkları yerden devam ederken kapatılan DP’nin yerine de Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi kuruldu. Ayrıca  daha sol çizgide siyaset üreten Türkiye İşçi Partisi (TİP) faaliyete geçti.

                           15 Ekim 1961 seçimlerinde Kurucu Meclis tarafından 26 Nisan 1961’de 298 sayılı yeni bir seçim kanunu kabul edildi. Bu kanun Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu için yapılan seçimlerde uygulanacak genel esasları belirliyordu. Bu kanunda seçimlerin tek dereceli, eşit, genel oy hesabına göre seçmenin oyunu kendisini kullanacağından söz ediyordu. Kurucu Meclis 24 Mayıs 1961’de 304 sayılı kanunla “Cumhuriyet Senatosu Üyelerinin Seçimi Kanunu” kabul etti. Bu kanundan bir gün sonra 25 Mayıs 1961’de 306 sayılı “Milletvekili Seçim Kanunu” kabul etti. Böylece 1961 seçimleri öncesinde iki farklı seçim kanunuyla seçimlere gidildi. Seçimlerde Millet Meclisi için Nisbi temsil (Çevre Barajlı D’hondt), Cumhuriyet Senatosu içim çoğunluk sistemi uygulandı.  Böylece DP’lilerin iktidara gelmemesi ve DP dönemi yapılan hataların tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri aldıklarını düşünüyorlardı.

15 Ekim 1961’de genel seçimler olaysız geçti. Seçimlere herhangi bir müdahale olmadığı gibi insanlar özgür iradelerine göre oylarını kullandılar. Seçimlerin gerçekleşmesi, oyların tasnifi ve ilan edilmesinde herhangi bir itiraz olmadı[130]. Halk seçimlerde milletvekili ve senatörler için ayrı oy kullandılar.  Genel Seçimler milletvekili sonuçları[131];

PartilerToplam OyOy OranıMilletvekili Sayısı
CHP3.825.267%36.7173
AP3.527.435%34.8158
CKMP1.415.390%14.054
YTP1.391.934%13.765

Cumhuriyet Senatosu Seçimlerinde

PartilerOy OranıSenator Sayısı
AP%35.470
CHP37.236
YTP%13.928
CKMP%1316

Seçim sonuçları darbeci askerleri pek memnun etmedi. Seçimler öncesinde kamuoyu ve askerler arasında seçimi CHP’nin kazanacağı bekleniyordu. DP’nin takipcisi partiler büyük baskı altında tutularak siyasetten tamamen silinmesi arzu edilirken bu seçim sonuçlarına göre ufukta bir koalisyon görülüyordu. daha da kötü senaryo ya göre DP’nin devamı olan partiler, birleşerek rahatlıkla koalisyon hükümeti kurabilme ihtimalleriydi. Darbeciler DP’nin devamı bir hükümetin 27 Mayıs darbesinden ve kendilerinden hesap sorulmasından korkuyorlardı. Seçim sonuçlarını uzmanlar Milli Birlik Komitesi (MBK) açısından tam bir yenilgi olarak yorumladılar[132]. Halkın DP’ye olan desteği ve ilgisinin devam ettiği, darbeye duyulan tepkinin seçimlerde göstrerilen tercihle ortaya çıktığı anlaşıldı.

Doç Dr. Şerif Demir

Seçim Sistemleri

27 Mayıs’ın sebepleri ve neticeleri üzerine bir çok çalışma yapıldı. Dönemin tanıklarının ciddi özeleştiri ve DP’ye yönelik ağır tenkitleri oldu. Bu tenkitler arasında DP’nin seçim sisteminden dolayı siyasette gücünün üzerinde bir temsil elde ederek otoriterleşmeye kolayca kaydığı iddia edilmektedir. Şüphesiz bu tenkit büsbütün yanlış değildir. Fakat DP’nin bu şekilde bir temsil gücünü nasıl elde ettiğinin iyi anlaşılması gerekir. Bu durum tamamen seçim sisteminden kaynaklanmaktadır.

Parlamenter sistemlerde, seçimler mutlaka yapılmalır. Bu seçimlerin nasıl ve ne şekilde gerçekleştirildiğine yönelik yapılan hukuki kurallara seçim kanunları denir. Bu kanunların dayandığı pek çok seçim sistemi vardır. Bu seçim sistemlerinin temel amacı, seçimlere katılan partilerin halktan aldıkları oy oranlarına göre parlamentodaki sandalyeleri kendi aralarında paylaştırmaktır. Seçim kuralları bu paylaştırma işleminin temel esaslarını belirlemektedir. Seçim sistemleri “temsilde adalet” ve “yönetimde istikrar” hedefler. Dünya üzerinde farklı pek çok seçim sistemi kullanılmaktadır. Bunların arasında en iyisini belirlemek çok güçtür. En iyi seçim sistemi o ülkenin siyasi kültürüyle uyumlu olarak temsilde adaleti ve yönetimde istikrarı sağlayandır[133]

Batı siyasal hayatında seçimlerin yerleşmesiyle birlikte bu seçimleri düzenleyen seçim sistemleri de görülmeye başlandı. Seçim sistemlerinin gelişmesi sonucunda iki farklı seçim sistemi ön plana çıkar. Bu sistemler “Çoğunluk Seçim Sistemi” ve “Nispi Temsil Sistemi” olarak kullanılır. Çoğunluk seçim sistemine göre, bir seçim bölgesinde seçmenlerden en fazla oyu alan parti, o seçim bölgesinde ki vekillerin tamamını kazanır. Bu sistemin kendi içinde birçok farklı uygulama tarzları da vardır. Çoğunluk seçim sisteminde seçim tek bir seçim bölgesinde ya da çoklu bölgelerde de yapılabilir. İki turlu ve kendi içinde baraj uygulanarak da gerçekleştirilebilir. Seçimler sonrasında güçlü iktidarlar kurulur. Bu sistemin en önemli özelliği “istikrar” unsurunu ön plana çıkarmaktadır. Seçim sonuçlarına göre çoğunluk sistemi kendi içinde sıklıkla eleştirilir. Çünkü büyük partilere yarayan ve bu partilerin halktan aldıkları desteğin çok daha üzerinde mecliste temsil imkanına sahip oldukları bir sistemdir. Bu sistemin uygulanmasında temsilde adaletsizlik yaygın olarak görülmektedir. Çoğunluk seçim sisteminin karşısında ki seçenek Nispi Temsil Sistemidir. Bu sistemde partiler seçimlerde aldıkları oy oranına göre mecliste temsil edilirler. Bu sisteminde kendi içinde farklı pek çok uygulamaları vardır. Seçim çevreleri farklı ölçülere göre belirlenebildiği gibi adayların seçilmesi de çeşitli barajda konulabilmektedir. Bu sistemin diğerine göre daha adaletli ve demokratik olduğu söylenebilir[134]. Fakat bu sistemde güçlü hükümetlerin kurulması zordur. Böylece iktidarda koalisyonlar ve istikrarsız idareler olur. Küçük partilerin mecliste siyasetteki güçlerinin ötesinde bir temsil imkanına sahip olmaları demokratik hayatı zehirleyerek siyasi krizlere yol açabilir. Böylece yönetimde istikrar sağlanamadığı gibi ülke idaresinde sıklıkla siyasi ve ekonomik krizlerle karşılaşılabilir. Bu iki seçim sisteminin yani Çoğunluk sistemi ile Nisbi Temsil sisteminin harmanlanmasıyla oluşturulan yeni seçim sistemleri de vardır.

Dünyada uygulanan yüzlerce farklı seçim sisteminden herhangi birisini tercih edenler en iyi seçim yönteminin kendi tercihleri olduğunu iddia edebilirler. Fakat her ülkenin sosyo-ekonomik yapısı ve seçim sistemlerinden beklentilerin farklı olması tüm ülkeleri tatmin edecek ortak en iyi seçim sisteminin tespit edilmesini imkânsız kılmaktadır. Buna göre her ülke kendi siyasal koşulları ve öncelikli sorunlarına çözüm üretecek kendisine uygun bir seçim sisteminin tercih etmektedir. Böylece her ülkenin kendisine en uygun sistemi bulabilmesi de tarihsel bir süreç içerisinde deneme yanılma yöntemiyle mümkün olabilmektedir.

Çok partili hayata geçişle birlikte muhalefetin teşkilatlanmasına fırsat tanınmadan hızla erken seçim kararı alındı. 1947 yılında yapılması gereken seçimler bir yıl öne çekildi. Seçim kararıyla birlikte seçim kanununda da bazı değişiklikleri öngören yeni yasa çalışması meclise sevk edildi. 31 Mayıs 1946’da görüşmelerine başlanan yeni tasarı iki önemli değişikliği içeriyordu[135].  Milletvekilleri tek dereceli sistemle yani halkın oyuyla belirlenecekti. Demokrasi açısından son derece önemli bir gelişmeydi. İkinci olarak “açık oy/ gizli tasnif” uygulaması getirildi. Vatandaş oyunu herkesin gözü önünde açıkça kullanacak, oylar kimse görmeden gizlice sayılıp anında imha edilecekti. Son derece sakat ve problemli bir yöntemdi. Bu sistem 1946 seçimlerinde uygulandı beraberinde ciddi tartışmalara ve ihtilaflara sebep oldu. CHP İktidarı, 1950 seçimlerinde benzer durumların yaşanmaması için ciddi ve katılımcı bir seçim kanunu için çalıştı. Teknokratlardan ve muhalefetten fikir aldı. Neticede çoğunluk sistemine dayalı yeni seçim kanunu hazırlanarak yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre on milletvekili çıkaran bir vilayette oyların %51’ini alan bütün milletvekillerini kazanıyordu. Böylece seçmenden %54 oy alan DP, mecliste milletvekillerinin %84’üne sahip oldu. CHP’liler hazırladıkları kanunun mağduru oldular[136]. Muhalefetin seçim sistemine yönelik itirazları DP idaresi boyunca devam etti. 27 Mayıs askeri darbesi sonrasında ele alınan ilk konulardan birisi yeni seçim kanunu oldu. Kurucu Meclis, bir önceki dönem muhalefetin itirazlarını gözününde tutarak yeni bir seçim kanununu hazırlanmasını istedi. Böylece 1961 seçimleri öncesi kabul edilen yeni seçim kanunuyla nisbi temsil sistemine geçilmiş oldu. Siyasi partiler halktan aldıkları siyasi desteğe göre mecliste temsil edilmeye başlandılar. Şüphesiz temsilde bir adalet sağlandı fakat siyasette istikrar bozuldu. Bu kanun özellikle 1973 seçimleri için çok büyük siyasi krizlere sebep oldu.

Türk tarihinde ilk seçimlerin yapıldığı Osmanlı Devleti’nden başlayarak, Tek Parti dönemi, Demokrat Parti zamanı, 27 Mayıs sonrası ve 12 Eylül’den itibaren de seçimler düzenli olarak gerçekleştirildi. Her seçim, kendi dönemine özgü farklı siyasi özellikleriyle öne çıktı. Bu koşullara bağlı yeni olarak seçim kanununda yapılacak düzenlemeler tartışılmaya başlandı. Bu durumun sonucu olarak da seçimlerden önce seçim kanunlarında düzenleme yapılması gelenek halini aldı. İktidardaki partilerin insiyatifiyle gerçekleşen bu düzenlemelerde muhalefetle olası bir mutabakat aranmadığı gibi seçimlere katılan bütün siyasi partileri de tam olarak tatmin etmedi. Çünkü siyasette yer alan siyasi partiler, seçim kanunlarında yapılan değişikliklerin demokrasiye uygunluğuna değil kendilerini iktidara taşıyacak siyasi pozisyonlarına bağlı bir tutum belirlediler. Kısacası halkı ve demokrasiyi değil tamamen kurumsal çıkarlarını düşündüler. Bu sebeple bir parti, savunduğu bir seçim kanununu, siyasi pozisyonuna göre bir sonraki seçimde sert bir şekilde tenkit etmesi sıklıkla görülen bir durumdur. 

Doç Dr. Şerif Demir

Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı Seçilmesi

27 Mayıs öncesi darbeci askerler, kurulacak yeni idarede hiç bir siyasi görev ve sorumluluk almayacaklarında anlaşmışlardı. Fakat darbe sonrasında kurulan yeni hükümetin üyeleri belirlenirken ilk kavgalarda yaşanmaya başladı. Darbeci subaylar kabinede yer almak için sert tartışmalar yaşadılar. Neticede sınırlı sayıda askerin katıldığı teknokratlardan oluşan yeni bir hükümet kuruldu. Ankarada tesis edilen askeri idarede en çok dikkatleri General Cemal Gürsel çekiyordu. Bu yeni dönemde Gn. Cemal Gürsel, Devlet Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanı gibi önemli güç ve yetkileri kendi üzerinde topladı[137]. Fakat Gürsel basına yaptığı ilk açıklamalarında ülkenin kısa sürede sivillere terk edileceğini söyledi[138].  Zaman içerisinde Gn. Gürsel’in fikrinde de bazı değişiklikler oldu. Sivil yönetime geçildiği zaman cumhurbaşkanı olarak devlet yönetiminde yer almak istediğini ifade etmeye başladı. 15 Ekim genel seçimleri sonrasında Gürsel, Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkladı. Gn. Gürsel, “Ben başladığım işi yarım bırakmam. Gerçi istemiyorum. Sıhhatim de müsait değil ama memleketi bu dönemde bırakıp gidemem” dedi.

Seçimlerden hiç bir siyasi partinin  hükümeti tek başına kuracak siyasal çoğunluğu sağlayamadığının anlaşılması üzerine siyasi hesaplar değişti. CHP, İnönü’yü aday göstermekten vazgeçerek Gürel’i destekleme kararı aldı. AP’lilerin adayı Samsun Senatörü Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’di. Böylece cumhurbaşkanlı makamına seçilecek bu iki adayın ismi kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Askerler, Gürsel’in tek aday olarak seçime katılmasını ve ilk turda da yeterli çoğunluğa erişerek seçilmesini istiyorlardı. 1961 Anayasasına göre cumhurbaşkanı TBMM üyeleri arasında ilk turda salt çoğunluğun ⅔ ‘ünün desteğini alan seçiliyordu. Bu durumda mecliste yer alan 313 parlamenterin oyu gerekiyordu. Askerlerin en büyük endişesi CHP dışında kalan DP’nin devamı olan siyasi partiler anlaşarak ortak bir adayı seçebilecek siyasal çoğunluğa sahip olmalarıydı. Böylece 27 Mayıs karşıtı bir kişinin cumhurbaşkanı seçilebilmesi büyük tedirginliğe sebep oluyordu[139]. Görünüşe göre AP’nin adayı Ali Fuad Başgil, diğer sağ partilerinde desteğini alabilecek bir isimdi. Makama seçilebilmesi önünde pek fazla bir engel gözükmüyordu. 24 Ekim’de Ali Fuad Başgil, cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıklayarak adaylık müracaatını yaptı[140].  

Darbeci askerler, seçimlere ve DP’li bir kişinin cumhurbaşkanı olma ihtimaline karşı öfke nöbetleri geçirmeye başladılar. Neticede  21 Ekim’de İstanbul’da toplanan toplanan 38 subay seçimlerin iptal edilerek parlamentonun hiç açılmadan kapatılmasını istediler[141]. Askerlerin bu taleplerine direnen Gn. Cemal Gürsel ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, bir ara formül geliştirerek bu krizi aşmaya çalıştılar. Nitecede mecliste grubu bulunan siyasi parti liderleri çankaya köşkünde Gn. Gürsel’in cumhurbaşkanlığına aday olmasına destek vereceklerini kabul ettiler[142]. Gürsel’in cumhurbaşkanlığı önünde son alarak Ali Fuad Başgil’in aday olmaması için ikna edilmesi kaldı. Fakat Başgil, adaylıkta ısrarcıydı. MBK üyesi  Gn. Fahri Özdilek ve Gn. Sıtkı Ulay, Başgil’i Başgil’i önce canıyla ardından ülkenin geleceğinde askeri yönetimle tehdit ettiler[143]. Ali Fuad Başgil, adaylıktan çekildi ve senatörlükten de istifa ederek yurdu terk etti[144].

26 Ekim 1961’de Meclisin gündeminde cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Anayasa gereği parti grupları bu konuda bağlayıcı karar alamıyorlardı. Siyasi liderler Çankaya’da söz vermişlerdi fakat siyasi parti gruplarının nasıl bir tutum belirleyeceği bilinmiyordu. Meclis genel kurulunda oldukça gergin bir hava vardı. Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Gürsel, genel kurul salonunda yer almadı. Fakat tam kadro üst düzey askerî erkan, cumhurbaşkanlığı seçimini takip ettiler. Dinleyici localarında da heyecan doruktaydı. Hatta bazı localardan askerler AP’lilere hakaret ediyorlardı. Seçim sonuçları açıklanana kadar genel kurul kapıları dışarıdan kilitlendi. Askerler seçimlerde sürpriz bir sonuç görmek istemiyorlardı. Bu sebeple parlamenterlerin Gürsel’e oy vermekten vazgeçmemeleri için meclisten ayrılmasına izin verilmedi[145].

Mecliste oylamaya 15.15’de geçildi. CHP’li Hilmi Gündoğan’ın Gürsel’i aday gösteren önergisi hızla işleme konuldu[146]. Neticede parlamentonun 607 üyesinden 434’ünün oyunu alan Gürsel, ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli çoğunluğunu sağladı. Seçim sonuçlarını yüzlerce subay, ayağa kalkarak coşkun alkışlarla kutladılar. Böylece Gürsel’in tek aday olarak katıldığı cumhurbaşkanlığı seçimi Gürsel’in zaferiyle sona erdi.

Cumhurbaşkanı Gürsel aylar sonra basın mensuplarıyla yaptığı bir görüşmede Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında, “Şu benim oturduğum koltukta Prof. Ali Fuat Başgil otursa idi, hemen sokaklarda sarıklılar ve fesliler dolaşmaya başlardı. Başgil bir defa milliyetçi değildi. Ümmetçidir. Araplar ile bir devlet kurmak taraftarıdır. Esasen Siyasal Bilgiler Fakültesini idare edemeyen bir kimse bu memleketi nasıl idare edecekti? Eğer Başgil de adaylığını koysaydı, ben yine seçilecektim. Fakat bir parça da memleket menfaatleri için kaynaşan Silahlı Kuvvetlerin de görüşüne uymak lazımdır” dedi[147].

Doç Dr. Şerif Demir

Cemal Gürsel

            Cemal Gürsel 1895’de Erzurum’da dünyaya geldi[148]. Babası Abidin Bey’de askerdi. Gürsel’ İlk öğrenimine babasının görev yaptığı Ordu vilayetinde başladı[149]. Askeri eğitimini Erzincan Askeri İdadisi ve İstanbul Kuleli Askeri Lisesinde tamamladı. I. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte Gürsel, askeri eğitimini tamamlamadan subay olarak cepheye sevk edildi. Çanakkale Savaşlarında topçu asteğmen olarak yer aldı. 1917’de Filistin Cephesine sevk edildi. Gazze muharebelerinde esir düştü. Savaşın sona ermesiyle birlikte 1919’da serbest bırakılınca İstanbul’a döndü. 1920’de Kurtuluş Savaşına katıldı. Batı Cephesindeki savaşların tamamına katıldı. Savaştan sonra yarım kalan askeri eğitimine devam etti. 1929’da Harp Akademisinden mezun oldu. 1940’da albay, 1946’da general ve 1957’de orgeneral oldu[150].

Erzurum’da üçüncü ordu komutanlığı yaptıktan sonra 1958’de Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirildi. Aydemir’e göre General Gürsel, “Orduda sert, dik başlı, direnici ve hele Hükümete karşı, ihtilal taraflısı bir kumandan değildi. Yumuşak huylu, babacan dedikleri bir tip olarak popüler bir insandı”. Askerler kendisine “Cemal Ağa” derlerdi[151]. Hırslı ve makam düşkünü değildi. Muhtemelen darbeye liderlik yapmasaydı sıradan diğer generaller gibi emekli olup bir kenara çekilecekti. 

Hükümetten pek memnun değildi. Bu görüşlerini çevresiyle paylaşmaktan çekinmiyordu. Bu dönemde darbeci subaylarla teması başladı. Aktif bir şekilde cunta yapılanmasının içerisinde görev almasa da cunta mensubu subayların Kara Kuvvetleri ve Genelkurmay içerisinde stratejik noktalarda kadrolaşmasına imkan sağladı. 1960 yılında Genelkurmay Başkanı olmayı beklerken mevcut komutanın görev süresi uzatılınca Gürsel’e emeklilik yolu açıldı. 15 Temmuz 1960’da emekli ocaktır. Bu duruma tepki gösteren General Gürsel, birikmiş izinlerini kullanarak 3 Mayıs 1960’da izne ayrılarak İzmir’e gitti. Görevinden ayrılmadan evvel Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e DP İktidarını tenkit eden bir mektup bıraktı. Gürsel’in bu şekilde görevinden ayrılması darbeye hazırlık sürecini olumsuz etkiledi ve darbe tarihinin öne çekilmesine neden oldu.

27 Mayıs sabahı gerçekleştirilen askeri darbenin komutanlığını General Cemal Madanoğlu yaptı. Silahlı Kuvvetlere komuta edecek üst rütbeli bir asker olmadığından Gürsel, sabah özel uçakla İzmir’den alınarak darbenin başına geçirildi. Öncelikle yeni bir hükümet ardından askeri idareyi ele alacak Milli Birlik Komitesi kuruldu. Cemal Gürsel bu dönemde, Devlet Başkanı, Hükümet Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Ordu Komutanı gibi oldukça geniş yetkilerle donatılmış bir liderlik üstlendi[152]

Devlet Başkanı Cemal Gürsel, eski yönetimin tasfiye edilerek yargılanması, orduda ve bürokraside kapsamlı tasfiyelerin gerçekleştirilmesi ve yeni bir anayasa ile seçim kanunun hazırlanması gibi son derece önemli konularla ilgilendi. Bu arada darbeci subaylarla görüş ayrılığına düşerek MBK’da on dört üyeyi görevinden uzaklaştırdı[153]

            Ordu içindeki cuntalar ve sivillerin siyasi baskılarına fazla direnemeyen Gürsel, biran önce siyasi hayata geçiş yapılmasını istedi. 15 Ekim 1961’de gerçekleşen genel seçimlerle birlikte parlamento 25 Ekim’de açıldı. 1961 anayasasına göre Gürsel, Meclise MBK üyesi olduğundan tabii senatör olarak katılma hakkı elde etti. 26 Ekim’de toplanan Meclis’te Gürsel, tek aday olarak katıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin dördüncü cumhurbaşkanı oldu[154].

            Uzun süredir hastalığı devam eden Gürsel’in sağlık durumu iyiden bozulmaya başladı. 8 Şubat 1966’da komaya girdi[155]. Bu arada tedavi amacıyla ABD’ye giden Gürsel, bütün müdahalelere rağmen tedaviye olumlu cevap vermedi. 26 Mart 1966’da Ankara Gülhane Tıp Akademisine yatırıldı. Komaya girerek bitkisel hayata geçti. Şuurunu kaybetmesi üzerine bir hekimler heyeti cumhurbaşkanlığı görevini yürütemeyeceğine rapor verdi. Böylece Cumhurbaşkanlığı görevi doktor raporuyla son buldu. 14 Eylül 1966 sabaha karşı 06.45’de iyice ağırlaşan Gürsel, hayatını kaybetti[156]. 18 Eylül’de devlet töreniyle hastaneden alınan naaşı Anıtkabir Hürriyet Şehitleri bölümünde toprağa verildi[157]. 30 Ağustos 1988’de Gürsel’in naaşı devlet mezarlığına nakledildi.

Doç Dr. Şerif Demir

Cemal Gürsel’in Mektubu

            1960 yılının ilk aylarında İktidar-muhalefet ilişkileri tamamen kopma noktasına geldi. DP, muhalefetin siyasi faaliyetlerini araştırmak için Mecliste Tahkikat Komisyonu kurarak bu komisyona oldukça geniş yetkiler verdi. Bu durum kurumsal ilişkileri tamamen kopardı ve muhalefet sokaklara indi. İstanbul ve Ankara’da iktidarı protesto eden gösteriler yapıldı ve bu gösterilerde çeşitli olaylar çıktı. Üniversiteler kapandı. Gazeteler kapatıldı. Ülkede huzursuzluk ve siyasette büyük gerilim hakimdi. Siyasi gerilimin oldukça üst düzeyden hakim olduğu böyle bir atmosferde KKK Org.Gn. Cemal Gürsel, birikmiş yıllık izinlerini kullanmak üzere bir dilekçe verdi. izin dönüşünde doğrudan emekliye ayrılacaktı.

            3 Mayıs’ta Gürsel, MSB Menderes’e verilecek mektubun taslağını osmanlıca harflerle hazırladı. Alb. Alparslan Türkeş’i çağırarak karaladığı bir mektup taslağını yeni harflerle daktiloya geçirerek üç nüsha hazırlamasını istedi. Bu mektuplar imzalandıktan sonra birisini Gürsel kendisine aldı, ikincisini Alb. Türkeş’e verdi, üçüncüsü üzerine Ethem Menderes yazılı bir zarfa konuldu. Gürsel, Bakan Menderes’e mektubu bizzat elden teslim etmek istedi. Fakat Bakan makamında olmadığı için mektubu MSB Müsteşarı Salih Coşkun Paşa vasıtasıyla iletti. Mektubu alan Bakan, Gn. Gürsel’i davet ederek makamında başbaşa görüştü[158]. Bakandan herhangi bir sıradışı tepkiyle de karşılaşmadı[159].

Ethem Menderes, mektubu hızla Başbakan Adnan Menderes’e ulaştırdı. Başbakan Menderes, mektuba baktı. Gürsel’in talepleri hakkında bilgi sahibi oldu. Fakat Menderes, bu mektubun gizli kalmasını, kimseye bilgi verilmemesini özellikle de Bayar’ın haberdar edilmemesini istedi[160]. Başbakan Menderes’i böyle düşünmeye iten temel sebep, mektubun Cumhurbaşkanı Bayar’ı hedef alırken Menderes’i destekler nitelikte olmasıydı. Mektubun orjinal hali aşağıdaki gibidir[161].

“Aziz Vekilim;

                        Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zatıalilerine, memleketin huzur ve istikrarı için alınması lazım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimi arz etmeyi milli ve vatani bir vazife bildim.

                        Sayın Başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlarda, benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de, genede görüşlerimin sizlere iblağının zaruriyetine inanıyorum.

Muhterem vekilim;

şu hakikati kabul etmek lazımdır ki Kayseri hadiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak’alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve Hükümete karşı telafisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. Hale ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması için vahametini arttırmış, ordu mensuplarını da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, Ordu politikaya karıştırılmıştır.

Sayın Vekilim;

                        Bu ahval küçümsenecek, cebir ve şiddetler geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, Hükümet ve partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükûnetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lazımdır. Bu tedbirler şunlar olmalıdır:

1.       Cumhurbaşkanı istifa etmelidir.

Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan MENDERES getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir.

2.   Kabinede iyi kabul edilmeyen suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılmalı ve yeni kabine mutlak surette, makul zercu değil adalet ve şefkat hissi taşıyan zevatten kurulmalıdır.

3.       İstanbul, Ankara Valileri ve Emniyet Müdürleri süratle değiştirilmelidir.

4.       Son çıkarılan ve tahkikat komisyonları ihdas eden kanun kaldırılmalıdır.

5.       Ankara Örfi İdare Kumandanı değiştirilmelidir.

6.       Partilerin Ocak, Bucak teşkilatları kaldırılmalı sadece vilayet merkezlerinde mümesiller bulundurulmalıdır.

7.   Parti faaliyetleri azami senede iki defa Vilayet merkezinde ve mahdut partililerle yapılmalıdır.

8.       Mevkuf gazeteciler bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir.

9.   Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır ilim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir.

10.   Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalıdır.

11.   Vatandaş hürriyet ve eşit muamele hakkını mutlak surette riayet edilmelidir.

12.   Ordunun meseleleri süratle hal edilmelidir.

13.   Din istismarından vazgeçilmelidir.

14.   Suistimaller oluyor mu bilmiyorum. Fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin hükümete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lazımdır.

15.   Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükümet büyükleri memleket gezilerinde suni büyük vatandaş toplulukları ile karşılamalar yapmak usulü kaldırılmalıdır.

Çok Muhterem Vekilim;

Bu yazdıklarım asla bir parti ve politika mülahaza ve tesiriyle değildir.

 Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasının zaruri kıldığına inandığım için arz ediyorum. Sizlerin Vatanperverlik ve vicdanlarımıza hitap ediyorum. Memlekette çok şeyler yaptığınız muhakkaktır, fakat bu da asla kafi değildir.

Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır.

Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları masumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kadar girerek talebeleri profesörleri ile beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi feci bir şeydir. O hangamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, Babalar ve halk ruhunda umulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim, gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemalinden memnun olmamız lazım gelmez mi? İstikbali hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyorsunuz?

Sayın Vekilim,

maruzatım muhakkak ki mühim ve hatta çok cüretkârınadır. Fakat memleket için, millet için, hükümet ve hatta partilerimizin selameti için dikkate alınması lazımdır ve hatta çok lazımdır.

Derin ve sonsuz hürmetlerimi sunarım.

Kara Kuvvetleri Komutanı

Orgeneral

Cemal GÜRSEL”

            Cemal Gürsel, darbe sonrasında bu mektubu gündemine aldı.  Bizzat mektup üzerinde çeşitli değişiklikleri yaparak yayınlanmak üzere 9 Haziran’da basına verdirdi.  Radyodan ilan edildi. Ertesi günü gazetelerde yayınlandı[162]. Hatta bu mektup Resmi Gazetede “O günlerin fevkaladelikleri dolayısıyla Resmi Gazete’ye girmeyen yayınlar” başlığı altında yayınlandı[163]. Resmi Gazetede yayınlanan mektup ile orijinal mektup arasında bir hayli farklılıklar var. Bazı maddeler çıkarılmış, bazılarına da ilaveler yapılmış. Örneğin yukarıda 1. maddeye “Çünki, bütün fenalıkların bu zattan geldiği hakkında memlekette umumi bir kanaat vardır” ibaresi ilave edilerek Sayın Bayar hedef alınmıştı.  Aynı maddede Sayın Menderes hakkındaki olumlu ifadeler tamamen çıkarılmıştı. General Gürsel, kendi mektubunu tahrip ederek yayınlıyordu.

Cemal Gürsel’in bu mektubu Yassıada Mahkemelerinde 14 Şubat 1961’de İstanbul- Ankara Olayları Davasında gündeme geldi[164]. Mahkemede Ethem Menderes, mektubu aldığını birkaç kez okuduğunu, mektubun özellikle birinci maddesini Başbakan Menderes’e ayak üstü ilettiğini bildirdi. Mahkemede mektup tahrip edilmiş şekilde okundu. Adnan Menderes, mektubun tamamını okumadığını Bakanın sadece birinci maddeden söz ettiğini söyledi. Mahkeme Başkanın Menderes’e ısrarla mektubun gereğini neden yapmadın sorularına karşı Menderes, Gn. Gürsel’in Bayar hakkındaki fikirleri malum olduğundan, ilk maddede de doğrudan istifasını istediğinden ehemmiyetli olacağına ihtimal vermediğimden okuma ihtiyacı duymadım dedi.   Mahkeme yönetimi ellerinde orijinal mektup olmasına rağmen tahrip edilmiş metni mahkeme salonunda okuttu. Hatta Tevfik İleri, bu mektup konusunda ihtilaflı durumun olduğunu. Ethem Menderes’ten orijinal mektubun sorulmasını istediğinde Mahkeme yönetimi konuyu kapattı. Menderes’in avukatı Burhan Apaydın, mektupta yapılan tahribatı anlayarak mahkemeden mektubun tekrar okutulması ve sanıkların sorguya alınmasını istedi. Mahkeme bu isteğide uygun bulmayark reddetti. Kısacası mahkeme yönetimi de Gürsel’in yaptığı bu tahribat ve sansürü gizlemek için özel çaba gösterdiler.

Cemal Gürsel’in bu mektubu darbe öncesi sınırlı sayıda kişi tarafından biliniyordu. Kamuoyuna hiçbir şekilde sızdırılmadı. Her iki tarafda bu konuda azami hassasiyet gösterdi. 27 Mayıs sonrası Gürsel bu mektubu kullandı. Gn Gürsel, mektubu siyasesi konumunu güçlendirmek ve DP’lileri tahkir etmek için gündeme getirdi. Fakat orijinal haliyle yayınlandığında şahsına gölge düşeceği ve DP’liler ile Menderes’i aklayacağı endişesiyle tahribat yaptı. Mektup üzerinde yapılan bu değişikliklerde sınırlı sayıda kişi tarafından bilindiği halde gizlendi. Neticede orijinal mektup arşivden ortaya çıkarılarak tartışmalara son nokta konulmuş oldu. Mektubun orjinal hali mahkemede okunsaydı ne olurdu? MBK üyesi Alparslan Türkeş’e göre; mahkeme idam kararlarını alamazdı[165].

Doç Dr. Şerif Demir

1961 Anayasasının Hazırlanma Süreci ve Referandumu

Cemal Gürsel ve arkadaşları ülkenin selametini sivil yönetimde görüyorlardı. Bu amaçla Gürsel, ilk kez 17 Eylül’de sivil yönetime geçişte Kurucu Meclis’ten kurulmasından bahsettti[166]. Bir anlamda iktidarın sivil bir iradeyle paylaşılarak sivil yönetime geçişi sağlayacak bir yapılanmaydı. Bu amaçla Gn. Gürsel, 3 Kasım’da Prof. Dr. Turan Feyzioğlu’ndan Kurucu Meclis’in oluşturulabilmesi amacıyla hukuki sürecin belirlenmesini istedi. Prof. Dr. Feyzioğlu’nun raporuna göre MBK 13 Aralık 1960’da Kurucu Meclisin kurulmasına karar verdi.

Kurucu Meclis iki bölümden oluşuyordu. Birinci ve alt bölüm sivillerden oluşan Temsilciler Meclisi’ydi. Temsilciler Meclisi, 272 sivil üyeden oluşacaktı[167]. İkinci ve üst bölüm askerlerden oluşan MBK’ydı. Kurucu Meclis’in faaliyete geçmesi için Temsilciler Meclisi üyelerinin seçim hazırlıklarına başlandı[168].

Kurucu Meclisin sivil kanadını oluşturan Temsilciler Meclisinin tespitinde önemli siyasi çelişkiler yalandı. Bir yandan bu üyeler “milletin en geniş manasıyla temsili gayesini gözeten” bir formülle seçildiler. Oysa seçilecek üyelerde aranan en belirgin özellik DP karşıtı ve 27 Mayıs’ın hararetli destekçisi olmaktı. Böylece DP’ye gönül veren herkes bu süreçten dışlanmış oldular[169]. Temsilciler Meclisi ağırlıklı olarak CHP’lilerden ve CHP’ye gönül vermiş farklı STK’lardan seçildi[170]. Yeni siyasal sistem CHP’nin omuzlarında yükseliyordu.

Kurucu Meclisle birlikte siyasi partilerin faaliyetlerine izin verildi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Cumhuriyet Köylü Millet Partisi (CKMP) parti teşkilatlarını gözden geçirerek çalışmalarına başladılar. Kapatılan DP’nin açılmasına kesinlikle izin verilmeyecekti. Askeri yönetim DP’nin siyasi boşluğunu doldırmak amacıyla DP’den ayrılan askeri yönetime büyük destek veren Ekrem Alican’dan yeni bir parti kurmasını istedi. Ekrem Alican’da Yeni Türkiye Partisi’ni (YTP) kurdu. Bu arada eski Demokrat Partililer de emekli Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala liderliğinde Adalet Partisi (AP) kurdılar.

            Kurucu Meclis çalışmalarına hızlı başladı. Bu Meclisten öncelikle yeni bir anayasa ve yeni bir seçim kanunu hazırlaması bekleniyordu. Askerler daha evvel yeni bir anayasa için çeşitli girişimlerde bulundular fakat başarılı olamadılar. İlk anayasa hazırlama girişimi darbeye açık destek vererek meşruiyetini ilan eden üniversite hocalarından talep edildi. Fakat bu komisyonun uyum içinde çalışmadı ve ortak bir metinde uzlaşamadı. Bu komisyon üyesi akademisyenler, ayrı ayrı anayasa metinleri hazırlamaya başladılar. Böylece ortak bir anayasa taslağında uzlaşamadı[171]. Fakat bir taslak sunuldu. Bu arada Ankara Üniversitesi’nden de farklı bir anayasa taslağı hazırladı. MBK, kendisine teslim edilen bu anayasa taslaklarından nihayi netice elde edemediğinden bu görevi Kurucu Meclise havale etti[172].

Temsilciler Meclisi, yeni bir anayasa ve seçim kanununun 27 Mayıs 1961 tarihine kadar hazırlanabilmesi için yeni bir Anayasa Komisyonu kurdu. Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın Başkanlığını yaptığı bu Anayasa Komisyonu, 20 üyeden oluşuyordu. Komisyonu çalışmasını tamamlayarak hazırladığı.yeni anayasa taslağını 30 Mart’ta Temsilciler Meclisine sundu[173]. Bu taslağın meclis görüşmeleri 27 Mayıs 1961’de tamamlandı[174].

27 Mayıs ilk günden itibaren halkın desteği ve halkın faydasına olduğunda oldukça iddialıydı. Bu amaçla darbeye hukuki meşruiyet sağlayacak bu anayasanın halk oylamasından  geçmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Aslında bu referandumda yeni bir anayasa değil 27 Mayıs askeri darbesi oylanıyordu. Böylece Anayasayla birlikte 27 Mayıs askeri darbesinin halk tarafından desteklendiğini ortaya koymak istiyorlardı[175].

Ülkeninin ilk kez tecrübe ettiği referanduma yönelik çalışmalara hız verildi. Öncelikle seçmen kütükleri yenilendi. Yüksek Seçim Kuruluna raundumun temmuz ayında yapılabilmesi için hazırlık talimatı verildi. Seçim için gerekli mali kaynaklar temin edildi. Seçim sonuçlarından oldukça emin olan Askerler işi şansa bırakmak istemiyorlardı. Zira askeri yönetim, CHP hakkında ve referandum aleyhine halk arasında dolaşan dedikodulardan büyük rahatsızlık duyuyorlardı. Askerler bu yanlış dedikoduları düzeltmek ve halkı ikna etmek için yurt gezilerine çıkmaya karar verdiler[176]. Adeta tarih tersine dönmüştü. 27 Mayıs öncesi Menderes ve DP aleyhine dolaştırılan dedikodular şimdi askerler ve CHP hakkında yapılıyordu. MBK, 20 Haziran’da yayınladığı tebliğ ile yeni anayasanın 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunulacağını açıkladı[177].

            22 Haziran 1961 tarihinden itibaren siyasi partilere referandum sürecinde çalışmaları izni verildi. CHP, düzenlediği basın toplantısıyla yeni anayasaya “Evet” dediklerini açıkladı. Parti bu neticeyi alabilmek için kapsamlı bir seçim çalışması başlattı. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) de seçimlerde “Evet” diyeceklerini açıkladılar. Fakat CKMP teşkilatlarında bu konuda bir siyasi bütünlük yoktu[178]. Referandum sürecinde askerlerin gözü AP üzerindeydi. DP’nin siyasi mirası üzerine kurulan bu partinin izlediği politikalar bu parti’nin geleceğini belirleyecekti. AP yönetimi yeni anayasayı desteklediklerini açıkladı. Fakat Anayasanın kat’i tasvibi ‘millete’ bırakılmaktadır” denilmekteydi[179]. Aslında AP’liler bu anayasaya destek vermekte pek de gönüllü olmadıklarını gösteriyorlardı. Bu durum AP ile asker arasında seçimlere kadar devam edecek bir siyasi çatışma ve kavgalara sebep oldu. Ülke referanduma doğru giderken askerleri, siyasi partilerin ortak bir şekilde yeni anayasaya “Evet” açıklaması yapmasına memnun oldular. Fakat bu konuda en çok çaba gösteren ve en heyecanlı seçim çalışmasını yapan CHP oldu[180]. CHP lideri İsmet İnönü, ilk seçim toplantısına 3 Temmuz’da İstanbul Taksim’de başladı. Oldukça kalabalık bir halk kitlesine hitap eden İsmet İnönü, katılımcılara yeni anayasaya evet demeleri için yemin ettirdi. Sayın İnönü, “Yeni Anayasa, iktidarda bulunanların yetkilerini kötüye kullanmalarını karşılayacak tedbirlerle teçhiz edilmiştir. Bu bakımdan, geçmiş ıstırapların yakın tesirleri altında yazılmıştır” dedi[181].

            Askerler, anayasaya “evet” çıkması için çok sıkı çalıştılar. Örneğin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Gn. Refik Tulga, siyasi parti liderleri, devlet memurları ve STK temsilcilerini takibe alarak çalışma konusunda sürekli motive etti. Neticede İstanbul’da seçim kampanyasına akademisyenlerin, kaymakamların, öğretmenler ve muhtarların katılması gerektiği söylendi[182]. Askerler devletin bütün imkanlarını kullanarak bürokrasiyi zorla seçim alanına taşıyarak anayasaya evet çıkması için çalıştı.

Referandum öncesi hiçbir siyasi partinin kamuoyu önünde açıkça “hayır” demeye cesareti yoktu. Anayasa hakkında olumsuz konuşma fikir söyleme imkanı da yoktu. Yassıada mahkemelerinin gölgesinde gerçekleşen bu referandumda toplum “evet” söylemeye zorlanıyordu. Bu sebeple “hayır” çalışmaları gizli, örtülü yürütülüyor bu faaliyetlerde suç kabul edilerek soruşturmalara neden oluyordu[183]

            Askerler referandumda siyasilerden daha aktif ve yoğun bir çalışma içerisindedirler. Askerler bu anayasayı oldukça fazla sahiplendiklerinden 67 vilayete dağılarak adeta siyasi bir lider gibi seçim faaliyeti yürüttüler. MBK üyesi Kadri Kaplan Konya’da halka, “Biz bu Anayasanın yepyeni bir ışık getireceğine ve mükemmelliğine Allah’a inanır gibi inanıyoruz” dedi[184]. Binbaşı Osman Köksal Sivas’ta, “Anayasamız, dört başı mamur bir Anayasadır”, Binbaşı Suphi Karaman Ordu’da, “Yeni Anayasanın memlekete ve millete refah, saadet ve güven getireceğini” iddia etti. Alb. Sami Küçük Uşak’ta, DP döneminde yapılan yanlışlıkları uzun uzun anlattı. Yarbay Ahmet Yıldız Bayburt’ta, “Yeni Anayasa ile vatandaşın hak ve hürriyetleri teminat altına alınmıştır. Artık politikacılar haklarınızı istismar edemeyecektir” dedi.

            Seçim günü geldi. MBK üyeleri ve siyasetçiler arasında yeni anayasanın büyük farkla toplum tarafından kabul edileceği beklentisi vardı. 9 Temmuz 1961 Pazar günü, referandum sakin ve huzurlu bir siyasi ortamda yapıldı. Seçim günü Emniyete intikal eden ciddi bir olay yaşanmadı. Sandıklar açılmaya başlandı. Gece saat 1’e doğru gelen ilk sonuçlara göre evet oyunun açık ara önde olduğu açıklandı.

            9 Temmuz 1961 de yapılan yeni Anayasasının referandum resmî sonuçları açıklandı. Buna göre Türkiye genelinde “Evet”  %61,7, “Hayır” %38.3 oranlarında destek aldı[185]. Bu sonuçlara göre yeni anayasa halk tarafından kabul edilmiş oldu. Askerler oldukça memnun oldular. Fakat bu referandumda hayır oylarının bu kadar yüksek oranda olmasını da kimse beklemiyordu. Hiç bir siyasi parti ve STK’nın açıkça sahip çıkmamasına rağmen yeni anayasaya bu kadar aleyhte oy verilmesi dikkatlerden kaçmadı. Çünkü bu netice DP’nin halk arasındaki siyasi gücünün devam ettiğini gösteriyordu. Bu durumun en somut göstergesi DP’nin 1957 seçimlerinde büyük destek aldığı 11 vilayette aynı şekilde anayasaya hayır oyunun da yüksek olması bu durumu ispatlıyordu[186]. Kısacası bu seçimler 27 Mayıs sonrası tesis edilen yeni düzene karşı halkın büyük bir destek vermediği ve oldukça kalabalık bir kitlenin rahatsız olduğunu açıkça ortaya koyuyordu[187].

Doç Dr. Şerif Demir

27 Mayıs Tedbirler Kanunu

Talat Aydemir’in gerçekleştirdiği ilk darbe girişimi başarısızlıkla neticelendi. Bu durum askeri vesayetin geriletilmesi açısından son derece önemliydi. Bu darbe girişiminin boşa çıkarılmasında Başbakan İsmet İnönü’nün büyük rolü vardı. Kamuoyunda CHP liderine karşı büyük bir sevgi ve sempati oluştu. Mecliste grubu bulunan dört partinin desteğiyle “Şükran Önergesi” kabul edildi. Buna göre Meclis Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı duyduğu takdir, şükran ve güven duygularını beyan etti[188].

Ülkede askeri vesayet ve askeri darbelerin bu şekilde yaygınlaşarak demokrasiyi sıklıkla tehdit etmesi üzerine dört siyasi parti lideri (İnönü, Gümüşpala, Alican ve Bölükbaşı) toplandılar. Bu toplantıda, askeri darbeleri engellemek için darbelere sebep olan tahriklere mani olacak tedbirler konuşuldu. Dört lider toplantı neticesinde, “1. Meşru nizama karşı girişilen son teşebbüs, demokratik rejimin koruyucusu kuvvetlerin ve müesseselerin müşterek anlayış ve gayretleriyle önlenmiştir. Bu netice, Türk milletinin demokratik rejime bağlı ve layık olduğunun iftihara değer yeni bir delili olmuştur. 2. Kahraman ordumuzun gerçekleştirdiği 27 Mayıs ihtilalinin meşruiyeti aleyhine girişilen açık ve kapalı her türlü tahrik ve tecavüzlerin ve Anayasa nizamını bertaraf etmeğe matuf hareket ve davranışların kesin olarak önlenmesi lazımdır. 3. Bu maksatla partiler üstü bir anlayış içinde gerekli esaslar hazırlanmak üzere Hükümet ve partiler temsilcilerinden mürekkep bir komisyon teşkil edilmiştir. 4. Mutabık esaslardan kanunlaşması gerekenler partilerin yetkili organları tarafından kabul edildikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulacaktır. Bu tekliflerin müzakere ve intacından evvel Büyük Meclisin tatile gitmemesi hususu parti liderleri tarafından gruplarına teklif edilecektir” denildi[189].

Siyasi partiler, tedbirleri somutlaştırarak gerekli hukuki hazırlığı yapmak üzere 10 kişilik ortak bir komisyon kurdular. 27 Şubat’ta Komisyon raporunu tamamladı[190]. Bu rapora göre 2 Mart 1962’de “Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan Bazı Filler Hakkında Kanun Teklifi” Millet Meclisine verildi. Kanun teklifinin gerekçesinde “Bu anayasa ile kurulmuş olan demokratik nizamın meşru temeli, 27 Mayıs 1960 devrimidir. … 27 Mayıs 1960 Devriminin meşruiyetini gölgeleme gayretlerinin, netice itibariyle bizzat Anayasayı ve onun kurduğu demokratik nizamı tehlikeye düşüreceği şüphesizdir. Memleketimizde insan haklarına dayanan demokratik nizamın çeşitli istikametlerden gelen tahriklere karşı korumanın, Türkiye Büyük Millet Meclisi için acil ve kaçınılmaz bir vazife haline geldiği aşikârdır” denildi[191]. Bu taslak hazırlanmadan evel dönemin önde gelen anayasaya hukukçularından da görüş alındı[192].

Taslağın Millet Meclisinde görüşmesi oldukça çetin geçti. Meclis’te 27 Mayıs askeri müdahalesi ve meşruiyeti etrafında şiddetli tartışmalar yaşandı. Bazı milletvekilleri bu taslağın anayasaya aykırı olduğunu iddia ettiler. Bu görüşe karşı çıkanlar, bu görüş sahiplerini  27 Mayıs’ın ruhuna aykırı hareket etmekle suçladılar. Başbakan İnönü, 27 Mayıs rejiminin tartışmaya açılmasına karşı çıkarken  meşruiyetinin sorgulanmasının doğru olmadığını söyledi[193]. Asker vesayetin siyaset üzerindeki etki kabul edilmekle birlikte askerlerin fiilen iktidara el koymasına karşı çıkılıyordu. Hükümetin amacı fiili bir müdahaleyi hukuken engellemekti.

Millet meclisinde kabul edilen tasarı Cumhuriyet Senatosunun önüne geldi. Bu tasarının görüşmelerine 5 Mart’ta başlandı. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren eski darbeci subaylar yeni tabii senatörler bu görüşmelere sessiz kalmayı tercih ettiler. Çünkü Senatörler arasında da ciddi görüş ayrılıkları çıktı. Bu teklifin ısrarla anayasaya aykırı olduğu iddia ediliyordu. Örneğin Turgut Göle, “27 Mayıs’ın ve onun getirdiği demokrasi ve ahlâk düzeninin sonuna kadar savunulması fikrindeyim. Ama bu savunmanın yolu bizatihi 27 Mayıs İhtilâlinin felsefesini teşkil eden hürriyet nizamını tehdit olamaz” dedi[194]. Kanun tasarısına anayasanın özgürlükçü ruhuna aykırı olduğu için temel hak ve özgürlükleri sınırlandırdığını savunuyorlardı. Kanun tasarısını müdafa edenler, bu kanunla askerlere yönelik tahrikler engelleneceğinden askerlerin olası darbe teşebbüslerinin tamamen önüne geçileceğini iddia ediyorlardı. Bu müzakereler neticesinde Cumhuriyet Senatosunda kanun tasarısı 100 olumlu oya karşı 21 senatör ret, 12 senatör çekimser oy kullandı[195]. Böylece teklif yasalaşmış oldu. Bu oylamada tabii senatör olan darbeci askerlerden 14’ü olumlu oy kullanırken 6’sı oylamaya katılmamayı tercih ettiler. Başbakan İnönü, bu yasama çalışmasının olumlu neticelenmesine çok memnun kaldı[196].

Kabul edilen 7 maddelik bu kanuna göre, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin meşruluğunu sorgulamak ve askeri müdahale hakkında tenkit yapmak yasaklanıyordu. Askeri müdahale sonrasında Yüksek Adalet Divanının vermiş olduğu Yassıada mahkemesi kararlar hakkında olumsuz görüş açıklamak da yasaklandı. DP iktidarını övmek, müdafaa etmek veya herhangi bir partiyi DP’nin devamı olduğunu söylemenin cezası hapisti. Yukarıda suç olarak tarif edilen hususların basında yayınlanmasına da yasak getirilmişti.

27 Mayıs askeri anlayış sivil siyaset üzerinde etkisini sürdürdü. On yıl ülkeyi yönetmiş DP döneminden söz etmek ve DP’liler hakkında olumlu bir ifadeler kullanmak mümkün değildi. Hatta Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idam edildikleri tarihlerde anmak isteyenlere müdahale edildi. Bu olayları sayfalarına taşıyan Yeni İstanbul, Son Havadis, Zafer ve Tasvir gazeteleri toplatıldı. Mecliste eski MBK üyelerinden oluşan Tabii Senatörlerle AP ve YTP’li üyeler arasında atışmalar yaşandı. AP lideri emekli general Gümüşpala DP’den olumlu söz ettiği için hakkında soruşturma açıldı[197].

Tedbirler Kanununu fikir hürriyetini daraltırken, askeri vesayeti canlı tutmaya devam ediyordu. AP, bu kanunun Anayasaya aykırı olduğunu savunarak konuyu Anayasa Mahkemesine taşıdı. Anayasa Mahkemesi, kanun üzerinde kapsamlı bir inceleme yaptıktan sonra bu kanunun Anayasaya aykırı olmadığına karar verdi. Bu ret kararı da Anayasa Mahkemesinin kuruluş amacının açık bir göstergesi, demokrasi ve düşünce özgürlüğüne verdiği önemi gösteren ilginç bir örnek oldu[198].

Doç Dr. Şerif Demir

27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı

1962’de Hükümet ulusal bayram ve tatiller hakkındaki kanuna ilave yapmak üzere yeni bir kanun tasarısı hazırlayarak meclise sevk etti. Yaklaşık bir yıl bekleyen bu tasarıyı Hükümet 1 Nisan’da gündeme getirdi. Böylece tasarı 3 Nisan 1963’te Meclisin gündemine geldi. Hazırlanan kanunun gerekçesinde, 27 Mayıs “Türk Milletinin yaşadığı acı günleri arkada bıraktığı mutlu bir gündür. Bugünü anmak benliğimizi bulmak bakımından gerçekten önemlidir. Bugünü kutlamakla Türk Milleti, büyük kayıplar sonunda kazanılmış bir zaferin tadını duymuş ve yaşatmış olacaktır” deniliyordu. Böylece Hükümet bu öneriyle 27 Mayıs günün “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanmasını istedi.

Kanun teklifinin meclis görüşmelerinde CHP Grubu adına konuşan E. Paksüt, 27 Mayıs “meşru olan bir inançtır. Meşruiyetini kaybetmiş bir iktidara karşı milletin direnme hakkının kullanılması suretiyle, milletçe gerçekleştirilmiş bir ihtilaldir” dedi. AP adına konuşan Ö. F. Sanaç, kanun tasarısına olumlu oy vereceklerini çünkü “parti olarak; 27 Mayısın ve temel müesseseler olan Şanlı Ordumuz ve Türk gençliğinin karşısında gösterme gayretlerini boşa çıkardığımızı ispat edeceğiz” dedi. CKMP grubu adına Cevad Odyakmaz, partisinin bu teklifi destekleyeceğini açıklayarak, “27 Mayıs’ı doğuran ruh ve görüş, bu anayasanın temeli olmuş ve onda en gerçek manasıyla ifadesini bulmuştur” dedi[199]. Siyasi partilerin bu açık destekleri sonrasında oylamaya geçildi. 450 kişilik Millet Meclisinde kanun teklifi 291 kabul 2 red oyuyla kabul edildi. Fakat oylamaya 149 milletvekilinin katılmaması dikkatlerden kaçmadı[200].

Kanun kabul edildikten sonra Başbakan İnönü, ülkenin ihtilalden çıkarak intikal dönemine girdiğini, memlekette yapılan siyasi tahriklerin askerleri darbeye teşvik ettiğini bu kanunla tahriklerin engellenerek siyasi hayatın daha da gelişeceğini söyledi[201]. Böylece her yıl 27 Mayıs’ın “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanarak resmi tatil olmasına karar verilmiş oldu.

Bu kanunla birlikte ilk kez 27 Mayıs 1963’de 27 Mayıs bir bayram olarak kutlandı. Cumhurbaşkanı Gürsel ve Başbakan İnönü, kutlama mesajları yayınladılar. 27 Mayıs’ın faziletleri anlatılırken DP döneminde ki yanlışlıklara vurgular yapıldı. Gazeteler coşku içerisinde 27 Mayıs’a özlem ve övgü bildiren yayınlar yaptılar. Bu uygulama yaklaşık 20 yıl sürdü. Her yıl Anayasa Mahkemesinde gerçekleştirilen törenlerde mülki erkan gelerek tebriklerini sunuyordu. Zamanla bu bayram heyecanını kaybetmeye başladı. 12 Eylül 1980’den sonra gerçekleştirilen askeri darbeyle birlikte hazırlanan 1982 Anayasasıyla bu kanun iptal edildi.

Doç Dr. Şerif Demir

Yuvarlak Masa Toplantıları[202]

Askeri idare, sivil hayata geçişle birlikte kurdukları siyasal düzenin geleceğinden endişe etmeye başladılar. Mevcut siyasi partilerin izledikleri politikalar bu endişeleri iyice artırıyordu[203]. Ayrıca darbeci askerler, Yassıada Mahkemesinin vereceği olası idam kararları ve AP’nin iktidara gelerek kendilerinden hesap sormasından da çekiniyorlardı. Kısacası askerler siyasi sorunların çözümü olarak sivil hayatı görmüşlerdi fakat seçimler öncesinde büyük bir tedirginlik yaşıyorlardı. Askerler bu endişelerini giderecek bir çıkış yolu olarak Yuvarlak Masa Toplantılarına karar verdiler[204]. Askerler sivil hayata geçmeden evvel siyasi parti liderlerini toplayarak ortak bir metne imza attırmak suretiyle geleceği güvence altına almayı düşündüler.

Askerlerin yaptığı planlamalara göre Yuvarlak Masa Toplantıları iki aşamadan oluşacaktı. Öncelikle oluşturulacak askeri heyetle siyasi parti alt kademelerinden belirlenecek komisyonlar kendi aralarında müzakerelerde bulunacaktı. Bu görüşmelerin neticesinde mutabık kalınan maddeler Devlet Başkanı Cemal Gürsel, siyasi parti liderlerini Çankaya Köşküne davet ederek kamuoyu önünde imzalayacaklardı[205].

Askerler çok sıkı ve disiplinli bir çalışma başlattılar. Öncelikle parti yetkilileri ve liderleriyle ön görüşmeler yaptılar[206]. Böylece toplantı öncesi karşılıklı fikir alışverişi gerçekleştirilerek taraflar ortak bir zeminde buluştular[207]. Askeri heyet üniversite temsilcileri ve basınla müzakerelerde bulundular. Neticede siyasi partilerin alt komisyonlarıyla ilk toplantıyı 31 Ağustos 1961’da Meclis binası Bütçe Komisyonu odasında gerçekleştirildi. Askerlerin hazırladığı gündem okundu[208]. Siyasi parti temsilcileri gündeme pek itiraz etmediler Yalnız AP temsilcisi Şinasi Osma, gündeme “Komünizmle mücadelenin” de ilave edilmesini önerdi. Bu öneri kabul edilerek ilk müzakerenin 1 Eylül’de yapılmasına karar verildi.[209]

1 Eylül saat 09.05’da yuvarlak masa alt komisyon toplantısında ilk madde “Meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı yapılan 27 Mayıs 1960 ihtilalinin siyasi maksatlarla istismara konu edilmemesi” hakkındaydı. MBK üyesi A. Yıldız, parti temsilcilerinin farklı görüşler ifade etmesine tepki göstererek ihtilalin meşruluğunun tartışılmayacak kadar kesin olduğunu fakat asıl tartışılması gerekenin DP’nin meşruluğu olduğunu söyledi.[210] Toplantı geçmiş dönemlerde DP’de siyaset yapmış kişilerin nasıl cezalandırılabileceği etrafında müzakerelere dönüştü. AP’liler ve YTP’liler, CHP’nin 27 Mayıs İhtilalini istismar ettiğini iddia ederken CHP’lilerde rakiplerini geçmişin kiniyle hareket etmekle suçladı.[211] Öğleden sonra devam eden görüşmelerle birinci madde üzerinde anlaşma sağlandı. Başkan Acuner, 1. DP iktidarı ihtilale sebep oldu. 2. Gayrimeşru ve gayrihukuki olan DP, siyasi partilerce mahkûm edildi. 3. DP zihniyetinin, hortlatılmasına izin verilmeyecektir. 4. İhtilal hiçbir zümre ve siyasi partiye karşı yapılmadı dedi. Başkan Acuner’ın bu açıklamalarına hiçbir siyasi parti temsilcisi itiraz etmedi. Bu şekilde DP’yi ve geçmişi yargılayan maddeler teker teker kabul edildi. 

Kabul edilen maddelerin ortak bir metne dönüşmesi için  Redaksiyon Kurulu oluşturuldu. Bu kurulun hazırladığı metin 03 Eylül günü 9.45’de toplantı gündemine geldi. CKMP temsilcisi Yörük, bu metni imzalamaya yetkisi olmadığını söyleyerek toplantıdan izin istedi. Özellikle AP temsilcileriyle CHP temsilcileri arasında ihtilaf çıkıyordu. Neticede askerler ağırlıklarını koydular. MBK üyesi Yıldız, DP iktidarının suçlu olduğunu bütün dünyanın kabul ettiğini bu konunun üzerinde konuşmaya gerek olmadığını fakat ortak metinde küçük rötuşların yapılabileceğini söyledi. Askerlerin bu sert ve tehditkâr konuşmaları sonrasında AP ve YTP temsilcileri daha uzlaşmacı mesajlar vermeye başladılar. CKMP heyeti toplantıya geri döndü. Yassıada hakkında alınacak kararlara ve seçimlerin güvenliğine yönelik itirazlarda bulundular. CHP temsilcisi Feyzioğlu, Yassıada Mahkemesiyle ilgili alınacak kararların mahkeme neticelendikten sonra kamuoyuyla paylaşılmasını teklif etti. Uzun müzakereler sonucunda gece 23.15’te imzalar atıldı.[212] Kurul, Yassıada Mahkemesi hakkında alınacak kararlarını ayrı bir metin olarak düzenlenmesine ve mahkeme kararları açıklandıktan sonra ilan etmesine karar verdi.

 Yuvarlak Masa Zirve Toplantısı 5 Eylül 1961 Salı günü saat 16.00’da Çankaya Köşkünde  Temsilciler Meclisi, üniversite, basın ve gençlik temsilcilerinden oluşan bir heyetin huzurunda siyasi parti liderlerince imzalanması için hazırlıklara başlandı[213]. CKMP lideri O. Bölükbaşı toplantıya katılmadı son anda parti adına Ahmet Oğuz katıldı.

 Saat 16.00’da tören Devlet Başkanı Gürsel’in katılımıyla başladı. Gürsel açış konuşmasında, Milli Birlik Komitesinin inşa ettiği hukuki düzenin siyasi partiler tarafından daima yaşatılması için bu toplantıyı düzenledik dedi.[214] Siyasi parti liderleri birer kısa konuşma yaptılar. Liderlerin önüne iki bölümden oluşan bir metin geldi. Birinci kısım anında basına verilerek ilan edildi. İkinci kısım Yassıada Mahkemesi kararları sonrasına bırakıldı. İmzalanan metnin girişinde 27 Mayıs’la askerlerin “Türk Milletinin vicdanından yükselen emre uyarak, milletin direnme hakkını kullandığı” dikkat çekilerek 27 Mayıs’ın hiçbir şekilde istismarının yapılmayacağı belirtiliyordu. Böylece siyasi partiler kamuoyu önünde 27 Mayıs’la birlikte tesis edilen hukuki düzeni muhafaza edeceklerine söz verdiler.

Bu toplantılardan askerler çok memnun kaldılar. Buna benzer formatta bir toplantının da gazetecilerle yapılmasına karar verdiler.  6 Eylül sabah 10.00’da Ankara Radyoevinde ulusal gazetelerin baş yazarları ve yayın müdürleri davet edildi. Gazetecilerin imzaladığı bu metinde “Madde 2. Partiler, imzaladıkları anlaşmada verdikleri sözleri tutmazlarsa basın uyarı görevini yaparak siyasi parti temsilcilerinin anlaşmaya bağlı kalmaları için gayret gösterecektir”.[215] Böylece basın siyasal sistemin koruyucusu ve denetleyici kabul edilmişti.  Gazeteciler kendi aralarında bir kurul (Ahmet Emin Yalman, Seyfettin Turhan ve Ziya Hanhan) oluşturarak 20.30’da Devlet Başkanı Gürsel’i ziyaret ettiler. Gürsel, bu anlaşmadan duyduğu memnuniyeti bildirdi.[216]

15 Eylül’de Yassıada Mahkemesi kararlarını açıkladı. Bunun üzerine Yuvarlak Masa Toplantılarında Yassıada Mahkemesi hakkında alınan kararlarda kamuoyuna ilan edildi,. Bu kararların girişinde DP yönetimine sert tenkitler vardı. DP, demokratik nizamdan uzaklaşmak, basın, üniversite ve adalet üzerinde ağır baskılar kurmak, inkılapları ve dini duyguları istismar etmek, yanlış ekonomik politikalar uygulamak ve seçimlere hile karıştırmakla suçlandı. Ordunun 27 Mayıs’ı hiçbir zümre aleyhine ve siyasi maksatlarla gerçekleştirmediği vurgulandı. Bu bölüm beş siyasi parti liderinin imzaladığı “Bu ihtilalin yıktığı ve milli vicdanın mahkûm ettiği Demokrat Parti zihniyetini ve onu temsile veya devam ettirmeğe teşebbüs mahiyetindeki her türlü davranışı şiddetle reddederiz” ifadeleriyle sona eriyordu[217].

Siyasi partiler kamuoyu önünde söz verdiler. Fakat kısa sürede bu sözü unuttular.Çünkü bu imzalanan metnin hiçbir hukuki bağlayıcılığı yoktu. Çünkü siyasi hayata yönelik bu detayların, hukuki bir yaptırım da yoktu.[218] Kamuoyunda da bu kararların uzun soluklu bir bağlayıcılığının olmadığı biliniyordu.[219]

Doç Dr. Şerif Demir

Silahlı Kuvvetler Birliği

Askeri müdahale sonrasında kurulan MBK’yı askerler kabullenmekte zorluk çektiler.  Komitede TSK üst yönetiminden kimsenin olmaması, alt rütbeli MBK üyelerinin statü olarak Genelkurmay Başkanı’ndan üstte olması, ordu içinde rahatsızlıklara sebep oldu. MBK’nın 14 üyesini tasfiye etmesi siyasetteki gücünü ve ordu içindeki itibarını derinden sarstı. Kalan MBK üyeleri de kendilerini güvende hissetmiyorlardı.[220] Anayasal teminat altında olan MBK üyeliği için hukuki güvencenin fazla bir anlam ifade etmediğini gördüler. MBK üyesi olan fakat kuruma güvenmeyen bu üyeler siyaseti orduya taşıdılar. Ordu içinde MBK gücü ve etkinliği kayboldu.[221] MBK’nın güç kaybetmesiyle birlikte Komiteye yönelik orduda ki tepkiler açığa çıkmaya başladılar[222].

MBK’nın uygulamalarından rahatsız olan bu üst düzey askerler, İstanbul ve Ankara’da toplanarak yeni bir arayışa girdiler. Bu gruplar 18 Mart 1961’de birleşerek Silahlı Kuvvetler Birliği’nin kurdular.[223] Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) üyeleri kendi temel ilkelerini belirlediler. Bu ilkeleri ilan ettiler. Böylece ordu üst yönetimi, SKB üzerinden ordu içinde farklı cuntaların kurulmasına mani olmak istedi. Çünkü bu Birliğin fahri liderliğini Genelkurmay Başkanı yapıyordu. SKB ordu üst düzey komuta kadrosunda da oldukça etkili oldu. SKB mensubu olmayan komutanlar ilk fırsatta ordudan tasfiye edildiler. Başlangıçta siyasete katılmayı düşünmeyen hatta ordu ile siyaset arasına bir perde çekmeyi düşünerek kurulan SKB, kısa sürede sağladığı askeri güçle siyasetin etkin bir aktörü haline geldi.

SKB gölge bir hükümet gibi hareket ederek, MBK’ya ve Gürsel’e sıklıkla müdahale etmeye başladı. Gn. Gürsel, ordu içinde bir ihtilaf çıkmaması ve devlet işlerinde herhangi bir sorunla karşılaşmamak için SKB’nin bu taleplerini yerine getirerek idare etmeye çalıştı. Fakat SKB sürekli yeni taleplerde bulunuyordu.[224] MBK iktidara ortak olan SKB’yi etkisizleştirerek tasfiye etmek için harekete geçti.

SKB’nin lider kadrosunda yer alan Hava Kuvvetleri Komutanı Gn. İ. Tansel, tasfiye edilmek istenildi. Bu arada SKB’ye mensup komutanlara emeklilik işlemleri başlatıldı. Böylece SKB’nin ordu içinde ve siyasetteki etkin gücüne son vermeye çalışıldı. MBK’nın bu hamlesi üzerine SKB üyesi askerler 6 Haziran 1961’de SKB Cemal Gürsel ve MBK’a karşı bir ültimatom yayınlayarak Gn. Tansel’in göreve iadesini, Orduda görev yapan MBK üyelerinin ordudan ayrılmasını ve MBK’da hiçbir tasfiyenin yapılmamasını istediler[225].  Gn. Gürsel ve MBK bu istekler karşısında bocalayınca Hava Kuvvetlerine bağlı uçaklar Çankaya Köşkü üzerinde taciz uçuşlarına başladılar.  Askeri birlikler kışlalardan çıktı. Bu güç gösterisine mukabil Gn. Gürsel ve MBK geri adım atmak zorunda kaldılar.[226] SKB’nın siyasi baskıları neticesinde Gn. Madanoğlu Ankara Komutanlığından ve MBK üyeliğinden istifa etmek zorunda kaldı. Çankaya Muhafız Komutanı O. Köksal’da askeri görevlerinden ayrılmaya mecbur bırakıldı.[227] Artık ülke yönetimi SKB üzerinden doğrudan orduya geçmişti.

SKB siyasal bir güç olarak MBK’ya varlığını kabul ettirerek 28 Haziran’da Genelkurmay üzerinden silahlı kuvvetlerin bütün birimlerine bir genelge gönderdi. Bu genelgeyle SKB’nin daha evvel kabul ettiği ana prensipler, rejimin ve devrimin güvenliğini tehlikeye sokmamak için bütün askerlere tebliğ edilmiş oldu.[228]

SKB’nin ordu ve siyasette hızla güçlenmesi üzerine 25 Ağustos 1961’de Jandarma Okulu Şeref salonunda toplanan subaylar yemin ettiler. Askerler ülke gündemini yakından takip ediyorlardı. Toplantılarda siyasi alanlarda yapılması gerekenler ve alınacak tedbirler karar altına alınıyordu. Bu kararlar silahlı kuvvetlere yönelikse Genelkurmay Başkanına, siyasete ve ülke gündemine yönelikse MBK’ye iletiliyordu. Bu isteklerde büyük ölçüde yerine getiriliyordu.[229]

Ülke gündeminde olduğu gibi MBK gündeminde de Yassıada Mahkemesinde verilen idamlar vardı. Görüşmeler neticesinde MBK’da idam konusunda ciddi bir çatlak ortaya çıktı. İlk izlenimlerde MBK içinde idamlara karşı olanların sayısı taraftar olanlardan fazlaydı. SKB idamlara karşı çıkan MBK üyeler üzerinde büyük bir psikolojik baskı kurdu. MBK üyesi olan ve idamlara karşı tutum içinde olan üyeler kendi hayatlarından endişe etmeye başladılar[230]. İdamlara karşı olan bazı üyelerin son anda fikir değiştirmesiyle idamlar onaylandı. Bu süreçte SKB’nin önemli bir etkisinin olduğu bilinmektedir.

SKB, tarafsız ve dürüst bir seçim yaparak iktidarın seçimleri kazanan partiye bırakılmasını savunuyordu. Çünkü kamuoyunda ve ordu içinde hiçbir şekilde AP’ye şans tanınmıyordu. 15 Ekim 1961’de seçimler yapıldı ve seçim sonuçları büyük bir sürpriz oldu. CHP, tek başına hükümeti kurabilecek bir netice alamadı. Fakat AP’yle birlikte DP’nin devamı olan sağ partiler, rahatlıkla ortak bir koalisyonla hükümeti kurabilecekleri bir sonuca ulaşmışlardı. Bu seçim sonuçlarını SKB kabul etmedi.[231] 

21 Ekim’de toplanan SKB’ye mensup 10 general ve 28 albay “21 Ekim Protokolü” imzaladılar[232]. Bu protokolle siyasi partilerin kapatılması ve MBK’nın feshedilmesi isteniyordu. Aksi takdirde SKB iktidara müdahale edecekti. Gürsel, 21 Ekim protokolüne karşı direndi. Neticede Devlet Başkanı Gürsel ile Genelkurmay Başkanı Sunay’ın girişimleri neticesinde siyasi parti liderleriyle Çankaya protokolü imzalandı. Buna göre siyasi parti liderleri Cemal Gürsel’i Cumhurbaşkanı seçeceklerini, ordudan ihraç edilen askerleri geri almayacaklarını ve “şimdilik” kaydıyla Yassıada mahkumlarına af konusunu gündeme getirmeyeceklerini kabul ettiler[233].

  Çankaya Protokolüyle siyasi gerilim düştü. Meclis açıldı. Görev süresi dolan MBK, sona erdi. 31 Ekim’de eski MBK üyeleri ordudan ayrıldılar. 21 Ekim protokolün tam anlamıyla uygulanmaması ve SKB’nin general üyelerinin Genelkurmay Başkanı Sunay’la anlaşması Birlik içinde büyük tepkilere sebep oldu. Bu durum SKB’nin parçalanmasına yol açtı. Neticede 25 Ekim’den itibaren Albaylar SKB’den ayrı ve bağımsız hareket etmeye başladılar.[234] Yaşanılan bu siyasi olaylar ordu içerisinde ki cuntaların sonunu getiremedi fakat SKB büyük bir darbe yedi. Kendi içerisinde kurdukları düzen bozuldu. 

Doç Dr. Şerif Demir

Ezan

Ezan’ın Türkçe okunması Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren tartışılmaya başlandı. Meseleye dil devrimi kapsamında bakılarak ulusal bilinç açısından bakılıyordu. Ümmetten millete geçişte dilin sadeleşmesi ve dinin milleşmesi düşünüldü. Bu yolda ilk Türkçe ezan 1926’da Erenköy Camii’nde okundu[235].

                        Dilde sadeleşme ve dini konular hakkında ne yapılacağı düşünüldüğü günlerde Nisan 1926’da Erenköy Camii müezzini ezanı ilk kez Türkçe okudu.1931-1932 yıllarında itibaren Türkçe Kuran ve Türkçe Ezan üzerine çalışmalar başlatıldı[236]. Planlanan yenilikler arasında ezanın Türkçe okunması da vardı. MEB’nın uhdesinde yürütülen çalışmalarla Türkçe Ezan’ın metni oluşturuldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün de onayıyla Arapça ezanın Türkçe çevirisi yapıldı[237].

“Tanrı Uludur;

Şüphesiz bilirim, bildiririm:

Tanrı’dan başka yoktur tapacak,

Şüphesiz bilirim, bildiririm

Tanrı’nın elçisidir Muhammed

Haydin namaza, haydin felaha

Namaz uykudan hayırlıdır. (Sadece sabah namazlarında)

Tanrı Uludur

Tanrı’dan başka yoktur tapacak”

İlk Türkçe ezan 30 Ocak 1932’de Fatih Camii’nde ikindi namazında Hafız Rıfat tarafından okundu[238]. Yurt sathında Türkçe Ezan uygulamasına 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığının 636 sayılı tamimiyle geçildi. Böylece ezanın kesin olarak Türkçe olarak okunması isteniyordu. Bu yasaklama sadece Diyanet’in yayınladığı bir tamime göre uygulanıyordu. Türkçe ezan hakkında, yeni bir kanuna gerek duyulmadı. 1941 yılına kadar Türkçe ezana muhalefet edenlere verilen cezalar, belirli bir hukuki kurala göre gerçekleşmedi. Uygulamanın yasal zeminin olmaması, farklı cezaların verilmesine neden oluyordu. Bu durum üzerine hükümet harekete geçti. Hazırlanan kanun tasarısıyla TCK 526. Maddesine “Arapça ezan ve kamet okuyanlar” hükmü eklendi. Böylece Diyanet personeli dışındakilerin cezalandırılabilmesine imkan sağlandı. 2 Haziran 1941 yılında Mecliste Türk Ceza Kanunu’nun 526. Maddesinin 2. Fıkrasına 4055 sayılı kanunla, “veya Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar” hükmü ilave edildi.[239] Böylece ezan yasağının hukuki dayanağı tamamlanarak yasak kanuni bir çerçeve içerisine dahil edilmiş oldu.

         Çok partili hayata geçişle birlikte Türkçe ezan konusu tekrar gündeme geldi. Halk, ısrarla ezanın aslına uygun okunmasını talep ediyordu. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan  DP, Türkçe ezan konusunu gündemine aldı. Başbakan Menderes, “Ezanın Türkçe okunmasına mukabil cami içinde bütün ibadet ve duaların din dilinde olması garip bir tezat teşkil eder gibi görünür. Aradan bunca yıllar geçtikten ve vaktiyle zaruri görülen tedbire artık ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar bu sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder. Şimdi meselenin laiklik ve vicdan hürriyeti bakımından halline sıra gelmiştir” dedi.[240]

           Kanun tasarısı Bakanlar Kurulu’nda görüşüldükten sonra 13 Haziran’da DP Meclis Grubunun gündemine aldı. Başbakan Menderes, ezanın Türkçe okunmasının Anayasa ve laikliğe aykırı olduğunu meselenin bir an önce sonuçlandırılmasını istedi. Menderes’ten sonra söz alan bütün milletvekilleri ezan yasağını kaldırılması lehinde konuştular. Böylece DP grubu alkışlarla kabul etti.[241] Tasarı CHP yönetimini sıkıntıya soktu. Parti grubunda bir grup tasarıya şiddetle karşı olup açıktan açığa “karşı tavır” alınmasını isterken diğer grup “bu konu hassas konudur. Biz karşı çıkmayalım” diyorlardı. Genel Başkan İnönü’de bu tasarıya karşı çıkılmasını savunuyordu. CHP grup toplantısında ikinci görüş baskın çıktı ve CHP grubu tasarıya karşı çıkmama eğiliminde olduğunu gösterdi. Böylece CHP grubu Arapça ezan hakkında hazırlanan tasarıya muhalif olmayacağının kararını aldı.

Arapça ezan okunması hakkındaki kanun tekli, 16 Haziran’da Meclis gündemine geldi. Bakanlar Kurulu, Meclise gönderdiği kanun teklifinin gerekçesinde, ezana yönelik hukuki bir düzenlemenin Anayasa’nın laiklik hükmüne aykırı olduğunu, yasaklamanın yapıldığı zamandan bu zamana kadar toplumda büyük bir değişim meydana geldiğini, mevcut kanunun sadece ezanın Arapça okunmasını yasakladığını fakat farklı diğer dillerde okumanın serbest olduğu gibi garip bir hukuki durum olduğu belirtiliyordu. Teklife göre, “Müslüman Türklere sebepsiz yere manevi huzursuzluk veren böyle bir yasağın demokrasi ile idare olunan bir devlet nizamı içinde” olamayacağı vurgulanmıştı. Kanun teklifinin gerekçesinde, Anayasanın laiklik ilkesine vurgu yapıldıktan sonra “Müslüman Türk vatandaşların ısrarlı ve haklı isteklerine istinaden ezan ve kametin tercüme halinde” ilgili maddenin kaldırılması isteniyordu.[242]

Kanun teklifinin Genel Kurul görüşmelerinde aleyhinde kimse söz almadı. DP’liler kanun teklifinin lehinde söz alırken, CHP’liler teklifin aleyhinde söz talep etmediler. CHP adına konuşan Trabzon Mv. Cemal Reşit Eyüpoğlu, “Türkçe Ezan, Arapça Ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz. Milli şuurun bu konuyu, kendiliğinden halledeceğine güvenerek ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız” dedi. CHP temsilcisinin bu sözleri CHP’liler gibi DP’li vekillerden de alkış aldı.[243]

Meclis görüşmeleri tamamlandıktan sonra oylamaya geçildi. Yasa teklifinin oylamasında DP’liler gibi CHP’liler de yasanın lehinde oy kullandılar. Böylece Mecliste TCK’nın 526. Maddesini değiştiren kanun teklifi kabul edildi.[244] 17 Haziran’da yayınlanan Resmî Gazeteyle Arapça ezan okuma yasağın kaldırılması Ramazan ayına yetiştirilmiş oldu. Aynı gün Başbakanlık’tan vilayetlere gönderilen tebliğle kanunun uygulanması için gereğinin yapılması talep edildi.[245]

27 Mayıs Askeri müdahalesi sonrasında Türkçe ezan konusu gündeme tekrar geldi. Bazı MBK üyeleri anayasal bir düzenlemeyle “Ezan Türkçe Okunur” hükümünün getirilmesini istediler. Özellikle Cemal Gürsel, “Türk, kendi dinini kendi dili ile ifade edemezse, asla bir din sahibi olduğunu iddia edemez” dedi. Gürsel sözlerini, “Biz dini, milli bir hüviyetle kavramak mecburiyetindeyiz. Ezanın, Kuran’ın Türkçe okunamaz denişi gibi sakat, köksüz ve esassız fikirlere itibar etmemeliyiz” diye tamamladı.[246]

DP döneminde laiklikten sapmanın ilk ezanın Arapça okunmasıyla başladığını savunan askerlerden, kamuoyunda Türkçe ezana dönüleceğine yönelik bir güçlü beklenti oluştu. Hatta yurdun bazı bölgelerinde hiçbir kural ve emre bağlı olmadan bazı müezzinlerin Türkçe ezan okumaya başladığı görüldü. Konu MBK gündemine geldi. MBK’de yapılan görüşmeler neticesinde, mevcut durumun devamına yani ezanın asli şekliyle okunmasının sürdürülmesine karar verildi.[247] Milli Birlik Komitesi, Türkçe ezana okunmasına yönelik bir düşüncelerinin olmadığını açıkladı. Böylece konu tamamen kapatıldı.

Doç Dr. Şerif Demir

1924 Anayasası

1924 Anayasası olarak adlandırılan 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin ise ilk yazılı anayasasıdır. Kuruluşuyla birlikte ülke geleceğinin belirlenmesinde ulusal iradeyi üstün kılma ilkesini benimseyen ve kendisini bu iradenin tek temsilcisi sayan TBMM, 1921 Anayasası’nı yaparak kurucu güç olduğunu göstermiş, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırarak ulus egemenliğin tek ve gerçek temsilcisi olduğunu ve kurucu niteliğini kesinleştirmiş, 29 Ekim 1923’te Anayasa’da yapılan değişikliklerle Cumhuriyeti ilan etmiş ve 3 Mart 1924’te çıkarttığı Kanunlarla egemenlik konusunu çözüme kavuşturarak devlet yapısındaki eksiklikleri gidermiştir[248]. Yeni devletin siyasal ve kurumsal olarak belirlenmesinden sonra, peşi sıra gelecek devrim adımlarını atmayı hedefleyen TBMM, bunun için gereken anayasal düzenin kurulmasına yönelmiş ve 1921 Anayasası’nın birçok eksiklik barındırması sebebiyle, yeni bir anayasa meydana getirme yoluna gitmiştir[249]. Haziran-Temmuz 1923’te yapılan ikinci Meclis seçimlerinin ardından 11 Ağustos 1923’te görece başlayan ikinci dönem TBMM “yeni bir anayasa yapmak için özel olarak seçilmiş bir kurucu meclis olmadığından[250], yeni anayasanın tasarısı Kanun-u Esasi Komisyonu tarafından hazırlanmış ve 9 Mart 1924’te Meclis Genel Kurulu’na sunulup 20 Nisan’a kadar müzakere edildikten sonra aynı gün ittifaka yakın bir çoğunlukla kabul edilmiştir[251].

1924-1945 yıllarında otoriter tek parti rejiminin ve 1945-1960 yıllarında çok partili demokrasinin  “temel kanunu” işlevini görmesi bakımından istisnai ve önemli bir mevkie sahip[252] olan 1924 Anayasası, 1928-1937 yılları arasında beş kez değişikliğe uğramış[253], 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi öncesinde 36 yıl kesintisiz biçimde yürürlükte kalmış[254] ve kuramsal olarak 9 Temmuz 1961 tarihine kadar geçerliğini korumuştur[255].

1924 Anayasası, altı bölüm altında toplanmış 105 maddeden meydana gelen bir metindir. Birinci Bölüm: Ahkâmı Umumiye (Esas Hükümler,1-8 md.), İkinci Bölüm: Vazifei Teşriiye (Yasama Görevi, 9-30 md.), Üçüncü Bölüm: Vazifei İcraiye (Yürütme Görevi, 31-52 md.), Dördüncü Bölüm: Kuvvei Kazaiye (Yargı Erki, 53-67 md.), Beşinci Bölüm: Türklerin Hukuku Ammesi (Türklerin Kamu Hakları, 68-88 md.) ve Altıncı Bölüm: Mevaddı Müteferrika (Türlü Maddeler, 89-105 md.) biçiminde tanımlanmıştır[256].

Anayasa’nın ilk üç maddesinde devletin şekli, bazı nitelikleri ve milli egemenlik ilkesi düzenlenmiştir[257]. Buna göre: Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir (md. 1). Dini İslam, resmî dili Türkçe, başkenti Ankara’dır (md.2) ve hâkimiyet kayıtsız ve şartsız olarak milletindir (md 3). Temsilî demokrasi anlayışını yansıtan dördüncü maddeye göre ise TBMM, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet adına hâkimiyet hakkını kullanır[258].

1924 Anayasası, hükümet şekli bakımından hem meclis hükümeti sisteminin hem de parlamenter sistemin özelliklerini içinde barındıran bir nitelik arz etmektedir. Zira Anayasanın beşinci maddesinde; kuvvetler birliği ve meclis hükümeti sistemini çağrıştıracak şekilde, yasama yetkisi ve yürütme erkinin TBMM’de belireceği ve toplanacağı hükmüne yer verilmiş lakin devam eden maddelerde TBMM’nin yasama yetkisini doğrudan doğruya kullanmakla birlikte (md. 6) yürütme yetkisini kendi seçtiği cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bakanlar kurulu eliyle kullanacağı (md.7) ifade edilmiştir. Bununla birlikte, yedinci maddenin ikinci fıkrasında TBMM’nin hükümeti her daim denetleyebileceği ve düşürebileceği hükmüne yer verilerek, parlamenter sistemin temel özelliklerinden olan, hükümetin Meclis karşısında siyasal bakımdan sorumlu olması ilkesi de kabul edilmiştir. Dolayısıyla 1924 Anayasası’nın meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında bir hükümet şekli kabul ettiğini söylemek mümkündür[259].

Devletin yasama, yürütme ve yargı şeklinde beliren üç temel işlevinden ilk ikisinin bizzat Meclis tarafından yerine getirileceğini belirten 1924 Anayasası, yargı hakkının ise millet adına usul ve kanuna göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılacağını (md.8)[260] hükme bağlamıştır. Bu hükme bakarak yargı hakkının yasama ve yürütmeden ayrı olarak bağımsız mahkemelere verildiğini düşünmek doğru değildir. Zira Anayasaya göre egemenliğin tek sahibi millettir ve milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Meclis, egemenlik hakkını millet adına kullanabilecek tek makamdır. Yargı hakkı da egemenliğin bir parçası olduğundan, bu durumda onun da Meclise ait olması gerekmektedir. Üstelik Anayasaya göre mahkemeler yargı hakkını kanuna göre kullanır. Kanunu yapan Meclis olduğuna ve Anayasanın kanun yapma konusunda Meclise bir şart koşmadığına göre, bu durumda mahkemeler ancak Meclis’in verdiği yetki ölçüsünde bağımsızdır. Dolayısıyla Anayasanın yargı bağımsızlığından bahseden ilgisi maddesi “romantik bir hüküm” olmaktan öteye gidememiştir[261].

Yukarıda esas hükümlerine temas ettiğimiz 1924 Anayasası Meclis iradesini milli irade ile özdeş saymış ve Meclis iradesi daima Meclis çoğunluğunun iradesi halinde belirdiğinden, dönemine egemen olan “çoğunlukçu” demokrasi anlayışını yansıtan bir nitelik arz etmiştir. Ne var ki çoğunluğun tahakkümüne mani olacak her hangi mekanizmaya yer vermeyişi 1924 Anayasasının önemli bir eksikliği olarak belirmiş ve bu eksiklik doğal olarak, iktidarın Cumhurbaşkanlarının merkezinde toplandığı, Meclis’in bir onay makamı olmak haricinde rol oynamadığı, kişi hak ve özgürlüklerinin aşırı derecede sınırlandırıldığı, otoriter tek parti rejiminde değil, çok partili hayat döneminde kendini açıkça göstermiştir. Sonuçta 1924 Anayasası’nın temsili ve çoğunlukçu demokrasi anlayışı, çok partili hayat döneminde demokratik ilkelerle bağdaşmayan birçok kanunun Meclis tarafından kabul edilmesine ve iktidar-muhalefet ilişkilerin günden güne gerginleşmesine yol açmış ve bu bağlamda “27 Mayıs Askeri Darbesine giden zemini hazırlamıştır.”[262]

Dr. Mehmet Şah Özcan

Yassıada Mahkemesi

İpar Davası

Gemi Davası olarak da bilinen İpar Davası, 15 Kasım 1960-19 Ocak 1961 tarihleri arasında görülmüştür. 1950’li yıllardan beri çeşitli nedenlerle kamuoyunda gündeme gelen eski armatörlerden Ali İpar aleyhine açılan davada DP hükümetinden birkaç Bakan ve Başbakan Menderes de suç ortağı gösterilmiştir.

Sanıklar iki grupta toplanmaktadır:

1-      Görevi Kötüye kullandığı iddia olunanlar: Başbakan Adnan Menderes, Sanayi ve Koordinasyon Eski Bakanı Sebati Ataman, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, Dışişleri Eski Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Başbakan Yardımcısı Medeni Berk, Ticaret Bakanı Hayrettin Erkmen

2-      Gemi alımında döviz kaçakçılığı yaptığı iddia olunanlar: Armatör Ali İpar, Dışişleri Memuru Nihat Ali Üçüncü[263].

13 oturum süren duruşmalarda 7 tanık dinlenmiştir. Maliye Bakanlığı Müsteşarı ve Koordinasyon Heyeti Genel Kâtibi Naci Ergin, Hazine Genel Müdürü Kemal Siber, Dış Ticaret Dairesi Başkan Yardımcısı Adnan Erdaş, Deniz Nakliyat Türk Anonim Şirketi Müdür Yardımcısı Can Göknil ve İktisadi İş Birliği Genel Sekreteri Hasan Işık davanın tanıklarından bazılarıdır.

İddianamede, Fatin Rüştü Zorlu’nun, Adnan Menderes vasıtasıyla Koordinasyon Kurulu’na baskı yaptığı, “Gemi İthal Rejimi”ni değiştirttiği, bundan faydalanan Ali İpar’ın tahsis rejimine aykırı bir şekilde üç gemiyi, kredi alınmış gibi göstererek ve sahte fatura düzenleyerek yurtdışına 210 bin sterlin kaçırdığı ileri sürülmüştür. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun bir yandan bu gemilere Washington’daki Türk Ekonomi Heyeti Başkanı Nihat Ali Üçüncü vasıtasıyla hileli yolla navlun[264] temin ederken diğer yandan döviz talebini karşıladığı iddia edilmiştir[265].

İpar Transport Limited Şirketi, Nezihi İpar’ı 10 Ağustos 1959’da Mehmet İpar’ı 28 Ağustos 1959’da Virginia İpar’ı da 4 Eylül 1959’da satın almış ve Türk bayrağını çekmiştir. Ancak İpar Transport, 2 Ekim 1959 tarihinde ilgili makamlara müracaat ederek üç gemiye döviz tahsisi yapılmasını istemiştir. Soruşturmaya göre Ali İpar, satın almış olduğu gemilerin bedellerini yurtdışındaki dövizlerle ödemiş ve paravan bir firma olan Pasific Warrior Steamship Corporation’dan tedarik ettiği yüksek meblağlı faturalarla toplam 282.142 sterlinin tahsisini istemiştir. Gemi Seçme Heyeti ise tüm dünyadaki gemi satış piyasalarını gösteren Fair Play ve Lloyd’s Shippiny dergileri üzerinde araştırma yapmış ve bu gemilerin bedellerinin en fazla 210 bin sterlin olabileceğini tespit etmiştir. Bu durum karşısında Ali İpar 210 bin sterline razı olmuş ve tahsisat ile transfer yapılmıştır.

İpar Davası’nın duruşmaları Mahkeme Başkan Başol’a, sanık Ali İpar’ın tartışmalı bir havada diyaloglarıyla başlamıştır. Mahkeme başkanı, en küçük bir eşyanın alınması için dahi nakit gerektiğini, Ali İpar’ın ise gemileri önceden satın alıp daha sonra Türkiye’den döviz talebinde bulunduğunu ileri sürmüştür. Mahkeme başkanına göre hiçbir yabancı şirket teminat veya kısmen peşinat almaksızın tanımadığı kişi ve kurumlara gemi satışı yapmazdı. Ayrıca İpar’ın gemilere ödediği miktarın 281 bin sterlin, Gemi Seçme Heyetinin belirlediği miktarın ise 210 bin sterlin olduğunu, İpar’ın “ben bunları 281 bin küsür liraya aldım, 210 bin sterlin nasıl olur” diye sorup itiraz etmemesini de garabet olarak görmüştür. İpar ise iddiaların tümünü reddettiğini, üç gemiyi bir Amerikan firması ile beraber aldığını, Amerikan firmasının finansman, kendisinin ise navlun temin edeceğini söylemiştir. Ali İpar’ın sorgusu sırasında Başkan Başol sık sık sanığın sözünü kesmiştir[266].

İpar, gemi almanın çok zor olduğunu, bir şirketle gemilerin New York’ta Eylül sonunda teslim edilmesi üzerine anlaştıklarını dile getirerek satın alma işlemleriyle şirket yetkililerinin ilgilendiğini, kendisinin fiyatı bilmediğini ileri sürerek gemilerin değerlerinin oldukça üzerinde fiyatla satın alındığı iddiasını da dört maddede yanıtlamıştır:

1-      Gemilerin sefere hazır hale getirilmesi bağlamında eksiklerini tamamlamak için masraf yapılmıştır.

2-   Gemiyi sigortaya kabul ettirmek için Loy sertifikasına harcamalar gerçekleştirilmiştir.

3-                İpar’a göre gemilerin masraflarını arttıran üçüncü sebep Londra’dan satın alınmasıydı. Buna göre gemiler New York Limanına teslim edilecekti. Dolayısıyla gemilerin İngiltere’den Amerika’ya getirtilmesi büyük masrafı da beraberinde getirmiştir. Şöyle ki günde yaklaşık 600 dolar olan mazot sarfiyatı ayda takribi 25-30 bin dolar tutmuştur.

4-      İpar’a göre gemileri kredi ve peşin almak arasında ciddi bir fark vardı ve kendisi de gemileri krediyle satın almıştı[267].

İpar, tüm işler bittikten sonra Ali Nihat Üçüncü’yü bir defa New York’da bir defa da Washington’da gördüğünü, bunun dışında hiçbir yerde karşılaşmadıklarını belirtmiştir. Son olarak Et ve Balık Kurumu’nun yağlarını usulsüz olarak taşıdıkları iddiasına değinen İpar, teklifin kurum tarafından kendilerine iletildiğini, yağların tarihlerinin geçeceği için memlekete fayda olsun diye kabul ettiklerini, tonu 30 dolara jip ve diğer navlunlar varken Et ve Balık Kurumu’nun mallarını taşıyarak zarar ettiklerini öne sürmüştür[268].

Sanıklardan Dışişleri Eski Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, dava hakkında yapılan soruşturmanın hakikatin aranması suretiyle değil de bir kimsenin suçlandırılması şeklinde yürütüldüğünü iddia etmiştir. Zorlu, nüfuzunu kullanıp gemi satın alma rejimini değiştirerek İpar’a menfaat temin ettiğini iddiasını tamamen iftira olarak gördüğünü belirtmiştir. Zorlu’ya göre pazarlıkları yapan, gemi fiyatlarını tayin eden, gemilerin kabul edilip edilmemesi hususunda fikir beyan eden Gemi Seçme Heyeti’dir ve kendisi bu heyete hiçbir zaman nüfuz etmemiştir. Nihat Ali Üçüncü ile olan münasebetlerine değinen Zorlu, mezkûr şahısla 1940 yılından beri tanıştıklarını, davaya konu olan mektubun okunması halinde bundan birtakım manalar çıkarmanın anlamsız olacağını dile getirmiştir. Zorlu ayrıca Türkiye’ye nakledilecek yağlar için İpar’ın navlun aldığını da katiyen bilmediğini, daha sonraları İpar ile Et ve Balık kurumu arasında imzalanan mukaveleden bahseden telgraf sayesinde meseleyi öğrendiğini sözlerine eklemiştir[269].

Fatin Rüştü Zorlu’dan sonra dönemin eski bakanlardan Sebati Ataman’ın sorgusuna başlanmıştır. Ataman, Gemi Satınalma Talimatnamesinin değiştirilmesinin üzerinde durmuş ve “Gemi satın almak için beş milyon dolarlık bir kota tahsis edilmişti. Gemi seçme heyeti otomatik olarak tahsis yapıyordu. Bu arada Bakanlar Kurulu’nda yapılan bir müzakere sırasında çok gemiye ihtiyacımız bulunduğu, gemi piyasasındaki mevcut krizden istifade edebileceğimiz ve eldeki mevcut dolarlarla kredi yoluyla daha fazla gemi alınması görüşüldü ve peşin usulünün kaldırılarak kredili ithalat yapılmasına dair bir karar alındı” demiştir. Ali İpar’dan haberdar olmadığını söyleyen Ataman, daha az para ile daha fazla gemi satın alınabilmesi için oyunu kullandığını açıklamıştır[270].

İpar Davası’nın sonunda İpar Transport Şirketi’nin sahibi Ali İpar’ın döviz yolsuzluğu yaptığı iddiasıyla faizi ile beraber 593,512 doların Türk lirasına çevrilmesi neticesi 5 milyon 358 liranın beş mislini bulan 26 milyon 790 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına, 2 sene ağır hapsine ve son olarak her türlü nakliyat, acentelik faaliyetlerinin yasaklanmasına karar verilmiştir[271][2]. Fatin Rüştü Zorlu, Adnan Menderes ve Medeni Berk’in 1 sene hapsine, 400 lira ağır para cezasına ve 6 ay memuriyetten mahrumiyetine karar verilmiştir. Sebati Ataman, Hayrettin Erkmen ve Hasan Polatkan da davadan beraat etmişlerdir. Nihat Ali Üçüncü ise yurt dışında bulunduğu ve Türkiye’ye geri dönüp mahkemeye katılmadığından ötürü hakkında herhangi bir hüküm bulunmamaktadır[272].

Dr. Yunus Özdurgun.

Bebek Davası

amacıyla açılan bir dava mahiyetindedir denilebilir. Dava 31 Ekim 1960’ta başlayıp 22 Kasım’da sona ermiş ve 7 oturum yapılmıştır.

Devlet opera sanatçılarından Ayhan Aydan, devlet konservatuarı öğretmenlerinden Ferit Alnar ile 29 Haziran 1944 tarihinde evlenmiş, aradan 7 yıl geçtikten sonra da yani 7 Mayıs 1951 tarihinde boşanmışlardır. Adnan Menderes, 1951’de Ayhan Aydan ile tanışmış ve aralarında gönül ilişkisi başlamıştır. Bu ilişkiden Aydan 1953 ve 1954 senelerinde gebe kalmış ancak kanaması olduğundan dolayı Doktor Nimet ve Fahri Atabey’e olmak üzere iki defa kürtaj yaptırmak zorunda kalmıştır. 1955 yılında üçüncü defa hamile kalan Aydan, kanaması olduğu bir gün Doktor Fahri Atabey’i aramıştır. Atabey, Aydan’ın evine ulaşıncaya kadar saat 2:30 civarında çocuk doğmuş ancak hemen akabinde ölmüştür. Bu erkek çocuğun ölüm sebebi kalp yetersizliği ve dimağ amoxemisi olarak belirtilmiştir. Davada Adnan Menderes kendi gayri meşru çocuğunu doğacağını haber aldığında öldürtmekle ve diğer sanık Doktor Fahri Atabey’i suça azmettirmekle yargılanmıştır. Mahkemeye göre sanıklardan Adnan Menderes, Ayhan Aydan’ın doğurmak üzere olduğunu haber alır almaz gayri meşru çocuğun öldürülmesini ve bu suretle ileride gerek mevkii ve gerek şahsı için bir tehlike teşkil etmemesini sağlamak suretiyle diğer sanık Fahri Atabey’i suça azmettirmiştir. Adnan Menderes ve Fahri Atabey için istenen ceza 5 ile 10 yıl arasında hapis cezasıdır[273].

Sanık konumundaki Menderes, Aydan’dan olma çocuğunun ölümü ile uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını, çocuğun normal olarak öldüğünü bildiğini, Dr. Fahri Atabey’i böyle bir suça azmettirmediğini belirtmiştir. Sanık Atabey, Ayhan Aydan’ı 1944 den beri tanıdığını ve ilk eşi Ferit Alnardan dünyaya gelen oğlunun doğumu sırasında onu tedavi ettiğini söylemiştir. Atabey, Ayhan Aydan’ın hastaneye telefon ettiğini, doğum sancılarının başladığını, bir şeylerin ters gittiğini söylediğini, bunun üzerine erken doğan çocuklar için kullanılan üç aletten biri olan engibatör adlı aleti de alarak Ankara’ya yola çıktığını belirtmiştir. Atabey, Ankara’ya vardığında çocuğun ölmüş olduğunu ifade etmiştir[274].

Şahitlerden Ayhan Aydan, çocuğun doğduğu 18 Haziran 1956 tarihinden bir gece önce kanama olduğundan dolayı ertesi sabah telefonla Doktor Fahri Atabey’i aradığını, ulaşamayınca kendisine mesaj bıraktığını, aynı zamanda Adnan Menderes’e ulaşmaya çalışıp başaramayınca da özel kalem müdürlüğü aracılığıyla Doktor Atabey’e ulaşılması gerektiğini söylediğini belirtmiştir[275]. Aydan ifadesinin bir yerinde Menderes hakkında; “Adnan Menderes’i 1951 yılından beri tanıdım. Kendisini çok sevdim. Bütün emelim ondan bir çocuk sahibi olmaktı. Bunda muvaffak olamadım” sözlerini sarf etmiştir. Mahkeme Başkanı Salim Başol bu sözler üzerine Aydan’ı Menderes’i kurtarmaya çalışmakla suçlamış, Aydan’dan şu karşılık gelmiştir; “İşte görüyorsunuz. Ne kadar yükün altında eziliyor. Onu kurtarmak için böyle konuştuğumu sanıyorsanız benim sözlerim ne ifade eder? Hayır, onu kurtaracak ben mi kaldım!”[276]

Mahkeme Bebek Davası hakkında şu neticeye varmıştır; “Gerek sanıkların müdafaalarından ve gerek şahadetten; Ayhan Aydan’ın vaki telefon konuşmalarından sonra sanık Doktor Fahri Atabey’in Ankara’ya hareket ettiği ve bu hususta diğer sanık Adnan Menderes’in dâhili bir tesiri bulunmadığı, ancak Ayhan Aydan’ın Florya’daki evine yaptığı telefonla sanık Adnan Menderes’in diğer sanık Doktor Fahri Atabey’i doğan çocuğun öldürülmesi hususunda suça azmettirdiğine dair delil söz konusu değildir.”[277] Bebek Davası’nın sonucu olarak her iki sanık hakkında verilen tutuklama emri geri alınmış, sanıklar bu davadan beraat etmiştir. Bu yönüyle Bebek Davası, Adnan Menderes’in Yassıada’da aklandığı tek dava olma niteliğine sahiptir[278].

Yargılama sırasında davanın amacından sapan noktalar göze çarpmaktadır. İddia makamını temsil eden savcı Fahrettin Öztürk, Başbakanlık kasasından çıktığını iddia ettiği kadın iç çamaşırlarını ve bazı açık fotoğrafları sergilemiştir. Öztürk, bir zarf içerisinden çıkardığı söz konusu suçlama malzemelerini göstermiş, ayrıca yine Başbakanlık kasasında bulunduğunu iddia ettiği müstehcen kadın fotoğraflarını sergilemiştir[279].

                                                                                                                      Dr. Yunus Özdurgun.

Değirmen Davası

Yassıada’daki davaların adlarını genellikle kapsadıkları konulardan aldığı, içerikleri incelenerek söylenebilir. Toprak Mahsulleri Ofisi’ne (TMO) ait bir un değirmeni, Yayla Makarna Fabrikası’na kiraya verildiği için “Değirmen Davası” adını almıştır. 18 Kasım 1960 tarihinde başlayan dava 5 oturum sürmüş ve 3 Aralık’ta sona ermiştir. Davanın sanıkları, Ekonomi ve Ticaret eski Bakanı Sıtkı Yırcalı, Yayla Makarna Fabrikası sahibi Şemsi Demirkan’dır.

Yüksek Soruşturma Kurulu Kararnamesindeki iddiaya göre; İngiliz dış kredisi ile Türkiye’ye getirilen ve TMO’ya mal edilen iki un değirmeninden 85 ton kapasiteli olanı, usulsüz şekilde Ekonomi ve Ticaret Bakanı tarafından, Yayla Makarna Fabrikası’na tahsis edilmiş, aynı değirmen fabrikanın sahibi Şemsi Demirkan tarafından, bir üçüncü şahsa, kârla devredilmiştir[280].

Kararnameye göre hadisede aşağıdaki hususlarda yolsuzluk meydana gelmiştir:

1-  Ticaret Bakanlığı, değirmenin Şemsi Demirkan’a tahsisi hususunda TMO’nun olumlu görüşünü almamıştır.

2-  Bakanın yazısında 65 tonluk değirmenin tahsis edildiği Azmi Milli Fabrikası’nın bu tesislere ihtiyacı olduğu açıkça zikredildiği halde Yayla Fabrikası sahibi Şemsi Demirkan’ın bu kapasitede bir değirmene ihtiyacı olduğuna dair hiçbir kayıt yoktur. Bahsedilen yegâne sebep; değirmenin bu firma tarafından talep edilmiş olmasıdır. Bu tahsis muamelesi yapılırken diğer firmalara haber verilmemiş ve iş gizlilik içerisinde cereyan etmiştir[281].

3-  Şemsi Demirkan, elde ettiği fabrikayı Kale Gıda Sanayi Şirketi’ne devrederken aynı şirkete Dikmen’deki arsayı metrekaresi 110 liradan 2.964.940 liraya satmak suretiyle takribi 2,5 milyon civarında örtülü kazanç elde etmiştir. Ayrıca arsanın diğer yarısının da aynı yıl içerisinde metrekaresi 3,5 liradan satıldığı tespit edilmiştir[282].

Sonuç olarak 85 ton kapasiteli değirmenin tahsisi hususunda memuriyet vazifesini suiistimal ettiği gerekçesiyle Ticaret Eski Bakanı Sıtkı Yırcalı ve haksız menfaat temin ettiği gerekçesiyle de Şemsi Demirkan hakkında Türk Ceza Kanununun 240.maddesine istinaden son tahkikatın açılmasına karar verilmiş, böylelikle Değirmen Davası 18 Kasım 1960’ta başlamıştır[283].

Ankara’da terzilik yapan Kemal Milaslı, Ticaret Bakanlığı Müsteşarı Munis Faik Ozansoy ve bazı bürokratların tanık olarak dinlendiği davada, sanık Yırcalı, olayın zaman aşımına uğradığını söyleyip, davanın düşmesini istemiştir. Eski Bakan Yırcalı, İngilizler ile yapılan bir kredi anlaşmasının ürünü olan söz konusu iki değirmenin, özel sektöre devrinin mümkün olduğunu, Şemsi Demirkan’ın yazılı müracaatı üzerine, Bakanlığın bu devir işine olumlu yaklaştığını açıklamıştır[284].

DP eski Ankara İl Başkanı ve Buğday Bankası ortağı olan Şemsi Demirkan, değirmen konusunun kendisine, Kemal Milaslı tarafından getirildiğini açıklayıp; “Dilekçe ile müracaat ettim. Şartlarım uygun görüldü, 7 Mart 1955 tarihinde de bakanlık izin verdi. Ancak, makineleri iki yıl sonra teslim aldım. Bir süre sonra değirmen zarar etti. Bunu, ortağı olduğum Buğday Bankası’na devrettim” demiş ve suçsuz olduğunu ileri sürmüştür[285].

Başsavcı Ömer Altay Egesel sonuç olarak Değirmen Davası’ndaki hadisede Yırcalı’nın Bakanlık görevini kötüye kullandığının ve Demirkan’ın da haksız menfaat temininin sabit bulunduğunu ancak davanın Türk Ceza Kanunu’nun 102 ve 104’üncü maddelerine istinaden zaman aşımına uğradığını beyan etmiştir[286].. Değirmen Davası, Yassıada’da DP’lilerin hüküm giymedikleri ender davalardan biridir. Zaman aşımı nedeniyle düşen bu davada sanıklar Ticaret Eski Bakanı Sıtkı Yırcalı ve Şemsi Demirkan beraat etmişlerdir[287].

                                                                                                                      Dr. Yunus Özdurgun

6/7 Eylül Olayları Davası

Yassıada’nın 3 numaralı davası olan 6-7 Eylül Olayları Davası, 19 Ekim 1960 günü başlamış, 20 oturum yapılmış ve 5 Ocak 1961 tarihinde sona ermiştir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü, olaylar sırasında İstanbul Valisi olan Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul emniyet Müdürü Alâeddin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, TC Selanik Konsolosu Mehmet Ali Balin, Selanik Konsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp, Selanik Konsolosluğunda Kavas Hasan Uçar, Yunan uyruklu öğrenci Oktay Engin davada sanık konumunda olan kişilerdir.

Mahkemenin iddialarına ve zabıtlarda geçen konuşmalara geçmeden önceyse 6-7 Eylül Olayları hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. Yunanistan, özellikle 1954’ten itibaren Kıbrıs’ı uluslararası gündeme taşıyarak buraya sahip olmanın yollarını aramaya başlamıştır. Yunanistan bir yandan adayı ilhak için Birleşmiş Milletler’e başvururken, öte yandan birtakım mitinglerle kamuoyunu bu yolda seferber etmiştir. Türkiye ise Yunanistan’la ilişkilerini bozmadan sorunun barışçı yollarla çözümlenmesine, yani mevcut statünün aynen korunmasına taraftardı. Fakat Yunan girişimleri de kaygı ile izlenmekteydi. Kıbrıs’ta her gün tırmanan teröre çözüm bulamayan İngiltere, Türkiye’nin de katılacağı bir konferansta, Yunanistan ile birlikte sorunu diplomatik yollarla çözmek için harekete geçmiştir. İngiltere, adadaki Yunan halkını ezen sömürgeci bir devlet konumunda olmaktan çok rahatsızdı. Bu yüzden Türkiye’yi de bu konuda taraf haline getirmeyi yararlı bulmuştur[288].

29 Ağustos’ta Londra Konferansı başlamış, önce Türkiye ardından Yunanistan bilinen görüşlerini tekrarlamışlardır. Görüşmeler devam ederken 5 Eylül 1955 gecesi Atatürk’ün evinin bulunduğu bahçenin yakınında ses bombası patlamıştır. İstanbul Ekspres gazetesinin 16.00’da ikinci baskıya giderek haberi büyük puntolarla ve detaylandırarak “Atamızın Evi Bomba ile Hasara uğradı” manşetini atması, Türk siyasi tarihinde “6-7 Eylül olayları” olarak geçen kitle hareketinin kıvılcımını oluşturmuştur. İstanbul’daki öğrenci dernekleri, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti çatısı altında, Taksim Meydanında bu olayı protesto için toplanmışlardır. Saat 20.30 sıralarında Rumlar’a ait dükkânları ve evleri yıkıp yağmalama olayları patlak vermiştir. Eylemde, kalabalıklar İstanbul’un farklı semtlerinde ama gayrimüslimlerin ikamet ve is çevresi olarak bilinen Şisli, Nişantaşı, Beyoğlu, Karaköy, Beyazıt, Kumkapı ve Yedikule civarında azınlıklara ait ev, dükkân ve kiliselere doğru yönelmişlerdir. 6-7 Eylül gecesi 5000 dükkân tahrip edilmiş, 7 kilise ateşe verilmiştir. Olaylar İstanbul’un yanı sıra Ankara ile İzmir’e de yayılmıştır. İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa ederken, İzmir Valisi, İstanbul Emniyet Genel Müdürü ve üç general görevinden alınmıştır. Bunun yanında pek çok memurun, olaylar sırasında görevlerini ihmal ettikleri için, görev yerleri değiştirilmiştir[289]. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti de kapatılmıştır. Olayla ilgili komünistler suçlanmış ve gözaltılar olmuştur[290].

Aradan geçen 5 yıl sonra Yassıada Mahkemeleri’ne getirilen 6-7 Eylül Olayları Davası’nın iddiası, Selanik’teki bombalama olayını, 6-7 Eylülde yaşanan galeyan ve tahrip olaylarını hükümetin tertip ettiğidir. İddiaya göre hükümet, Kıbrıs hakkındaki takip ettiği siyasetindeki kararsızlığı örtmek ve kamuoyunu başka noktalara çekmek, gerek Yunan ve gerekse İngiliz kamuoyunda etki oluşturmak için 6-7 Eylül olaylarını düzenlemiştir[291].

Mahkemede, olayların düzenlenmesi hususunda bilgisi olduğu öne sürülen Celal Bayar bunu reddetmiştir. Bayar, olayların yaşandığı günlerde İzmir’de bulunduğunu söylemiş, Ankara’ya dönmek istediğini ancak Cemal Gürsel’in tehlikeli olduğunu söylediğini ifade etmiştir[292]. Olayların iki numaralı sanığı Adnan Menderes, Selanik’teki bombayı kendilerinin patlatmadığını, haberin radyoda okunmasına kendisinin izin verdiğini, olayın zaten herkes tarafından duyulacağını ifade etmiştir. Menderes, İstanbul’daki gösteri haberini aldığı zaman haberin doğru olup olmadığını validen sorarak kendisine bildirmesini söyleyerek Sapanca’ya kadar gittiğini belirtmiştir. Daha sonra Sapanca’da İstanbul’daki olayların büyümüş olduğunu öğrenince geri dönmeye karar verdiğini açıklamıştır. Bu arada İstanbul’la telefon konuşmaları yaparak tedbirler alınmasını istediğini, halkı yatıştırmak için sıkıyönetimin bildirilmesini ve radyodan yararlanılmasını söylediğini belirtmiştir. Menderes, bomba olayında tamamen Yunan mahkemelerinin verdiği karar doğrultusunda hareket edildiğine dikkat çekip bütün suçlamaları reddetmiştir[293].

Menderes’in avukatlarından Orhan Cemal Fersoy da daha sonra kaleme aldığı anılarında davanın başından beri peşin hükümler içerdiğini şu sözlerle iddia etmiştir; “Yüksek soruşturma Kurulu’nun kararnamesinin altında hukuk bilgisi olan 24 kişinin imzası vardı! Kararnameyi dinlediğimiz zaman bir takım ayrı mahiyetteki hadiselerin roman üslubu içinde nasıl olup da değerlendirilerek kaleme alındığına hayret etmiştik. Hele mürettep Yunan Mahkemesi kararlarına itibar gösterilişini, teessür ve teessüfle karşılamıştık. Bu kararname ciddiyetten yoksun ve tamamıyla utanç verici mahiyetteydi…”[294].

Davanın sanıklarından Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs sorununu çözmek için İstanbul’daki Rum vatandaşların evini yıkın diyecek bir adam olmadığını, dolayısıyla suçsuz olduğunu ve bu sebeple beraatını istemiştir. Sanıklardan İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Eski İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü kendilerine yöneltilen suçlamaları reddedip olayları düzenleyenlerin komünistler olduğunu ifade etmişlerdir. Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ise bomba olayı sırasında Türkiye’de olduğunu belirtmiştir[295].

Şahitlerden eski DP milletvekili Turan Güneş ve Ekrem Alican, hadiselerin esasının ortaya çıkması için soruşturma açılmaması hususunda Menderes’in açıkça gayret gösterdiğini belirtmişlerdir. Mahkemenin diğer şahitlerinin görüşleri de Turan ve Alican gibi olayların hükümet tertibi olduğu yolunda idi. Ancak bazı istisnalar da vardı. Mesela Dilek Engin adlı şahit olayları Yunanlıların çıkardığını düşünüyordu[296].

Yüksek Adalet Divanı, Celal Bayar hakkında dava açılamayacağına karar vermiştir. Sanıklardan Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı 4 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmışlardır. Fuat Köprülü, Mehmet Ali Balin, Mehmet Ali Tekinalp, Hasan Uçar ve Oktay Engin beraat etmiş, Fahrettin Kerim Gökay ile Alaattin Eriş hakkındaki kamu dosyası ise kaldırılmıştır[297].

Dr. Yunus Özdurgun

Çanakkale ve Geyikli Olayları Davası

1959 yılı iktidar-muhalefet ilişkilerinin oldukça gergin olduğu bir yıl olmuştur. Muhalefet bu çerçevede ülke bazında sıkça geziler düzenlemiştir. Bunlardan birinde CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek ve üç milletvekili CHP’nin kuruluşunun 36’ncı yıldönümü dolayısıyla 9 Eylül’de Çanakkale’ye, oradan da 11 Eylül’de Çanakkale’ye bağlı Erzine ilçesinin Geyikli bucağına gitmişlerdir. Ancak burada beş yüz kadar DP’linin protestosu ile karşılaşmışlar, akabinde olaylar çıkmıştır. Bu olay Gülek tarafından “cana kasıt ve öldürme girişimi” olarak tanımlanmıştır. Bunun yanında Gülek ve yanındaki partililerin Çanakkale’ye dönüşleri sırasında da protesto gösterileri yapılmış, CHP’liler İmroz Adası’na geri dönmek zorunda kalmışlardır. Çanakkale Valisi’nin İçişleri Bakanlığı’ndan aldığı emir üzerine CHP’liler Geyikli’ye gönderilmemişler ve İstanbul’a dönüşte yine olaylar çıkmıştır. Çanakkale Sulh Ceza Hâkimliği olaylara yayın yasağı getirmiştir[298]. Geyikli olayları 27 Mayıs’tan sonra Yassıada’ya konu olmuş, Çanakkale ve Geyikli Olayları Davası adıyla karşımıza çıkmıştır. Davanın sanıkları dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Çanakkale Milletvekilleri Nuri Togay, Servet Sezgin ve Ahmet Hamdi Sezen idi. İddiaya göre Çanakkale’ye giden CHP heyeti için Menderes; “o komisyon oraya zor gider” demiştir. Geyikli’de CHP üyelerine karşı DP’lilerin saldırtıldığı, bu olayların sorumlularının Başbakan ile üç milletvekili olduğu iddia edilmiştir[299].

İddianameye göre Menderes olayla ilgili CHP’liler için “Ne halleri varsa görsünler” demiştir. Yine iddianameye göre dönemin Başbakanı Menderes’ten aldığı emir üzerine İçişleri Bakanı Namık Gedik, Çanakkale Valisi’ni telefonla arayarak “CHP Tahkik Heyeti Çanakkale’ye gelecektir. Şimdiden tedbir alın, hiçbir şeyden çekinmeyin. Bunlar Çanakkale’ye çıkarılmayacak, aynı vapur ile döneceklerdir” şeklinde emir vermiştir. Bundan sonra Namık Gedik Çanakkale DP İl Başkanı Müjdat Bingöl’e açtığı telefonda, partililerin harekete geçirilmesini, CHP heyetinin Çanakkale’ye girmesinin engellenmesini istemiştir[300].

Çanakkale’ye olayları araştırmaya ve sebeplerini ortaya çıkarmaya gidecek olan CHP Milletvekilleri, Çanakkale İl Başkanlığı’nı aramışlar ve ikinci başkan İmadettin Elmas’tan oradaki siyasi atmosferi ve durumu sormuşlardır. İmadettin Elmas, DP Milletvekillerinin orada bulunduğunu ve CHP’li heyetin gelmesini engellemek istediklerini söylemiştir. Bunun üzerine milletvekilleri 18 Eylül 1959 tarihinde basına bir demeç verip Geyikli olaylarının araştırılması için Çanakkale’ye gidileceğini belirtmiş ve hiçbir baskı ya da zorlamanın onları yollarından alıkoyamayacağının altı çizilmiştir. Daha sonra 19 Eylül 1959’da yanlarına CHP Çanakkale İl Başkanı İzzet Melih Dilmaç, Cumhuriyet gazetesi muhabiri Mazhar Kunt, Dünya gazetesi muhabiri Orhan Peksayar, KİM dergisi muhabiri Müfit Duru’yu da alarak Ayvalık Vapuruyla hareket etmişlerdir. CHP’liler ve beraberindekilerin yolculuğu Gelibolu’ya kadar olaysız geçmiş, vapur Gelibolu’ya yaklaştığında Bolayır Belediye Başkanı Nuri Eren ile arkadaşları CHP Milletvekillerinin bulunduğu salona gelmişler ve sözle sataşmaya başlamışlardır. Milletvekilleri vapurdan inecekleri sırada vapura Vali Fahrettin Akkutlu, DP İl Başkanı Müjdat Bingöl, İdare Heyeti’nden Arif Erensoy, sanıklardan Nuri Togay, CHP İl Sekreteri İmadettin Elmas, İdare Heyeti’nden Rıfat Gökhan ve Hilmi Öztürk gelmiş ve gazetecilerin kabul edilmediği bir kamarada Vali, Milletvekillerine hitaben; “Yanımda Demokrat Partili ve Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlar var. Kendileri ile size dışarıya çıkmamanız için ricaya geldik. Dışarıda halk galeyan halindedir. Müessif hadiseler çıkabilir” demiştir[301].

Ancak Milletvekilleri iskeleye çıkmışlar ve iskeleye çıktıklarında başlarında Nuri Togay’ın bulunduğu bir toplulukla karşılaşmışlardı. Topluluk, milletvekillerine “İskele’yi biz yaptık, Çanakkale’ye çıkamazsınız” diyerek tehditte bulunmuşlardır. Olay yerine gelen emniyet mensupları müdahale etmemiştir. Bunun üzerine milletvekilleri önce iskelede bulunan araba vapuruna sonrada geldikleri yolcu vapuruna geçerek canlarını kurtarabilmişlerdir. Gemi yolcularını almadan hareket etmek zorunda kalmıştır. Nuri Togay iskelede bulunan kalabalığa “Gemi gitti, iş bitti. Zafer bizimdir. Dağılın” demiştir. Bundan sonra topluluk Togay’ı omuzlarına alarak DP İl binasına götürmüştür. CHP milletvekilleri ise geceyi gemide geçirmişler ve sabah CHP binasına gitmişlerdir[302].

23 Eylül 1959’da CHP’li milletvekilleri üç taksi ile yola çıkmışlardı. Çanakkale CHP teşkilatından Rıfat Gökhan’ın idaresindeki birinci arabada İzzet Melih Dilmaç, Mehmet Ak, İbrahim Saffet Omay, Daniş Yurdakul ve Gelibolu İlçe Başkanı Aziz Şengün, ikinci arabada İmadettin Elmas, Hilmi Aksoy, Şahap, Şerafettin ve üçüncü arabada Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Mazhar Kunt, Milliyet gazetesinden Hasan Pulur, Dünya gazetesinden Orhan Peksayar, Akşam gazetesi muhabiri Müfit Duru vardı. Ancak Ezine şosesi üzerinde 31 inci kilometredeki köprü civarına geldikleri sırada yolda çapraz olarak bırakılan bir kamyondan dolayı devam edememişler ve durmak zorunda kalmışlardır. Bu sırada şosenin sağ ve solundaki hendeklerden elleri sopalı ve taşlı 60-70 kadar DP’li çıkmıştır. Bu topluluğun başında bulunan İl Başkanı Müjdat Bingöl ve ikinci Başkanı Arif Erensoy “ Vurun… Öldürün bu namussuzları. Sağ çevirmeyin.” diye emir vermişlerdir. Arabanın camları kırılmış, direksiyondaki Rıfat Gökhan, koluna vurulan sopa ile yaralanmış, KİM dergisi muhabiri Müfit Duru’nun fotoğraf makinesi alınarak tahrip edilmiştir[303].

Menderes, savunmasında Çanakkale’de bir defa olayların çıktığını, bu nedenle CHP’li heyetin buraya ikinci defa gitmeye teşebbüs etmesinin hata olduğunu ifade etmiştir. Menderes’e göre adli ve idari makamların el koyduğu işe söz konusu CHP’lilerin müdahalesi uygun olmayan bir davranış biçimidir[304][7]. Sanıklardan Servet Sezgin savunmasında; “Eylül’ün başında Almanya’ya gittim. 15 Eylül günü döndüm. Geyikli hadiselerinde ben Türkiye’de değildim. 31. Kilometredeki hadiseyi yapanlar İl İdare Kurulu 1. ve 2. başkanı ile bazı ilçe başkanlarıdır” demiştir. Diğer sanık Ahmet Hamdi Sezen olay günü Biga’da bulunduğunu, Çanakkale’ye gitmediğini söylerken Nuri Togay; “İskelede eli taşlı, sopalı kimseler yoktu. Vali gerekli tertibatı almıştı. Halk da iskeleden 100-150 metre uzakta idi” şeklinde savunma yapmıştır. Togay ayrıca Çanakkale iskelesinde CHP’lileri bekleyen DP’lilerin ellerinde taş ve sopa olmadığını, bağırdıklarını duymadığını ve oradaki kalabalığı kendisinin toplamadığını belirtmiştir. Davanın sonucunda mahkeme sanıkların fiillerini Anayasayı ihlalin maddi vakasını teşkil ettiği kanısına varmıştır. Bu dava Menderes’in idam gerekçelerinden biri olmuş, davanın diğer sanıklarından Servet Sezgin 10 yıl, Ahmet Hamdi Sezen ise 7 yıl ağır hapis cezası almıştır[305].

Dr. Yunus Özdurgun

Demokrat İzmir Gazetesi Tahribi Davası

7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin hızla örgütlendiği İzmir’de partinin sesi olacak, halka partiyi anlatacak bir gazetenin eksikliği hissedilmiştir. Bu beklentilere cevap vermek, DP’nin İzmir’de ve Ege Bölgesi’nde sesi olması için İzmir gazetesi Gazi Bulvarı 1343. Sokak Piran Apartman’da 12 Nisan 1946 yılında yayın hayatına başlamıştır. Gazetenin kurucusu Ekrem Hayri Üstündağ olsa da fiili olarak işlerle ilgilen oğlu Bülend Üstündağ idi. Demokrat İzmir, DP iktidarının ilk yıllarında iç ve dış politikada yapılan her icraatı destekler yönde bir yayın siyaseti takip etmiştir. Gazete, çok partili hayatın getirisi olan demokratik bir seçim ortamında halkın bilinçli bir şekilde oy kullanmasından yanadır.[306]

Ancak gazetenin iktidar ile ilişkileri hep iyi bir şekilde devam etmemiştir. Demokrat İzmir ile DP arasındaki bağı zayıflatan ilk önemli gelişme 1950 yılında gerçekleştirilen belediye seçimlerinde İzmir’e Belediye Başkanı olarak Rauf Onursal’ın getirilmesidir. Gazeteyi devralan Adnan Düvenci, Onursal’a yönelik yolsuzluk iddialarını gazete aracılığı ile halka duyurmuştur. Demokrat İzmir gazetesinin DP iktidarı ile ilişkisi zaman içerisinde zayıflamış ve 1955 yılında kesin ve net bir şekilde son bulmuştur.

Demokrat İzmir gazetesi iktidara karşı muhalefete geçmesinin nedenlerini yayınladığı makalelerde açıklamıştır. Bu nedenler şöyle sıralanabilir:

* Basın aleyhine anti demokratik kanunlar çıkarılması

* Basına ispat hakkı tanınmaması

* Muhalif yayın organlarının kâğıt ve ilanlarının kesilmesi

* Emekçiye grev hakkının verilmemesi

* Üniversiteler üzerinde baskı kurulması

* Gün geçtikçe artan hayat pahalılığı[307]

İsmet İnönü’nün İzmir’e geleceğinden dolayı 2 ile 10 Mayıs tarihleri arasında İzmir’de partilerin toplantı yapmaları yasaklanmıştı. Buna rağmen 2 Mayıs akşamı DP İzmir İl Genel Merkezinde toplantı yapılacağına yönelik duyumlar sonrası partililer, DP Konak binasında toplanmaya başlamışlardır. Toplantı sırasında DP Alsancak ilçe binasında bir patlamanın meydana geldiğini öğrenen partililer ellerinde taş ve sopalarla Demokrat İzmir gazetesine doğru harekete geçmiştir. DP’liler gazetenin önüne geldiklerinde, Belediye Başkanı Faruk Tunca’nın “Serbestsiniz arkadaşlar bütün mesuliyet bana aittir. Yakın yıkın burası komünist gazete ve matbaadır” sözlerinden aldıkları teşvikle, yaklaşık 200-300 kişi harekete geçmiştir. Saat 21.15’te başlayan ve tam 48 dakika boyunca devam eden olaylar sonucunda gazete matbaasının camları kırılmış, baskı makineleri tahrip edilmiştir. Gazetenin 22 personeli de bina içinde mahsur kalmıştır.[308]

1959 yılının Mayıs ayında yaşanan bu olay 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonucu Yassıada’da kurulan mahkemeye Demokrat İzmir Gazetesi Tahribi Davası adı altında konu olmuştur. Davanın sanıkları Adnan Menderes, Rauf Onursal, Enver Dündar Başar, Sezai Akdağ, Kemal Serdaroğlu, Faruk Tunca, Selahattin Erdönme, Dr.Mustafa Bozoklar, Beliğ Beler, Ömer Atavardar, Enver Şenerdem, İsmet Bilginer, Mehmet Özyağcı, Paşa Saka, Osman Enver Gürbüz, Abidin Atlı, İbrahim Bıyık, Fazılı Arınç, İbrahim Yıldırım, Emin Gülgeze, Kemal Hadımlı, Cemal Göktan, İsmail Küntay, Ahmet İdiz, Saim Çıkrıkçı, İsmet Uç, Erbey Nallıoğlu, Muzaffer Balaban, İsmail Babayiğit, Nuri Erdöl, Ahmet Mithat Şenyüzlü, Eyüp Şenöztop’tur. Dava 12 Ocak 1961 günü başlamış 5 Mayıs 1961 tarihinde sona ermiştir. Başsavcı Egesel, başta Adnan Menderes olmak üzere 18 sanık hakkında idam cezası istemiştir. Diğer sanıklar için de 5-15 yıl ağır hapis cezası talep edilmiştir.

[309] İddianameye göre gazete DP’ye muhalif olunca gazeteye pek çok kısıtlamaya gidilmiş, hatta tutuklamalar dahi yaşanmıştır. Ancak bunlar yeterli görülmemiş, gazetenin susturulması amacıyla başka çareler düşünülmeye başlanmıştır. Bu itibarla gazete matbaasının tahrip edilerek çalışamaz duruma getirilmesi fikri bazı DP Milletvekilleri tarafından uygun görülerek hazırlıklara başlanmıştır. Plana göre gazeteye bir saldırı düzenlenecekti. Bu saldırı için en uygun tarih İsmet İnönü’nün Ege seyahatine çıkacağı 2 Mayıs 1959 idi. DP milletvekilleri bu tarihte polislerin çoğunun görevli olacağını düşünmüşlerdi. Olay günü DP’liler Konak’ta toplanmaya başlamışlar, önceden yapılan plan dâhilinde DP İzmir il binasında küçük bir dinamit lokumu patlatmışlardır. Yapılan bu hareketle daha sonra meydana gelecek olan şüphelerden bir nebze kurtulmayı amaçlayan DP’liler bu sayede yapılacak olan gazete suikastı suçlamalarından kurtulmuş olacaklar ve herhangi bir suçlama da binaya atılan bombayı sebep olarak göstereceklerdi.[310]

Mahkemede tanık olarak dinlenen olaylar sırasında İzmir Vali yardımcısı görevinde bulunan Sadi Süer’e göre Vali Kemal Hadımlı, İzmir Emniyet Müdürü Nevzat Emrealp’e “Demokrat İzmir’in tahribi için yapılacak gösterilere karışma” demiştir.[311] Olaylar sırasında İzmir Emniyet Müdürlüğü Grup Amiri olan Mustafa Yiğit, olayların önceden planlanmış bir tertip ve sorumlusunun Adnan Menderes ile Vali olduğunu söylemiştir.[312] Olay günü kahvede oturan şahitlerden Mehmet Akyol, kahveye DP’li bir grubun girdiğini ve kasaları kırarak halka dağıtmaya başladıklarını ve DP binasına bomba atıldığını söyleyerek 800-100 kişi kadar olan bu grubun halkı tahrik ettiğini iddia etmiştir.[313] Konak Muhtarı Saki Özel, Faruk Tunca’nın “Namussuzlar bizim ilimize kadar mı ulaştılar. Biz de onun mukabilini yapacağız. Yakacağız, yıkacağız, kimse mesul olmayacak” diye bağırdığını öne sürmüştür.[314]

Ethem Menderes, hatıra defterine Adnan Menderes’i suçlayıcı şu sözleri kaydetmiştir; “Demokrat İzmir Gazetesi’nin yanmasında Vali ile Başvekil arasında bir telefon konuşması olmuş, Vali tecavüzün olacağını fakat saatini bildiremeyeceğini söylemiş. Hazin teşebbüsler, utanç verici cüretler. Yıpranmaktayız, doğru değil.” Ethem Menderes ayrıca şahit sıfatıyla şu sözleri sarf etmiştir; “Bakanlığımla ilgili bir iş için İzmir’e gitmiştim. Valiyi ziyaret ettim. Bir ara içeriye İzmir DP İl Başkanı Tunca girdi. Konuşması sırasında Demokrat İzmir’in işi bitecek, hesabı görülecek dedi.” Adnan menderes ise Ethem Menderes’in kendisini itham edecek kaynağı bile göstermediğini ve hatıra defterine yazdıklarının birer hayalden ibaret olduğunu söyleyerek kendini savunmuştur. Adnan Menderes ayrıca şu cümleleri söylemiştir; “Mahalli bir gazetenin basit bir tahribe uğraması ile Türk matbuatının susturulacağı ve bu hareketin bütün gazetelere de şamil olduğu dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Hür matbuat, demokratik idarenin en şaşmaz delilidir. Rejim zedeleyen tarafı da yoktur. Siyasi partiler ve matbuat hürriyeti olmazsa hürriyet sevgisi platonik bir düşünce halinde kalır.” Diğer sanıklar Cemal Göktan, Kemal Serdaroğlu, İsmail Küntay ve Beliğ Beler de olayla ilgilerinin bulunmadığını belirtmişlerdir.[315]

Davanın sonucunda Beliğ Beler, Cemal Göktan, İsmail Küntay, Mustafa Bozoklar, İsmet Bilginer, Paşa Saka, Osman Enver Gürbüz, İbrahim Bıyık, Abid Atlı, Nuri Erdöl, Ahmet Mithat Şenyüzlü, Mehmet Özyağcı, İsmail Babayiğit, Eyüp Şenöztop, Ahmet İdiz beraat etmişlerdir. Fazlı Arınç, Ömer Atavardar, Enver Şenerdem, Selahattin Erdönmez, Muzaffer Balaban ve İbrahim Yıldırım 2’şer yıl hapse ve 200’er lira ağır para cezasına çarptırılmışlardır. Sanıklardan Erbey Nallıoğlu ve İsmet Uç’un 3’er yıl hapislerine ve 250’şer lira ağır parayla cezalandırılmasına karar verilmiştir. Adnan Menderes, sanık milletvekilleri, eski İzmir Valisi Kemal Hadımlı, eski DP İzmir İl Başkanı Faruk Tunca’nın fiillerinin ise Anayasayı ihlal suçunun maddi vakasını teşkil ettiği kanaatine varılmıştır. Bu dava Adnan Menderes’in idam gerekçelerinden biri olmuştur.[316]

Dr. Yunus Özdurgun

İstimlak Davası

İstimlâk; özel bir mülkiyete ait olan bir taşınmazın, devletin ya da kamusal bir kurumun mülkiyetine geçmesi şeklinde tanımlanabilir. İstimlâk kısaca “kamulaştırmak” demektir. İstanbul’un imarı, 1956 yılı ortalarında bir hükümet politikası haline gelmiş; Başbakan Adnan Menderes, İstanbul Liman Lokantasında 23 Eylül 1956’da düzenlediği basın toplantısında imar işinin bizzat hükümet tarafından ele alınacağını bildirmiştir[317]. Başbakan Menderes’in ilgilendiği imar için Hükümet’in katkılarının yanı sıra bazı kamu kurum ve kuruluşları da devreye girmiştir. 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar devam eden bu dönemde, bilhassa yol inşasına büyük önem verilmiştir. Söz konusu tarihe kadar gerek TBMM’de gerekse basında istimlâk işleriyle ilgili birçok yolsuzluk iddiası gündeme gelmiş, iktidar ve muhalefet mensupları arasında tartışmalar yaşanmıştır. Neticede birtakım soruşturmalar açılmış ve yolsuzluk işine karışanlar DP’den ihraç edilip muhtelif hapis cezasına çarptırılmışlardır[318].

1960 askeri darbesinden sonra Yassıada’da kurulan mahkemeye konu olan davalardan biri de İstimlâk Davası idi. DP iktidarı döneminde İstanbul’da Anayasaya aykırı, vatandaşın hakları gözetilmeksizin ve İstanbul Belediyesinin mali gücünün İstimlâk Kanununu ve vatandaşın hakkını çiğneyerek İstanbul Belediyesinin mali gücünün çok üzerinde istimlâkler yapıldığı dönem içerisinde sürekli tartışılmıştı. Bu tartışmalar, darbe sonrasında Yassıada yargılamalarına konu olmuştur. İstimlâk Davası, 17 Nisan 1961 tarihinde başlayıp 21 Haziran 1961’de sona ermiştir. Davanın sanıkları; Adnan Menderes, Dilaver Argun, Kemal Hadımlı, Mümtaz Tarhan, Kemal Aygün, Ethem Yetkiner, Emin Kalafat, Hayrettin Erkmen, Haluk Şaman ve Medeni Berk’tir.

Mahkeme, davayı dört ayrı kategoride ele almıştır:

1.  İstanbul’da Anayasanın, dolayısıyla ferdin temel haklarını ihlâl suretiyle belediyenin tahammül edemeyeceği geniş çapta yapılan istimlâklere ait yolsuzluklar

2.  Birinci gruptaki istimlâkler dolayısıyla meydana çıkan arsaların bir kısmının İşçi Sigortaları Kurumunca satın alınması, bu kurumdan avans nakit temini ve bu konularla ilgili yolsuzluklar

3.  Zirai Donatım Kurumuna ait Beşiktaş’taki binaların yıktırılması ve istimlâk işi

4.  Emlak Kredi Bankası tarafından İstanbul’da tesis edilen Ataköy Sahil Sitesindeki yola alt güzergâhı tayin münasebetiyle yapılan yolsuzluk

Davanın büyük bölümünü birinci gruptaki iddialar oluşturmuştur.

İddiaya göre Menderes, değer pahası biçilmeden, tebligat yapılmadan, değer pahası peşin ödenmeden, Mahkemeden tesciline dair karar alınıp tapuya şerh verilmeden ve tasdikli imar planı bulunmadan, mülk sahiplerini muhtelif yollardan zorlayarak bedelini ödemeden rızalarıyla feragate mecbur bırakarak anayasa ile istimlâk kanununa aykırı istimlâkler yaptırmıştır. Ayrıca hiç istimlâki yapılmamış yerleri dahi belediye ekipleri ve askeri birliklerin zoruyla yıktırılmasına emir vermiş ve bu emirleri uygulatmıştır[319]. Mahkemeye göre 1726 adet gayrimenkulden 317’sinin bedeli kesin olarak ödenmemiştir.

Menderes buna karşılık savunmasında, imar işlerinde dönen rakamların %80-90 civarında tahakkuk ettiğini ileri sürmüştür. Menderes, ayrıca yapılan istimlâklerin %60-70’ine yakınına itirazların olduğunu, davaların açıldığını, kararı mahkemelerin verdiğini beyan etmiştir. Sanıklardan Dilaver Argun, İstanbul’un imarı işinde 3 ay 19 gün çalıştığını, bu süre zarfında istimlâkler yapılmadan binaların yıkıldığına dair dedikoduların kulağına geldiğini ancak kimseden “benim evim bu şekilde yıkıldı” şeklinde şikâyet duymadığını belirtmiştir. Sanıklardan Kemal Hadımlı, öncelikle imar ve istimlâk işlerinde bütün emirlerin Adnan Menderes, Dilaver Argun ve Mümtaz Naymen tarafından verilmekte olduğunu beyan ederek vekâlet süreci boyunca hiçbir vatandaşın “kanunsuz istimlâk yaptınız” şeklinde bir müracaatının olmadığını, kendi görevinin tahsisatları yapıp borçları ödemek olduğunu, 5 Ekim’de süresi dolunca da görevinden ayrıldığını belirtmiştir[320].

Davanın süreci boyunca tüm sanıklar; Menderes’in belediyenin yetki sahasına müdahale edip işleri kendi istekleri doğrultusunda yürüttüğünü anlatarak, tüm sorumluluğu Menderes’e yüklemeye çalışmışlardır. Bu suçlamalarda öne çıkan hususlar şöyle sıralanabilir;

1-  Menderes imar işleriyle ilgili talimatlar vererek faaliyetleri devamlı sabote etmiştir.

2-  Menderes istimlâk konusuyla ilgili hususlarda sürekli yerel yöneticilerle çatışmış, onların yetki alanlarına müdahale etmiştir.

3-Menderes, Belediyeleri zora sokacak borçlanmalara neden olmuştur[321].

Davanın ikinci grubu bazı devlet kurumlarına istimlâk işlerinde mali zorluk yaşatılmasına yöneliktir. İddiaya göre İşçi Sigortaları Kurumu, İstanbul Belediyesince Balıkpazarı’nda üç parsel halindeki arsaları satın almaya ve İstanbul Belediyesi’ne avans olarak 23.456.256 lira vermeye zorlanmıştır. Yine aynı kurum Adnan Menderes, Hayrettin Erkmen ve Mümtaz Tarhan’ın tazyikleriyle Vatan Caddesi’ndeki arsaları satın almaya, İstanbul Belediyesi’ne 25.500.000 ve 29.809.370 lira olmak üzere iki defa avans vermeye mecbur bırakılmıştır[322].

İkinci grup iddialar karşısında sanıklardan Fahrettin Kerim Gökay, Adnan Menderes’in zorlamalarına rağmen kanun hükümlerinden ayrılmadığını, Menderes’in emriyle getirilen Dilaver Argun’un adeta Belediye Başkanı gibi hareket ettiğini öne sürmüştür. Menderes’e göreyse kurumlar maddi açıdan hiçbir zaman zarar görmemiştir. İmar faaliyetlerine katkıda bulunan devlet kurumları paralarını devlet tahviline yatırsalar yüzde %5, herhangi bir gayrimenkule yatırsalar %7-10 gelir getirirdi. Kurumlara baskı yapıldığı iddiaları karşısında Menderes, Gökay’ın bu konuda mahkemede aleyhine konuştuğunu, ancak yapılan bütün işlerin altında imzasının bulunduğunu ifade etmiş ve böylece Gökay’ın kendisiyle çeliştiğini dile getirmiştir[323]

Mahkemede gerek yazılı olarak ifadesi alınan gerekse sözlü olarak dinlenen şahıslardan biri hariç devlet kurumlarının tazyike uğramadığına yönelik söylemlerde bulunmuşlardır. Mesela 1958’den itibaren İşçi Sigortaları Kurumunun Müdürlüğünü yürüten Naki Tezel, mevzuatın arsa alımına uygun olduğunu, kendilerine tazyikte bulunulmadığını, o dönem ülkedeki yüksek enflasyon dolayısıyla kurumun gayrimenkule yatırım yapmasının en iyi yol olduğunu belirtmiştir. Yalnızca Ekrem Aymen adlı şahit satın alınan arsa ve binaların gerek fiyatlarının takdirinde gerekse bedellerinin ödenmesinde tazyike maruz kaldığını ileri sürmüştür[324].

Mahkeme üçüncü ve dördüncü gruptaki iddialarda sanıklar aleyhine suç teşkil edecek bulguya rastlanılmadığı sonucuna varmış ve tüm davaların neticesinin açıklandığı Anayasayı İhlal Davası sonunda İstimlâk Davası hakkında şu kararlar alınmıştır; Kemal Aygün’e ağırlaştırılmış müebbet, Dilaver Argun’a 15 yıl ağır hapis ve kamu hizmetlerinden müebbet olarak men cezası verilmiş, diğer sanıklarsa davadan beraat etmiştir. Adnan Menderes ise idam cezasına çarptırılmış, bu dava Menderes’in idam gerekçelerinden birini teşkil etmiştir[325]

                                                                                              Dr. Yunus Özdurgun.

Örtülü Ödenek Davası

14 Mayıs 1950 seçimleriyle beraber iktidara gelen Demokrat Parti dönemi 27 Mayıs 1960’da askeri darbesiyle son bulmuştur. Bu müdahaleden sonra eski iktidara mensup kişileri yargılamak amacıyla Yassıada’da mahkeme kurulmuştur. Mahkeme sürecinde siyasi ve mali olmak üzere pek çok dava görülmüştür. Bunlardan birini de Örtülü Ödenek Davası teşkil etmektedir. Örtülü ödenek, mahiyeti itibariyle istihbarat ve savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri doğrultusunda harcanmak üzere devlet bütçesine konulmuş ödenektir[326]. Örtülü ödenek Başbakanın inisiyatifindeydi ve bu ödenek kapsamında harcanan paralar makbuzuyla beraber imha edilmeliydi. Ancak anlaşılan o ki makbuzlar Demokrat Parti iktidarda olduğu süre boyunca saklanmış ve imha edilmemiştir. 27 Mayıs’tan sonraysa söz konusu makbuzlar Yüksek Adalet Divanı tarafından incelemeye alınmış, böylelikle Örtülü Ödenek Davası ortaya çıkmıştır. Dava, 25 Kasım 1960 tarihinde başlayıp 2 Şubat 1961’de sona ermiştir. Davanın odak noktası örtülü ödeneğin usulsüz kullanımına yönelik olup sanıklar dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Ahmet Salih Korur’dur[327].

            Örtülü ödenekten yapılan birçok harcama davaya dâhil olmuştur. Bu harcamalar şöyle sınıflandırılabilir:

* Menderes’in İkametgâhına, Şahsına Ailesine ve Yaptığı Harcamalar

* Demokrat Parti’ye Yapılan Harcamalar

* Muhtelif Basın Kuruluşlarına Yönelik Harcamalar

* Cumhurbaşkanlığı ve TBMM’ye Yapılan Harcamalar

* Milli Emniyet Teşkilatına Yapılan Harcamalar

* Diğer Harcamalar

Davanın ilk bölümünü; Adnan Menderes’in evinin ve ailesinin ihtiyaçları ile otel, ziyaret, yol gibi masraflarını örtülü ödeneği suiistimal ederek usulsüz bir şekilde karşıladığı iddiaları oluşturmuştur. İddialar; viski, rakı gibi alkollü içeceklerden mektup, zarf, telgraf, yiyecek, temizlik, cımbız ve tuvalet malzemelerine kadar çeşitlidir. Menderes’in örtülü ödenekten ailesine yönelik yaptığı iddia edilen harcamalar arasındaysa çocuklarının okul taksitleri ve Berrin Menderes’in yurt dışı seyahatleri gibi konular vardır. Menderes, savunmasında evinin masraflarının Başbakanlık maaşından ödendiğini belirtmiştir. Ancak zaman gelmiş 15, 20, 25 kişilik ziyafetler vermek gerekmiş ve bu ziyafetleri köşk mutfağı karşılayacak düzeyde olmamış, bu gibi ahvalde örtülü ödeneğe müracaat edilmiştir. Menderes’in eşi Berrin hanımsa mahkemedeki ifadesinde örtülü ödenek diye bir kavramdan haberi olmadığını, bu kavramı ilk defa soruşturma kuruluna çağırıldığı zaman işittiğini belirtmiştir. Yine eşinin kendisine para bırakmadığını, ihtiyaç hâsıl olduğu zaman özel kalem müdürünü arayıp eksiklikleri giderdiğini, tüm bu masrafların Menderes’in kendi parasından karşılandığını tahmin ettiğini dile getirmiştir[328].

Menderes gerek şahsi gerekse evinin masrafları konusunda mahkeme boyunca aynı tavrı sürdürmüştür. Buna göre işlerinin yoğunluğundan ötürü çocuklarının okul taksitleri, bina gelir vergisi ve yine eşi ile çocuklarının biletleri gibi konularla ilgilenememektedir. Menderes, sadece bir defa gelir vergisi hadisesinden haberinin olduğunu, ödemenin gününün geçtiğini ve kendisinin Ankara dışında bulunduğu için bina gelir vergisinin Korur tarafından örtülü ödenek kullanılmak suretiyle karşılandığını belirtmiştir[329].

İddiaların ikinci bölümü örtülü ödenekten DP’ye yapılan yardımlar hakkındadır. Menderes’in Genel Başkanı bulunduğu partinin ve Başkanı olduğu hükümetin menfaatleri için örtülü ödenekten usulsüz ödemeler yaptırdığı iddia edilmiştir. Bu konuda Menderes’in avukatlarının savunmasında göze çarpan en önemli husus; örtülü ödeneğin iktidarda olan hükümetin ve siyasi partinin ihtiyaçları için kullanıldığı adeta teamül haline geldiği iddiasıdır. Yani avukatlar örtülü ödeneğin bir önceki hükümet döneminde de parti ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldığını öne sürmüşlerdir[330]

İddiaların üçüncü kısmını muhtelif basın kuruluşlarına yapılan yardımlar oluşturmaktadır. Demokrat Parti iktidarı boyunca başta Büyük Doğu olmak üzere pek çok basın kuruluşuna ve gazeteciye örtülü ödenekten yardım yapılmıştır. Mahkeme yapılan bu harcamaların usulsüz olduğunu öne sürmüştür. Menderes ise buna karşılık olarak çeşitli basın kuruluşlarına yapılan yardımların her dönemde adeta bir gelenek haline geldiğinden bahsetmiş ve bundan dolayı gerek Büyük Doğu’ya gerekse diğer gazetecilere örtülü ödenekten yapılan yardımlarda sakınca görmediğini belirtmiştir[331].

Mahkemeye dava konusu olan diğer bir mesele Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne örtülü ödenekten yapılan harcamalardır. Mahkemeye göre devletin iki kurumuna ziyafet, seyahat masrafları, şahsi hediyeler, dernek ve şahıslara yardımlar olmak üzere sürekli para aktarılmıştır. Aktarılan bu paralar devletin çıkarlarına değil, Demokrat Parti’nin menfaatleri uğruna harcanmıştır[332]

Mahkemeye son olarak Türk istihbarat teşkilatının artan bütçesi konu olmuş, bunun nedenleri sorulmuştur. Bunun üzerine Adnan Menderes ve Ahmet Salih Korur kendilerini uzunca savunmuşlardır. Buna göre 1950’li yıllarda Amerikalılar Türk istihbarat teşkilatı mensuplarının maaşlarını ödemekteydiler. Adnan Menderes, Türk devletinin onurunu zedeleyeceğinden dolayı bu duruma son vermek istemiş ve Ahmet Salih Korur’u görevlendirmiştir. Türk istihbaratının başına geçen Korur, tüm maaş ödemelerinin Türk bütçesinden ödenmesini sağlamıştır. Ancak buna paralel olarak bütçeden istihbarat harcamalarına olan miktar artmıştır[333].

Örtülü ödenek davasında sanık olarak Adnan Menderes ile Ahmet Salih Korur yargılanmış ve mahkemece aşağıda sıralanan;

1-      Mahkeme heyeti Menderes’in kendisine ve ailesine yapılan harcamalar suretiyle zimmetine 212.500 lira geçirdiğine. Korur’un da 28.407 lira geçirdiği,

2-      Menderes’in kendi partisine ve parti mensupları ile taraftarlarına 1.212.364 lira sarf ettiği ve bu bağlamda DP yararına yapılan harcamaların onun zimmetini teşkil ettiği,

3-      Menderes’in kendisini ve DP iktidarını destekleyen yazarlara, gazetecilere, mecmua ve ajansa örtülü ödenekten türlü yardımlarda bulunduğu, bu yardımlarda parti menfaatlerini öncelediği böylece yalnız istihbarat ve devletin yüksek menfaatlerine harcanması gereken bütçeyi, iktidarını tutan gazete yazarlarına akıttığı,

4- Cemiyetlere bağış, şahıslara yardım, Cumhurbaşkanlığı masrafları gibi harcamalar örtülü ödenekten karşılandığı, esasen bu kabil masraflar için Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlıklar bütçelerinde az veya çok tahsisatın bulunduğu, bunlar kâfi gelmediği takdirde 1050 sayılı kanun gereğince muamele yapılması gerektiği icabında sonraki sene için bütçesine ona göre yeterli tahsisatın konması gerektiği halde bu kanuni icaplara riayetsizlik edildiği ve böylece Adnan Menderes’in görevini kötüye kullandığı kanaatlerine varılmıştır[334].

            Buna göre Menderes’in 4.878.284 lira ve Korur’un 28.407 lira zimmetlerine geçirdikleri, Menderes’in ayrıca 7.456.261 lira usulsüz sarfiyat ve ödemelerde bulunmak suretiyle görevini kötüye kullandığı kanaati oluşmuştur. Neticede Menderes,  görevi kötüye kullanmak suçundan 11 yıl 8 ay ağır olmak üzere 15 yıl 2 ay hapse, 4.878.496 lira ağır para cezası ile cezalandırılmasına oy birliğiyle karar verilmiştir. Ahmet Salih Korur ise 2 yıl 11 aya mahkûm olmuştur[335].

                                                                                                                      Dr. Yunus Özdurgun.

Kayseri Olayları Davası

İktidar ile muhalefet cephesi 1960 yılının Mart ayından itibaren adeta bir seçim havası içerisine girmişlerdir. CHP Meclisi 15 Mart’ta bir bildiri yayımlayarak örgütüne DP iktidarının erken seçim hazırlığı içerisinde olduğunu anımsatmıştır. Bu siyasi ortamın yaşandığı günlerde 24 Mart 1960 tarihinde Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde meydana gelen bir olay iktidar-muhalefet ilişkilerini iyice germiştir. Tarım Kredi Kooperatifi seçimleri sırasında olaylar çıkmış, CHP’lilerin gözaltına alınıp karakolda dövüldükleri iddia edilmiştir. Ayrıca DP ilçe başkanının silahlı olarak polisin yanında yer aldığı ve CHP’lileri yaraladığı öne sürülmüştür. Bu olaylar karşısında Kayseri Valisi, CHP’lilerin polise saldırdığını belirten bildiri yayımlamıştır. Olaylar karşısında basına yayın yasağı getirilmiştir. Tüm bu olanlar karşısında önce bir grup CHP milletvekili Yeşilhisar’a gönderilmiş, daha sonra İsmet İnönü hem Yeşilhisar’a hem de Kayseri CHP İl Kongresi’ne katılmak üzere Kayseri’ye hareket etmeye karar vermiştir. Ancak İnönü, Kayseri’ye hareketinden önce Kayseri Valisi’nden bir telgraf almıştır. Telgrafta İnönü’nün Kayseri’ye seyahat etmemesi rica edilmiştir. Telgrafın üzerine İnönü’ye Kayseri’ye gitmemesi hususunda telefonlar da gitmiştir. Buna karşılık İnönü yola çıkmış, ancak treni Kayseri yakınlarında Himmetdede istasyonunda durdurularak askeri birliklerin gözetiminde yaklaşık üç saat bekletilmiştir. Bu sırada askeri birliklerin komutanı Binbaşı Selahattin Çetiner’e İnönü’yü vurması için emir verildiği ancak Çetiner’in “böyle bir emri vermektense önce kendimi vururum” dediği öne sürülmüştür. Olay sırasında görev alan bazı askerler de istifa etmiştir. İnönü ise Yeşilhisar’a gidemeden Ankara’ya dönmek zorunda kalmıştır[336].

Kayseri’de yaşananlar 27 Mayıs’tan sonra Yassıada’da kurulan mahkemeye Kayseri Olayları Davası olarak konu olmuştur. Mahkemenin iddianamesinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve beraberindekilerin seyahat özgürlüğüne engel olunduğu trenin Himmetdede istasyonunda kanunsuz olarak durdurulduğu, askeri birliklerin bu işte kullanılmak istendiği, böylelikle Anayasanın ihlal edildiği öne sürülmüştür. 11 oturum süren ve 13 sanığı olan Kayseri Olayları Davası 9 Ocak 1961 de başlamış, 20 Nisan 1961 de sona ermiştir. Davada 49 tanık dinlenmiştir. Sanıklar Celal Bayar, Adnan Menderes, DP milletvekillerinden Osman Kavuncu, Kamil Gündeş, Hakkı Kurmel, Fikri Apaydın, Ali Rıza Kılıçkale, Servet Hacıpaşaoğlu, İbrahim Kirazoğlu, Fahri Köşkeroğlu, Kayseri Valisi Ahmet Kınık, Milli Emniyet Başmüfettişi Aziz Ronabar, Kayseri Beşinci yurt içi Bölge Kumandanı General Kemal Çakın’dır[337].

Adnan Menderes, mahkemede, herhangi bir olay çıkmasına karşı idarenin tedbirler aldığını, Kayseri’deki olayların da bu minval üzerinde değerlendirilmesi gerektiği belirterek şu ifadeleri sarf etmiştir; “Bendeniz Yeşilhisar hadiselerinin vukuunda hasta olarak İstanbul’da bulunuyordum. Mebuslar Kayseri’de bulunuyordu. Ayrıca gruptan 3-4 kişilik bir heyet gönderilmiş. Bunlardan Mazlum Kayalar’ı hatırlıyorum. Bu arada Halk Partisi mebusları da keza bir heyet olarak Yeşilhisar’a gitmişlerdir. CHP mebuslarının önceden gitmesi üzerine bizim arkadaşların da gönderildiğini hatırlıyorum.”[338]

Sanıklardan Celal Bayar, Yeşilhisar olaylarını Uşak’ta başlayan olayların sonucu olarak gördüğünü ifade etmiştir. Sanıklardan Fikri Apaydın, Kayseri’ye olaydan sonra geldiğini belirtirken diğer sanıklar İnönü’nün seyahatinin engellenmesinde bir rolleri olmadığını belirtmişlerdir[339]. Sanık Aziz Ronabar ise olayların ardından Yeşilhisar’da yaptığı tetkikat neticesinde olayların tamamen CHP’lilerin düzenlediğini ifade etmiştir[340].

Tanıklardan Jandarma Astsubay Ali Manzakoğlu, olayların ilçe savcısının DP’yi tutmasından kaynaklandığını iddia etmiştir[341]. Tanık Yarbay Hayrettin Dural, kendilerine emir geldiğini, Himmetdede’ye gitmeleri için emir aldıklarını, olay yerine gittiklerinde Aziz Ronabar’ın kendilerini neden geç kaldınız diye kızarak karşıladığını söylemiştir[342]. Tanık Turgut Göle, İsmet İnönü’nün Kayseri Valisinin mektubu karşısında sinirlendiğini ve “Ben itaate mecbur bir adam mıyım? Otur diyecekler oturacağım, kalk diyecekler kalkacağım. Olacak şey mi bu” dediğini belirtmiştir[343].

Kayseri Olayları Davası sonucunda Kayseri Valisi Ahmet Kınık, General Cemal Çakın ve Milli Emniyet Müfettişi Aziz Ronabar’a 4’er yıl 2’şer ay ağır hapis ve kamu hizmetlerinden men cezası verilmiştir. Kayseri milletvekillerinden Osman Kavuncu, Kamil Gündeş, Hakkı Kurmel, Fikri Apaydın, Ali Rıza Kılıçkale, Servet Hacıpaşaoğlu, İbrahim Kirazoğlu ve Fahri Köşkeroğlu hakkında suç sabit olunmamış ve bu dava için tutuklama kararı kaldırılmıştır. Adnan Menderes ve Celal Bayar içinse idam cezası verilmiştir[344].

Dr. Yunus Özdurgun.

Radyo Davası

Radyo Davası’na geçmeden önce devlet radyosu hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. 12 Eylül 1940 tarihinde yayına başlayan Radyo Gazetesi ilk olarak Nurettin Artam tarafından hazırlanmıştır. Kısa sürede geniş bir dinleyici kitlesine ulaşan program, II. Dünya Savaşı sırasında cephedeki ve cephe gerisindeki askeri ve siyasi olayları dinleyiciye iletmek, Türkiye’ye dönük propagandaya yanıt vermek görevini üstlenmiştir. Savaştan sonra da yayınına devam eden program; ilke olarak siyasal, toplumsal, askeri, ekonomik iç ve dış sorunları ele almakla birlikte uygulamada dış politika konularına ağırlık vermiştir. DP iktidarıyla beraber 1954 yılından itibaren ise yalnızca dış politika konularını ele almakla kalmamış, iç politika konularını da haberleştirmeye başlamıştır[345].

DP mensupları, muhalefette bulunduğu sıralarda radyonun iktidar tarafından keyfi kullanıldığının altını birçok yerde yaptıkları konuşmalarla çizmişlerdir. Ancak 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra DP iktidara gelince bu söylemler tersine dönüşmüştür. CHP, muhalefetinin daha ilk aylarında radyo konusunda iktidardan şikâyetlerini dile getirmeye başlamıştır. Mesela Ulus gazetesinin 28 Temmuz 1950 tarihinde; “Devlet Radyosu DP’nin Emrinde. Asker sevki kararı karşısında CHP’nin görüşünü açıklayan demeç radyoda neşredilmedi” başlıklı haberde şu satırlara yer verilmiştir; “Devlet Radyosunun Demokrat Parti hizmetinde kullanılmasını doğru bulmadığımızı muhtelif vesilelerle yazıp durmaktayız. Fakat görünen odur ki iktidar partisi radyo gibi bir propaganda vasıtasını eline geçirmişken bunu kendi hesabına sonuna kadar kullanmak kararındadır. Bir kaç milyon vatandaşın dünya ve memleket hâdiselerinden haber alma kaynağı olan radyo müessesesini, hasis particilik menfaati uğrunda istismar etmenin ne derece doğru olduğunu memleket umumî efkârı kolayca takdir eder. Radyo millet parasıyla kurulmuştur. Milletin malıdır, ona hiç bir partinin kendi propagandası için tasarruf etmeğe hakkı yoktur. Hiç bir hükümet, bir dakikalık neşriyatı binlerce liraya mal olan radyoyu mensup olduğu partinin öğünme veya başkasını çekiştirme vasıtası haline getiremez. Ankara ve İstanbul radyoları, 14 Mayıs’tan önceki muhalefet partisi başkanı olan Sayın Celâl Bayar’ın siyasî faaliyetini takip etmiştir. Seyahatleri haber alarak verilmiş, nutukları ve beyanatları, kısa ise aynen, uzun ise hulâsa halinde neşir ve tamim edilmiştir. Bunları, şimdi radyoya partizanca el koymuş olanlar unutmuş olsalar bile, dinleyiciler unutmamışlardır. Şimdi vaziyet nedir? Bunu biz söylemeyelim. Çünkü bizim yazacaklarımız, radyo dinleyen milyonlarca vatandaşın bildiği ve pek çoğunun ibretle karşıladığı birtakım hazin hakikatlerden ibarettir. Devlet radyosunun öğle gazetesi altında yaptığı basın hulâsaları Demokrat Parti resmî gazetesinin başyazısını nokta ve virgül duraklarında kusur etmemeye çalışarak okumaktan ibarettir İstanbul basınından, Demokrat Partinin Ankara’dakine benzer resmî sözcüleri rolünde olan Milliyet ve Yeni Sabah gazeteleri okunmaktadır. Devlet radyosunu çiftlik kampanyası gibi kullanmak isteyenlerin bilmesi lâzımdır ki bu radyo millet parasıyla kurulmuştur millet parasıyla işler ve millet hizmeti görmeğe mecburdur. Millet ise Demokrat Parti’den ibaret değildir.”[346]

Yukarıdaki haber örneğinde görüldüğü üzere radyo konusunda iktidar ve muhalefet arasındaki tartışmalar DP iktidarı boyunca aralıksız devam etmiştir. Radyo meselesi, 27 Mayıs askeri darbesinden sonra Yassıada’ya konu olmuş ve 19 davadan birini Radyo Davası teşkil etmiştir. Radyo Davası, 29 Kasım 1960 tarihinde başlamış, 22 Aralık 1960’da sona ermiş ve toplam 6 oturum yapılmıştır. Radyo Davası’nın sanıkları; Adnan Menderes, Devlet Bakanları Fatin Rüştü Zorlu, Mükerrem Sarol, Emin Kalafat, Celal Yardımcı, Basın-Yayın Turizm Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Sıtkı Yırcalı, Abdullah Aker, Haluk Şaman ve Eski Basın-Yayın Turizm Genel Müdürü Altemur Kılıç’tır.

Yukarıda adı geçen sanıkların yargılanma sebepleri şunlardır:

Ø  Radyo yayınlarında muhalefete mensup milletvekillerine küçültücü ve haysiyet kırıcı sözlerle tecavüzlerde bulunmak,

Ø  Muhalefetin basın toplantılarında yaptıkları konuşmaları, gazetelerde çıkan tenkitleri ve muhalefet milletvekilleri tarafından TBMM’ye verilmiş olan soru önergelerini radyoda cevaplandırmak,

Ø  DP iktidarını tutan bazı gazetelerdeki muhalefete çatan ve DP icraatını öven makale ve yazıları radyoda olduğu gibi yayımlamak, Vatan Cephesi’ne katılım listelerini okutmak,

Ø  DP’nin propagandasını yapmak,

Ø  DP grup toplantılarını ilan etmek,

Ø  Kanunen muhalefete tanınmış olan radyoda konuşma hakkını kaldırtmak,

Ø  27 Ekim 1957 tarihinde yapılan milletvekilleri seçiminde henüz oy verme müddeti bitmediği halde oylarını kullanmamış olan seçmenleri tesir altında bırakarak oylarını DP lehine kullanmalarını sağlamak maksadıyla DP’nin kazandığı bazı yerlerde sandık tasnif neticelerini ilan etmek,

Ø  Devlet radyosunu tek taraflı kullanarak DP’nin organı haline getirmek.

Yukarıdaki suçlara bağlı olarak sanıkların 5 ile 10 yıl arasında hapsi istenmekteydi[347].

Duruşmalar, Salim Başol ve Menderes arasındaki karşılıklı soru-cevaplarla başlamıştır. Başol’un “1950’ye kadar Radyo Gazetesi’nde iç politika meseleleri yer almış mıdır?” şeklindeki sorusuna Menderes şu karşılığı vermiştir; “1946 senesinden evvel memlekette iç politika diye bir mesele mevcut değildi. Siyasi partiler olmadığından Radyo Gazetesi’nde iç politika neşriyatı yapmak mümkün değildi. 1946’dan 1950 yılına kadar ise iç politika konuları Radyo Gazetesi’nde %99 yer almıştır.” Başol daha sonra Menderes’e Radyo Gazetesi’ni hazırlayanlara; muhalefet, gazeteler ve bazı şahıslarla ilgili olarak neden siz mevzuu (konu) veriyordunuz?” sorusunu yöneltmiş, Menderes’in cevabı şöyle olmuştur; Hükümet ve DP’nin başkanı olarak günün şartlarına göre mevzuu vermiş olabilirim.” Menderes, bunun yanı sıra savunmasında 1946-1950 yılları arasına atıfta bulunarak kendileri muhalefetteyken radyoda söz hakkına sahip olmadıklarını vurgulamıştır[348].

Sanıklardan Basın Yayın Genel Müdürü Altemur Kılıç, radyo ile ilgili yayınların Başbakanlık tarafından belirlendiğini, kendisinin hiçbir rolü olmadığını belirtmiştir. Basın-Yayın Bakanlarından Haluk Şaman, 17 Kasım 1959’dan 27 Mayıs 1960’a kadar bakanlık görevini icra ettiğini, bu süre zarfında Menderes’in radyo yayınlarına sürekli müdahale ettiğini iddia etmiştir. Menderes’i suçlayan bir tek bahsi geçen sanıklar değildir. Dava sırasında birçok şahit tüm suçun Menderes’te olduğunu öne sürmüştür. Mesela radyo spikerlerinden Nadide Köksal, radyonun parti organı haline getirilmesinin yakın şahidi olduğunu söylemiştir. Bir diğer şahit spiker Ülkü İmset’tir. İmset, 1958’den sonra özellikle Vatan Cephesi listelerinin okunmasında canlarının çok sıkıldığını ve bazen bir gün önce okunan listeleri ertesi gün de okuduklarını iddia etmiştir[349]. Sonuç olarak Radyo Davası, Anayasayı ihlal suçunun maddi kısmını teşkil etmiştir. Davada Altemur Kılıç serbest bırakılmış, diğer sanıklar ise çeşitli cezalara çarptırılmıştır[350].

Dr. Yunus Özdurgun.

Döviz Tahsisi (Barbara) Davası

Barbara Davası olarak da bilinen dava 21 Kasım 1960’ta başlamış, 26 Aralık 1960’da sona ermiştir. Davanın sanıkları; TBMM Eski Başkanı Refik Koraltan ve görevini kötüye kullanmaktan Maliye Eski Bakanı Hasan Polatkan’dır. Türk parası kıymetini koruma hakkındaki 1567 sayılı kanunun 6258 sayılı kanunla muaddel 3/A maddesine muhalefet suçundan sanık TBMM Eski Başkanı Refik Koraltan ve bu olay dolayısıyla görevini kötüye kullanmaktan Maliye Eski Bakanı Hasan Polatkan haklarında Yüksek Soruşturma Kurulu’nun 16.10.1960 tarih ve 122/21 esas karar sayılı son tahkikatın açılmasına karar verilmiştir[351].

Yüksek Soruşturma Kurulu tarafından hazırlanan kararnameye göre Refik Koraltan, hasta olan eşi için Almanya’dan sıhhi malzeme getirtmesi gerektiğini ve 500 dolarlık bir tahsis yapılmasını 1776 sayılı bir tezkere ile 11 Kasım 1959’da Maliye Bakanlığı’na bildirmiştir. Dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan, bu tezkerenin altına 28 Aralık 1959’da “uygundur” şerhini düşmüş ve Refik Koraltan’a 29 Aralık’ta 500 dolar tahsis edilmiştir[352]. Bu işlemden sonra Refik Koraltan, Almanya’nın Erlangen şehrinden Türkiye’ye gelip kendisini ziyaret eden sinir hastalıkları uzmanı Dr. Turan İtil’den hasta olan eşi için bir mürebbiye[353] bulmasını istemiş, bunun üzerine Almanya’da İş ve İşçi bulma Kurumu’nda araştırmalar yapılmıştır. 8-10 mürebbiyenin fotoğrafı Dr. Turan İtil tarafından Refik Koraltan’a gönderilmiş, Koraltan bunlardan hasta bakıcılık kursundan mezun, otelcilik organizasyon okulundan diploma almış, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca konuşabilen ve bir avukat kızı olan matmazel Barbara Kunzkei’i seçmiştir. Yapılan anlaşmaya göre ayda 250 mark Almanya’da Barbara’nın göstereceği adrese gönderilecek, 250 Türk lirası da Türkiye’de kendisine ödenecektir. 15 Mart 1960’tan 10 Eylül 1960 tarihine kadar olan sekiz aylık tutarın 100 mark fazlası 2100 mark Merkez Bankası aracılığıyla Dr. Turan İtil’e gönderilmiş ve Barbara 13 Şubat 1960’ta Türkiye’ye gelerek Refik Koraltan’ın evinde işe başlamıştır[354].

Refik Koraltan’a yöneltilen suç, Türk Parası Kıymetini Koruma hakkındaki 1567 sayılı kanunun 6258 sayılı kanunla madde 13/A’ya uygunsuz hareket etmesidir. Türk parasının kıymetini koruma kanununun 14 sayılı kararnamenin 18. maddesinde; “Türkiye’deki hakiki veya hükmi şahısların hizmet karşılığı veya herhangi bir şekil ve suretle döviz üzerine muamele yapmaları imkânsızdır” ibaresi yer almaktadır. Refik Koraltan hasta olan karısı için sıhhi malzeme getireceğinden bahisle aldığı 500 doları Barbara Kunzke’ye hizmet karşılığı olarak vermiş ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’na aykırı hareket ederek suç işlemiştir[355]. Hasan Polatkan da 500 doların tahsis edilmesinde 11 Kasım 1959 tarihli tezkireyi gerekli muamelatın icrası için Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü’ne göndermesi gerekirken tezkere altına “uygundur” diye imza atmış ve Koraltan’dan taahhütname almaksızın Ankara Kambiyo Müdürlüğünce 500 dolarlık döviz tahsisine sebebiyet vererek görevini kötüye kullanmıştır[356].

                                                                                               Dr. Yunus Özdurgun

Topkapı Olayları Davası

Türkiye’de özellikle 1957 seçimlerinden sonra siyasi tansiyon iyice yükselmiştir. CHP lideri İsmet İnönü, şiddetli bir muhalefet örneği sergilemiş ve yurt gezilerine çıkmıştır. İsmet İnönü, çıktığı Ege gezisinden sonra İstanbul’a dönmüş ve 4 Mayıs 1959 günü özel arabasıyla Yeşilköy’den şehre hareket etmiştir. Topkapı’ya gelince bir grup aniden arabasının etrafını sarmıştır. Gruptan bazıları İnönü’nün arabasını taşlayıp kapılarını açmaya çalışmışlardır. Orada tesadüfen bulunan ve o anda görevli olmayan süvari Binbaşı Turhan Bayraktar, yanındaki bir grup asker ile harekete geçerek saldırganları dağıtmıştır[357]. Bu olay 27 Mayıs askeri darbesi sonrası Yassıada’da kurulan mahkemeye konu olmuştur. Topkapı Olayları Davası adını alacak davada olayların İnönü’yü öldürmek amacıyla DP’nin ileri gelenleri tarafından düzenlendiği iddia edilmiştir. İddianamede olay günü Yeşilköy Havaalanında ve Topkapı’da İnönü’ye suikast için büyük çapta hazırlık yapıldığı, ana muhalefet liderinin bu gösteriler sırasında öldürülmek istendiği öne sürülmüştür. Ayrıca bu iş için adam toplandığı, ellerine sopalar ve şişeler verildiği ileri sürülmüştür. Davanın başta Celal Bayar ve Adnan Menderes, Kemal Aygün, Etem Yetkiner olmak üzere 60 sanığı vardır. İddia makamı, Topkapı Olayları Davası sanıklarından 12’si için idam talep ederken, kalan 48 sanık için de 5-15 yıl arasında ağır hapis cezası talep etmiştir[358].

23 Aralık 1960 günü başlayan davanın ilk gününde Yassıada’da tutuklu bulunan Ankara Emniyet Müdürü Niyazi Bicioğlu ile üç polis memurunun tahliyesine karar verilmiştir. Yargılama sırasında mahkeme başkanı Salim Başol, dönemin İstanbul Valisi Etem Yetkiner’e ordudan niçin bir kolordudan fazla asker yardımı istendiğini sormuş, Yetkiner de polisin yeterli gelmeyeceğini düşündüğü için destek istediğini söylemiştir. Sanıklardan bir diğeri Kemal Aygün, mahkemede şu ifadeleri sarf etmiştir; “Pazar günü Menderes’in yanına gittim. Başbakan, CHP liderinin İstanbul’a geleceğini ve orada mutad olmayan büyük bir karşılama yapılacağını, İnönü’nün Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na riayet etmediğini söyledi. Başbakan asayiş için her türlü tedbirin alınmasını istedi. Menderes bu arada DP’lilerin de karşı gösteri yapmasını arzu etti.” Daha sonra durumu Şelale Köşkü’nde bulunan Cumhurbaşkanı Bayar’a da arz ettiğini ve buna karşılık olarak “bu bir parti gösterisidir. Mademki genel başkan böyle arzu etmişler, bu tedbiri alırlar yapalım” cevabını aldığını belirtmiştir. Aygün, verdiği bu ifade ile olayların sorumlusu olarak Menderes ve Bayar’ı işaret etmiştir[359].

Celal Bayar, savunmasında Aygün’ü yalanlayarak “bu bir parti meselesidir. Parti lideri böyle diyor. Kendisine danışırsınız. Ben karışmam” dediğini belirtmiştir. Sanıklardan belediye temizlik işleri muavini Naci Onuk, Başol’un “Bakın bir fotoğraf var. Şurada İsmet İnönü’nün arabasına yaklaşmışsın. Aha bakın fotoğrafa!” iddiasına karşı şu sitemde bulunmuştur; “Senelerce hâkimlik yapan sizin gibi büyük bir insanın tecrübeleri vardır. Resimde gülerken görünüyorum. Gülen bir insan tecavüz eder mi?”[360].

Adnan Menderes ise İnönü ile aralarında parti mücadelesi bulunduğunu ancak böyle bir olayı asla tertip etmeyeceğini ifade edip şu cümleleri sarf etmiştir; “İnönü ve CHP ile uzun yıllar devam eden bir mücadelemiz olmuştur. Bu doğrudur ama doğru olmayan ve asla doğru bir suikast tertibi iddiasıdır. İnönü kimdir? Evet, İnönü kimdir? Genç subaylığından itibaren parlak bir şöhreti vardır. Fakat biz onu Milli Mücadelenin İsmet Bey’i sonra Garp Cephesi Kumandanı, sonra Hariciye Vekili, Başvekil sonra da Lozan Baş murahhası ve Cumhurbaşkanı olarak tanıdı. O zaman Cumhurbaşkanlığı’na yalnız Millet Meclisi’nin seçmesi ile değil, milletin topyekûn sevinci ve arzusu ile gelmişti. Türk Milleti Büyük Ata’sını kaybetmenin üzüntüsünü İnönü’nün şahsında aramış ve dindirmiştir. İnönü’ye suikast bu olamaz. O şu ana kadar saydığım sıfatları ile tarihe geçmiş bir insan. Bunların tasvirine geçmek yersizdir. Ama bir nebze olsun şiddet politikasından bahsetmek mecburiyetindeyim.”[361]

Sanıkların ifadeleri yukarıdaki gibiyken şahitlerin dinlenmesine geçilmiştir. Bu hususta CHP iktidarının son Başbakanı Şemsettin Günaltay’ın ifadesi oldukça ilginçtir. Günaltay ifadesinde “İnönü’nün İstanbul’a gelişi sırasında bilhassa Celal Bayar’ın İnönü’ye karşı duygularını bildiğim için endişe ediyordum. Bayar’ın İnönü’ye husumeti Atatürk devrinde başlamıştı. İnönü Merkez Bankası’nın kurulmasını teklif ettiği zaman İş Bankası’nın kurucularından Celal Bayar buna karşı çıkmış, Merkez Bankası kurulup İnönü başarılı olunca aralarında düşmanlık başlamış.” diyerek Celal Bayar’ın İsmet İnönü’ye duyduğu düşmanlığın altını çizmiştir. Bir dikkat çekici ifade de ilerleyen yıllarda Türk siyasi hayatının önce gelen şahsiyetlerinden biri olacak Bülent Ecevit’ten gelmiştir. Ecevit, olayların Menderes, Bayar ve İstanbul Valisi’nin haberi olmadan düzenlenemeyeceğini öne sürmüştür. CHP’liler içerisinde en ılımlı ifadeler Kasım Gülek’ten gelmiştir. Gülek; “Bunların bir tertip ile alakalı olduğuna kaniim. Ben, DP’nin en çok tarizlerine uğramış bir insanım. Bu hususta elimi vicdanıma koyuyorum. Bunları Bayar ve Menderes yaptırdı diyemiyorum” ifadeleriyle belki de Bayar ve Menderes’i kesin olarak suçlu göstermeyen tek CHP’li idi[362].

Ahmet Önder, CHP Bakırköy İlçe Başkanı Sabri Vardar, Talat Elver, Ali Ahmet Yanık, Rahmi Kebapçı, Satılmış Kayacan, Mehmet Utaş, Zekeriya Danacı, Arif Çeliker, Remzi Yılmaz, Abdullah Vehbi Uğur, Abdurrahman Aslan 13 Aralık’ta yapılan duruşmada dinlenen şahitlerdi ve hemen hemen hepsi CHP üyesi idi. Şahitler verdikleri ifadelerde Topkapı’da toplanan kalabalığın yakalarında rozet olduğunu, ellerinde taş ve sopalarla İnönü’nün arabasının önünü kestiklerini ve canına kastettiklerini iddia etmişlerdir. Şahitlerin hepsi birbirlerine çok yakın ifadeler verirken, sanıklar kendilerine yöneltilen suçları kabul etmemiş ve aleyhlerine verilen ifadelerin hepsinin CHP teşkilatında hazırlandığını savunmuşlardı. Bunun üzerine Adnan Menderes’in avukatı Talat Asal, yine 13 Aralık’ta yapılan duruşmada gelen şahitlerin hepsine hangi partiden olduklarının sorulmasını istemiştir. Asal’a göre gelen şahitlerden sanıklar aleyhine konuşanların tümü CHP taraftarı idi ve yanlı ifade veriyorlardı. Ancak Asal’ın bu isteğine Başsavcı Egesel karşı çıkmıştır[363].

60 sanıklı Topkapı Olayları Davası, başsavcı Egesel’in idam istediği davalardan biridir. 15 sanığın idamı istenmiştir. 166 tanığın dinlendiği bu davada başta Celal Bayar, Adnan Menderes, Kemal Aygün, Ethem Yetkiner olmak üzere 43 sanık hüküm yemiş, 11 sanık serbest bırakılmıştır. Bu dava Adnan Menderes’in idam gerekçelerinden biri olmuştur[364].

Topkapı Olayları Davası yukarıdaki gibi gelişirken dönemin anılarında da konuyla ilgili çarpıcı ifadeler kullanılmıştır. Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, konuyla ilgili şu ifadeleri kullanmıştır; “İsmet Paşa’nın treninin Kayseri-Himmetdede’de durdurulması gereksiz bir idari işlemdir. Bir fayda meydana getirmemiş, CHP’nin tutuşturduğu darbe ateşine odun taşımıştır. Topkapı olayına gelince, İsmet Paşa’nın burada DP tarafından öldürülmek istenmesi iddiası sadece bir provokasyondur. Nitekim o günlerde CHP’nin en ileri gelen iki üç isimden birisi olan Kasım Gülek, Yassıada’da bu konuda şahitlik yapmış, o gün orada cereyan eden olayların içerisinde İsmet Paşa’yı öldürtmek gibi bir niyetin emaresi yoktu” demiştir[365]. Mükerrem Sarol ise şu sözleri sarf etmiştir; “İsmet Paşa’nın Yeşilköy’den İstanbul’a giderken Topkapı’dan geçmesinde bir başka yoldan İstanbul’a gitsin diye partililerin direnmesi çok yanlış olmuştur. Ayrıca idarenin kargaşa çıkmaması için Paşa’yı yolundan vazgeçirmeye çalışması isabetli olmamıştır. İnönü şehre yanındakilerle birlikte Topkapı’dan geçseydi kıyamet kopmazdı. Sinirleri gerilmiş partilileri, düşman birlikleri gibi karşı karşıya getirmek, İsmet Paşa’yı hakkı çiğnenmiş mazlum mevkiine sokmak, iktidar hesabına talihsiz bir hareket olmuştur.”[366]

                                                                                                          Dr. Yunus Özdurgun

Üniversite Olayları Davası

Vatan Cephesi Davası

Türk siyasi hayatında 1957 seçimleri pek çok açıdan büyük öneme sahiptir. Bunlardan biri de bu seçimlerle beraber ülkedeki siyasi gerilimin ve kutuplaşmanın artmasıdır. 1957 seçim kampanyası sert şekilde geçmekle beraber seçim sonrasında da gerilim dinmemiştir. 1957 seçimleri ile DP önceki seçimlere nazaran yüzde ellinin üstünde olan oy çoğunluğunu kaybetmiştir. Muhalefet ise oylarını arttırmıştır. 1957 seçimleri, muhalefetin kendine olan güvenini getirmekle beraber, seçimlerden güçlenerek çıkması eskiye nazaran daha yüksek sesle muhalefet etme şansını elde etmelerini sağlamıştır. Muhalefetin söylemleri sertleştikçe tavırları da o nispette artmıştır. İktidara karşı her konu da birlikte hareket etmeye karar veren muhalefet partileri arasında işbirliği çalışmaları devam etmiş ve 1958 yılında nihai olarak sonuç vermiştir. 16 Ekim 1958’de Türkiye Köylü Partisi ile CMP birleşmiş, Hürriyet Partisi 24 Kasım 1958’de kendisini fesih ederek CHP’ye katılmış, böylece Millî Muhalefet Cephesi kurulmuştur[367].

Vatan Cephesi ile ilgili ilk açıklama Menderes tarafından 12 Ekim 1958’de Manisa’da yapılmıştır. Menderes, burada yaptığı konuşmada Vatan Cephesi’nin kurulmasını önermiştir. Menderes, Vatan Cephesi’nin kuruluş sebebini muhalefetin “bozguncu, kin ve husumet politikasına karşı vatandaşların bir çatıda birleşmesi gerekliliği” olarak açıklamıştır. Menderes’in Vatan Cephesi’nin kurulması ile ilgili bu girişimi karşısında DP içinden muhalifler sesler yükseldi. DP içinde ki muhalif sesler, böyle bir örgütün kurulmasının gereksiz olduğunu, ocak-bucak teşkilatlarını ve Genç Demokrat Örgütünü zayıflatacağını dile getirmişlerdir. Buna karşın Menderes ile aynı görüşü paylaşan Bayar’ın müdahalesi ile muhalefet susturulmuş ve Kasım 1958’den itibaren Vatan Cephelerinin kurulmasına hız verilmiştir. Ayrıca Bayar, Vatan Cephesi’nin kurulması konusuna destek vermek amacıyla yurt gezilerine de çıkmıştır. Siyasetten uzak olan halk kitlelerini ve vatanın menfaatlerinin DP’nin iktidarda kalması ile devam edeceğine inanan kimseleri tek bir çatı altında toplamak amacıyla kurulan Vatan Cephesi teşkilatı, yurdun farklı yerlerinde şubeler açmıştır. Demokratlar düşüncelerini hayata geçirerek her haber saati öncesinde Vatan Cephesi’ne katılanların isimleri ve mensup oldukları illerin listesini radyodan okutmaya başlamışlardır. Ayrıca bilhassa taşrada olmak üzere DP taraftarı olan gazeteler de çoğu sayılarında DP’ye geçenlerin isimlerini gazete sayfalarında vermekteydi[368].

Vatan Cephesi daha sonra Yassıada’da aynı isimle anılan davaya konu olmuştur. Vatan Cephesi Davası’nın açılma nedenleri; Adnan Menderes’in Vatan Cephesi’ni kurması, masraflarını devlet bütçesinden karşılaması, vatandaşların işlerini yapabilmesi veya kredi alabilmeleri için DP’ye ya da Vatan Cephesi’ne katılmalarının zorunlu tutulması, cepheye katılmalarının isimlerinin radyoda ücretsiz okutulması, halkı baskı altında tutmak, kin ve nefret duygularını arttırarak bölücülük yapmasıdır. Davanın sanıkları arasında Adnan Menderes, Refik Koraltan, Medeni Berk, Tevfik İleri, Sanayi Bakanı Sebati Ataman, Hadi Hüsman, Kemal Aygün, Dilaver Argun, Sıtkı Yırcalı, Emin Kalafat, Remzi Birant, Mükerrem Sarol, Samet Ağaoğlu, Atıf Benderlioğlu, Kamil Gündeş, Burhan Ulutan, Mehmet Akın, Celal Ramazanoğlu, Rıfkı Salim Burçak, Rauf Onursal, Hüseyin Fırat, Mustafa Zeren bulunmaktadır[369].

Davanın sanıkları ve avukatları, Vatan Cephesi tabirinin muhalefetin güç birliğine karşı söylenmiş siyasi bir slogandan ibaret olduğunu, söz konusu oluşumun DP ocaklarından başka bir şey olmadığını, siyasi partilerin zaman zaman Halk Cephesi, Vatan Cephesi, Milli Cephe, Birleşik Cephe gibi isimlerle vatandaşları birleşmeye çağırdıkları, başka ülkelerde de bunun örneklerinin bulunduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca bir parti başkanının taraflı ve tarafsız bütün vatandaşları kendi partisine çağırmasının muhalefeti yok etmek anlamını taşımadığını vurgulamışlardır[370].

Şahitlerden Odalar Birliği eski Genel Müdürü Katibi Cihat İren, Odalar Birliği İdare Heyeti Başkanı ve Bursa DP İl Başkanı Hayri Terzioğlu’nun kendisine sanık Adnan Menderes’in isteği üzerine hemen Vatan Cephesi’ne üye olması gerektiğini, bu teklifi reddetmesi üzerine baskıya maruz kaldığını ve sonunda istifa ettiğini dile getirmiştir. Şahitlerden Tarsus’ta fabrika işleten Şadi Eliyeşil, DP’nin ileri gelenlerinin Vatan Cephesi’ne katılması için kendisine devamlı surette ısrarda bulunduklarını, sonunda bunu kabul ettiğini ancak bu defa da DP için 500.00 bin liralık yardım istendiğini, parası olmadığını söyleyince bu paranın İş Bankası’ndan borç olarak temin edildiğini, parayı temin edemeden 27 Mayıs’ın meydana geldiğini belirtmiştir. Şahitlerden Ekicioğlu ve Hasan Taymaz, sanık Dilaver Argun’un İstanbul Belediyesi’nde görev yapan memur ve işçilerin Vatan Cephesi’ne katılmaları hususunda emir verdiğini ifade etmişlerdir. Şahitlerden İstanbul eski Belediye Başkan Yardımcısı Fuat Üst ve Hayrettin Lokmaoğlu, İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün’ün DP İl Başkanı olduktan sonra belediyedeki tüm memurların Vatan Cephesi’ne katılmaları gerektiğini, aksi takdirde işten çıkarılacakları doğrultusunda iddiaların dolaştığını, bunun üzerine DP’ye katıldıklarını öne sürmüştür. Eski Ankara Bahçeler Müdürü Hayri Çeçen verdiği ifadede kimsenin DP’ye girerken bir baskı yaşamadığını, müdürlüğündeki kişilerin Vatan Cephesi’ne değil doğrudan DP’ye girdiklerini ve bunda Adnan Menderes’in baskısının olmadığını söylemiştir[371].

22 sanıklı Vatan Cephesi davasında Başsavcı Egesel tüm sanıkların idamını istemiştir. Sonuç olarak Sebati Ataman, Mükerrem Sarol, Hadi Hüsman beraat ederken sanıklardan 19’u mahkûm olmuştur[372].

Dr. Yunus Özdurgun.

Vinileks Şirketi Davası

Yassıada’da görülen beşinci dava olan Vinylex Ortaklığı Yolsuzluğu Davası’nın duruşmaları 4 Kasım 1960 Cuma günü başlamış, 16 Kasım 1960 Çarşamba günü sona ermiş ve toplam 5 oturum yapılmıştır. Sanıklar; rüşvet almak ve rüşvet vaadi kabul etmekten Hasan Polatkan, rüşvet vermek ve rüşvet vaat etmekten Ragıp Sipahi, Hüseyin Altan ve Necati Dölay’dır. Hadiseye suç delili teşkil eden husus; Vinylex ve Standart firmalarının resmi daireler nezdindeki işlerini takip eden Ragıp Sipahi ile Hasan Polatkan arasında geçen ticari mektuplardır[373]. Bazıları imzalı bazıları ise imzasız olan bu mektupların Ragıp Sipahi tarafından Polatkan’a gönderildiği gerek Sipahi gerekse Polatkan tarafından tasdik edilmiştir. Mektuplarda birçok talep ve ticari bilgiler yer almaktadır[374].

Mesela 11 Nisan 1957 tarihli mektupta; Sanayi Kalkınma Bankası’ndan 7 sene vadeli 3 milyon, yine Osmanlı Bankası’ndan 3 milyon liralık kredi temini, Devlet Malzeme Ofisince satılmasına karar verilmiş bulunan 500 bin metre cilt bezinin Vinylex firması tarafından alınması, ham madde ihtiyacı için döviz tahsis edilmesi, Sümerbank’tan 1 milyon metrekarelik bez tahsisi, İşletmeler Bakanlığı’ndan 165 ton demir için aracılık yapılması talep edilmektedir[375].

Mektupların birinde sanık Ragıp Sipahi; “acele yapılması gereken işlerimiz” başlığı altında bir yazı ile İş Bankasındaki kredinin arttırılmasını ve bilhassa bu bankadan 500.000 liralık açık kredi sağlanmasını Hasan Polatkan’dan istemiştir. 11 Nisan 1957 tarihli mektupta; Sanayi Kalkınma Bankasından 7 sene vadeli 3 milyon, yine Osmanlı Bankasından 3 milyon liralık kredi temini, Devlet Malzeme Ofisince satılmasına karar verilmiş bulunan 500 bin metre cilt bezinin Vinylex firması tarafından alınması, ham madde ihtiyacı için döviz tahsis edilmesi, Sümerbank’tan 1 milyon metrekarelik bez tahsisi, İşletmeler Bakanlığı’ndan 165 ton demir için aracılık yapılması talep edilmektedir[376]. 8 Mayıs 1958 tarihli mektupta; inşaat, ham madde temini ve vergilerin ödenmesi dolayısıyla likidite yönünden çok dar durumda olunduğu ve bu arada Derby Fabrikasının kendilerine karşı amansız bir mücadele açması yüzünden zor durumda kaldıkları ifade edilmiştir[377]. Bunun gibi daha birçok mektup soruşturmanın içerisinde bulunmaktadır.

Duruşmalar Maliye Bakanlığı uzmanlarından Kenan Onat tarafından hazırlanan raporun okunmasıyla başlamıştır. Rapor, Vinylex Şirketi’nin 1952’de 20.000 lira sermaye ile kurulduğunu, bundan sonra sık sık sermaye arttırması yaptığını bildirmekteydi. Rapora göre; Vinylex sermayesini 1953 başında 400.000 ve Aralık 1955 ‘de de 3.000.000 liraya çıkarmıştı. Şirketin sermayedarları şunlardı: Hüseyin Altan: 735.000, Yaşar Altan (eşi): 735.000, Necati Dölay: 750.000, Nesrin Dölay (eşi): 750.000, Semiz Lagay (Hüseyin Altan’ın kızı): 15.000, Yusuf Lagay (Hüseyin Altan’ın damadı):15.000

İlk sözü alan Hüseyin Altan, öncelikle Ragıp Sipahi’nin şirkette hiçbir sıfatının olmadığını iddia etmiştir. Başol’un “şirket namına Hasan Polatkan’la birlikte hareketlerde bulunmuş, onun hesabına paralar ödemişsiniz” sorusuna ise Altan, bunların hiçbirinden ve ayrıca Sipahi ile Polatkan arasındaki mektuplardan haberinin olmadığını belirtmiştir. Altan’dan sonra Necati Dölay söz almış, Sipahi’nin şirketin birtakım işlerini takip edip ücretini almakla beraber şirketin vekili olmadığını ve kanuni temsil hakkının bulunmadığını ifade etmiştir. Dölay ayrıca Polatkan’a başvurması için Sipahi’ye kesinlikle talimat vermediklerini, mektuplardan haberlerinin olması halinde derhal duruma müdahale etmiş olacaklarını sözlerine eklemiştir[378].

Davanın geri kalan kısmı daha çok Polatkan, Sipahi ve dönemin banka müdürleri ile mahkeme başkanı Salim Başol arasında geçmiştir. Başol, Polatkan’ın yerinde olsa Sipahi’yi huzurundan kovacağını, zira böyle bir kimseyi Bakanlıkta kabul edip işlerinin çözülmesi için bankalara telefon ile talimat vermenin uygun düşmeyeceği fikrindedir[379]. Polatkan, Başol’un ithamlarını sırasıyla yanıtlamıştır. Sipahi’den kaç mektup aldığı sorusuna yanıt veren Polatkan, Sipahi’nin bol mektup yazan biri olması hasebiyle kesin bir sayı arz edemeyeceğini, hatta son zamanlarda kendisine gönderilen mektupları okumadığını belirtmiştir. Polatkan’a göre mektuplardaki kredi isteklerinin yerine getirileni ve getirilmeyeni de olmuştur. Sipahi ile yirmi yıllık tanışmalarından ötürü mektupların dozunda laubalilik vardır[380].

Polatkan, Sipahi’nin aklına her geleni bilinçsizce yazdığına dikkat çekmiş ve misal olarak İtalya ile ticaret anlaşması hususunda tahsis etmek istediği malları misal göstermiştir. Polatkan, bir defa Maliye Bakanlığının ticaret anlaşması yapma yetkisinin bulunmadığını vurgulamıştır. Böylece Sipahi’nin çoğu mektubunda usul ve kaide bilmeden bilinçsizce hareket ettiğini anlatmaya çalışmıştır. Polatkan ayrıca Maliye Bakanlığına kredi temini için ricada bulunanın yalnızca Vinylex firmasının olmadığını, pek çok şirket ve şahsın aynı isteklerle kendilerine geldiklerini ifade ederek şu cümleleri sarf etmiştir; “benim ne Ragıp Sipahiden, ne de diğer iki şirketin ortaklarından bir santim menfaatim olmadı”[381]. Davanın sanıklarından Ragıp Sipahi, Polatkan’la takribi yirmi yıldır dostluk derecesinde münasebetlerinin bulunduğunu, bu sebeple mektuplarda samimi bir dil kullanmış olabileceğini, bunun dışında değil Polatkan’a menfaat sağlamak, kravat bile hediye etmediğini dile getirmiştir[382].

Davada 14 tanık dinlenmiştir. İş Bankası genel müdürü Ahmet Dallı, İş Bankası krediler müdürü İzzet Cintav, genel müdür yardımcısı Ahmet Bülent Osma, Yapı ve Kredi Bankası genel müdürü Tacettin Baykal, Sanayi Kalkınma Bankası genel müdürü Reşit Eğeli, Osmanlı Bankası genel müdürü Reşat Aksan, Vakıflar Bankası genel müdürü Sebahattin Tolga, Sümerbank genel müdürü Mehmet Akın, İstanbul Sanayi Odasında memur Kazım Bozkır tanıklardan bazılarıdır.

Vinylex Davası sonunda Başsavcı Altay Ömer Egesel’in değerlendirmelerine göre hadiseye delil teşkil eden unsurlar Ragıp Sipahi’nin dönemin Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a gönderdiği mektuplardır. Egesel’e göre Polatkan, 11 Nisan 1957 tarihinden itibaren Vinylex şirketinin işlerini Ankara’dan yürüten bir memur haline gelmiştir. Polatkan, mezkûr şirkete sağladığı menfaatler karşılığında yine Vinylex’in sahibi olan şahıslara ait olan Standart Türk Anonim Ortaklığından her biri 500 liralık 220 hisse senedi almış, ayrıca 12.500.000 liralık gayri meşru menfaat sağlamıştır. Diğer şahıslar Hüseyin Altan ve Necati Dölay ise haksız menfaatler sayesinde muazzam derecede servet elde etmişlerdir[383][1]. Sonuç olarak Polatkan’ın kanun hükümlerine göre yapmamaya mecbur olduğu görevini kötüye kullanmak suretiyle 110 bin lira rüşvet aldığı, ayrıca 12 buçuk milyon lira vaadi kabul ettiği, Altan, Dölay ve Sipahi’nin de Polatkan’a muhtelif tarihlerde 110 bin lira rüşvet verdikleri ve 12 buçuk milyon lira menfaat vaat ettikleri kanaatine varılmıştır. Polatkan’a 7 yıl ağır hapis ve 550 bin lira para cezası, Altan, Dölay ve Sipahi’ye de 3 yıl 6 ay ağıt hapis cezası verilmiştir[384].

Dr. Yunus Özdurgun.

Zimmet ve İrtikap Davası

Zimmet ve İrtikâp Davası, 8 Kasım- 3 Aralık 1960 tarihleri arasında görülmüş ve toplam 5 oturum yapılmıştır. Davanın Sanıkları; Eski Muğla Milletvekili/Ticaret Bakanı Zeyyat Mandalinci ile eski Giresun Milletvekili/Ticaret Bakanı Hayrettin Erkmen’dir. 1956 yılında Uluslararası Para Fonu ile İmar ve Kalkınma Bankası’nın Washington’daki Guvernörler Meclis Toplantısı’na Eski Ticaret Bakanı Zeyyat Mandalinci başkanlığında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Genel Müdürü Hasan Nail Gidel, Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü Müşavirlerinden Ziyaettin Müezzinoğlu, Dışişleri Bakanlığı Ticaret ve Ticari Anlaşmalar Dairesi Genel Müdürü Hasan Esat Işık gönderilmiştir. Heyetin yolluk ve diğer masraflarının Merkez Bankasınca karşılanması uygun görülerek bu durum bankaya 17 Eylül 1956’da bir yazı ile bildirilmiştir[385].

Merkez Bankası ilgili yazıya 18 Eylül 1956’da karşılık vermiş ve geri ödenmesi koşuluyla avans temin edilebileceği ifade edilmiştir. Bunun üzerine bankadan 19.050 lira avans alınmıştır. Heyetin bütün üyeleri yurda döndükten sonra almış oldukları avansları bankaya ödemişler, Zeyyat Mandalinci ise borcunun 6947,74 lirasını çek ile iade etmiş ancak geriye kalan 12102,26 lirayı ödememiştir. Bunun üzerine banka Mandalinci’ye 29 Mayıs 1957 ve 28 Ağustos 1958 tarihlerinde olmak üzere iki defa uyarı yazısı göndermiş ancak sonuç alamayınca durum Mandalinci’den sonra Bakanlık vazifesine gelen Hayrettin Erkmen’e bildirilmiştir. Erkmen ise Bakanlık sıfatını kullanarak Mandalinci’nin avans bakiyesinin bir kısmını Toprak Mahsulleri Ofisi’ne bir kısmını da Petrol Ofisi’ne ödetmiştir. Erkmen’in bu hareketi irtikâp niteliğinde görülerek 27 Mayıs’tan sonra Yassıada’da kurulan mahkemede Zimmet ve İrtikâp Davası adında ele alınmıştır[386].

Mahkeme huzurunda savunmasını gerçekleştiren eski Ticaret Bakanı Zeyyat Mandalinci, Para Fonu ve Dünya Bankası Konferansı’na Maliye Bakanlığı’nı temsilen katılacağını, bunun üzerine heyetin harcırahının karşılanması için bir kararname çıkarıldığını ifade etmiştir. Mandalinci, yurda döndükten birkaç hafta sonraysa istifa edip Hükümetten ayrıldığını, Merkez Bankası’ndan bir memur gönderilerek birlikte harcırah beyannamesi hazırladıklarını ifade etmiştir. Beyannamede yevmiyelere ait olan kısım açık bırakılmış ve bunun hesabının yapılarak tarafına bildirilmesi konusunda mutabık kalınmıştı. Mandalinci, beyanname neticesinin tarafına intikal ettirilmesinden sonraysa Milletvekilliği ve Heyet Başkanlığı şartlarının dikkate alınmadığını görerek Merkez Bankası’na müracaat edip kararname hükümlerine göre hareket edilmesini rica ettiğini belirtmiştir[387].

Merkez Bankası konu hakkında kendisini yetkili görmeyince Mandalinci durumu Dışişleri Bakanlığı’na aksettirmek için harekete geçmiş ancak bunu gerçekleştirememiş ve Başbakan Adnan Menderes ile görüşüp Bakanlıktan ayrıldığı için cezaya maruz kaldığı hissine kapıldığını aktarmıştır[388]. Mandalinci, Menderes’e kararname hükümlerinin icra olunmaması halinde gayrimenkulünü satıp borcunu ödemeye amade olduğunu söylediğini ve görüşmenin hemen sonrasında bahçesini satılığa çıkardığını belirtmiştir. Menderes bunun üzerine üzüntüsünü dile getirmiş ve Mandalici’nin müsterih olması gerektiğini, kararnamenin tatbik edilmesi için özel kalemine talimat verdiğini belirtmiştir. Avans sorunu sonunda Ticaret Bakanlığı ile çözülmüş, Mandalinci’ye şifahi, yazılı veya resmi tebligat ise yapılmamıştır. Mandalinci son olarak harcırah avansı bakiyesi üzerinde meydana gelen hukuki ihtilaf yüzünden zimmet suçu ile itham edildiğini, bunu alelade bir borç niteliğinde gördüğünü dolayısıyla suçlu olmadığını beyan etmiştir[389].

Sanıklardan Hayrettin Erkmen, Nail Gidel’in önerisi üzerine gerekli tetkiklerden sonra Bakanlık tarafından avansın kapatılmasını uygun gördüklerini belirterek kendilerine bağlı KİT’ler aracılığıyla avans hesabının kapatıldığını, miktarın ne kadar olduğunu ise bilmediğini ifade etmiştir. Erkemen’e göre avans muamelesi yapılırken Merkez Bankası Genel Müdürü ile yapılan görüşmelerin içeriğinden Mandalinci’ye bilgi verilmemiştir. Yine Erkmen’e göre kendisinden önce Bakanlık vazifesini yürüten bir arkadaşının resmi seyahat dolayısıyla borçlu bulunduğu meblağın tasfiyesinin kanuni mevzuat dairesinde çözülmesi herhangi bir suç teşkil etmemelidir[390].

Şahitlerden Merkez Bankası eski Genel Müdürü Nail Gidel, bu meseleyi Hayretin Erkmen’e açtığı zaman eski Ticaret Bakanı’nın üzüldüğünü söyleyerek kendisine çözüme yönelik birkaç seçenek sunduğunu belirtmiştir. Sonuç olarak Gidel’in sunduğu seçeneklerden sonuncusu olan devlet kurumları aracılığıyla avansın kapatılması yoluna gidilmiştir. Şahitlerden Merkez Bankası Muhasebe Müdürü Ekrem Sungur, mahsupla bir ilgisi olmadığını, Zeyyat Mandalinci’nin uyarılara rağmen parayı ödemediğini, aynı seyahate katılan diğer şahısların parayı ödediklerini açıklamıştır. Duruşmada dinlenen şahitlerden bir diğeri de Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Muhasebe Müdürü Avnullah Senker’dir. Görünen o ki Senker parayı vermemek için direnmiştir. Öyle ki Sungur ile görüşmesinde kendilerine resmi yazıyla başvurulmasını istemiştir. Senker son olarak ödenen meblağın esas mahiyetini bilselerdi böyle bir işe kesinlikle girişmeyeceklerini, zira mevzuatın buna uygun olmadığını dile getirmiştir. Şahitlerden son olarak Ticaret Bakanlığı eski Müsteşarı Ahmet Cemil Conk söz almış, paranın ödeme şeklini Yüksek Soruşturma Kurulu’ndan öğrendiğini, Hayrettin Erkmen’in bu paranın Zeyyat Mandalinci’nin borcuna karşılık verileceğine dair kendisine bir şey söylemediğini, ancak Para Fonu Toplantısı’na giden heyetin masraflarını karşılamak üzere Ofislere telefon etmesini emrettiğini söylemiştir. Conk’un ifadeleri karşısında üzüntüsünü dile getiren Erkmen ise beraber çalıştığı müsteşarını yanlış seçtiğini o anda anladığını, oysa konu hakkında tüm mütalaaları beraber gerçekleştirdiklerini öne sürmüştür[391].

Mahkeme sürecinde avukatların savunmalarına bakıldığında; Zeyyat Mandalinci’nin avukatları Osman Nuri Ulusay ile Rıza Karakaya’nın beraber hazırladıkları müdafaada Zeyyat Mandalinci’nin zimmetine para geçirmediği ve suçlu olmadığının altı çizilirken beraatı talep edilmiştir. Hayrettin Erkmen’in ikinci avukatı Münir Belen de müvekkili hakkındaki suçu reddederek Hayrettin Erkmen’in Bakanlığın prestijini korumak maksadıyla ödeme emri verdiğini, Erkmen’in 10 yıllık siyasi hayatı boyunca son derece namuslu olduğunu ve bu yüzden müvekkilinin beraat etmesini istemiştir. Erkmen’in üçüncü avukatı İsmet Haktanır ise davada asıl suçlu olanların Bakanlık Müsteşarı Ahmet Cemil Conk ile Merkez Bankası Müdürü Nail Gidel olduğunu ileri sürmüştür[392]. Bu kişiler aynı zamanda Erkmen aleyhine şahitlik yapan kişilerdi.

Anayasayı İhlal Davası ile birleştirilen Zimmet ve İrtikâp Davası’nın sonucunda Zeyyat Mandalinci beraat etmiş, Hayrettin Erkmen ise Türk Ceza Kanunu’nun 240/1 inci maddesi hükmünce 6 ay hapis, 200 lira para cezası ve 3 ay memuriyetten men şeklinde cezalandırılmıştır[393].

Dr. Yunus Özdurgun.

Arsa Satış Yolsuzluğu Davası

Yassıada’daki davalardan biri olan Arsa Satışı Yolsuzluğu Davası 11 Kasım 1960’ta başlamış, 3 oturum sürerek 26 Kasım 1960 tarihinde sona ermiştir. Davanın sanığı DP iktidarının belirli zamanlarında Tarım Bakanlığı yapmış olan Nedim Ökmen’dir[394]. Davanın konusu; Nedim Ökmen’in eşi Neziha Ökmen’e ait Pendik’te bulunan bir arsayı Bakanlık sıfatını ve nüfuzunu suiistimal ederek satması ve haksız menfaat temin etmesidir[395].

Kararnamede belirtildiğine göre, Nedim Ökmen bütün hisseleri İş Bankası’nın bulunan Şişe ve Cam Fabrikaları’nın inşası için hazineye ait ve Zirai Donatım Kurulu’na teklif edilen bir arsayı 1.212.560 liraya hazineden satın almış yarım milyon lira karla 1.712.560 liraya İş Bankası’na sattırmıştır. Ancak bu arada karısının Pendik’teki arsasının da alınmasını şart koşmuştur. Kendi arsası satın alınmadığı takdirde Zirai Donatım Kurulu’nun sattığı arsa için Ökmen ayrıca 4 milyon kar isteyeceğini bildirmiştir. Aynı zamanda Ökmen’in arsasına sadece 382.160 lira fiyat biçildiği halde baskı ve ısrar sonucunda İş Bankası söz konusu arsayı 29 Aralık 1958’de 450 bin lira karşılığında satın almak zorunda kalmıştır[396].

Kararnameye göre Şişe ve Cam Fabrikası müdür ve mühendislerine lojman olarak tahsis edilmek amacıyla alınmasına rağmen fabrika arazisine 15 kilometre mesafede bulunduğundan dolayı herhangi bir inşaat faaliyetine girişilmemiş, arsa boş kalmıştır. Ayrıca bilirkişi tahkikatına göre arsanın o dönemdeki değeri 382 bin lira olarak tespit edilmiştir. Böylece Nedim Ökmen bankayı, ihtiyacı olmayan bir arsayı gerçek değerinden 67 bin lira fazla bir bedel ödemek suretiyle satın almak zorunda bırakmış ve sonuç olarak Bakanın memuriyet sıfatını ve nüfuzunu kötüye kullanarak banka üzerinde icra ettiği manevi cebirle haksız menfaat sağlamıştır[397].

Davada ilk olarak söz alan Nedim Ökmen, kendisine yöneltilen suçları kabul etmemiş, eşine ait arsayı fabrika için satılan arsanın muamelesinden daha sonra İş Bankası’na teklif ettiğini söylemiştir. Ökmen, İş Bankası Genel Müdürü Üzeyir Avunduk’a “Refikama ait bir arsa var. İş Bankası ikramiyelerde evler, arsalar dağıtıyor. Arsayı size devredeyim diye teklif ettim. Avunduk kıymet biçtirdi ve 40 bin liraya yakın bir fiyat teklif etti. Ben bunu az buldum ve pazarlık ettik. Neticede 450 bin liraya anlaştık” demiştir. Ayrıca Avunduk’un kendi arsasını, fabrika arsasının muamelesinden 3-4 ay sonra sattığını belirtmiştir. Ökmen en büyük şansızlığının Üzeyir Avunduk’un hayatta olmayışı olduğunu ifade etmiştir[398].

Davanın ilk şahidi Medeni Berk, DP Sinop Milletvekili Ömer Özen’in kendisine bu olaydan bahsettiğini ve Ökmen’in arsasını yolsuz olarak İş Bankası’na satışını DP grubuna getireceğini söylediğini belirtmiştir. Ayrıca eski İş Bankası Genel Müdür Muavini Ahmet Dallı’nın da bir gün kendisini ziyaret ettiğini arsa satışıyla ilgili “böyle olmaması lazımdı. Sizin mevkilerinizde bulunanlar böyle yapmamalı” dediğini söylemiştir. Anlaşılan Berk konuya tam olarak vakıf olmadığı için üzerine gitmemiştir[399].

İkinci şahit Ömer Özen, Milletvekilliği sırasında Zirai Donatım Kurumu Genel Müdürü Adnan Çiftçi den arsa satışı meselesini duyduğunu ve meraklanarak araştırmaya başladığını söylemiştir. Ayrıca Nedim Ökmen’in Donatım Kurumu’nun parasıyla bir otomobil aldığını bu arabayı şahsına kullanarak masraflarını da devlet bütçesinden gördüğünü ifade etmiştir. Özen bu durumu DP grubuna getirdiğini ancak netice alamayınca işin peşini bıraktığını dile getirmiştir[400]. Üçüncü şahit İş Bankası Genel Müdürü Ahmet Dallı, Ökmen’in 1957 yılında Pendik’teki arsayı bankaya satmayı teklif ettiğini, ancak kabul etmediklerini anlatmıştır. Kendisinin o sırada İsviçre’de bulunduğunu ve arsanın satışını öğrenince geldiğini söylemiştir[401]. Dördüncü şahit İş Bankası Genel Müdür Yardımcısı Ahmet Bülent Osma, Nedim Ökmen’in önce 500 bin lira karla satmaya karar vermişken bundan vazgeçerek 4 milyon kar istediğini ve sonra kendisi arsasını bankaya satınca, fabrika arsasını ilk fiyata vermeye razı olduğunu ifade etmiştir[402]. Zirai Donatım Kurumu Eski Genel Müdürü Adnan Çiftçi de dinlenen şahitler arasındadır. Çiftçi, Ökmen’i itham edici sözler söyleyince Ökmen söz alarak Çiftçi’yi işinden uzaklaştırdığı için kendisine husumet beslediğini, bu yüzden kendisini itham ettiğini ve sözlerine itibar edilmemesini belirtmiştir. İş Bankası İştirakler Müdürü Hayri Tokay son şahit olarak dinlenmiş ve hadiseyi Ahmet Bülent Osma’dan duyduğu söylemiştir[403].

Ökmen’in avukatları savunmalarında mahkemenin pek çok noktada olduğu gibi arsa fiyatı hakkında da hata yaptığını iddia etmektedir. Avukatlar, 382 bin lira fiyat biçilen arsanın 4460 metrekare olarak lanse edildiğini, oysa Ökmen’in eşinin arsasının 4881 metrekare olup değerinin de 415 bin liraya tekabül ettiğini öne sürmüştür[404]. Avukatlar başta Adnan Çiftçi ve Fuat Adalı olmak üzere diğer şahısların müvekkillerine karşı komplo içerisinde olduklarını iddia etmişlerdir. Mahkeme heyeti sonuç olarak arsanın icbar (zorlama) yoluyla satıldığı sonucuna varmış ve sabık Tarım Bakanı Nedim Ökmen’in görevini kötüye kullandığına kanaat getirmiş ve Nedim Ökmen 5 yıl hapis cezası almıştır[405].

                                                                                                          Dr. Yunus Özdurgun

Anayasayı İhlal Davası

Yassıada’da görülen en önemli davayı teşkil eden Anayasayı İhlal Davası, 11 Mayıs 1961’de başlamış, tüm davaların kararlarının okunmasıyla 5 Eylül 1961’de sona ermiştir. “Anayasayı İhlal Kararnamesi” okunarak başlanan davada toplam 4 celse yapılmıştır. Davada 398 sanık vardır. Sanıklar başta eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve eski Başbakan Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti’nin tüm TBMM üyelerinden oluşmaktadır. Davada Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı boyunca yapmış olduğu faaliyetler irdelenmiş ve aşağıda maddeler halinde yazılmıştır. Buna göre Türk Ceza Kanununun 146. maddesini ihlal eden maddeler:

1. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Mallarına El Konulması

DP iktidarı, 9 Aralık 1953’te “CHP’nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri Hakkındaki Kanun” adındaki tasarıyı TBMM’ye sunmuştur. Tasarının gerekçesinde CHP’nin zamanında pek çok usulsüzlük yaptığı ileri sürülüp tüm servetinin hazineye devredilmesi gerektiği belirtilmiştir. Muhalefet ve üniversite çevresinde büyük tepki toplayan bu tasarı kısa zamanda kanunlaşmış ve Yassıada’da Anayasayı İhlal Davası’na konu olmuştur. Mahkemeye göre yapılan bu hareketle Anayasanın 71. maddesi ihlal edilmiştir[406].

DP’li Samet Ağaoğlu mahkemedeki savunmasında CHP’nin halkevlerini siyasi tesirlerle elde ettiğine inandığı için karara oy verdiğini belirtmiştir. Bununla beraber Yassıada’da pek çok kez şahit olunan ve kendisine aklamaya çalışan her isim mikrofona geldikçe suçu bir başkasına atma çabası içerisine girişmiştir. Mesela Emin Kalafat, kanunu ağır bulduğunu, Adnan Menderes’e giderek CHP’nin tüm mallarını almanın doğru olmayacağını, ayrıca Ulus gazetesinin binasına el konulmaması gerektiğini söylediğini belirtmiştir[407].

Bu konuda İsmet İnönü’nün damadı ve DP’ye olan muhalefetiyle bilinen gazeteci Metin Toker, CHP’yi haksız görerek anılarında şu ifadelere yer vermiştir; “1947 Kurultayında bir karar alındı. Bunlar hükmi şahsiyet olarak partiden ayrıldılar. Bağımsız varlık halinde yaşayan müesseseler oldular. Bu ne demekti? Bu hiçbir şey demek değildi. Bunlar gene CHP’nin tapulu malıydı. Patron CHP idi. Para hep devlet hazinesinden geliyordu ve kontrolü CHP’nin elindeydi… Seçimlerde iktidar hiç olmazsa bir dönem daha ellerinde kalacaktı ya. O zaman yapacakları başka demokratik reformlar içinde anayasa değişikliği buna dâhildi. Halkevleri sorunu da makul ve kalıcı çözümüne kavuşturuldu… CHP’liler ‘Ama Halkevleri onların değil, bizim’ diye fütursuzdular. DP’liler ise nasıl onlarınmış? Para devletin parasıdır diyorlardı ve gerçek şudur ki haklı bulunan DP’lilerdi… Ankara Palas’ın karşısındaki eski meclis binası bitince orası ne olmuştu? CHP Genel Merkezi! CHP’nin elinden ilk orası alındı ve tapusu tekrar hazine adına tescil edildi…”[408].

2. Kırşehir’in İlçe Statüsüne Dönüştürülmesi

30 Haziran 1954’te çıkarılan kanunla Kırşehir ili ilçe haline getirilmiştir. Muhalefet, Kırşehir’de 1954 seçimlerini Millet Partisi’nin kazanması sebebiyle bu ilin DP tarafından cezalandırıldığını belirtip olayı “Kırşehir faciası” adıyla değerlendirmiştir. Mahkemeye göre Demokrat Parti’nin bu tutumu Anayasanın 89. maddesine aykırıdır. Zira Anayasa’nın 89.maddesine göre memleketin vilayetlere, vilayetlerin kazalara, kazaların nahiyelere ve nahiyelerin de kasaba ve köylere taksiminde coğrafi durum ve iktisadi ilişkinin esas tutulması gereklidir[409].

Adnan Menderes, DP’nin seçimleri kazanamadığı Kırşehir’in ilçe haline getirmesinin bir hata olduğunu duruşmalardaki ifadesinde altını çizmiştir[410]. Aynı konu hakkında Celal Bayar, mahkemede Kırşehir’in ilçe yapılmasının sebebinin ilçenin oyunu Millet Partisi’ne vermesinden olmadığını ve durumun bazı çevrelerce yanlış yorumlandığını dile getirmiştir. Sanık Rüknettin Nasuhioğlu, birçok kazanın nahiye olması gibi illerin de ilçe olmasının normal karşılanacağını, kanun teklifinin objektif esaslara dayalı olarak yapıldığını belirtmiştir. Emin Kalafat ise kanunun kabulünden büyük üzüntü duyduğunu ancak hükümetin diğer üyelerinin ısrar ettiğini ifade etmiştir[411].

            3. Hâkim Teminatı Mahkeme Bağımsızlığının İhlal Edilmesi

Emekli Sandığı Kanunu’nun 39’ncu maddesinin 21 Haziran 1954 tarihli değişimi ile Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyelerinin görülen lüzum üzerine emekliye sevk edilebilmeleri sağlanmış, bu konuda hiçbir mercie başvurulamayacağı kabul edilmiştir. Mahkemeye göre bu değişimden önce Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkan ve üyelerinin keyfi olarak emekliye sevkleri mümkün değildi emekliye sevkleri halinde Danıştay’a başvurarak emekliliğin iptaline gitmek mümkündü. Mahkemeye göre böylece mahkemelerin bağımsızlıkları zedelenerek Anayasa Hükmü ihlal edilmiştir. Bununla beraber 1956 yılının Mayıs ayında 16 hâkimin, aynı yılının Haziran ayında ise 7 hâkimin Adalet Bakanlığınca emekliye sevk edilişi özellikle CHP tarafından tepki ile karşılanmıştır. CHP bu konuda Meclis Soruşturması talebinde bulunmuş, Ankara Barosu olağanüstü toplantıya çağırılmıştır. DP ise kanuni sürelerini tamamladıkları için emekli edildiler şeklinde açıklamıştır[412][1].

Anayasa’nın 39. maddesinin değiştirilmesiyle beraber Adalet Bakanlığı istedikleri ve gerekli gördükleri durumlarda hâkimleri emekliye sevk etme yetkisine sahip olmuşlardı. Bu nedenle mahkeme tarafından kanunun bu maddesinin değiştirilmesinin usulsüz olduğu ileri sürülmektedir. Sanıklar ise savunmalarında, hâkimler arasında eşitlik sağlamak için kanunun değiştirildiğini dile getirmişlerdir. Adnan Menderes, yaptığı savunmada kanunun anayasal düzene aykırı olmadığını ve o dönemki siyasi havanın kanunun tekrar değiştirilmesine imkân vermediğini açıklamıştır[413].

4. Seçim Kanununda Yapılan Değişiklikler

12 Eylül 1957’de yeni bir Seçim Kanunu TBMM’den geçirilmiştir. Buna göre bütün partiler tüm seçim çevrelerinde tam liste yapmak zorundaydı. Ayrıca bir partiden 6 ay ve daha kısa süre önce istifa etmiş kişinin başka partiden aday olamayacağı hükmü de getirilmiştir. 12 Eylül 1957’de kabul edilen bu yasa tasarısı altında imzası olan sanıkların isimleri şöyledir: Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu, Emin Kalafat, Celal Yardımcı, Şemi Ergin, Hasan Polatkan, Tevfik İleri, Abdullah Aker, Ethem Menderes, Hadi Hüsman, Arif Demirer, Nafiz Körez, Esat Budakoğlu, Samet Ağaoğlu. Muhalefet bu kanunu “antidemokratik” olarak nitelemiştir[414].

Kararnamede Seçim Kanununda yapılan değişiklik hakkında; “5545 sayılı kanunun 35. maddesinde yapılan değişiklik ve eklenen fıkra ile Anayasa’nın 11. maddesi ve seçim kanununun seçmenlik niteliğini tespit etmiş bulunan hükümleri ihlal olundu” denilmiştir. Seçim kanunu hakkında konuşan Başta Adnan Menderes, Sebati Ataman, Zeki Erataman, Arif Kalıpsızoğlu, Necati Çelim, Reyan Göçmenoğlu ve Atıf Benderlioğlu kanunun lehinde konuşarak kanunun Anayasaya aykırı olmadığını belirtmişlerdir[415].

5. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu

Mahkemeye göre 6761 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu vatandaşlar hakkında eşit uygulanmamış, partizanca bir zihniyetle uygulanmıştır. Bu kanun DP lehinde ve muhalefet mensupları aleyhinde uygulanarak Anayasanın 69’ncu maddesi ihlal edilmiştir[416]. Adnan Menderes bu konudaki savunmasında 1950 seçimlerinden sonra Türkiye’de yaşanan problemlerden bahsederek, muhalefetin her Pazar ve tatil günleri toplantılar, açık hava toplantıları yaptığını ve parti mücadeleleri soysuzlaştığı için bu kanunu çıkardıklarını ifade etmiştir. Konu hakkında savunma yapan Hasan Polatkan, Kemal Eren, Hayrettin Erkmen ve diğer bazı sanıklar Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun birçok yerde arzu edildiği şekilde uygulandığını, tek taraflı kullanılmadığını ancak tatbikatçıların bazı yanlış hareketleri yüzünden aksaklıklar yaşandığını belirtmişlerdir[417].

Eski Erzurum DP milletvekili Rıfkı Salim Burçak çıkarılan kanunun sadece muhalefete değil iktidara da uygulandığının altını çizmiştir. Burçak, arkadaşı Osman Turan ile çıktıkları Karadeniz gezisinde Adnan Menderes’ten açık hava toplantıları yapmamaları ve kanuna uygun miting yapmaları yolunda bir telgraf aldığını belirtiyordu. Burçak’a göre böylelikle tek taraflı uygulanmamış, kendileri iktidarda bulunmalarına rağmen kanununun kısıtlayıcı hükümlerinden nasiplerini almışlardır[418].

6. Tahkikat Komisyonu Kuruluşu ve Olağanüstü Yetkiler Verilmesi

1960 yılının Nisan ayında CHP lideri İsmet İnönü’nün Kayseri gezisi iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerin iyice gerilmesine neden olmuştur. İnönü’yü Kayseri’ye götüren tren durdurulmuş ve Ankara’ya dönmesi istenmiştir. Geri dönmeyi kabul etmeyen İnönü, üç saatlik bir gecikmeyle yoluna devam etmiş, ertesi gün DP meclis grubu, muhalefeti bir askerî ayaklanma ve kargaşa planlamakla suçlamış ve muhalefetin faaliyetleriyle ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak için meclis soruşturmasının açılmasını istemiştir. Bunun yanında yine 1960’da CHP Irak darbesine değinen konuşmalar yapmışlardır. Tüm bu gelişmeler üzerine DP iktidarı 18 Nisan 1960’ta “Muhalefet ve Bir Kısım Basın Hakkında Tahkikat Komisyonu” kurulmasını kabul etmiştir[419].

Adnan Menderes, yapmış olduğu savunmasında kanunların o dönem şartları göz önüne alınarak çıkarıldığını söylemiş, Tahkikat Komisyonu’nun kuruluşunda Anayasa’ya aykırı bir durum olmadığını belirtmiştir. Komisyonun, yapılmasına karar verdikleri seçimin zeminini sağlam kılmak için kurulduğunu belirten Menderes, yetki kanununun daha emin çalışabilmek için çıkarıldığını ve yapılan siyasi konuşmaların o günkü heyecanlı hava içinde yapıldığını sözlerine eklemiştir. Menderes ayrıca; “Tahkikat Komisyonu kanununda Anayasaya aykırılık varsa asılmaya hazırım” demiştir. Tahkikat Komisyonu kurulması hakkında TBMM’de olumlu oy kullanan ye DP’li milletvekillerinin birçoğu mahkemede kanunun Anayasaya aykırı olmadığını söylerken, bir kısmı da oy kullanmadıklarının altını çizmişlerdir. Mahkeme başkanı Salim Başol ise bu çabayı yersiz bulmuş ve oy kullanmamanın suçsuzluk anlamına gelmediğini belirtmiştir. Celal Bayar çıkarılan kanunun Anayasaya aykırı olmadığını öne sürüp dikta rejimini kurma gayretinde olmadıklarını belirtmiştir[420].

DP iktidarı döneminde Antalya milletvekili olan Burhanettin Onat, ifadesinde çıkarılan kanunların Anayasaya aykırı olmadığını vurgulamış ve olaylarda tahrikçi olanların da kendileriyle birlikte yargılanması gerektiğinin altını çizmiştir. Eski Gaziantep milletvekili Bahadır Dülger, komisyonun basını susturmak ve diktaya gitmek için kurulmadığını, yalan haber konusunda tahkikat yaptıklarını belirtmiştir. Tahkikat Komisyonu üyelerinden Ahmet Hamdi Sancar, kanunun Anayasa’ya aykırı olmadığını ve meclis müzakerelerinin yayınına yasak koymadıklarını belirtmiştir. “Ulus, Kim ve Demokrat İzmir Gazeteleri”nin suçlu oldukları için değil, tedbir amaçlı, geçici olarak kapatıldıklarını öne sürmüştür. Tahkikat Komisyonu’nun bir diğer üyesi Nusret Kirişçioğlu, kendilerinin ceza vermediklerini sadece soruşturma yaptıklarını belirtmiştir. Ali Fuat Başgil de şahitlik yapmış ve “ Tahkikat Komisyonu, Anayasa’ya aykırı değildir” demiştir[421].

Başsavcı Egesel, yukarıda sıralanan maddelerin Anayasayı ihlal sayıldığını öne sürüp Menderes ve Bayar ile Bakanların, Tahkikat Komisyonu kuruluş önergesini veren üç milletvekili ile komisyon üyelerinin Türk Ceza Kanunu’nun 146/1 maddesine göre idamlarını; diğer sanıkların da 5-15 yıl arasında hapisle cezalandırılmalarını, DP’li eski 8 milletvekilinin ise beraatını istemiştir. 398 sanığın yargılandığı davada 47 sanık beraat etmiş, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Celal Bayar’ın idamına karar verilmiş, geri kalan sanıklar 4 yıldan 2 aya kadar hapis cezasına çarptırılmıştır[422]. Hüküm verildiği zaman 78 yaşında olan Bayar’ın cezası Millî Birlik Komitesi tarafından ömür boyu hapse çevrilmiş ve Yassıada’dan Kayseri Cezaevi’ne nakledilmiştir.

Dr. Yunus Özdurgun

20-21 Şubat 1962 Askeri Darbe Girişimi (Talat Aydemir İlk Darbe Girişimi)

27 Mayıs Askeri Darbesinin ardından demokratik yaşama dönülmesine karşı çıkan Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir liderliğinde gerçekleştirilmiştir. 22 Şubat 1962 günü darbeciler harekete geçmiş ve Ankara’yı kontrol altına almışlardır. Başbakan İnönü’nün ikna çabaları sonucunda kendisinin ve arkadaşlarının emekli edilerek af edileceği sözünü alan Aydemir’in darbe girişimi sona ermiştir.

27 Mayıs darbesi sırasında Kore’de görevli olan Talat Aydemir darbeye aktif bir şekilde katılamamıştır. Ancak Kore’den Türkiye’de yaşanan gelişmeleri dikkatle takip etmiş ve 27 Mayıs’ı desteklemiştir. Kore’ye gitmeden önce DP’ye karşı planlanan darbe hazırlıklarından haberdar olan ve sürecin içerinde yer alan Aydemir, 27 Mayıs sonrası Alparslan Türkeş’e mektup yazarak darbe hakkında ayrıntılı bilgi talep etmiştir. Ayrıca kendisi için bir uçak gönderilmesini ve bir an önce Kore’den Türkiye’ye getirilmesini istemiştir. Darbe planına başından beri destek verdiği için kendisinin bu isteklerinin yerine getirileceğini düşünen Aydemir’in mektubu cevapsız kalmıştır. Darbe sürecine verdiği katkının unutulduğunu düşünen Aydemir hayal kırıklığına uğramıştır. Darbenin üzerinden 2 aydan fazla bir süre geçtikten sonra gemiyle yurda dönen Aydemir içinde bulunduğu ruh halini şu sözlerle ifade etmiştir: “Kore’den 8 Ağustos 1960 günü İzmir’e döndüm. Gemide çok üzgündüm, çünkü çok yalnız kalmıştım. Hele memleket haberlerinden çok az haberdar olmuştum.”[423] Aydemir’in bu durumu uzun sürmeyecektir. Yurda döner dönmez Türkeş’ten aldığı bir telgraf moralini düzelterek unutulmuşluk hissiyatından kendisini kurtarmıştır. Türkeş telgrafında Aydemir’in ülkeye geri dönmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş ve bir an önce Aydemir’le görüşmek istediğini ifade etmiştir[424].

Milli Birlik Komitesi (MBK) dışında kalan Aydemir ordu içinde söz sahibi olan etkili bir şahsiyet olmuştur. Türkiye’ye döndükten sonra arkadaşları tarafından gönlü alınmaya çalışılmış ve Kara Harp Okulu Komutanı yapılmıştır. Aydemir seçimlerin yapılarak iktidarın sivillere bırakılmasına karşı olmuştur. Aydemir cuntanın bir süre daha yönetimde kalmasını ve 27 Mayıs darbesi ile getirilen yeni düzenlemelerin sağlamlaştırılmasını istemiştir. Ancak MBK, seçimlerin yapılarak demokratik siyasi hayata geçiş taraftarı olmuştur.

1961 genel seçimlerinde kapatılan Demokrat Parti’nin (DP) mirasçısı olan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) aldığı yüksek oy oranı darbecileri hayal kırıklığına uğratmıştır. Aydemir ve arkadaşlarına göre bu seçimle DP’nin ruhu kolayca geri dönmüştür. Parlamentoda çoğunluğu oluşturan DP’nin devamı partiler nedeniyle her şey eskisi gibi olacak ve 27 Mayıs kısa zaman içinde unutulacaktır. Aydemir seçimlerin yapılarak böyle bir tablonun oluşmasına neden olanları 27 Mayıs’a ihanet etmekle suçlamıştır[425].

Bu durum karşısında ordu içindeki darbe yanlısı güçler harekete geçmiştir. Yeniden yönetime el koyma fikri özelikle alt kademelerde egemen olmaya başlamıştır. Kurmay Albay Aydemir bu hareketin öncülüğünü üstlenmiştir. Kendisine bağlı Harp Okulu darbe hareketinin çekirdeğini oluşturmuştur. Ordu içinde darbe yapılacağına dair söylentiler had safhaya çıkmıştır. Hatta Harp Okulu’nda genç Harbiyeliler arasında Başbakan İnönü’nün bile kendileri ile birlikte olduğu söylentisi kasıtlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. Hâlbuki ne Başbakan İnönü ne de Genel Kurmay Başkanı Sunay Talat Aydemir’e destek vermemiştir[426].[2] Darbe söylentileri CHP-AP koalisyon hükümeti Başbakanı İsmet İnönü tarafından duyulmuştur. İnönü olası bir darbenin önüne geçmek için tedbir almaya çalışmıştır. Bu çerçevede 5 Şubat 1961’de Talat Aydemir’in komutanı olduğu Kara Harp Okulu’nu ziyarete gitmiştir. Milli Mücadele’nin önemli bir komutanı olan İnönü bu ziyaretin Harp Okulu öğrencileri üzerinde etki bırakacağını ummuştur. Ancak sonuç beklenildiği gibi olmamıştır. Aydemir Harbiyelilerin İnönü’yü karşılamalarına engel olmuştur[427].

İstanbul’da darbe yapılmasını destekleyen askerler arasında “9 Şubat Protokolü” olarak bilinen bir metin hazırlanmıştır. Buna göre 28 Şubat tarihine kadar bir askeri müdahale gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Yapılacak darbeye ordunun üst kademesindeki subayların destek vermesi Hava Kuvvetlerinin de kendileri ile birlikte hareket etmesinin sağlanması kararlaştırılmıştır. Ankara’da Albaylar Cuntası bu plana destek verirken Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel darbecilerle birlikte hareket etmeyi reddetmiştir. Aynı şekilde Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay da darbe planına karşı çıkmıştır. Sunay, 18 Şubat’ta Genelkurmay’da askerlerle yaptığı görüşmede olası bir darbenin memlekete hiçbir fayda sağlamayacağını anlatmış ve bu konuda generalleri ikna etmiştir. Hava Kuvvetlerinin muhtemel bir darbe planına destek vermeyeceğini bildirmesi nedeniyle kan dökülmeden bir müdahale olamayacağını gören İstanbul’daki cunta yapılanması darbe planından vazgeçmiştir. Böylece Ankara’da Aydemir’in başını çektiği Albaylar Cuntası yalnız kalmıştır[428].

Ankara’da Aydemir’in her an bir darbe girişimine kalkacağı beklentisi artmıştır. 20 Şubat gecesi Aydemir’in Harp Okulu’na gittiği haberi üzerine karşı tarafta yer alan Hava Kuvvetleri darbe beklentisiyle alarm durumuna geçmiştir. Buna karşı Ankara’daki Piyade Alayı ve Tank Taburu da alarm durumuna geçmiş ve tanklar Ankara’da belli başlı yerleri tutmaya başlamıştır. Ancak Aydemir darbe teşebbüsünün olmadığını söyleyerek alarm durumunu iptal ettirmiştir. Bunun üzerine birlikler geri çekilmişlerdir. Bu olay sonrası başka darbe girişimleri olabileceğini düşünen Genelkurmay Talat Aydemir ve arkadaşlarını farklı görevlere atamıştır. Bu atamalara itiraz eden Aydemir, Harp Okulu’na çekilmiştir. Aydemir’in yerine Harp Okulu Komutanı olarak atanan Kurmay Albay Semih Sancar görevi teslim almak için 22 Şubat 1962 günü Harp Okuluna gitmiştir. Talat Aydemir, bu tayinin geçersiz olduğunu söyleyerek görevi bırakmamış ve böylece darbe girişimi başlamıştır.

Aydemir’in darbe girişimine birçok askeri birlik destek vermiştir. Harp Okulu’ndan Ankara’ya dağılan öğrenci taburları radyoevi dâhil pek çok yeri kontrol altına almıştır. 22 Şubat günü Ankara’da hâkimiyeti sağlayan darbecilere Meclis Muhafız Taburunun yanı sıra darbeyi bastırmak için çağrılan birlikler de katılmıştır. Bu sırada önemli bir gelişme yaşanmıştır. Başbakan İnönü, Genel Kurmay Başkanı ve Bakanlar Kurulu üyeleri Gürsel’le toplantı halindeyken Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın kontrolü Aydemir’e bağlı Binbaşı Fethi Gürcan tarafından ele geçirilmiştir. Gürcan, Çankaya’da toplantı halinde olan devletin üst kademesi için Aydemir’in emrini beklemiştir. Aydemir de bu kişilerin gitmesine izin vermiştir. Bu karardan sonra darbenin seyri değişmiştir. Serbest kalan İnönü, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na gitmiştir. Radyodan darbeciler aleyhine konuşma yaparak kamuoyuna seslenmiştir. Ankara’daki durum darbecilerin aleyhine dönmeye başlamıştır. Aydemir’in darbeyi durdurmak için orduda yapılan atamaların geri çekilmesi talebi İnönü tarafından reddedilmiştir. İnönü kan dökülmeksizin darbeyi sonlandırırsa bir defaya mahsus Aydemir hakkında işlem yapmadan kendisini emekliye sevk edeceğini söylemiştir. Aydemir ilk etapta bu teklifi kabul etmese de daha sonra kendisine bağlı birliklerin kuşatıldığını görünce İnönü’nün teklifini kabul ederek teslim olmuştur. Böylece Aydemir’in ilk darbe girişimi son bulmuştur. İnönü’nün sözü gereğince darbecilerin cezai kavuşturma almasını önleyecek yasa Meclis’te kabul edilmiştir[429]. Ancak Aydemir ve yakın arkadaşı Fethi Gürcan dâhil 21 subay emekliye sevk edilmiştir. 

                                                                                                          Doç. Dr. Yasin Coşkun

21 Mayıs 1963 Askeri Darbe Girişimi (Talat Aydemir’in İkinci darbe Girişimi)

22 Şubat 1962 tarihinde gerçekleştirdiği darbe girişiminin ardından affedilerek emekliye sevk edilen Talat Aydemir liderliğinde 20-21 Mayıs gecesi gerçekleştirilmiş başarısız bir darbe girişimidir. Aydemir ve yakın arkadaşı Binbaşı Fethi Gürcan’ın idam edilmeleri ile sonuçlanmıştır.

22 Şubat’ın ardından Aydemir darbe yapma fikrinden vazgeçmemiştir. Nitekim kendisi çevresindeki kişilere bu işin bitmediğini ve bir gün muvaffak olacağını söylemiştir[430]. 22 Şubat darbe girişiminden sonra İnönü ile Aydemir arasında bir husumet meydana gelmiştir. İnönü yapmış olduğu bir konuşmasında Türk milletinin gösterdiği sağlam iradesiyle 1962 Şubat’ında meşru olmayan bir idare altına girmeyi kabul etmediğini söylemiştir. Aydemir İnönü’ye tepkili bir tutum almıştır. İnönü’yü kendisine leke sürmekle suçlamıştır[431]. İkinci Koalisyon hükümetinin kurulmasının ardından İnönü, 7 Temmuz 1962’de Mecliste yapmış olduğu konuşmada 22 Şubatçıları “sergüzeştler” olarak tanımlamıştır. İnönü’nün ifadelerinden rahatsızlık duyan Aydemir bir gün sonra karşı bir açıklama yapmış ve Başbakan hakkında ağır ifadeler kullanmıştır. Bunun üzerine TCK 312 maddesi gereğince hükümete karşı suç kapsamında tevkif edilerek Ankara cezaevine götürülmüş ve yaklaşık 10 gün tutuklu kalmıştır[432].

22 Şubat’taki başarısız darbe girişiminin ardından Aydemir’in çevresinde kendisine destek veren kişiler hızla dağılmıştır. Kendisi bu durumu şu kelimelerle ifade etmiştir: “22 Şubat öncesi Harp Okulu Kumandanı olduğum için iyi bir mevkiim vardı. Okulda veya evimde her kademeden bilhassa yüksek rütbeli subay ve generallerin ziyaretlerinden asli vazifeme bakamaz hale gelmiştim. Ama 23 Şubat sabahından sonra arayanlar azalmış bıçak gibi kesilmişti.”[433] Kendisine yönelik desteğin azalmasına rağmen Aydemir yeni bir darbe girişimi yapma arzusunu sürdürmüştür. Ordudan uzaklaştırılan darbeci subaylarla sık sık bir araya gelerek toplantılar gerçekleştirmiştir. Harp Okulu Öğrencilerinin de Aydemir’e olan sempatisi devam etmiştir. Gerçekleştirmeyi planladığı darbeye desteği artırmak için Aydemir birçok cunta yapılanmasıyla temas kurmuştur. Ancak darbenin liderliği konusunda anlaşılamaması nedeniyle bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. Aynı şekilde Milli Birlik Komitesi eski üyesi Alparslan Türkeş’le de uzlaşı sağlayamamıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen Aydemir Ankara’daki askeri birliklerle irtibatını sürdürerek olası darbeye desteği en üst seviyede tutmak istemiştir[434].

Aydemir ve arkadaşları tarafından “Türk Milletini bugünün ve geleceğin medeni milletleri seviyesine çıkarmak” amacıyla bir “Kemalizm Doktrini” kaleme alınmıştır. Aydemir ve kendi destekçileri bu doktrin çerçevesinde hareket etmeye başlamışlardır[435]. Aydemir, Yön dergisi ve diğer birtakım basın organlarının desteğini de arkasına almıştır. 22 Mart 1962’de Celal Bayar’ın tahliyesine 27 Mayıs destekçilerinin tepki göstermesi Aydemir’i cesaretlendirmiş ve darbe için uygun bir ortamın oluştuğu düşüncesine kapılmasına neden olmuştur. Ayrıca Aydemir’in Harp Okulu Komutanlığı döneminden öğrencileri mezun olarak kıtalarında göreve başlamışlardır. Aydemir’in üzerlerinde tesiri olduğu bu genç subaylar bir darbe beklentisi içerisinde olması Aydemir’i darbe konusunda teşvik eden bir husus olmuştur[436]. 28 Mart’ta toplantı yapan Aydemir ve ekibi 31 Mart tarihinde darbe yapılması kararı almıştır. Ancak bu kararın deşifre olması ve hükümetin darbeyi önlemek için tedbir alacağının öğrenilmesi üzerine ertelenmiştir. Bu gelişmeden haberi olmayan Deniz Kuvvetleri’nden darbeci subaylar belirlenen tarihte harekete geçmiş ve tutuklanmışlardır[437].

Aydemir, 21 Mayıs gecesi yeniden harekete geçmiştir. Darbe girişimine büyük ölçüde eski arkadaşları destek vermiştir. Binbaşı Fethi Gürcan’ın yanı sıra Süvari Üsteğmen Erol Dinçer de Aydemir’in yanında yer almıştır. Darbenin İstanbul ayağından sorumlu kişi Kurmay Albay Osman Deniz olmuştur. Aydemir darbe girişimini Kara Harp Okulundan yönetmiştir. Üsteğmen Dinçer, Kara Harp Okulu’nun arkasında konuşlu olan Tank Taburunu harekete geçirmiştir[438]. Gece yarısından sonra Ankara Radyosu darbeciler tarafından kontrol altına alınmıştır[439]. Üsteğmen İlhan Baş, Meclisin feshedildiğine, siyasi partilerin kapatılıp siyasi faaliyetlerin yasaklandığına dair “ihtilal bildirisini” okumuştur[440]. Bildirinin okunması Aydemir ve arkadaşları tarafından sevinçle karşılanmıştır. Ancak bu sevinç uzun sürmemiştir. Harekâtta yer alacak birçok subay yerlerine geç gitmiştir. Birçoğu da darbe girişimine katılmayıp gelişmelere göre tavır almayı tercih etmiştir. Darbeye katılanlar da planlamadaki eksiklikler nedeniyle tam olarak ne yapacaklarını bilememişlerdir[441].

Bu esnada 28. Tümen Kurmay Başkanı Yarbay Ali Elverdi radyoya iki askerle gelerek İlhan Baş’ı tutuklamış ve darbe girişiminin bastırıldığına dair anons geçmeye başlamıştır[442]. İlk etapta darbe girişimini durduracak herhangi bir kuvvet ortada yokken Yarbay Ali Elverdi’nin Radyoevini ele geçirip darbe karşıtı bir beyanda bulunması Aydemir’i oldukça şaşırtmıştır. Daha sonra Radyoevini korumak için hiçbir kuvvetin tahsis edilmediğini öğrenen Aydemir hemen Üsteğmen Erol Dinçer komutasında bir bölüğü Radyoevine göndermiş ve kontrolü yeniden sağlamıştır. Ali Elverdi’yi tevkif eden Dinçer radyodan darbe anonsu vermeye devam etmiştir. Ayrıca sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve aksi halde hareket edenlere ateş açılacağı duyurulmuştur. Ancak bu sırada radyonun irtibatını kesen hükümet kuvvetleri Etimesgut istasyonundan karşı anonsa başlamışlardır. Genelkurmay Başkanı Sunay radyo konuşmasında TSK’nın hükümetin emrinde olduğunu vurgulayarak “Talat’ın 3-5 adamının hüsrana uğrayacağını ve maceraperestlerin muvaffak olamayarak cezalarını göreceklerini” söylemiştir. Genelkurmay Başkanı Sunay’ın bu radyo konuşması darbe girişiminin akıbetini belirlemiştir. Nitekim Aydemir anılarında bu radyo konuşmasını şu şekilde ifade etmiştir: “İşte o andan itibaren subaylarda, kıta komutanlarında bir çözülme başladı. Hâlbuki karşımızda hiçbir kıta yoktu. Subaylar tankları bırakıp, bölükleri bırakıp kaçmasa idi, hiçbir şey olmayacaktı. Tek radyonun bu kadar tesirli bir silah olduğunu o zaman anladım. Mağlubiyetimizin tek sebebi radyodur.[443]

Ordu yüksek kademesi hükümetle ortak hareket etmiştir. Darbe girişimi esnasında yaşanan çatışmalarda biri binbaşı olmak üzere altı kişi hayatını kaybetmiş otuz kişi de yaralanmıştır. İkinci darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlanan Aydemir ve arkadaşları tutuklanmıştır. Bir kısmı emekli bir kısmı halen görev yapmakta olan 151 subay ve 1500’e yakın Harp Okulu öğrencisi Mamak Cezaevi’ne gönderilmiştir. Darbeciler çeşitli cezalar alırken Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam cezasına çarptırılmıştır. Gürcan’ın cezası 27 Haziran 1964’te, Aydemir’in cezası ise 5 Temmuz 1964’te infaz edilmiştir[444].

Doç. Dr. Yasin Coşkun

CHP-AP Koalisyonu

27 Mayıs Askeri Darbesinin ardından yapılan 1961 genel seçimlerinin bir sonucu olarak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Adalet Partisi (AP) arasında kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk koalisyon hükümetidir. Başbakanlığını CHP lideri İsmet İnönü yapmıştır. Askerin gölgesi altında faaliyetlerini yürüten bu hükümet, kendi içerisinde yaşadığı fikir ayrılıkları nedeniyle kısa süreli olmuştur.

27 Mayıs Askeri Darbesi sonrası Demokrat Parti (DP) kapatılmıştır. Ülke yönetimini Orgeneral Cemal Gürsel’in başına getirildiği Millî Birlik Komitesi (MBK) ele almış ve yeni bir anayasa hazırlanmıştır. 1961 yılında halkoyuna sunulan yeni anayasanın kabulünün ardından demokratik siyasi yaşama yeniden dönüş için çalışmalar başlamıştır. 15 Ekim 1961 tarihinde genel seçimlerin yapılacağı duyurulmuştur. Bu süreçte kapatılan DP’nin mirasçısı olarak Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) kurulmuştur. AP genel başkanı emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala olmuştur. YTP genel başkanlığını ise MBK bünyesinde maliye bakanı görevinde bulunmuş olan Ekrem Alican yapmıştır. Bu nedenle YTP, AP’ye karşı askeri yönetimden destek görmüştür.

1961 genel seçimlerinden önce askeri yönetim CHP’nin seçimi kazanacağını düşünmüştür. Aynı şekilde CHP yönetimi de seçimlerde büyük bir farkla başarılı olacaklarını öngörmüştür. Bu durumun ortaya çıkmasında birtakım faktörler rol oynamıştır. Bunlardan ilki 1957 genel seçimlerinde DP’nin oylarında meydana gelen düşüştür. CHP, DP’ye yönelik azalan halk desteğinin 1961 seçimlerinde etkisini göstereceğini ve kapatılan DP’nin oylarının yeni kurulan partilere değil kendisine geleceğini hesap etmiştir. Diğer bir faktör ise MBK tarafından kapatılan DP’nin mirasçısı olarak ortaya çıkan ve askerin destek vermediği partilere -özellikle de AP’ye- halkın teveccüh etmeyeceği düşünülmüştür. Ancak seçim sonuçları hem CHP hem de MBK açısından beklenmedik bir şekilde gerçekleşmiştir[445].

CHP’nin oy oranı 36,74 olmuştur. AP 34,79’lük bir oya ulaşırken YTP ise 13,73’lük bir oy oranı elde etmiştir[446]. Bu sonuçlarla hiçbir parti tek başına iktidar kuracak çoğunluğa erişememiştir. Diğer taraftan DP’nin mirasçı olarak görülen iki partinin oy oranı yüzde 48’lik bir oya ulaşmıştır. AP ve YTP’nin koalisyon hükümeti kurma ihtimali darbecileri endişelendiren bir husus olmuştur. Seçim sonuçlarından memnun olmayan askerler arasında tepki sesleri yükselmeye başlamıştır. Ordu içinde ayrı bir cunta yapılanması olan Silahlı Kuvvetler Birliği’ne (SKB) bağlı askerler 21 Ekim 1961 tarihinde İstanbul’da Harp Akademileri’nde toplanmışlar ve Meclisin açılacağı 25 Ekim gününe kadar yönetime el koymak için “21 Ekim Protokolü”nü imzalamışlardır. Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın araya girmesiyle darbe planının önüne geçilmiştir. 23 Ekim’de Çankaya Köşkü’nde siyasi parti liderlerinin katıldığı toplantıda asker Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanlığının yanında birtakım şartların sağlanması durumunda müdahalede bulunmayacağını bildirmiştir. Bu şartlar, EMİNSU olarak bilenen ordudan tasfiye edilen subayların geri dönmemesi, Üniversitelerden ilişiği kesilen 174’lerin geri alınmaması, Yassıada mahkûmlarının af edilmemeleri olmuştur. 147’lilerin geri alınması meselesi hariç diğer koşullar siyasi parti liderlerince kabul edilmiş ve “Çankaya Protokolü” imzalanmıştır[447].

Daha sonra hükümetin kurulması meselesi ortaya çıkmıştır. Asker, İnönü’yü başbakan olarak görmek istemiştir. Herhangi bir darbe tehlikesine karşı meclisi açık tutmak isteyen AP gönülsüz de olsa 27 Mayıs’ın destekçisi olarak gördüğü CHP ile bir koalisyon ortağı olmayı kabul etmiştir[448]. Yeni hükümet 20 Kasım 1961’de kurulmuştur. 11’er bakanlık CHP ve AP arasında paylaştırılmıştır[449]. Başbakan İnönü kurulan bu koalisyon hükümetini tanımlarken “siyasi hayatımızda geçmiş misali olmayan bir yeni teşekküldür” sözlerini kullanmıştır[450]. Çok farklı iki siyasi yapının oluşturduğu CHP-AP koalisyon hükümeti kısa süre içerisinde anlaşmazlıklarla yıpranmaya başlamıştır[451]. Ekonomi politikaları konusunda AP liberal bir yol belirlenmesini önermiş ve yabancı sermayenin kolayca ülkeye girmesi gerektiğini savunmuştur. Planlı ekonomi politikasını savunan ordu ve CHP kanadı[452] ise AP’nin bu yaklaşımına karşı çıkmıştır[453]. İki koalisyon ortağı arasındaki en önemli anlaşmazlık konusu ise eski DP’lilerin affı üzerinde ortaya çıkmıştır. AP ısrarla eski DP’liler için af çıkarılmasını isterken bu durumun askerin tepkisini çekeceğini düşünen CHP tarafından destek görmemiştir.

CHP-AP Koalisyon hükümetinin karşılaştığı zorluklardan birisi de Kurmay Albay Talat Aydemir’in darbe girişimi olmuştur. 27 Mayıs sonrası MBK’ye dâhil edilemeyen Aydemir kendisini dışlanmış hissetmiştir. Daha sonra Harp Okulu komutanlığına getirilmiştir. Parlamenter rejime geçilmesine karşı duruşunu sürdüren Aydemir, 22 Şubat 1962’de darbe girişiminde bulunmuştur. İlk etapta Ankara’ya hakim olan darbeciler daha sonra Başbakan İnönü ve Cumhurbaşkanı’nın devreye girmesiyle darbe girişimini sonlandırmışlardır. İnönü darbecilere af sözü vermiştir. Bunun üzerine AP, eski DP’liler için bir siyasi af kanununda ısrarını sürdürmeye devam etmiştir. 19 Nisan da iki parti lideri bir araya gelmiş, ancak af konusunda anlaşamamışlardır. CHP, eski DP’lilerin tamamen af edilmesinden ziyade cezaların hafifletilmesine yönelik bir teklif sunmuştur. Ancak AP bunu yetersiz bularak bakanlarını hükümetten çekmiştir[454]. Sürece Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel de dâhil olmuş siyasi affa karşı olduğunu açıklamıştır[455]. Başbakan İnönü yapmış olduğu açıklamada af konusunun AP tarafından temel mesele olarak algılanmasının hükümeti işlemez hale getirdiğini ifade etmiş[456]. ve 30 Mayıs 1961’de istifasını Cumhurbaşkanı Gürsel’e sunmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kurulan ilk koalisyon hükümeti yaklaşık 6 aylık gibi bir sürenin sonunda dağılmıştır.

Doç. Dr. Yasin Coşkun

Köpek Davası

27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesiyle birlikte yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi, Demokrat Parti yönetimini ve onlarla beraber hareket edenleri yargılamak amacıyla Yassıada’da bir Yüksek Adalet Divanı (Yassıada Mahkemesi) kurmuştur. Mahkemenin 2 numaralı davası Köpek Davası olup, sanıkları ise 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile dönemin Tarım Bakanı Nedim Ökmen’dir. Sanıklar, memuriyet sıfatını ve memuriyetlerine ait vazifeyi suiistimal ederek irtikâpta bulunmakla suçlanmışlardır[457].

Davaya dayanak olan hadise, Celal Bayar’a hediye edilen Afgan cinsi bir erkek tazının daha sonra Atatürk Orman Çiftliğine (AOÇ) satılmasıdır. Bahsi geçen tazı, 1958 yılında Afganistan’ı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a Afganistan Kralı Zahir Şah tarafından hediye edilmiştir. Kralın oğlu tarafından Türkiye’ye getirilen tazı daha sonra Ankara’ya gönderilmiş ve bir müddet Cumhurbaşkanlığı Köşkünün bahçesinde muhafaza edilmesinin ardından 1959 Şubat’ında Bayar’ın emriyle AOÇ hayvanat bahçesine verilmiştir. 1959 Ekim’ine kadar hayvanat bahçesinde muhafaza edilen Bastı adlı tazı, 23 Ekim’de 20.000 lira bedelle Çiftlik tarafından satın alınmıştır. Satış bedeli, Aydın yöresindeki Mursallı köyüne bir çeşme yapımına sarf edilmek üzere Çiftlik tarafından dönemin İzmir Valisi’ne gönderilmiştir[458].

Dava sırasında, Başsavcı tarafından “Milli Mücadele yıllarında millet cephelerde ateş altında dövüşürken Galip Hoca adı altında Mursallı köyüne saklandı[ğı]” belirtilen Celal Bayar’ın[459], Cumhurbaşkanlığı sırasında bu köye anıt tarzında bir çeşme yaptırmak istemesi sebebiyle, nüfuzunu kullanarak gerek Nedim Ökmen üzerine şahsen gerekse AOÇ yönetimi ve Tarım Bakanlığı Müsteşarı üzerine Başyaveri vasıtasıyla baskı kurmak suretiyle, bahsi geçen tazıyı değerinin çok üstünde bir bedelle Çiftliğe sattırdığını ve bu yolla elde edilen geliri İzmir Valisi’ne gönderterek çeşme yapımına sarf ettirdiği; Nedim Ökmen’in ise Bayar’ın azmettirmesi neticesinde AOÇ yönetimine baskı kurarak satış işleminin teminini sağladığı iddia edilmiştir[460].

Bahsi geçen iddialar çerçevesinde Başsavcılık makamı, sanıkların Türk Ceza Kanunu’nun 209. maddesine göre cezalandırılmasını ve haklarında aynı Kanun’un 227. maddesinin 2. bendi ile ömür boyu memurluktan men cezasının uygulanmasını talep etmiştir[461]. İlk duruşması 14 Ekim 1960 tarihinde yapılan Köpek Davası, 15, 20 ve 24 Ekim’deki duruşmalarla devam etmiş ve bu esnada sanıklarla beraber birçok tanık[462] da ifade vermiştir. Dava, son duruşmada alınan karar gereğince Anayasayı İhlal Davası ile birleştirilmiştir[463].

Yüksek Adalet Divanı, Anayasa’yı İhlal Davası ve bu dava ile birleştirilen diğer davalar hakkındaki kararını 15 Eylül 1961 tarihinde vermiştir. Bu bağlamda, Köpek Davası sebebiyle 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a TCK’nın 209/1. maddesi hükmünce 5 yıl ağır hapis cezası verilmiş ve bu ceza 15 numaralı Kanun’un 3. maddesi ve TCK’nın 56. maddesi gereğince 1/6 oranında indirilerek 4 yıl 2 ay ağır hapse çevrilmiştir. Ayrıca Bayar’ın TCK’nın 227. Maddesine göre ömür boyu memuriyetten men edilmesine karar verilmiştir. Nedim Ökmen hakkında ise TCK’nın 209/1. maddesi gereğince 5 sene ağır hapis cezası ve 227. maddesi gereğince ömür boyu memuriyetten men cezası verilmiştir[464].

                                                                                                                      Dr. Mehmet Şah Özcan

Tahkikat Komisyonu[465]

1950-1960 yıllarında Türkiye’de iktidarı tek başına elinde bulunduran Demokrat Parti (DP) ile ana muhalefet partisi konumundaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasındaki ilişkiler genel itibariyle gergin bir seyir izlemiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM), CHP ile muhalif basın hakkında bir Meclis tahkikatı açılmasına yönelik kararı, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi öncesinde iktidar-muhalefet ilişkilerindeki gerginliği zirve noktasına ulaştırmıştır[466].

Meclis tahkikatı kararı, DP milletvekilleri Mazlum Kayalar (Bursa) ve Baha Akşit (Denizli) tarafından hazırlanan önergenin 18 Nisan 1960’de TBMM’de gündeme gelip müzakereler neticesinde kabul edilmesiyle vücut bulmuştur. Önergede, CHP’nin ve onunla birlikte hareket eden bir kısım basın kuruluşlarının yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı faaliyetler yürüttüğü iddia edilmiş; gerek söz konusu faaliyetlerin gerekse bu faaliyetlerin bir türlü önüne geçilememesinin mahiyet ve sebeplerinin nelerden ibaret olduğunun tahkik ve tespit edilmesi amacıyla bir Meclis tahkikatı açılması talep edilmiştir. Önergede ayrıca, Meclis tahkikatı yürütmek üzere Meclis İçtüzüğünün 177. maddesi hükümlerine göre[467] 15 kişilik bir Tahkikat Komisyonu kurulması, bu komisyonun Meclis İçtüzüğünün 16. babında belirtilen bütün yetkilere[468] sahip olması, gerektiğinde Meclis dışımda da faaliyette bulunmaya yetkili kılınması ve vazifesini üç ayda tamamlaması teklif edilmiştir.[469]

Önergenin oy çokluğuyla kabul edilmesi neticesinde, 18 Nisan 1960 tarihli ve 2247 sayılı TBMM Kararıyla CHP ile muhalif basın hakkında Meclis tahkikatı açılmış ve tahkikatı yürütmek üzere bir Tahkikat Komisyonu kurulmuştur. Bu noktada Komisyonun üç belirgin özelliğinden bahsetmek mümkündür. Bunların ilki; 1924 Anayasası devrinde açılan diğer Meclis tahkikatlarında tahkikatı yürütme görevi Meclis daimi komisyonlarından birine ya da bu komisyonlardan meydana gelen bir karma komisyona verilmişken, CHP ile muhalif basın hakkında açılan Meclis tahkikatı için 15 kişilik özel bir komisyon meydana getirilmiş olmasıdır. İkincisi; Komisyonun yalnızca DP’li milletvekillerinden meydana gelip, TBMM’de temsil edilen diğer siyasi partilerin üyelerine bünyesinde yer vermemesidir. Üçüncüsü ise aslen CHP ile muhalif basının faaliyetlerini araştırmak üzere kurulan Komisyonun, gerek kendisine tanınan yetkiler gerekse almış olduğu kararlar bakımından, araştırma faaliyetinin ötesinde yargısal nitelikler barındıran bir işlev görmesidir.

Osman Kavuncu (Kayseri), Bahadır Dülger (Gaziantep), Nüzhet Ulusoy (Samsun), Said Bilgiç (Isparta), Ahmet Hamdi Sancar (Denizli), Vacid Asena (Balıkesir), Kemal Biberoğlu (Çorum), Kemal Özer (Kütahya), Hilmi Dura (Kastamonu), Ekrem Anıt (Samsun), Nusret Kirişcioğlu (Sakarya), Turan Bahadır (Denizli), Selami Dinçer (Sakarya), Himmet Ölçmen (Konya) ve Necmeddin Önder (Nevşehir)’den oluşan Komisyon, 18 Nisan’da ilk toplantısını gerçekleştirerek üyeleri arasında görev taksimi yapmış ve bünyesinde Alt Komisyonlar oluşturmuştur. Buna göre; Tahkikat Komisyonu Başkanlığına A.Hamdi Sancar, Mazbata Muharrirliğine Nusret Kirişcioğlu, Kâtipliğe Nüzhet Ulusoy seçilirken, CHP ve basının faaliyetlerini incelemek amacıyla iki ayrı Alt Komisyon meydana getirilmiştir. CHP’nin faaliyetlerini araştıracak olan Alt Komisyon Nusret Kirişcioğlu, Himmet Ölçmen, Kemal Özer, Turan Bahadır, Selami Dinçer, Osman Kavuncu ve Ekren Anıt’tan; basının faaliyetlerini araştıracak Alt Komisyonu ise Bahadır Dülger, Hilmi Dura, Sait Bilgiç, Kemal Biberoğlu ve Necmettin Önder’den oluşmuştur. Zaman içinde iş yükü artan Komisyon, 1 Mayıs’ta Alt Komisyonlarda bir takım değişiklikler yapmıştır.  Buna göre; daha önce kurulmuş olan CHP Alt Komisyonu, 1 Nolu Alt Komisyon haline getirilmiş ve 1/A, 1/B ve 1/C biçiminde üç Alt Komisyona bölünmüştür. İdari işlerle görevlendirilen 1/A Nolu Alt Komisyona Turan Bahadır, Selami Dinçer ve Ekrem Anıt; 1/B Nolu Alt Komisyona Himmet Ölçmen, Kemal Özer ve Nüzhet Ulusoy; büro işleriyle görevlendirilen 1/C Nolu Alt Komisyona ise Vacid Asena, Hamdi Sancar ve Osman Kavuncu seçilmiştir. Basın Alt Komisyonu, 2 Nolu Basın Alt Komisyonu ismini almış ve Kemal Biberoğlu, Sait Bilgiç, Bahadır Dülger, Hilmi Dura ve Necmettin Önder bu Komisyonun üyesi olmuştur.[470]

CHP ve muhalif basının faaliyetlerini iki ayrı kol halinde tahkik etme yolunu seçen Tahkikat Komisyonu, muhalif faaliyetlerin tahkiki noktasında 1957 senesini temel almıştır. Bunun sebebi: CHP’nin 1957 seçimlerinden itibaren ve seçim sonuçlarından da cesaret alarak, gençleşen ve dinamikleşen kadrolarla, çeşitli sebeplerin etkisiyle bilindik usullerin dışında, halkla daha iç içe ve daha sert bir muhalefet stratejisi yürütmüş olması ve gerek iç siyasette gerekse dış konjonktürde birçok önemli hadisenin bu dönemde meydana gelmesidir. Bununla birlikte, Meclis tahkikatı kararı alındıktan sonra meydana gelen olaylar da tahkikat kapsamına dâhil edilmiştir. Bu nedenle Meclisi tahkikatı, yalnız geçmişi değil, içinde bulunulan zamanı da kapsayan bir hüviyete sahip olmuştur. Dolayısıyla 27 Mayıs Askeri Müdahalesine kadar faaliyette kalan Tahkikat Komisyonu, bu kısa süre zarfında esasen 1957 seçimlerinin hemen öncesinden DP’nin iktidardan uzaklaştırıldığı ana kadar ki muhalif faaliyetleri mercek altına almıştır.[471]

Tahkikat Komisyonu, CHP’ye yönelik tahkikatın bir bölümünü İçişleri Bakanlığı aracılığıyla, diğer bölümü ise bizzat kendi yürütmüştür. CHP mensuplarının 1957 seçimlerinden itibaren ülke genelinde yürüttüğü faaliyetlerin tespit edilebilmesi için vilayetlerden toplanacak bilgilere ihtiyaç duyan Komisyon, bu husustaki taleplerini üç farklı tezkere ile İçişleri Bakanlığına iletmiş ve Bakanlık aracılığıyla vilayetlerden malumat elde etmiştir.[472]

22 Nisan 1960 tarihli ilk tezkerede, bütün vilayetlerde belirli bir merkezden idare edildiği hissini uyandıracak derecede aynı özelliklere sahip yalan haber ve propagandaların yayılmış olduğunun gözlemlendiği açıklanmış; DP Hükümetinin Türk kadınlarını Amerikalılara peşkeş çektiği, memleketi Amerikalılara sattığı veya Amerikalılara muhakeme vesaire bakımından imtiyaz verdiği şeklindeki haberler ile devlet ve hükümet büyüklerini hedef alan küçük düşürücü sözlerin bu meyanda olduğu ve bahsedilen propagandalara, yayıldıkları bölgenin özelliklerine göre uydurulmuş başka yalanların da eklendiği ifade edilmiştir. Ayrıca, Bizim Radyo denilen “komünist radyosunun” CHP’ye ait olduğuna dair söylemin bu hususta en dikkat çekici örnek olduğuna değinilmiş ve vatandaşların, bu yalana inandırılmak suretiyle, söz edilen radyoyu dinlemeleri yönünde teşvik ve telkin edilmeye çalışıldığı açıklanmıştır. Bu çeşit propagandaların vilayetler tarafından tespit edilmesinin, propagandalar hakkında bilgi sahibi ve sözüne güvenilir şahısların ifadesine başvurulmasının ve yapılan incelemeler sonucunda elde edilen evrakın tahkikatla alakalı mevzulara dair önceden tutulmuş olan zabıtlarla birlikte Komisyona iletilmesinin, yürütülen tahkikat açısından faydalı ve zaruri olduğuna da temas eden Komisyon, Bakanlıktan bu hususta gerekli işlemlerin yapılması için vilayetlere emir vermesini talep etmiştir.[473]

 26 Nisan 1960 tarihli ikinci tezkerede, CHP teşkilatının köylere beyanname dağıttığının haber alındığı açıklamış ve bu beyannamelerin birer örneğinin, vilayetlerin takibiyle ele geçirilmesi mümkün olursa, Komisyona iletilmesi istenmiştir. 26 Nisan 1960 tarihli üçüncü tezkerede ise 1957 seçimlerinden sonra vilayetlerde CHP organlarınca meydana getirilmiş bir hadise olup olmadığının araştırılması ve ayrıca 1957 seçimlerinden sonra vilayetlerde düzenlenmiş olan CHP kongrelerinde ve her türlü toplantıda muhalif milletvekilleri tarafından ileri sürülen beyanların araştırılarak, suç unsuru barındıran beyanların, adli mercilere yansıtılmış ya da yansıtılmamış olmaları da dikkate alınarak, tespit edilmesi istenmiştir.[474]

Bahsi geçen tezkereler, İçişleri Bakanlığınca sırasıyla 1/400, 1/425 ve 1/426 sayılı genelgeler olarak formüle edilmiş ve tüm vilayetlere iletilmiştir. İçişleri Bakanlığının emirleri doğrultusunda harekete geçen valilikler, elde ettikleri bilgileri peyderpey Bakanlığa sunmuşlardır. Her bir genelge için ayrı birer rapor hazırlayan valilikler, topladıkları evrakı bu raporlarla beraber Bakanlığa göndermişler ve ayrıca bilgi elde edilemeyen veya vilayetlerinde gözlemlenmeyen hususlar hakkında da malumat vermişlerdir[475].

CHP ile ilgili tahkikatta, İçişleri Bakanlığı aracılığıyla elde edilen bilgilere ek olarak, ülkenin farklı yörelerinden Tahkikat Komisyonuna gönderilen, başta CHP mensupları olmak üzere muhalif kesimin DP iktidarı aleyhindeki faaliyetleriyle alakalı, ihbar içerikli mektup ve telgraflardan da bilgi elde edilmiştir.[476]

Tahkikat Komisyonu CHP’ye yönelik tahkikat kapsamında, yalan haberler meselesi ve ülkenin muhtelif yerlerinde meydana gelen olaylar hakkındaki tahkikatı ise bizzat yürütmüştür. Yalan haberler mevzuunda, DP’ye halk nazarında değer kaybettirmek için CHP teşkilatı içinde meydana getirilen Kulak Gazetesi adlı propaganda teşkilatı hakkında tahkikat yürüten Komisyon, Ankara’nın Haymana kazasının Oyaca köyünden DP Ocak Başkanı Musa Öztürk’ün ihbarı doğrultusunda, CHP Milletvekili Selim Soley’in Oyaca’da yaptığı propagandalar hakkında kendi üyelerinden oluşan bir heyet vasıtasıyla olay mahallinde tahkikat yapmıştır. Tahkikat Komisyonu, kendi üyelerinden oluşan bir başka heyeti Kayseri’ye yollayarak, Kayseri’de meydana gelen olaylar ve yayılan yalan haberler hakkında da tahkikat yürütmüştür. Ayrıca, Meclis tahkikatı kararından sonra Ankara ve İstanbul’da meydana gelen olayları da tahkikat kapsamına alarak bizzat tahkik etmiştir. Her bir tahkikat sırasında (gerektiğinde olay mahalline giderek) birçok şahsı şahit sıfatıyla sorguya çeken Komisyon, Kulak Gazetesi teşkilatı hakkında sorguya çektiği şahıslardan Akis dergisi yazı işleri müdürü Kurtul Altuğ ve emekli Albay Cemal Yıldırım hakkında, şahitlik ettikleri konuya dair bilgi vermekten kaçındıkları iddiasıyla tutuklama kararı vermiştir. Bu karar, içeriği bakımında bir istisnadır, başka her hangi bir şahıs hakkında bu tür bir yaptırıma gidilmemiştir.[477]

CHP ile alakalı tahkikat neticesinde elde edilen bilgiler, tahkikatı yürüten 1 Nolu Alt Komisyonun başkanı Nusret Kirişçioğlu tarafından rapor haline getirilmiştir. 297 sayfadan ibaret olan ve el yazısıyla Osmanlıca olarak kaleme alınan bu rapor, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi sonrasında ele geçirilmiş ve Latin harflerine çevrilerek 179 daktilo sayfasından oluşan bir nüsha halinde DP iktidarının yargılandığı Yassıada Mahkemesine sunulmuştur. CHP Lideri İsmet İnönü’nün çokça hedef alındığı raporda, iktidar aleyhine ülke genelinde yürütülen “kara propagandanın” önüne geçilebilmesi adına İnönü’ye bazı görevler düştüğüne kanaat getirilmiş ve 14 maddelik bir öneri paketine yer verilerek, maddelerde yer alan açıklamaların İnönü tarafından kamuoyuna bildirilmesi önerilmiştir. Arıca, İnönü’nün söz konusu açıklamaları yapmaya yanaşmaması veya açıklama yaptığı halde eski muhalefet usullerini devam ettirmesi halinde yasama, yürütme ve yargıyla alakalı bazı tedbirler alınacağı ve yargısal tedbirlerin Parti yetkilileri ile bizzat Partinin manevi şahsiyetiyle alakalı olacağı belirtilmiştir.[478]

Tahkikat Komisyonu, muhalif basının faaliyetleri hakkında da, en az CHP’yle alakalı olan kadar kapsamlı bir tahkikat yürütmüştür. Tahkikat esnasında, en başta muhalif basının iktidar aleyhinde yayımladığı gerçek dışı veya halkı tahrik edecek tarzda haber ve yazılar araştırılmıştır. Ankara, İstanbul ve İzmir’deki muhalif basın hakkında belirli ölçülerde malumat sahibi olan Komisyon, taşradaki muhalif basın hakkında İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla bilgi toplamaya gayret etmiştir. Bu bağlamda 22 Nisan’da Bakanlığa bir tezkere yollayan Komisyon, Ankara, İstanbul ve İzmir haricindeki vilayetlerde faaliyet gösteren süreli yayınların 1957 seçimlerinden sonraki koleksiyonlarının Valilikler tarafından incelettirilmesini ve Meclis tahkikatının hedefindeki faaliyet ve neşriyatla alakalı içeriğe sahip olan yayınların tespit edilerek, bir örneklerinin Komisyona iletilmesini istemiştir. Komisyonun bu talebi, Bakanlık tarafından 1/399 sayılı genelgeye dönüştürülerek, Ankara, İstanbul ve İzmir haricindeki altmış dört vilayete iletilmiştir. Bunun sonucunda her bir vilayette inceleme işini yürütecek heyetler meydana getirilmiş ve incelemelerin sonuçları Komisyona ulaştırılmak üzere Bakanlığa iletilmiştir. Tahkikat Komisyonunun, iktidar aleyhindeki yayınların peşine düşmesinin temel sebebi, bu yayınların arkasında yer alan gerçek niyeti tespit etme çabasıdır. Basının belirli kademelerine komünist unsurların sızdığı kanaatinde olan Komisyon, bu unsurları tespit etme yoluna gitmiştir. Tahkikat Komisyonu, haklarında vilayetlerden bilgi gönderilen süreli yayınlardan, Adana’daki “Yeni Adana” ve “Türksözü” gazeteleri ile Antalya’daki “Antalya”, Eskişehir’deki “Bizim Sakarya” ve Kayseri’deki “Cop” gazeteleri hakkında muhtelif zamanlarda, faaliyeti durdurma ve basıldığı matbaayı kapatma cezası vermiştir.[479][14]

Tahkikat Komisyonu, muhalif basının faaliyetleri hakkındaki tahkikat kapsamında üç büyük şehirdeki bazı basın kuruluşlarının (Ankara’da, Ulus, Yeni Gün, Akis, Forum, Karagöz; İstanbul’da, Akşam, Cumhuriyet, Milliyet, Dünya, Yeni Sabah, Tercüman, Kim, Çuval, Akbaba; İzmir’de, Demokrat İzmir ve Sabah Postası) ve Anadolu Ajansının çalışanları hakkında da çok yönlü bir tahkikat yürütmüştür. Tahkikat esnasında İçişleri Bakanlığından da yardım alan Komisyon, 21 Nisan’da Bakanlığa yazdığı bir yazıyla, üç büyük şehirdeki basın kuruluşlarının merkez ve taşradaki çalışanları hakkında ayrıntılı bilgi istemiştir. Aynı yazı, 22 Nisan’da ilgili basın kuruluşlarına da iletilmiştir. Komisyon, Anadolu Ajansı çalışanlarına ait bilgileri ise, Ajansın genel müdürlüğüne gönderdiği 21 Nisan tarihli yazıyla talep etmiştir. Bahsedilen taleplere verilen cevaplar neticesinde, ilgili gazete ve dergilerde çalışan 321 kişi ile Anadolu Ajansında çalışan 123 kişi hakkında kimlik fişleri oluşturan Basın Alt Komisyonu, bu fişleri liste halinde 30 Nisan’da Emniyet Genel Müdürlüğüne ve 5 Mayıs’ta Milli Emniyet Hizmetleri Teşkilatı Başkanlığına göndermiştir. Komisyon her iki kurumdan, kimlik fişleri gönderilen şahıslar hakkında kurumlarında dosya bulunup bulunmadığının araştırmasını ve dosyası olanlara dair bilgilerin acele olarak Komisyona bildirmesini talep etmiştir. Talepler doğrultusunda Emniyet Genel Müdürlüğü 1 Mayıs’ta 41 gazeteci ile 4 Anadolu Ajansı çalışanı, Mili Emniyet Hizmetleri Teşkilatı ise 20 Mayıs’ta 43 gazeteci ve 11 Anadolu Ajansı çalışanı hakkında Komisyona ayrıntılı bilgi vermiştir.[480]

11 Mayıs 1960’dan itibaren İstanbul’da çalışmaya başlayan Basın Alt Komisyonu, Çalışma Bakanlığı Teftiş Kurulu vasıtasıyla, İstanbul’da faaliyet gösteren Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Milliyet, Vatan ve Yeni Sabah gazetelerinin çalışma usulleri hakkında da bir tahkikat yürüttürmüştür. Basın Alt Komisyonunca yürütülen tahkikatın son ayağı ise Yahudi sermayeli Hoffer İlancılık Kolektif Şirketi hakkındaki tahkikat oluşturmuştur. Basın ilan pastasının önemli bir bölümünü elinde bulunduran şirket, bu gücünü kullanarak İstanbul başta olmak üzere Ankara ve İzmir’deki basın kuruluşlarına etki ve baskı yaptığı gerekçesiyle tahkikat kapsamına alınmıştır.[481]

Raportörlüğünü Bahadır Dülger’in yaptığı Basın Alt Komisyonu, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi öncesinde bir rapor meydana getirememiştir. Bu nedenle, her iki Alt Komisyonun raporlarının birleştirilmesiyle oluşturulması planlanan müstakil bir Tahkikat Komisyonu raporu da hazırlanamamıştır.

Tahkikat Komisyonu, göreve başladığı ilk hafta içinde ülkenin siyasi ortamını kontrol altına almaya yönelik kararlar vermiştir. Bu çerçevede, tahkikat sona erinceye kadar her türlü siyasi toplantıyı, partilerin yeni kademe ve teşkilat kurmasını, belediye seçimleriyle birlikte ilçe, kasaba ve köylerde yapılacak muhtar ve ihtiyar heyetleri seçimlerini yasaklamıştır. Ayrıca, tahkikatı ilgilendiren konuların, Komisyonun vazife, yetki, karar, tedbir ve faaliyetlerine dair her türlü haber, beyan, belge, değerlendirme, resim ve yazı ile Tahkikat Komisyonunun kurulmasına yönelik teklif hakkında TBMM’de yürütülen müzakerelerin (TBMM tutanakları hariç) her hangi bir vasıtayla yayımlanmasını da yasak etmiştir. Böylece siyasi ortam ve tansiyona hâkim olabilmeyi, vuku bulması halinde kendisini ve tüm devlet mekanizmasını meşgul edebilecek ve tahkikat kapsamının genişlemesine sebep olabilecek yeni hadise ve mevzuların önüne geçmeyi ve yasak kararlarına uymayanlar üzerinden, suç işlemekte ısrarcı olanları tespit etmeye çalışmıştır. Ne var ki Tahkikat Komisyonunun faaliyete geçmesini takiben yaşanan hadiseler ve karşılaşılan zorluklar, ülkenin siyasi vaziyetine tam manasıyla hâkim olmayı amaçlayan iktidarı yeni önlemler almaya sevk etmiştir. 27 Nisan 1960 tarihinde TBMM’den geçirilen 7468 sayılı “Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerinin Vazife ve Salâhiyetleri Hakkında Kanun” ile Tahkikat Komisyonunun yetkileri arttırılırken, Komisyona, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askerî Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ile diğer kanunlarda Cumhuriyet Başsavcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askerî adlî âmirlere tanınmış olan tüm yetkiler verilmiş ve Komisyonun tedbir ve kararlarına her ne suretle olursa olsun muhalefet edenlerin bir seneden üç seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılması kararlaştırılmıştır. 7468 sayılı Kanun’un kabul edilmesiyle birlikte ülkedeki siyasi tansiyon giderek yükselmiş ve Türk siyasi hayatı gerginliklerle dolu yeni bir sürece girmiştir. Sürecin devamında Türk ordusu 27 Mayıs 1960 tarihinde yönetime el koymuştur.[482] Bu bağlamda Tahkikat Komisyonu, 27 Mayıs Askeri Müdahalesinin ana sebebi değilse bile, müdahaleye giden zemini hazırlayan unsurlardan biri olmuştur.

Dr. Mehmet Şah Özcan

4 Ağustos 1958 Devalüasyonu

DP iktidarının ilk yıllarında Türkiye’de gerek elverişli hava koşulları gerekse yeni alanların tarıma açılması sayesinde tarımsal üretimde büyük artışlar görülmüş, Kore Savaşı’nın etkisiyle tarım ürünlerinde beliren talep artışı bu ürünlerin iç ve dış piyasalardaki fiyatını yükseltmiştir. Bu dönemde buğday ve krom başta olmak üzere çeşitli tarım ve maden ürünlerini yüksek fiyatlarla ihraç eden Türkiye, hem üretici gelirlerinde önemli artışlar kaydetmiş hem de döviz elde etmiştir. Ayrıca sürekli açık veren ticaretine rağmen Türkiye, 1953 yılına kadar, gerek ihracat gelirleri ve CHP döneminden kalan altın ve döviz rezervleri gerekse dış yardım ve borçlanmalar sayesinde ithalat sınırlamalarını kaldırılmış ve böylece ithalat hacmimi de giderek genişletmiştir[483].

DP’nin ilk dört yıllık iktidar döneminde ekonomide önemli bir büyüme ve bolluk ortamı sağlanırken[484], 1954 yılından itibaren şartlar hem DP’nin hem de onun yönetimi altındaki Türkiye’nin aleyhine gelişmeye başlamıştır. Elverişli hava koşullarının kaybolmasıyla birlikte ülkenin tarımsal üretiminde gerileme baş gösterirken, Kore Savaşı’nın sona ermesi sonucunda Dünya piyasalarında Türkiye’nin lehine olan koşullar da ortadan kalkmıştır. Bu şartlar altında ihracat gelirleri azalan ve dış finansman kaynaklarında daralma yaşayan Türkiye’de dış ticaret ve cari ödemeler dengeleri bozulmuştur[485]. Bu dönemde hükümet, dış ticaretteki daralmanın tarımda meydana getirdiği olumsuz etkileri azaltmak için yüksek fiyatlı destekleme alımı yapmaya başlamış ve bunu Merkez Bankasına geri dönmeyen kredilerle finansa etmiştir. Bahsedilen destekler yanı sıra özel sektöre verilen krediler vb. uygulamalar neticesinde tedavüldeki karşılıksız para miktarı hızla artmış ve sonuç olarak ülkede enflasyonist bir ortam meydana gelmiştir. Birçok üründe kıtlıkların yaşandığı ve tüketici fiyatlarında önü alınamaz artışların gerçekleştiği bu dönemi benimsediği liberal ekonomi felsefesinden taviz vererek müdahaleci yöntemlerle aşma yoluna giden DP hükümeti, Milli Korunma Kanununu devreye sokarak iç piyasadaki fiyat ve karları sıkı denetim altına alma yoluna gitmiştir[486]. Hükümet, serbest ticaret rejiminin giderek artan dış açıklara yol açması yanı sıra dış finansman sağlamakta güçlük çekilmesi sebebiyle, dış ticaret rejiminde de kontrol ve korumacılığa yönelmiştir[487].

Bu dönemde ABD başta olmak üzere Türkiye’ye mali kaynak sağlayan dış çevrelerin yardımlarında da azalma olmuş ve Türkiye, ekonomik sorunlarını korumacı politikalar yerine Dünya ekonomik sistemiyle bütünleşerek halledilmesi yönünde bilhassa Uluslararası Para Fonu (IMF) kanalıyla dış baskılara maruz kalmaya başlamıştır. IMF ile ilk defa 1954 yılında bir araya gelen Türkiye’ye devalüasyon, deflasyonist tedbirler ve dış ticarette liberasyona dayalı istikrar önlemleri içeren reçeteler sunulmuş fakat DP hükümeti 1954 ve 1957 genel seçimlerine bu önlemler altında girmekten çekinmiş ve IMF ile birkaç defa masaya oturmasına rağmen anlaşma yapmaktan geri durmuştur[488].

1957 seçimlerinden bir kez daha DP iktidarıyla çıkan Türkiye, uygulana gelen hatalı ekonomi politikalar neticesinde 1958 yılına gelindiğinde dış borçlarını ödeyemez hale düşmüştür. 1957 seçimlerinin kazanılması üzerine siyasi bakımdan rahatlayan DP hükümeti, dış ödemelerdeki darlığın aşılabilmesini sağlayacak mali kaynakların sağlanması karşılığında uluslararası finans kuruluşlarının şartlarını kabul ederek anlaşma masasına oturmuştur. Müzakereler sonucunda 1958 Temmuz’unda önce Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı tarafından Türkiye’ye yapılacak yardım belirlenmiş, ardından IMF Yönetim Kurulunda Türkiye raporu görüşülmüş ve daha sonra ABD ile ayrı bir yardım anlaşması imzalanmıştır. Sonuç olarak Türkiye’ye 359 milyon dolarlık bir dış yardım ayrıca ABD ve diğer Batılı ülkelere olan vadesi gelmiş 422 milyon dolarlık dış borcun ertelenmesi taahhüdü verilmiş ve bunun karşılığında Türkiye, ekonomide istikrar hedefleyen bir program üzerinde 4 Ağustos 1958 tarihinde IMF ile anlaşmaya varmıştır[489].

4 Ağustos Kararları olarak da bilinen istikrar programı çerçevesinde Türkiye, Türk lirasının devalüasyonu, Milli Korunma Kanunu uygulamalarının sonlandırılması, para arzı ve bütçe harcamalarının kısıtlanması ve kamu işletmelerinde zamlara gidilmesi gibi başlıca önlemleri hayata geçirmiştir[490]. Bunların en önemlisi olan devalüasyonun uygulamasında ise doğrudan devalüasyon yerine tüm döviz alımlarında bir dolar için 2,80 TL olan döviz kuruna ilave olarak 6,22 TL vergi ödenmesi yoluna gidilmiş ve böylece döviz işlemlerinde bir dolar karşılığı 9,02 TL olarak belirlenmiştir[491]. İstikrar programının hayata geçirilmesinden kısa bir süre sonra meydana gelen 27 Mayıs Askeri Müdahalesiyle Türk ordusu yönetime el koymuş ve program 1961 yılı sonunda yürürlükten kaldırılmıştır[492].

                                                                                                          Dr. Mehmet Şah Özcan

Bizim Radyo

Bizim Radyo, Soğuk Savaş döneminde radyo propagandasını önemli bir silah olarak kullanan Sovyetler Birliği’nin faaliyete geçirdiği korsan radyolardan biridir[493]. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) Moskova’daki dış bürosunun resmi organı olan radyonun kuruluş süreci, TKP Genel Sekreteri İbrahim Bilen (Marat) tarafından 1956 yılında Doğu Almanya’nın Leipzig bölgesinde başlatılmıştır[494]. Leipzig merkezli radyo, 15 Mart 1958’de başladığı on beş günlük deneme yayınlarının ardından 1 Nisan 1958’den itibaren günlük yayına geçmiştir.[495] Radyonun varlığı ilk kez 19 Mart 1958’de Hürriyet gazetesi tarafından “ Gizli bir radyo tespit edildi” başlıklı haberle kamuoyuna duyurulmuştur. Haberde, İzmir limanında demirli haldeki Kayseri şilebinin modern cihazlarıyla yapılan dinlemeler esnasında “ Türkiye Muhalefet Radyosu İstasyonu” (daha sonra Bizim Radyo adını almıştır) adlı korsan bir radyonun tespit edildiğinden bahsedilmiştir.[496]

Radyonun yöneticiliğini 1963 yılında vefat edene kadar Nazım Hikmet ve ondan sonra Yakup Demir (Zeki Baştımar) yapmıştır[497]. Bununla birlikte, radyonun gerçek yöneticisinin 1958’de radyonun Türkçe neşriyat müdürlüğüne getirilmiş olan Prof. Herbert Melzig olduğu da iddia edilmiştir.[498] Radyonun ilk kadrosu Aram Pehlivan, Sabiha-Zekeriya Sertel çifti, çiftin kızları Yıldız ve damatları Kürt Memo (Abuzer Özdemir), Hayk Açıkgöz, Anjel Açıkgöz ve Nazım Hikmet’ten meydana gelmiştir.[499]

Türkiye başta olmak üzere İtalya ve Yunanistan üzerine faaliyet yürüten[500], Türkçenin yanı sıra İtalyanca, Rumca, Arapça ve Kürtçe yayın yapan radyo, Türkiye’ye yönelik yayınlarında şive kullanımına önem vermiş, geniş kapsamlı bir müzik yayını yapmış ve böylece mümkün oldukça geniş bir kitle tarafından takip edilmeyi hedeflemiştir.[501] Ayrıca Devlet radyosunun ağdalı bir Türkçe ile iktidar merkezli yaptığı yayınların aksine, yalın bir dil ile günlük hayattan seçtiği konuları islemiştir.[502]

TKP’nin yayın organı olmasına rağmen doğrudan komünizm ya da Sovyet Birliği propagandasına girişmeyen radyo, halkın sorunlarını yayınlarının ana teması olarak belirlemiştir.[503] NATO ve CENTO gibi oluşumları ve Amerika yanlısı Türk dış politikasını hedef alan, topluma Amerika aleyhtarlığını telkin eden ve Türk-Sovyet ilişkilerinin iyileşmesi gereğine vurgu yapan radyo, Türkiye’nin Batı bloğundan ayrılıp tarafsız bir konuma kayması yönünde faaliyet göstermiş,  mevcut hükümetleri ve siyasi partileri ağır şekilde eleştirmiş, siyasetçileri ve yazarları Amerikan ajanı olmakla itham etmiştir.[504]

Yayın politikası sebebiyle radyonun sol yayınlarla ortak faaliyet yürütmekle itham edildiği dönemler olmuş ve birçok kez de, zaman zaman ağır biçimde eleştirdiği, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile özdeşleştirilmeye çalışılmıştır.[505] Bu durum, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesinden kısa bir süre önce açılan 18 Nisan 1960 tarihli Meclis tahkikatında belirgin bir nitelik kazanmıştır. Yukarıda da değindiğimiz üzere Demokrat Parti (DP) iktidarının son döneminde yayın hayatına geçen Bizim Radyo, 27 Mayıs hareketine kadar geçen süre zarfında başta DP iktidarı ve siyasetçileri olmak üzere Türk-Amerikan ilişkileri ve bu bağlamda Türk dış politikası aleyhine yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. Bu sebeple DP iktidarının hedefine giren radyo, CHP ile bir kısım basının faaliyetlerini tahkik etmek amacıyla açılan Meclis tahkikatına da konu olmuştur.

18 Nisan 1960’da Meclise sunulan tahkikat önergesinin bir bölümünde; CHP’nin, aslen komünist bir radyo olan Bizim Radyo’yu kendisine aitmiş gibi göstererek, halkı bu radyoyu dinlemeye sevk ettiği ve böylelikle kamuoyunu bu tehlikeli yayının zararlı tesirlerine maruz bırakmayı amaçladığı iddia edilmiştir.[506] Önergenin kabul edilmesiyle faaliyete geçen Tahkikat Komisyonu, DP iktidarı ve siyasetçileri ile Türk-Amerikan ilişkileri aleyhine yürütülen zararlı propagandalar hakkında İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla ülke genelinde kapsamlı bir tahkikat yürütmüş ve tahkikat esnasında hem bizzat Bizim Radyo’nun faaliyetleri hem de bu radyonun, önergede belirtilen şekilde CHP’nin amaçlarına dâhil edilmesi hakkında vilayetlerden malumat toplamıştır.[507] Bununla yetinmeyen Komisyon, oluşturduğu bir alt komisyon marifetiyle Kayseri’de meydana gelen hadiseleri bölgede tahkik ettiği esnada, Kayseri’nin Tomarza ilçesinde çokça dinlendiği belirlenen Bizim Radyo hakkında ilçeden birçok kişinin ifadesine başvurmuştur. Kayseri’den elde edilen bilgiler, radyoya ait frekans bilgilerinin vatandaşlar arasında kulaktan kulağa aktarıldığını ve özellikle muhalif kesimin uğrak yeri olan kahvelerde bu radyonun toplu halde dinlendiğini ortaya koymuştur.[508] Bununla birlikte, Meclis tahkikatı esnasında, Bizim Radyo yayınlarının DP’ye muhalif olan basının yayınlarıyla benzerlik gösterdiği, radyonun yurt dışından idare edilen bir komünist faaliyet olduğu ve sanılanın aksine ülke genelinde çok da fazla bilinmediği tespit edilmiştir. Ayrıca radyonun ülke gerçeklerini saptırmadan verdiğine yönelik propagandaların revaçta olduğuna, yayın politikası sebebiyle CHP’nin gizli bir yapılanması gibi algılandığına ve zaman zaman CHP aleyhine de yayın yapması sebebiyle bu algının boşa çıktığına dair bilgilere ulaşılmıştır.[509][17]

  27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesine giden süreçte özellikle DP iktidarına ve Türk-Amerikan ilişkilerine karşı yürüttüğü sert muhalefetle dikkat çeken Bizim Radyo, 1 Nisan 1958’den itibaren 31 yıl kesintisiz faaliyet yürütmüş ve 11 Haziran 1989’da yayın hayatına son vermiştir[510].

Dr. Mehmet Şah Özcan

Süleyman Sami Gündoğdu Demirel

Isparta İslamköy, 1 Kasım 1924.Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı ve 30, 31, 32, 39, 41, 43 ve 49. Cumhuriyet hükümetleri Başbakanı.

              Süleyman Demirel, 1 Kasım 1924 tarihinde Isparta Atabey’e bağlı İslamköy’de dünyaya geldi.[511] Babasının adı Hacı Yahya Demirel, annesi Umman Demirel’dir. İlkokul ve ortaokul ikinci sınıfa kadar eğitimini İslamköy’de almıştır. Ortaokul son sınıfı ve liseyi Afyonkarahisar’da tamamladı. [512] 1942-1943 eğitim ve öğretim yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yüksek tahsiline başladı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin İnşaat Fakültesinden 1949 yılında Yüksek Su Mühendisi diplomasıyla mezun oldu. 1949-1950 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde “Bureu of Reclamation”a incelemeler yapması için gönderildi. Yurda dönüşünde Elektrik İşleri Etüd Dairesi’ne girdi. 1954 yılında Barajlar Dairesi Reisliği’ne getirildi. Aynı yıl Eisenhower Bursu’nu kazanan ilk Türk olarak yeniden ABD’ye gitti. Eğitimi tamamlandığında bu kez Devlet Su İşleri Genel Müdürü oldu. 27 Mayıs 1960 Darbesi sırasında askerlik vazifesinde bulunuyordu. Askerlik hizmetinden sonra Morrison İnşaat Şirketi’nin Türkiye temsilcisi olarak müteahhitlik yaptı. Yarı zamanlı olarak ODTÜ’de kısa süreli öğretim üyeliğinde bulundu. 1962 yılında Adalet Partisi’ne üye olmasıyla aktif siyaset yaşamı başladı. AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın vefatı üzerine 1964 yılının Kasım ayında toplanan ikinci olağan Büyük Kongre’de Adalet Partisi genel başkanlığına seçildi.[513] 1965 yılında yapılan seçimlerde %52’lik oy oranıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Başbakanı olarak 30. Cumhuriyet hükümetini kurdu.[514]

              Başbakanlığı süresince ekonomik atılımlar, su ve elektrik yatırımlarına ağırlık veren Süleyman Demirel, genel başkanlığını yaptığı siyasi hareketin öncülü durumundaki DP’lilerin affı ve siyasi haklarının iade edilmesi meseleleriyle de meşgul oldu. 1969 yılının mayıs ayında eski DP’lilere siyasi haklarının geri verilmesini sağlayacak yasa tasarısının Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilip Cumhuriyet Senatosu’na götürüldüğü süreçte yeni bir askeri darbe tehlikesi ile karşılaştı.[515] Bu durum karşısında yasa teklifini geri çekmek zorunda kaldı ve af tasarısını 1969 seçimlerinden sonraki parlamento dönemine bırakma kararı aldı.[516] 1969 seçimlerinde AP’nin oy oranının %46.5’e gerilemesine rağmen seçim kanunundaki “milli bakiye” sisteminin kaldırılmasından dolayı yeniden tek başına iktidar oldu. Dünya genelinde Mart 1968’de başlayan üniversite öğrenci olaylarının 1969’dan itibaren etkisin Türkiye’de de göstermesi ve AP’nin Demokrat Parti’nin devamı niteliğindeki politikaları ordu içerisindeki cuntaları rahatsız etti.[517] 15-16 Haziran 1970’te meydana gelen işçi eylemleri, Demirel ile işçi çevrelerinin bağını tamamen kopardı. Demirel, ordu ile ilişkilerini iyi tutmak adına 1966 yılında meclis aritmetiği kendisinin cumhurbaşkanı seçilmesine yettiği halde dönemin Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin önünü açmıştı.[518] Ancak bu evrede Sunay’dan beklediği desteği alamadı. 0rdu içerisinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un liderliğini yaptıkları cuntanın hazırlıklarından MİT Müsteşarı tarafından haberdar edilmedi.[519] Gürler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün’le alt kademeden gelişen bir cuntayı tasfiye etti.[520]

              12 Mart 1971 tarihinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un imzalayıp hükümete verdikleri muhtıra ile Süleyman Demirel, Başbakanlıktan istifa etti.[521] 12 Mart ile başlayan ara rejimde kurulan Nihat Erim hükümetlerine kerhen destek vermeyi kabul ederek hükümete Adalet Partisi’nden bakan verdi. 1973 seçimlerinde iktidara gelemeyen Demirel, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Başbakanlık görevinden istifa eden Bülent Ecevit’in yerine Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Güven Partisi ile bir araya gelerek Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni kurdu. 1977 seçimlerinden sonra hiçbir partinin tek başına iktidar olmayışı üzerine bu kez Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi ile II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni kurdu. Ancak bu hükümet beş buçuk ay görev yaptı. Türk siyasi hayatına “Güneş Motel Olayı” olarak giren, 11 Adalet Partili milletvekilinin bakanlık karşılığında Cumhuriyet Halk Partisi’ne transfer olmasıyla II. Milliyetçi Cephe Hükümeti düştü. Demirel, Başbakan Bülent Ecevit’e bir protesto şekli olarak Başbakan yerine “hükümetin başı” demeyi tercih etti.[522] 1979 yılının Aralık ayında yapılan ara seçimlerde AP’nin beş sandalyeyi de kazanması üzerine CHP hükümeti istifa etti. Demirel altıncı kez hükümet kurdu. Türk siyasi hayatında ekonomi politikalarında dönüm noktası olan ve serbest piyasa ekonomisine geçiş programı olan 24 Ocak 1980 Kararlarını açıklayan Demirel, 1980 yılında gerginleşen siyasi ortamda çözüm üretebilecek politikalar geliştiremedi. 12 Eylül 1980 tarihinde bir kez daha Başbakan iken askeri darbenin devirdiği isim oldu.[523] Darbenin ardından eşi Nazmiye Demirel ile bir ay Çanakkale Hamzakoy’da gözetim altında kaldı.[524] 7 Kasım 1982’de referandumla kabul edilen 1982 anayasasıyla 10 yıl siyasetten men cezası aldı. Ancak siyasi faaliyetlerden uzak durmadığı gerekçesiyle bu kez Zincirbozan’da zorunlu ikamete tabi tutuldu. Zincirbozan’da 136 gün kaldıktan sonra serbest bırakıldı. 1987 yılında siyasi yasakların kaldırılması referandumunda etkin propaganda çalışmalarına katıldı.[525] Yasakların kaldırılmasıyla Doğru Yol Partisi’nin genel başkanı oldu. 1987 seçimlerinde muhalefet partisi lideri olarak TBMM’ye geri döndü. 1991 seçimlerinde DYP’nin aldığı %27’lik oyla, SHP ile anlaşarak yedinci kez Başbakan oldu.[526] 17 Nisan 1993 tarihinde 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani vefatı üzerine 16 Mayıs 1993 tarihinde hükümet ortağı SHP’nin de desteğiyle 9. Cumhurbaşkanı seçildi.

              Cumhurbaşkanlığı döneminde ilk hükümeti kurma görevini, kendisinden boşalan DYP Genel Başkanlığına seçilen Tansu Çiller’e verdi. 24 Aralık 1995 seçimlerinin ardından hiçbir partinin tek başına iktidarı kazanamaması üzerine hükümeti kurma görevini seçimlerdeki oy sıralamasıyla RP, ANAP ve DYP partilerine verdi. ANAP-DYP hükümetinin usulsüz güvenoyu aldığının tespit edilerek düşürülmesi üzerine Refah Partisi Genel Başkanı Necmeddin Erbakan başbakanlığında RP-DYP hükümeti kuruldu. Ordunun Erbakan’a yaklaşımı ve Batı Çalışma Grubu’nun yıpratma faaliyetleriyle bu hükümetin baskı altına alındığı süreçte cumhurbaşkanı olarak gelişmeleri takip etti.[527] 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan ve dokuz saat süren Milli Güvenlik Kurulu’na başkanlık etti. MGK’dan çıkan kararların Başbakan Erbakan tarafından imzalanmasıyla başlayan askeri vesayetin ağırlığının yoğun hissedildiği evrede 18 Haziran 1997 tarihinde hükümet istifa etti. Demirel, RP-DYP arasında hükümet kuruluş protokolü gereği Erbakan’ın hükümeti kurma görevinin Çiller’e verilmesi çağrısını kendi yetki alanına müdahale olarak değerlendirdi. Demirel, 28 Şubat sürecini bir post-modern darbe yerine siyasi bunalım olarak gördüğünü açıklayarak anayasaya bağlı aldığını açıkladı.[528] Hükümeti ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Böylelikle bir askeri darbenin önüne geçtiğini iddia etti.[529] 2000 yılında görev süresinin uzatılmasına ilişkin yasa teklifinin TBMM’de kabul edilmemesi üzerine 5 Mayıs 2000’de Cumhurbaşkanlığı görev süresi oldu.[530] Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in 10. Cumhurbaşkanı seçilmesiyle görevi devretti. Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra kamuoyunda aktif siyasete döneceği izlenimini vermesine karşın ikamet adresi olan Güniz Sokak’ta emekli politikacı yaşamını sürdürdü. 17 Haziran 2015 tarihinde tedavi görmekte olduğu Güven Hastanesi’nde 90 yaşında iken vefat etti.                                                                                                      

Çağhan Sarı

         14 Mayıs 1950 Akşamı Darbe Teşebbüsü

DP’ye karşı, birçok siyasi ve asker simanın hatıratında sözü edilen ve gazetecilerin eserlerinde yer almakla beraber herhangi bir yazılı belge ile tespit edilemeyen ilk darbe girişimi, 14 Mayıs 1950 seçim gecesinde yaşanmıştır. Bazı generaller devlet yüksek kademesine darbe teklif ettikleri halde sert yanıtla karşılaşmışlardır.[531] 1. Ordu Müfettişliği Çankaya’yı telefonla arayarak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye, seçimlerde komünistlerin fesat karıştırdığı iddiasıyla seçimlerin iptalini teklif edilmiş, İnönü kesin bir dille reddetmiştir. Bu iddianın kaynağı gazeteci ve siyasetçi Orhan Birgit’tir.[532] Saat 22.00 sularında CHP İstanbul İl Başkanlığı’nın birinc kattaki parti müfettişliğindeki telefon görüşmesi Orhan Birgit şöyle aktarmaktadır: “Santral memuresi, Hayriye Ulumeriç, ‘Parti müfettişi beyefendiyi, 1. Ordu müfettişi pala arıyor’ dedi. Ben, SADİ (Irmak) Bey’e verdim telefonu. Karşıda komutanın emir subayı varmış. O da telefonu komutana verdi. Sadi Bey konuşurken, ‘Ya… ya… ya…’ diyerek önüne küçük notlar aldı. Rengi değişti telefonu kapattı”.[533] Sadi Irmak, bu telefon görüşmesinden sonra Ankara’yı arayarak İsmet İnönü ile görüşmek istedi. Yine Orhan Birgit’in aktarımına göre şöyle bir konuşma gerçekleşti: “Cumhurbaşkanıyla değil bir yaverle konuştuğunu anımsıyorum. Söylediği şu: “1. Ordu müfettişi paşa, alınan sonucun pek iç açıcı olmadığını söylüyor. Ama aynı zamanda sıkıyönetim komutanı olduğu için eğer cumhurbaşkanı emrederse sandıklara bir komünist fesadın karıştığına dair karineleri yürürlüğe koymak için hazır olduğunu bildiriyor”.[534] İnönü’nün yanıtını Birgit şöyle aktarmaktadır: “Telefon Sadi Bey’in elinde bekliyor. Karşıdaki yaver gitti, cumhurbaşkanıyla konuştu. Bana en azından bir asır gibi gelen bir zaman geçti. Yüzler çok gergin ve heyecanlı… Yani bir sırat köprüsünün üzerinde insanlar… Cumhurbaşkanı ‘Milli iradeye, halkın istediğine tamamen uyulması gerektiğini, halk ne isterse onun olacağını, seçimin bu anlama geldiğini’ söylemiş ve 1. Ordu komutanına da sevgilerini iletmesini bildirmiş. Telefon kapandı.”[535] Ancak sonradan Metin Toker’in bir yazı dizisi için İsmet İnönü’yle yaptığı mülakatta İnönü böyle bir görüşmenin olmadığını açıklamıştır.[536] Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi olan Haldun Derin de bu iddiayı yalanlamaktadır.[537] 14 Mayıs akşamı ordu içerisindeki bir başka toplantı iddiasını da sonrasında Demokrat Parti iktidarında Millî Savunma Bakanlığı yapacak olan Seyfi Kurtbek’ten gelmektedir. Kurtbek, Mehmet Ali Birand’ın hazırladığı Demirkırat belgeselinde ordu komutanlarının bir toplantısından haberdar olduğunu şöyle aktarmaktadır: “O sırada ben, bu haberi alınca Bayar’la konuştum. Dedi ki, ‘Kumandanlar Askeri Şura’yı toplamış, oradan da köşke gitmişler’. Ve onun üzerine ‘Genelkurmay Başkanıyla görüşeyim’ dedi. Genelkurmay Başkanına telefon etti. O da, ‘Ben onları vazife için toplamıştım, şimdi hepsi yerlerine hareket ettiler’ dedi”.[538] 14 Mayıs 1950 akşamı hatıratlara geçen komutanlar arasındaki hareketlilik Demokrat Parti iktidarına karşı ilk cunta hücrelerinin 1954’te kurulduğu bilgisinin doğruluğunu sorgulatmaktadır.

Çağhan Sarı

24 Ekim Çankaya Mutabakatı

21 Ekim Protokolünün hazırlanıp Ankara’da darbe hazırlıkları için Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’la temasa geçilmesinin ardından Devlet Başkanı Cemal Gürsel, parti liderleri ve Ankara’da bulunan komutanların bir araya gelmesi gündeme geldi. Cevdet Sunay, 23 Ekim’de kuvvet komutanlarını, kurmay başkanlarını ve ordu komutanlarıyla kolordu komutanların Genelkurmay Başkanlığında topladı. Sunay komutanlara: “Gerçi siyasi durum vahimdir, emniyet verici değildir. Fakat, her şey bitmiş gözüyle de bakılamaz. Şayet Gürsel’i cumhurbaşkanı seçtirirsek, İnönü de kabineyi kurarsa müdahaleye gerek kalmayacaktır. Bunun için parti liderleriyle bir toplantı yapmak faydalı olacaktır. Sizden, alınmış olan müdahale kararına engel olmanızı istemiyorum” dedi.[539] Sunay askeri darbeyi ilk anda bu çıkışıyla önledi. Siyasi liderler, 21 Ekim protokolünden 22 Ekim’de haberdar oldular.[540] Siyasi liderlerden CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, damadı Metin Toker aracılığıyla İstanbul’daki Refik Tulga’ya “müdahale olursa açıktan cephe alırım” mesajını iletti.[541] 24 Ekim günü Çankaya’da Cemal Gürsel başkanlığında komutanlar ve siyasi liderler bir araya geldiler. Toplantıda askeri kanat içerisinde protokole sonradan imza koyan, 12 Mart’ın komutanlarından Muhsin Batur da yer alıyordu.[542] Toplantının akıbetini belirleyen çıkış da İnönü’den geldi. Komutanlara, “Bu anayasa silahlı kuvvetlerin eseri mi? Eğer öyle ise bu işlere ne karışıyorsunuz? Bunlar meclislere ait işlerdir” dedi.[543] Meselenin hali için siyasilere biri şifahen dördü yazılı beş şart öne sürüldü. Buna göre Cemal Gürsel, cumhurbaşkanı seçilecek, Eminsu’lar orduya geri dönmeyecek, 147’ler üniversiteye dönmeyecek, DP’lilere af çıkarılmayacaktı. Yazılı olmayan şart ise hükümetin İsmet İnönü Başbakanlığında kurulmasıydı. [544]

              AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala, partisindeki vekillerin birçoğunu henüz tanımadığını ve bu maddelerin benimsenmesinin kolay olmayacağını söyledi Gürsel de yanıt olarak; “Siz o partinin horozusunuz, tavukları kanatlarınız altına alırsınız” dedi.[545] Tavrını yumuşatmayan tek siyasi lider Osman Bölükbaşı oldu.[546] İsmet İnönü, DP’lilere af çıkarılmayacak maddesine “şimdilik” şerhinin düşürülmesini sağladı. 24 Ekim toplantısı sonunda yazılı metin siyasiler ve Cemal Gürsel arasında imza edildi. Müdahale ihtimalinin ortadan kalkmasına Aydemir’in liderliğindeki Albaylar Cuntası sıcak bakmadı. Aydemir hoşnutsuzluğunu saklamadı. İstanbul grubu da faaliyetlerini yer altına aldı.[547] 25 Ekim’de meclisin açılmasının ardından 26 Ekim’de Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçildi. Gürsel hükümeti kurma görevini İsmet İnönü’ye verdi. CHP ve AP böylelikle 24 Ekim’in gölgesinde cumhuriyetin ilk koalisyon hükümetini kurdular. [548]

Çağhan Sarı

21 Ekim Protokolü

27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasında her ne kadar seçimlere üç ay içerisinde gidileceği duyurulmuş olsa da Milli Birlik Komitesi içerisindeki tartışmalar sonunda Türkiye’de seçimlerin kısa sürede gerçekleşmeyeceği anlaşıldı. Öğretim üyelerinden oluşan bir komisyonun DP’lilerin yargılanma önerisi MBK tarafından kabul edildi ve Yassıada mahkemeleri kuruldu. Bu süreçte MBK, birliğini muhafaza edemedi. Görüş ayrılıkları üzerine 13 Kasım 1960’ta komite içerisindeki 14 subay[549] çeşitli yurt dışı görevlerine gönderildi.[550] Ara dönemin uzaması sonucunda 27 Mayıs’ta aktif rol oynamayan subaylar, Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında yeni bir oluşum kuruldu. Yassıada mahkemelerinden çıkan idam cezalarının infazında Silahlı Kuvvetler Birliği’nin ağırlığı hissedildi. Bu esnada Kurucu Meclis çalışmalarını tamamladı ve yeni anayasa hazırlanarak seçmenin onayına sunuldu. Siyasi partilerin faaliyetlerine izin verilmesiyle yeni partiler kuruldu.

              27 Mayıs’ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı olup sonrasında emekliye sevk ettirilen Orgeneral Ragıp Gümüşpala, Adalet Partisi’nin kurucu genel başkanı oldu.[551] Kocaeli DP milletvekili iken 1955 yılında İspat Hakkı meselesinde Hürriyet Partisi’ne geçen Ekrem Alican Yeni Türkiye Partisi’ni kurdu.[552] Bu iki parti de Demokrat Parti’nin mirasçısı konumundaydı. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, yeni isimlerle kadrosunu güçlendirirken ara dönemde en çok gündemde olan Cumhuriyet Partisi’ydi. Seçimlerin 15 Ekim 1961 tarihinde yapılacağının tespit edilmesinin ardından partiler seçim çalışmalarına başladı. Propaganda sürecinde ordu, CHP’ye mesafeli dururken yeni partilere antipatisini açığa vurdu. Seçimlerde sandıktan 27 Mayıs’ı benimseyenlerin beklemedikleri sonuç çıktı. CHP %36.74, AP %34.80, CKMP %13.95, YTP %13.72 oranında oy aldı. Nispi temsil sonucunda CHP 173, AP 158, CKMP 54, YTP 65 milletvekilliği çıkardı. 1961 Anayasasıyla kurulan Cumhuriyet Senatosu’nda AP 71, CHP 36, YTP 27, CKMP 16 senatörlük kazandı. DP’nin siyasi mirasçısı konumundaki AP ve YTP, CKMP’yle de anlaştığı takdirde, anayasayı dahi değiştirebilecek vekil ve senatör sayısına ulaştı.[553]

              AP, iktidara gelme ihtimalinin üstüne gitti. Samsun AP Senatörü Ali Fuat Başgil, sonrasında zorla geri aldırılacağı cumhurbaşkanlığına adaylığını açıkladı.[554] Kulislerde “Eminsu”ların orduya geri döneceği, 147’lerin üniversitedeki görevlerine iade edileceği, Kayseri cezaevindeki DP’lilerin affedileceği yüksek sesle telaffuz edildi.[555] 27 Mayıs’la beraber politikanın tam odağındaki ordu, seçim sonuçlarından hoşnut olmadı. MBK’li Suphi Karaman’ın aktardığına göre Silahlı Kuvvetler Birliği’nde olan komutanlar, “27 Mayıs oldu da ne oldu, yine Demokratlar geliyor” şeklinde serzenişte bulundular.[556] Ordunun emir komuta hiyerarşisi içerisinde disiplinin hâkim olması, seçim sonuçlarındaki hoşnutsuzluğun yankısını arttıran bir başka unsur oldu. İstanbul’da Askeri Vali Kor. Refik Tulga ve İstanbul’da bulunan 1. Ordu Komutanı Kor. Cemal Tural ayrı bir cunta olarak hareket ederken, Ankara’da Albaylar Cuntası olarak anılan Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir ve arkadaşları ve Genelkurmay Başkanı, ordunun en tepesindeki subaylar olmalarına karşı kıtalar üstündeki otorite sorununu ve cunta faaliyetlerini fark ediyorlardı.

              21 Ekim 1961 Cumartesi günü İstanbul Yıldız’da Harp Akademileri binasında seçim sonuçlarını tartışmak üzere 9 general ve 26 albay bir araya geldi. Saat 14.30’da toplantı başladı.[557] Toplantıya katılan Emin Aytekin’e göre aslında durum değerlendirmesi için bir araya gelinmişti. Ancak kısa sürede istişare havası yerini bir ihtilal toplantısına bıraktı.[558] Toplantıya katılan isimlerin hatıratlarından anlaşıldığı üzere Kor. Cemal Tural ile iki albay toplantıya daha sonra dahil oldular. Refik Tulga başkanlığında toplanan komutanlar, yeni oluşan parlamentoya karşı güven duymadıkları konusunda hem fikirdi. Generaller arasındaki eğilim, hareketin yeni meclisin açılacağı 25 Ekim’den önce gerçekleşmesi durumunda bunun 27 Mayıs’ın bir tasarrufu olacağı yönündeydi. Müdahale kararının alınmasıyla karar yazıya döküldü. Genel olarak cunta faaliyetlerine bakıldığı zaman yazılı bir metinle, bir protokolle yöntemin belirlendiği hususunda ciddi örnekler görülmemesine karşın İstanbul’da toplanan komutanlar müdahalenin ana hatlarını aşağıda yazılı olan protokolle çizdiler. Dört maddelik ve üç nüsha hazırlanan protokol metni şöyledir;[559]

              “21 Ekim Protokolü

              Harp Akademisi 21 Ekim 1961

              Zabıt Varakası

1)     Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları – aşağıda açık imzası bulunanlar- 21 Ekim günü saat 14.30’da toplanmışlar ve gündemlerinde mevcut olan konuları müştereken müzakere etmişler ve ittifakla aşağıdaki karara varmışlardır.

a)       Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra, gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmadan evvel, duruma fiilen müdahale edecektir

b)      İktidarı, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecektir.

c)       Bütün siyasi partiler faaliyetten menedilecek, seçim neticeleri ile Milli Birlik Komitesi feshedilecektir.

d)      Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961’den sonraki bir güne tehir edilmeyecektir

2)     İş bu Zabıt Varakası üç nüsha olarak tanzim edilmiş ve bütün üyeler tarafından aynı anda imza edilmiştir.

21 Ekim 1961

İmza Sahipleri:

Korgeneral Refik Tulga – Tümgeneral Fikret Esen – Tümgeneral Rafet Ülgenalp- Tümamiral Bahaddin Özülker- Tuğgenera Faruk Gürler- Tuğamiral Celal Eyiceoğlu -Tuğgeneral Yusuf Alpmansu – Tuğgeneral Faruk Güventürk – Tuğamiral Kemal Kayacan – Tuğamiral İsmail Sarıken – Kurmay Albay Behçet Özdemir – Kurmay Albay Doğan Özgöçmen – Kurmay Albay Suat Aktulga – Kurmay Albay Burhan Hunoğlu – Kurmay Albay Halim Kural  Kurmay Albay Recai Baturalp – Kurmay Albay Mehmet Bora  Kurmay Albay Vecihi Akın – Kurmay Albay Emin Aytekin – Kurma Albay Ferit Erdoğan – Kurmay Albay Necati İşcan- Hava Kurmay Albay Rıfat Erenulu – Top. Alb. Celal Baykan – Kurmay Albay Cemal Öçal – Dz. Kurmay Albay Bülent Tarkan – Dz. Kurmay Albay Zarif Çetindağ – Kurmay Albay Celal Ugan – Kurmay Albay Vahit Gürkan – Kurmay Albay Şerafeddin Olcay – Hava Kurmay Albay Emin Alpkaya – Kurmay Yarbay Ahmet Gergeç – Kurmay Albay Necati Ogan – Kurmay Albay Sadettin Cankır – Kurmay Albay Nihat Aslantürk – Hava Kurmay Albay Turan Çağlar – Kurmay Albay Fikret Göknar

Saat 18.00[560]

             Protokol Cemal Tural’a 37 imza ile sunuldu. Tural dolmakalemi ile imzaların tam ortasına imzasını attı ve Ankara’ya gitmeden hükümetin de belirlenmesini istedi.[561] Sivillerden oluşan Bakanlar Kurulu kabul görse de Başbakanlık’a emekli Org. Kazım Orbay, İçişleri Bakanlığı’na Tüm. Faruk Güventürk isimleri yazıldı. Hükümetin belirlenmesi sırasında Ankara grubuyla temas sağlandı. Saat 22.00’da Ankara’dan havalanan uçakla Albay Talat Aydemir, Albay Selçuk Atakan, Albay Halim Menteş, Albay Fevzi Arsın ve Yarbay Akkoç İstanbul’a gelerek toplantıya katıldılar.[562] Aydemir protokolü kabul etmekle beraber, harekete geçmek için heyecanını saklama ihtiyacı hissetmedi. Halim Menteş, protokole ciddi eleştiri getiren tek subay oldu. Menteş’e göre hükümetin CHP tarafından kurulmasını bekleyerek Anayasa’nın değiştirilmesi ya da hükümetin vazifesini yerine getirememesi durumunda müdahale yapılmalıydı.[563] Menteş’in görüşü kabul görmedi. Ankara grubu temsilcileri de protokolü saat 02.00’de imzalayıp Ankara’ya döndüler. Ankara’daki yüksek komuta heyetinin protokolü imzalaması için bir heyet kuruldu. Cemal Turan ile Kuzey Saha Deniz Komutanı, Harp Akademileri Komutanı, Marmara ve Boğazlar Bölge Komutanı heyetteki isimler oldu. Albay Osman Deniz’e göre heyet Cemal Tural, Faruk Gürler ve Refik Tulga’dan oluşuyordu.[564]

              Heyetteki isimler, Ankara’da Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ve kuvvet komutanları ile görüşmede iken İstanbul’da bekleyiş başladı. 1. Ordu karargahında toplanan komutanlar, mahiyetlerindeki birliklere alarm verdi. 66. Tümen Komutanı Faruk Güventürk, tümenini, harekatın ilk saatlerinde İstanbul’da kontrolü sağlayacak şekilde konuşlandırmaya başladı. Ankara’daki görüşmeler uzadıkça İstanbul grubu harekete geçilmeyeceği ve protokolün kurulacak hükümeti baskı altına almak için kullanılacağını anladı. İstanbul’da Fikret Esen ile Ankara’da Talat Aydemir arasında bir dizi görüşme oldu. Güventürk, Aydemir’le görüşmelerin sonunda daha fazla beklenilmemesi ve müdahalenin yapılmasını istedi. Fikret Esen kendi üstündeki rütbelerin henüz görüşmelere devam ederken böyle bir sorumluluğa girmek istemediğini belirtti.[565]

              Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, heyete olası bir müdahalenin dışarıda kabul görmeyeceğini, 27 Mayıs’ın yine meşru bir zeminde olduğunu, seçimleri tanımamanın beraberinde getireceği olumsuzlukları vurguladı. Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e mesele intikal etti. Parti liderleri ile Ankara’da bulunan komutanların bir araya gelmesiyle meselenin halline karar verildi. Genelkurmay Başkanı’nı müdahaleye ikna edemeyen heyet İstanbul’a döndü. Döner dönmez ilk iş olarak üç nüsha olarak hazırladıkları protokolün kopyaları istendi. Heyet Ankara’ya gitmeden önce Emin Aytekin ve Osman Deniz ayrı ayrı belgenin fotokopilerini çıkartmışlardır.[566] Protokol maddeleri gazetelerce defalarca yayınlandı ve inceleme eserleri ile hatıratlarda yer aldı. Ancak belgenin birebir fotokopisi Talat Aydemir’in hatıralarının Yapı Kredi Yayınları’nda olan basımında mevcuttur. İstanbul grubu üç nüshayı imha etti ve böylece 21 Ekim protokolü, ölü doğmuş bir vesika oldu.

Çağhan Sarı

Cemal Madanoğlu

27 Mayıs 1960 Darbesinde cuntada yer alan Tümgeneral.

              Cemal Madanoğlu, 1907 yılında Uşak’ın Eşme ilçesinde doğdu. Annesi Nazife Hanım, babası Eşmeli Mustafa Beydir.[567] İlk ve ortaöğretimi İstanbul’da okudu. Kuleli Askerî Lisesi’ni atlama ile bir yılda tamamladıktan sonra 1924 yılında Harp Okulu’na kaydoldu.[568] Piyade asteğmen olarak 1926 yılında mezun oldu. Piyade Atış Okulunu da tamamladıktan sonra ilk görev yeri olarak 1927 yılında Muğla 1. Dağ Alay Komutanlığı’na atandı. 1930 yılında üsteğmen oldu. 1931 yılında Niğde 12. Piyade Alayı’nda, 1933 yılında Cizre 7. Sınır Taburunda görev yaptı. Jandarma sınıfına geçerek Urfa İl Jandarma Komutanlığı’na girdi. 1934 yılında Siirt 10. Seyyar Jandarma Taburunda yüzbaşı oldu.[569] 1935-1936 yıllarında Sason’da çıkan Abdurrahman Eliye isyanını bastırdı.[570] İsyanı bastırdıktan sonra Kara Kuvvetlerine geri dönerek Siirt 1. Piyade Alayı Bölük Komutanı oldu. 1937 yılında 189. Piyade Alayına atandı. 1938’de kurmay stajına başladı. 1941 yılında Harp Akademisi’nden mezun olarak kurmay oldu. 1941’de binbaşı rütbesine terfi etti. 1946 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. Şube Müdürlüğüne getirildi ve yarbay rütbesine yükseldi. 1950 yılında 3. Yurtiçi Bölge Komutanlığı kurmay başkanlığına, ardından Kara Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Başkanlığı Şube Müdürlüğüne yükseldi. Aynı yıl Kore Savaşı’na katılan Türk birliğine Alay komutanı olarak katıldı. 1953’te Kore’deki Türk Tugayı Komutan Yardımcılığına atandı. 1954 yılında Tuğgeneral oldu. Aynı yıl Anzak Günü’nde Türkiye’yi temsil eden heyette yer alarak Yeni Zelanda’ya gitti.[571] 1957 yılında Siirt’teki 12. Tümen Komutanı oldu. Aynı yıl Erzurum 3. Ordu Kurmay Başkan Vekili oldu. 15 Ocak 1958’de Etimesgut Zırhlı Eğitim Tümeni, 22 Ekim 1958’de Elâzığ 10. Dağ Tümeni komutanı oldu. Tümgeneral olduktan sonra Kara Kuvvetleri Lojistik Daire Başkanlığı’na getirildi. Bu görevde iken 27 Mayıs’a giden süreçte Ankara’daki cunta yapılanmasına katıldı. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’in 1960 yılının mayıs ayında emekliliğe ayrılmadan önce izne ayrılarak İzmir’e gitmesi üzerine darbecilerin komutanlığını üstlendi. Darbede Ankara Sıkıyönetim Komutanlığını ele geçirdi. 27 Mayıs öğle saatleri Cemal Gürsel’in Ankara’ya gelmesiyle beraber fiili liderliğini, iki numaralı komutan olarak sürdürdü. 30 Ağustos 1960’ta Korgeneral oldu. 14’ler tasfiyesinde etkin rol oynadı. 20 Temmuz 1961 tarihinde Milli Birlik Komitesi’nden istifa etti. 11 Ekim 1961 tarihinde emekliye sevk edildi.

              Tümgeneral Cemal Madanoğlu, 27 Mayıs’a giden süreçte darbeyi gerçekleştiren cuntaya Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’in izne ayrılarak İzmir’e gideceği sırada katıldı. Kendi anlatımıyla Cemal Gürsel’e Lojistik Daire Başkanlığı olarak uğurlama gecesini organize ederek cunta ile temas sağladı.[572] Hiyerarşik rütbede üst seviye bir komutan olmaması nedeniyle 27 Mayıs cuntasının 1954’ten beri oluşturan isimler Madanoğlu’ndan önce Muzaffer Yurdakuler’e, Fahri Özdilek’e ve Cevdet Sunay’a liderlik teklif edildi. Bu isimlerin çekingen hareketlerinden sonra Orhan Kabibay tarafından Madanoğlu’na liderlik teklif edildi. Madanoğlu, kendisine iletilen teklifi kabul etti.[573] Orhan Kabibay ve Ekrem Acuner’i sonrasında evine davet ederek 14 Mayıs 1960’ta darbeye katılacak birlikleri ve planları konuşmak üzere bir toplantı düzenledi. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal ve Harp Okulu Komutanı Sıtkı Ulay’ın da cuntaya katılmasının ardından Sami Küçük, Fikret Kuytak, Ekrem Acuner ve Sezai Okan’la bir toplantı daha düzenledi. Liderliği Cemal Gürsel’in yokluğunda geçici olarak üstlendiğini yineledi.  Cuntaya bazı öneriler getirdi. Bunlar: Başbakan’ı istifaya davet edilerek darbe tehdidinde bulunulması, darbenin sıkıyönetim karargahından yönetilmesi, darbenin hiyerarşik düzende yapılması, kuvvet komutanlarına bilgi verilmesi ve darbe yapıldıktan sonra kışlaya dönülmesidir.[574] 21 Mayıs günü Harp Okulu öğrencilerinin kendilerinden habersiz yürüyüşleri üzerine yine bir toplantı düzenleyerek cuntanın darbeden vazgeçme eğiliminin önüne geçti.[575] Cuntanın 23 Mayıs’taki genişletilmiş birleşik komite toplantısına başkanlık etti. 25-26 Mayıs tarihinde darbenin yapılması kararlaştırıldı. Milli Savunma Bakanının toplantıdan şüphelenmesi üzerine darbe tarihi 27 Mayıs’a ertelendi. 26 Mayıs 1960 akşamı saat 21.30’da Madanoğlu’nun başkanlığında son darbe toplantısı yapıldı. Sıkıyönetim Ankara Komutanlığını üstlendi. Darbe planlamalarını hazırladı. Cuntanın ilan ettiği ilk bildirileri gözden geçirdi. Radyodan okunacak bildiride altına imza olarak konulan Türk Silahlı Kuvvetleri ifadesini ve ordunun “idareyi ele almıştır” ifadesini bizzat belirledi.[576] Saat 02.00’de darbede yanında bulunan subaylara darbeden sonra resmi görev alınmayacağına dair yemin ettirdi. Darbenin başladığı saatlerde Harp Okulu’ndan darbeyi yönettikten sonra saat 03.45’te Sıkıyönetim karargahına geldi.[577] Saat 06.45’te Erzurum’daki 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala’yı darbeye davet ederek liderin Cemal Gürsel olduğunu açıkladı. 27 Mayıs’ın sabah saatlerinde Gümüşpala ve Sunay’ın desteğini alınca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun’un tutuklanma emrini verdi. Saat 12.05’te Cemal Gürsel’in Ankara’ya gelmesi üzerine Gürsel’i bilgilendirerek liderliği devretti. Aynı gün öğleden sonra üniversite öğretim üyelerinden tanıdığı isimleri Genelkurmay’a çağırarak kurucu meclisi ilan etmelerini istedi. Hocaların görüş ayrılığı üzerine onlardan kurulu bir anayasa komisyonunun kurulması ve cuntanın Milli Birlik Komitesi adı altında yürütmeyi üstlenilmesi kararına varıldı. Gürsel başkanlığındaki toplantıda subaylardan oluşan bir hükümetin kurulmasına engel olarak sivil teknokrat bir 27 Mayıs hükümetinin kurulmasına ön ayak oldu.[578] Milli Birlik Komitesi içerisinde Albay Alparslan Türkeş’le liderlik mücadelesine giren Madanoğlu 13 Kasım 1960’ta Türkeş’in de aralarında bulunduğu 14 MBK üyesin tasfiye etti. MBK içerisinde partileşme ve iktidarı devretme meselelerinde görüş ayrılığına düşerek 20 Temmuz 1961’de komiteden istifa etti. Komite 30 Temmuz’da istifasını kabul etti. 11 Ekim 1961’de emekliye sevk edildi. 1961 seçimlerinden önce komiteden ayrıldığı için MBK üyelerinin yararlandığı doğal senatörler arasında yer almadı. 1966 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Kontenjan Senatörü oldu.[579] Emekli olduktan sonra Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Milli Demokratik Devrim görüşünü savunanlar tarafından kurulan cuntanın lider olması için baskı yapıldı.[580] 9 Mart cuntasında yer aldığı zannıyla Ankara ve İstanbul sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı ancak savcıların yetkisizlik kararıyla serbest kaldı.[581] 28 Temmuz 1993 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Çağhan Sarı

6/7 Eylül 1955 Olayları

II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünya sisteminde Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler Doğu Akdeniz’de bulunan Kıbrıs adasının stratejik önemini büsbütün artırmıştır.  Sovyet Rusya ve NATO bloku arasındaki stratejik rekabetin Kıbrıs eksenindeki yansımaları daha çok adadaki komünist yapıların canlanması ve bu yapıların Kıbrıs’ın kaderinin komünist ideoloji doğrultusunda çizilmesini arzulamaları yönünde olmuştur.[582] Soğuk Savaş sürecinde Doğu Akdeniz’deki faaliyet sahasını genişletmeye çalışan Sovyet Rusya, Kıbrıs’taki komünist yapıyı kullanma yanlısı bir tutum sergilemiştir. Kıbrıs’ta komünistlerin kurduğu Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) adadaki Ortodoks kilisesi ile işbirliği içinde hareket ederek Yunanistan’ın Kıbrıs’ı ilhak etme politikası olan “Enosis”i hayata geçirmek için çalışmıştır. Esasen, II Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs meselesi Yunanistan’da sık sık gündeme getirilmiş, hatta Yunanistan Başbakanı Metaksas, savaştan sonra Kıbrıs’ın Yunanistan’a bırakılacağını ileri sürmüştür.[583] Yunanistan’ın Kıbrıs’ı ilhak etmeye dönük politikası adadaki İngiliz yönetimini alarma geçiren bir durum yaratmıştır. Kıbrıs’taki Rumların 1931 yılında İngiliz idaresine karşı başlattıkları geniş katılımlı isyan hareketi adada yaşayan Türklerin endişeye kapılmalarına yol açmış, hatta sözü edilen dönemde Kıbrıs’tan Türkiye’ye yoğun bir göç hareketi başlamasını da beraberinde getirmiştir. İngilizler açısından bakıldığındaysa Kıbrıs’ta İngiltere’nin askeri varlığı Orta Doğu sömürgelerinin güvenliği için paha biçilmez bir önemde olduğu için adadaki gelişmeler sadece Yunanistan’ı değil, aynı zamanda İngiltere’yi de uluslararası bir krize doğru sürüklemiştir. Diğer yandan, İngiltere’de iktidarda bulunan İşçi Partisi’nin sömürgecilik karşıtı politikaları sonucunda Hindistan ve Filistin’in terk edilmesinden sonra Kıbrıs’ın elde tutulması muazzam bir önem taşımaktaydı.[584]

1950 yılında Makarios’un Başpiskopos sıfatıyla adaya gelmesinden sonra kurulan EOKA örgütünün faaliyetleri Kıbrıs’taki olayların şiddet sarmalına bürünmesine neden olmuştur. Aslında adadaki İngiliz idaresine karşı kurulan ve adanın Yunanistan ile birleşmesi ülküsünü gerçekleştirme amacını güden EOKA, zamanla adada yaşayan Türkleri de hedefleyen saldırılar gerçekleştirmiştir. Türkiye’deki kamuoyunu dehşete düşüren olayların yaşandığı sıralarda Yunanistan devleti konuyu uluslararası ortama taşıyarak Kıbrıs’taki statünün Yunanistan lehine değiştirilmesini talep etmiştir. İlk olarak konuyu İngiltere ile müzakere eden Yunanistan, daha sonrasındaysa 1954 ile 1958 yılları arasında konuyla alakalı beş kez Birleşmiş Milletler’e başvurmuştur.[585] 1955 yılının yaz aylarına gelindiğindeyse Kıbrıs konusunda önemli gelişmeler yaşanmıştır. İngiltere Dışişleri Bakanı Harold Macmillan, Kıbrıs meselesini bir İngiliz-Rum meselesinden ziyade, uluslararası bir konu haline getirmek istemiştir. Bu nedenle, İngiliz hariciyesi Türkiye’yi de konuya dâhil edip Yunanistan’ın hırslarını uyandırmak maksadıyla Londra’da bir konferans düzenlenmesi için hazırlıklara girişmiştir. 29 Ağustos 1955 tarihinde Londra’da Lancaster House’ta toplanan konferansta Türk ve Yunan tezlerinin çatışması konferansta sert bir hava estirmiştir. Fatin Rüştü Zorlu başkanlığındaki Türk heyeti, Kıbrıs’ta İngiliz idaresinin sonlanması durumunda egemenlik haklarının Türkiye’ye verilmesi gerektiği tezini işlemesi Yunanistan’ın Enosis hayallerini zora sokmuştur. Nihayet, 6 Eylül günü Selanik’teki Türkiye Konsolosluğu’na bomba atıldığı haberinin İstanbul’a ulaşmasının ardından başlayan gösterilerin de etkisiyle Londra Konferansı sonuçsuz bir şekilde dağılmıştır.[586]

6 Eylül günü Kıbrıs Türktür Cemiyeti çatısı altında toplanan İstanbul’daki öğrenci dernekleri, Taksim Meydanı’nda Selanik’teki bomba hadisesini protesto etmek için bir araya gelerek sloganlar eşliğinde İstiklal Caddesi’ne doğru yürümüşlerdir. Saat 20:30 sıralarında Rumlara ait ev ve işyerlerini yağmalama olayları başlamış ve kalabalık halindeki saldırganlar Şişli, Nişantaşı, Beyoğlu, Karaköy, Beyazıt, Kumkapı ve Yedikule civarında azınlıklara ait ev, işyeri ve kilise gibi mekanlara doğru yönelmişlerdir.[587] Hürriyet gazetesi, ilk tahrip olayının bayrak asmayı reddeden ve ayrıca gençleri tahrik eden Rum bir vatandaşa ait eczanede yaşandığını kaydederken Polise gelen ilk tahrip haberi, Osmanbey’deki Haylayf Pastanesi’ni işaret etmektedir. Aynı dakikalarda Taksim’deki Ankara Bakkaliyesi ve Yunan Olimpic Hava Yolları büroları da tahribata uğratılmıştır.[588] Fener Rum Patriği’nin Tarabya’da bulunan evini de tahrip eden saldırgan kalabalık Kıbrıs Türktür Türk Kalacak! sloganlarıyla İstiklal Caddesi’nde Rumlara ait birçok işyerini tahrip etmiş, dükkânların kepenk ve vitrinlerini kırarak içindekileri sokağa atmıştır. Olaylar sırasında Silvio, Baylan, İnci, Vili, Osep ve Daryo gibi o dönemin ünlü markalarına ait dükkânlar da tahrip edilmiştir. İngiliz arşiv belgelerine göre isyan, yağmalama ve bazı kundakçılık eylemleri ertesi sabaha kadar devam etmiştir. Rum azınlıkların yoğun olarak yaşadığı Büyükada ve Heybeliada’ya da ulaşan saldırganlar buradaki Rumlara ait evleri tahrip etmek istemişlerdir. Büyükada’da yaşayan milli futbolcu Lefter’in evini basan saldırganları engellemek isteyen Fenerbahçe taraftarlarının Anadolu yakasından motorlara binip adaya gelmeleri ve Lefter’in evinin önünde nöbet tutmaları örneğinin de gösterdiği gibi, Türk kamuoyu olaylar karşısında yekpare bir tavır sergilememiştir. Bir tarafta saldırgan gruba katılarak Rum mallarını yağmalayanlar geride büyük bir yıkım bırakırken diğer tarafta da Rum komşusunu öfkeli kalabalıkların elinden kurtarmaya çalışan Türklere dair anlatılara da sıkça rastlanmaktadır.[589] İstanbul’da ortaya çıkıp kısa sürede şiddetini arttırarak gelişen olaylar bir süre sonra İzmir ve Ankara’ya da sıçramıştır. İzmir’de yayınlanan Gece Postası adlı gazetede çıkan bir haberde yer alan; Konak’ta Yunan bayrağı dalgalanmamalıdır!  ifadesi, İzmir’deki olayları başlatan bir etki yaratmıştır. İzmir Fuarı’nda başlayan olaylar neticesinde Rumlara ait taşınmaz mallar zarar görmüştür.[590] İzmir’deki hadseler esnasında İzmir Emniyet Müdürü Zeki Demiroğlu, göstericiler tarafından atılan taş ile yaralanmıştır. Öfkeli kalabalık Alsancak semtinde bulunan İngiliz Kültür Heyeti’ne ait binayı yakmış, daha sonra Mesudiye Mahallesi’ndeki Yunan konsolosluk kâtibinin evine yöneldiyse de askerler buna mani olmuşlardır.[591]

6/7 Eylül olayları sırasında polisin ortaya koymuş olduğu tavır konusunda çeşitli iddialar öne sürülmüştür. Bir görüşe göre, polis memurları, sadece Taksim’deki milliyetçi gösteriler esnasında harekete duydukları sempatiyi göstermekle kalmamış, aynı zamanda da pasif bir tutum sergilemiştir.[592] Polisin olaylar karşısındaki tutumuna ilişkin genel kanı bu yöndeyken, hadiselerin yaşandığı dönemde genç bir avukat olan Hüsamettin Cindoruk ise o dönemin Türkiyesi’nde sokak eylemleri ve kitlesel gösterilere alışık olunmadığı için kolluk kuvvetlerinin olaylar karşısında hazırlıksız yakalandığını aktarmıştır.[593] Ancak polisin varlık gösteremediği olaylar karşısında askeri birliklerin 22:00’de harekete geçerek Beyoğlu’na girmesi ile bütün ulaşım yolları kontrol altına alınmış ve olaylar yavaşlamıştır. Gece saat 00.00’da sıkıyönetim kararının alınması ve sokağa çıkma yasağının ilan edilmesinden sonra askeri birlikler İstanbul’a tamamen hâkim olmuştur.[594] Ankara, İstanbul ve İzmir’deki kovuşturmalar sonucunda 5.104 kişi tutuklanmıştır. İstanbul’da yakalanan ve Selimiye ve Davutpaşa kışlalarında tutulan ve daha çok komünist kimliklikleriyle tanınan kişilerin olayları tertip edecek veya kitleleri yönlendirecek yeterliliklere sahip olmadıkları anlaşıldıktan bir süre sonra tutukluların tamamına yakını serbest bırakılmıştır. Yapılan tutuklamalara rağmen sıkıyönetim komutanlığı mahkemelerinin açtığı soruşturmalarda asıl suçlulara hiçbir şekilde ulaşılamamıştır.[595]

6/7 Eylül 1955 olayları oldukça ağır bir bilançoyla sonuçlanmıştır. Olaylar neticesinde ortaya çıkan zararın boyutu ile ilgili ilk açıklama yapanlardan biri olan Fuat Köprülü, toplam zararın 60 milyon TL olduğunu belirtmiştir.[596] Farklı kaynaklarda yer alan değişik rakamlara göre tahribatın boyutu ile ilgili sayısal veriler konusunda Fahri Çoker Arşivi’ne başvurulduğunda toplamda 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesisin saldırıya uğradığı anlaşılmaktadır.[597] Bunun yanı sıra, Helsinki İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 1992 yılında hazırladığı bir raporda 6/7 Eylül olayları sonucunda 15 kişinin öldüğü bilgisi yer almaktadır.[598]

Olaylar sonlandıktan sonra gün yüzüne çıkan korkunç tabloda toplam zararın boyutunun şaşkınlık verici düzeyde yüksek olduğu anlaşılmıştır. Vatan gazetesine göre maddi hasar 2 milyar, Tercüman gazetesine göre ise 300 milyon liradır. Alman Başkonsolosluğu’nun verilerine göre zararın toplam maliyeti 150 milyon lirayı bulmuştur.[599] Şiddet olaylarının kontrol altına alınmasından sonra Başbakan Adnan Menderes’in rahatlatıcı açıklamaları ile maddi kayıplar yaşayan vatandaşların zararının tazmin edileceği gündeme gelmiştir. Daha sonra Menderes ve Celal Bayar’ın himayelerinde İstanbul ve İzmir’de zarar görenlere yardım komitesi kurulmuştur. Kurulan komite ilk iş olarak Yapı Kredi Bankası, İş Bankası, İstanbul Ticaret Odası ve İstanbul Sanayi Odası’ndan toplamda 600.000 lira yardım almıştır. Kasım ayı itibarıyla toplanan yardımın miktarı 8,3 milyon lirayı bulmuştur.

6/7 Eylül olayları yakın tarihin tartışmalı konularından biri olarak güncelliğini koruyan ve zaman zaman politik mevzulara konu edilen bir mahiyet taşımaktadır. Olayları erken Cumhuriyet döneminin azınlık politikalarının Demokrat Parti dönemindeki bir uzantısı olarak değerlendiren yorumlara ek olarak Türkiye’nin NATO ile kurmuş olduğu tek taraflı bağımlılık ilişkisi ile açıklamaya dönük yaklaşımlar da konunun mahiyetini her yönüyle açıklamaktan uzaktır. Her ne kadar Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu bu olaylardan dolayı 6’şar yıl hapis cezası almış olsalar da Soğuk Savaş döneminin birçok tarihsel gelişmesi gibi, 6/7 Eylül olaylarının da karanlıkta kalan birçok yönü tarihçileri ihtiyatlı yorumlara sevk etmektedir.

Doç. Dr. Resul Babaoğlu

Akis Dergisi

Türkiye’de haber dergiciliğinin serüveni 1950’lilerde başlamıştır. “Haftalık aktüalite dergisi” veya haftalık siyasi dergi” olarak bilinen haftalık haber dergilerinin Türkiye’deki gelişimi bir ölçüde Batı ülkelerindeki basın-yayın dünyasının örnek alınmasıyla başlamıştır. Dünya ölçeğinde haber dergiciliği ekolünün öncülüğünü İngiltere’de yayın hayatına başlayan Time dergisi yapmıştır. ABD’de Newsweek, U.S: News and World Report, Almanya’da Der Spigel ve Fransa’da L’Express gibi dergiler Time’ın habercilik anlayışını takip etmişlerdir.[600] Basın yayın alanındaki bu dalganın Türkiye’de yarattığı etki ile 1950’li yılların ortalarından itibaren Akis, Devir ve Kim adlı dergiler yayın hayatına başlamıştır. Türkiye’de ilk haber dergilerinin ortaya çıktığı 1950’li yıllar, aynı zamanda Türkiye’de basın alanında görece bir yumuşama ve liberalleşme dönemine geçildiği bir dönemi ifade etmektedir. 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara geçmesinin ardından DP Hükümeti bütün gazeteci ve siyasi suçluları affettikten sonra 15 Temmuz 1950’de basına özgürlükler tanıyan yeni bir basın kanunu çıkarılmıştır.[601] 1950’li yıllarda basın alanında yaşanan bu olumlu gelişmelerle birlikte günlük gazeteler kitle gazeteciliğine geçme yönünde hızla yol almışlardır. Bununla birlikte, demokratikleşme hamlelerinin getirdiği özgürlük ortamı aynı zamanda haber dergiciliği için de uygun bir ortam yaratmıştır.[602] Bu gelişmelerin ilk meyvesi olan Akis, 1954 yılının Mayıs ayında Ankara’da Rüzgârlı Sokak’ta bulunan matbaada Metin Toker tarafından yayın hayatına kazandırılmıştır.

Derginin ilk sayısının kapağında “Haftalık Aktüalte Mecmuası” ibaresi yer almıştır. 1954’ten başlayarak 1968’e kadar yayın hayatını sürdürmüş olan Akis dergisinde Doğan Avcıoğlu ve Aydemir Balkan gibi dönemin entelektüel çevresinden isimlerin yanında hükümet kanadından da bazı isimlerin yazıları yayınlanmıştır. Bunun yanında dergide imzasız yazı ve yorumların da önemli bir yekûn tuttuğu görülmektedir. Türkiye’nin gündemini işgal eden olaylar ve gelişmeler arasında sayılabilecek dış politika, ekonomi, iç siyaset, teknoloji, kültür ve sanat gibi alanlarda da yazılar yayınlanan derginin hâkim dili Batıcı bir yaklaşım ve eleştirel bir dile dayanıyordu.[603]

Akis dergisi yayınlanmaya başladığı 1954 yılından itibaren ilk başlarda ölçülü ve tarafsız bir yayın politikası belirlemeye çalışmıştır. Dünyadaki siyasi dergicilik akımından feyz alınarak yayınlanan Akis dergisi objektif kriterleri önceleyen bir habercilik anlayışı takip etmeye çalışmıştır. Akis dergisinin yayın hayatına başladığı dönemin siyasal koşullarında konumlanan basın organları, iktidara destek veren Zafer ve Son Havadis, muhalefetin sözcüsü konumunda bulunan Ulus ve tarafsızlığını koruma çabasında olan Milliyet ve Cumhuriyet şeklinde sıralanabilir. Bu koşullarda yayın yapan Akis dergisin üçüncü kategoriye dâhil edilebileceği anlaşılmaktadır.[604]

Türkiye’deki haber dergiciliği işte bu ortamda Akis dergisinin öncülüğüyle doğmuştur. Paris’teki öğreniminin ardından Türkiye’ye dönen Metin Toker, derginin ilk sayısı için Adnan Menderes ve İsmet İnönü’den yazı istemiştir. İnönü bu isteği reddederken Adnan Menderes olumlu yanıt vermiştir. Metin Toker’in yazdığı, demokrasinin erdemlerinden söz edilen yazının altına Menderes’in imzası atılmıştır.  Derginin ilk sayısından itibaren önemli isimler kapak resmi olarak seçilmiş, yazı üslubundan haberlerin kategorilere ayrılış biçimine kadar hemen hemen her bakımdan Akis dergisi Time’ın bir kopyası görünümünde olmuştur.[6]

Derginin ilk sayısında “Yurtta Olup Bitenler” başlığı altında 1954 seçimlerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi yapılmış, meclis aritmetiği ve partilerin seçim performansları karşılaştırılmıştır. Daha sonra yer verilen “Dünyada Olup Bitenler” bölümünde de dış siyasi ve toplumsal haberlerden seçmeler yer almıştır.[7] Derginin ikinci sayısında okuyuculardan alınan dönütlerle ilgili bilgilere yer verilen ilk sayfada Akis dergisinin tarafsızlığı hususunda şu bilgiler yer almaktadır:

Okuyucularımız ekseriyet itibariyle memnunluklarını beyan ettiler. Aynı yolda devam edeceğiz. Aldığımız mektuplar arasında siyasi bakımdan tarafsızlığımızdan dolayı bizi alkışlayanlar, miktarı en yüksek olanlar; Buna mukabil, bazıları Demokrat Partiyi, bazıları Halk Partisini tuttuğumuzu ileri sürerek tenkidlerde bulunuyorlar. Bunu da tarafsızlığın icabı sayarak hoş karşıladık. Fakat inanılsın ki, ilk sayımızda ifade ettiğimiz gibi, fikirleri, rengi ne olursa olsun memlekette bir kıymet ifade eden şahsiyetlerin en aktüel meseleler hakkındaki düşüncelerini sütunlarımızda bulmakta devam edeceksiniz. Fikirler onlarındır. Biz aksettiriyoruz. Haftanın her sahadaki icmali de, aynı bitaraf gözle yapılmaktadır, yapılacaktır.[8]

Dergide yer alan yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi Akis dergisi, ilk sayılarında tarafsızlık konusunda iddialı bir konumda bulunmaktadır.  Ancak Metin Toker’in daha önce DP yanlısı bir çizgide yayınlanan Zafer gazetesinde çalışmış olması ve Akis dergisinde DP’li kimi milletvekillerinin yazılarına yer verilmiş olması Akis’in DP yanlısı olarak tanımlanmasına zemin hazırlamıştır. Hatta daha da ileri gidilirse Metin Toker’in ölümüne yakın bir tarihte yazmış olduğu bir köşe yazısında 1954 yılında Paris’ten döndüğü yıl yapılan genel seçimlerde İstanbul kütüğüne kayıtlı olduğu için oy kullanamadığını, şayet kullanabilseydi DP’ye oy vereceğini açıklamış olması, Akis dergisinin ve Metin Toker’in köşeli bir muhalefet anlayışından uzak durduğunu ortaya koymaktadır.[9] Ancak derginin bu tarafsız tutumu daha sonraları DP iktidarının muhalif çevrelere karşı başlattığı sert politikalarından sonra değişmeye başlamış, giderek eleştirel tarzda yazılara yer verilmeye başlanmıştır.[10] Bu tarihsel gerçekliğin yanında, Akis dergisinin muhalif bir zemine doğru kaymasına neden olan iki özel olaydan bahsetmek mümkündür. 1955 yılında Metin Toker’in İsmet İnönü’nün kızı ile evlenmesi ve derginin Dr. Mükerrem Sarol ile ilgili yer verdiği haberlerin dava konusu olması Akis dergisini iktidar karşıtı bir konuma sürüklemiştir.[11] Esasen bu durum 1954 seçimlerinden sonra iktidar kanadının bozulan ekonominin yarattığı toplumsal ve siyasal muhalefet dalgasıyla başa çıkmak için benimsemiş olduğu sert politikaların bir sonucuydu. Bu koşullarda Akis dergisinin duruşu, sorunların daha ziyade yüksek düzeyde mutabakat ile çözülebileceği yönünde olmuştur.[12] 17 Mart 1954 tarihinde yürürlüğe giren Neşir Yoluyla veya Radyo İle İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun ile basın çevreleri üzerinde kurulan tahakküm, Bedii Faik, Ahmet Emin Yalman ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi Metin Toker için de geçerliydi.[13] 24 Kasım 1955 tarihinde Ankara Başsavcılığı’ndan çağılan Toker, Mükerrem Sarol’un açtığı davadan haberdar edilmiş ve akabinde 9 ay hapse mahkûm edildikten sonra tutuklanmıştır.[14]  Sarol davası dışında Akis yönetici ve yazar kadrosunun yargılandığı başka davalar da vardı. Akis kadrosu yargılandığı davalarda aldığı cezalardan dolayı sık sık o dönemde “Ankara Hilton” diye tabir edilen Ankara Merkez Cezaevi’ne taşınmıştır. Cüneyt Arcayürek, Metin Toker, Yusuf Ziya Ademhan, Tarık Halulu, Kurtul Altuğ ve Süleyman Ege Ankara Cezaevi’ne giren Akis dergisi yazarlarındandı.[15] 27 Mayıs Darbesi’ni hazırlayan çalkantılı siyasal koşuların yaşandığı bir dönemde 30 Nisan 1960 tarihinde kapatılan Akis dergisi 30 Mayıs’ta yeniden çıkmaya başlamış ve 1965’ten itibaren politik imajından uzaklaşarak yeni teknolojik basım yöntemlerine ayak uyduramadığı için de 31 Aralık 1967 tarihinde yayın hayatından çekilmiştir.[16]

Doç. Dr. Resul Babaoğlu

5 Mayıs 1960 Protesto Mitingi

6 Haziran 1950’da Ordu’da Yapılan Tasfiye

Askeri Darbe

Askeri Müdahale

Askeri Vesayet

Atatürk’ü Koruma Kanunu

Atatürk’ün Na’şının Anıtkabre Nakli

Anayasa Mahkemesi

Eminsu Olayı

Ethem Menderes

Fahri Belen

Fahri Özdilek

Faruk Güventürk

DP Dönemi Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası

Eğe Büyük Taarruzu

Fevzi Çakmak

Güçler Birliği

Hürriyet Partisi

Hüseyin Nail Kubalı

I. Menderes Hükümeti

II. Menderes Hükümeti

III. Menderes Hükümeti

IV. Menderes Hükümeti

V. Menderes Hükümeti

İhtilal

Kurucu Meclis

Millet Meclisi

Milli Güvenlik Kurulu

Milli Savunma Bakanlığı

Mustafa Muğlalı Olayı

Orhan Erkanlı

Refik Şevket İnce

Salim Başol

Senato

Seyfi Kurtbek

Sıddık Sami Onar

Sıtkı Ulay

Suat Hayri Ürgüplü

Tarık Güryay

Temsilciler Meclisi

Turhan Feyzioğlu

Türkiye İşçi Partisi

Topkapı Olayları

Talat Aydemir

Tedbirler Kanunu

Ulus Gazetesi

Uşak Olayları

Vatan Cephesi

Yassıada Mahkemesinde Verilen İdam Kararlarının İnfazı

Yeni Türkiye Partisi

Yeşilhisar Olayları

Zafer Gazetesi

14 Temmuz 1958 Irak Askeri Darbesi

21 Mayıs 1960 Askeri Öğrenciler Yürüyüşü

CHP-CKMP- YTP Koalisyonu

Cumhuriyet Gazetesi

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi

Cuntacılık Faaliyetleri

Demokrat Parti Dönemi Basın

Demokrat Parti Dönemi Bürokrasi

Demokrat Parti Dönemi Radyo

Demokrat Parti Dönemi Resmi İlanlar

Demokrat Parti Dönemi Üniversite

Demokrat Parti Meclis Grubu

Demokrat Partililere Af

Genelkurmay Başkanlığı

İlk Hedefler Beyannamesi

İspat Hakkı

Kasım Gülek

Kırşehir’in İlçe Yapılması

Milli Birlik Komitesinin 1960’da Ordu’da Gerçekleştirdiği Tasfiye

Osman Bölükbaşı

Rağıp Gümüşpala

Rüştü Erdelhun

Şemi Ergin

Demokrat Parti

Cumhuriyet Halk Partisi

İsmet İnönü

Milli Birlik Komitesi

14’ler Olayı

147’ler Olayı


[1] Resmi Gazete, S.5905, (15 Ocak 1945), s. 8178

[2] TBMM, Kurucu Meclis Tutanak Dergisi, c.II, B. 15, (27 Mayıs 1961), s. 111

[3] Resmi Gazete, S.10859, (20 Temmuz 1961), s. 4641-4654  

[4] Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet, Tiav, Ankara 2020, s. 112

[5] Ümit Karadaş, “Askeri Gücün Anayasal Bir Yargı Yaratması ve Yürütme Erkini Etkin bir Şekilde Kullanması”, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Haz. A. İnsel-A. Bayramoğlu, Birikim Yayınları, İstanbul 2004, s. 295-296

[6] Resmi Gazete, S. 13964, (22 Eylül 1971), s. 1-6

[7] Resmi Gazete, S. 14482, (20 Mart 1973), s.1

[8] Kemal Karpat, “Political Developments in Turkey, 1950-1970”, Middle Eastern Studies, Vol. VIII/3, (October 1972), p. 352

[9] Emin Karakuş, 40 Yıllık Gazeteci Gözüyle İşte Ankara, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1977, s. 168

[10] Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, Tercüman Yayınları, İstanbul 1986, s. 123

[11] TBMM, Zabıt Ceidesi, D.10, c.I, (24 Mayıs 1954), s. 21-34

[12] Resmi Gazete, S.8469, (28 Temmuz 1953), s. 6836

[13] William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Alfa yayınları, Çev. A. Fethi, İstanbul 2014, s. 140

[14] K. Kayalı, age, s. 62

[15] W. Hale, age, s. 144-145

[16] Altan Öymen, … Ve İhtilal, Doğan Kitapçılık, İstanbul 2013, s. 528

[17] Sebahat Erdemir, Milli Birliğe Doğru, c.I, Türk Devrim Ocakları Yayını, Ankara 1961, s. 58

[18] Cumhuriyet, 28 Mayıs 1960

[19] Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Yayınevi, İstanbul 1984, s. 13; Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, c.I,  s. 9

[20] Şerif Demir, Adnan Menderes, s. 19

[21] Ahmet Ağaoğlu, Serbest Cumhuriyet Fırkası Anıları, İstanbul 1994, s. 26

[22] Celal Bayar, Başvekil, s. 26

[23] Ş. S. Aydemir, İnönü, s. 111

[24] TBMM, TD, D.7, B.72, c. XVIII, s. 232

[25] Kemal Karpat, Türk Demokrasi tarihi, s. 135

[26] Mehmet Ali Birand- Can Dündar-Bülent çaplı, Demirkırat Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Yayınları, İstanbul 1999, s. 40

[27] TBMM, TD, D.8, B. 48, c. XXIV, s. 706

[28] Resmi Gazete, 28 Nisan 1960, s. 1049

[29] Cumhuriyet, 18 Eylül 1961

[30] İsmet Bozdağ, Zaferlerle ve Şereflerle Dolu Bir Hayat, Celal Bayar, Tercüman Yayınları, İstanbul 1986, s. 3-4

[31] Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, Güven Yayıncılık, Ankara 1998, s. 19

[32] Erkan Şenşekerci, Türk Devriminde Celal Bayar (1918-1960), Alfa Yayınları, İstanbul 2000, s. 21

[33] Cemal Kutay, Celal Bayar, Süsler Matbaası, İstanbul 1949, s. 8; Celal Bayar, kendi doğum gününün 16 Mayıs olduğunu ifade ederken Yücel Demirel, Bayar’ın hesaplamasında küçük bir teknik hata olduğunu bu sebeple Bayar’ın asıl doğum gününün 15 Mayıs olduğunu iddia etmektedir. Celal Bayar, Kayseri Cezaevi Günlüğü, Haz. Y. Demirel, YKY, İstanbul 2018, s. 10

[34] Cemal Kutay, Üç Devirden Hakikatler, Alioğlu Yayınevi, İstanbul 1982, s. 38

[35] İ. Bozdağ, age, s. 8

[36] E. Şenşekerci, age, s. 26

[37] E. Şenşekerci, age, s. 27

[38] Celal Bayar, Bende Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, c. II, Sabah Kitapları, İstanbul 1997, s. 20

[39] Şerif Demir, “Milli Mücadelede Celal Bayar (1919-1923), Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Dergisi, S.15-16, (2009), s. 55-56

[40] S. Yeşilyurt, age, s. 30-31

[41] Davut Dursun, “Celal Bayar”, TDVİA, c.V, s. 216

[42] İ. Bozdağ, age, s. 22-23

[43] Ş. Demir, agm, s. 58

[44] E. Şenşekerci, age, s. 56

[45] Burhanettin Bilmez, Galip Hoca Komitacı Celal Bayar, Art Yayınları, Ankara 2008, s. 140-141

[46] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Türk Tayyare Cemiyeti, Ankara 1927, s. 284

[47] U. Kocatürk, “Celal Bayar’la Bir Konuşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.II, s. 5 (Mart 1986),  s. 333

[48] TBMM Gizli Celse Zabıtları, c.I, İstanbul 1985, s. 19

[49] TBMM, Zabıt Ceridesi, D.1, c.I, İ.16, (15 Mayıs 19336), s. 306-309

[50] C. Kutay, Bayar, s. 76

[51] E. Şenşekerci, age, s. 108-109

[52] C. Kutay, Bayar, s. 82-83

[53]  İ. Bozdağ, age, s. 36

[54] C. Kutay, Bayar, s. 92-93

[55]  İ. Bozdağ, age, s. 39

[56] E. Şenşekerci, age, s. 175-178

[57]  İ. Bozdağ, age, s. 69

[58] Uğur Mumcu, İnkılap Mektupları, Tekin Yayınevi, İstanbul 1994, s. 65-68

[59] Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, Mikado Yayınları, İstanbul 2008, s. 98

[60] U. Mumcu, age, s. 81

[61] Cüneyt Arcayürek, Bir İktidar Bir İhtilal 1955-1960, Bilgi Yayınevi, Ankara 1984, s. 268

[62] M. Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, Dünya Matbaası, İstanbul 1967, s. 38-39

[63] Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, Ümit Yayıncılık, Ankara 1994, s. 164

[64] Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var… 1908-1980, Milliyet Yayınları, İstanbul 1987, s. 256-257

[65] E. Aytekin, age, s.42-43

[66] Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, Güven Yayıncılık, Ankara 1998, s. 277-280; Samet Ağaoğlu, Demokrat Partinin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri Bir Soru, Baha Matbaası, İstanbul 1972, s. 144-145

[67] Nilüfer Gürsoy, 27 Mayıs ve Bizler, Yeni Ulus Yayınları, İstanbul 2012, s. 24-26

[68] S. Küçük, age, s. 1014

[69] Abdi İpekçi- Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2012, s. 191

[70] Tekin Erer, Yassıada ve Sonrası, Rek-Tur Kitap, İstanbul 1965, s. 634

[71] Celal Bayar, Kayseri Cezaevi Günlüğü, Haz. Y. Demirel, YKY, İstanbul 2018, s. 13

[72] Akis, S. 378, (25 Eylül 1961), s.25

[73] T. Erer, age, s. 636

[74] Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, Güven Yayıncılık, Ankara 1998, s. 401

[75] Cumhuriyet, 15 Şubat 1962; C. Bayar, age, s. 22-23

[76] Cumhuriyet, 17 Şubat 1962

[77] Cumhuriyet, 18 Şubat 1962

[78] Akis, S.399, (19 Şubat 1962), s.21

[79] Akis, S.455, (16 Mart 1963), s. 15

[80] Akis, S.457, (30 Mart 1963), s. 7

[81] C. Bayar, age, s. 95-99

[82] Cumhuriyet, 23 Mart 1963

[83] Akis, S.457, (30 Mart 1963), s 14-15

[84] Cumhuriyet, 24 Mart 1963

[85] Cumhuriyet, 28 Mart 1963

[86] Cumhuriyet, 29 Mart 1963

[87] C. Bayar, age, s. 120

[88] Cumhuriyet, 06 Ekim 1963; C. Bayar, age, s. 138-140

[89] Cumhuriyet, 08 Kasım 1964

[90] Cumhuriyet, 09 Kasım 1964; Akis, S. 543, (13 Kasım 1964), s.12

[91] Akis, S.631, (23 Temmuz 1966), s. 23)

[92] Cumhuriyet, 09 Temmuz 1966

[93] Cumhuriyet, 10 Ağustos 1966

[94] Muhsin Batur, Anılar ve Görüşler, Milliyet Yayınları, İstanbul 1985, s. 78

[95] Ercüment Yavuzalp, Menderes’le Anılar, Bilgi Yayınları, Ankara 1991, s. 112

[96] Çağhan Sarı, Eskişehir’in Demokrasi Serüveni (1946-1960), Gazi Kitabevi, Ankara 2021, s. 217-222

[97] E. Yavuzalp, age, s. 113

[98] Altan Öymen, Umutlar ve İdamlar, 1960-1961, Doğan Kitap, İstanbul 2018, s. 175

[99] M. Batur, age, s. 80-81

[100] İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Yılmaz Yayınları, İstanbul 1990, s. 19

[101] E. Yavuzalp, age, s. 114-116

[102] Abdi İpekçi- Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2012, s. 164

[103] Şerif Demir, Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes, Paraf yayınları, İstanbul 2010, s. 623

[104] A. İpekçi- Ö. S. Coşar, age, s. 176

[105] E. Yavuzalp, age, s. 119-120

[106] M. Batur, age, s. 84-86

[107] Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, Cem Yayınları, İstanbul 1971, s. 33-34

[108] Süleyman İnan, “İngiliz Belgelerinde Adnan Menderes’in Uçak Kazası”, Belgi, S.19, (Kış 2020), s. 1885

[109] Sabah, 17 Şubat 2011

[110] Sabah, 16 Şubat 2013

[111] Sabah, 17 Şubat 2011

[112] Ulus, 18 Şubat 1959

[113] S. İnan, agm, s. 1889

[114] Hürriyet, 20 Şubat 2013

[115] Sabah, 16 Şubat 2013

[116] Sabah, 16 Şubat 2013

[117] Orhan Erkanlı, Anılar… Sorunlar… Sorumlular, Baha Matbaası, İstanbul 1972, s. 352

[118] Yılmaz Çetiner, Nefes Nefese Geçen Bir Ömür, Epsilon Yayınevi, İstanbul 2006, s. 323

[119] Mehmet Ali Birand-Can Dündar-Bülent Çaplı, Demirkırat Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitapçılık, İstanbul 1999, s. 136-139

[120] Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları (1950-1960), Nurol Matbaacılık, Ankara 1998, s. 40

[121] TBMM, Tutanak Dergisi, D. 8, c. XXV, B. 72, (24 Mart 1950), s. 1107

[122] Cumhuriyet, 24 Nisan !950

[123] Ulus, 28 Nisan 1950

[124] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phoenix Yayınları, Ankara 2004, s. 162

[125] Zafer, 9 Mayıs 1950

[126] Zafer, 15 Mayıs 1950

[127] Cumhuriyet, 26 Mayıs 1950

[128] Şerif Demir, Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes, Paraf Yayınları, İstanbul 2011, s. 211

[129] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 321

[130] Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim,C.II, Pera Turizm,  İstanbul 1997,  s. 1713

[131] TÜİK, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Ankara 2012, s. 25

[132] Hanife Kuru, “27 Mayıs 1960 Dönemi: İktidar-Muhalefet İlişkileri”,, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, c.II, S. 8, (1998), s. 256

[133] Tuncay Önder, “Seçim Sistemleri”, Siyaset, Edt. M. Türköne, Lotus Yayınevi, Ankara 2008, 293-314, s.294

[134] Jean Marie Cotteret-Claude Emeri, Seçim Sistemleri, Çev. A. Kotil, Yeni Yüzyıl Yay., İstanbul 1996, s. 37-62

[135] TBMM, TD, D.7, c.XXIII, B.57, (31 Mayıs 1946), s. 245

[136] Şevket Süreyya Aydemir, “İhtilalin Mantığı ve 27 Mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007, s. 167

[137] Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, Uysal Matb. İstanbul 1966, s. 87

[138] Milliyet, 28 Mayıs 1960

[139] Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet, Tiav, Ankara 2020, s. 126

[140] Ali Fuad Başgil, Yakın Maziden Hatıra Kırıntıları, Yağmur Yayınları, s. 179

[141] M. Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, Dünya Matbaası, İstanbul 1967, s. 127

[142] Hikmet Özdemir, Ordunun Olağandışı Rolü, İz Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 159-160

[143] Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var… 1908-1980, Milliyet Yayınları, İstanbul 1987, s.  342

[144] H. Özdemir, age, s. 177

[145] Ö. Öymen, age, s. 343

[146] TBMM, TD, c. I, B.2 (26 Ekim 1961), s. 9

[147] Deniz Bölükbaşı, Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası Osman Bölükbaşı, Doğan Kitap, İstanbul 2005, s. 312

[148] https://www.tccb.gov.tr/cumhurbaskanlarimiz/cemal_gursel/ (21.03.2022)

[149] Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 328

[150] Atilla Çetin, “Cemal Gürsel”, c. XIV, TDVİA, s. 326

[151] Şevket Süreyya Aydemir, “İhtilalin Mantığı ve 27 mayıs İhtilali, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007, s. 322

[152] Cuntaların en aktif ve MBK’nin en etkili üyelerinden birisi olan Orhan Erkanlı, Gürsel’e bu kadar geniş yetkiler verilmesini eleştirmektedir. Erkanlı, Gürsel hakkında, “Ismarlama lider, başsız cunta olmayacağını daha sonraları anladık, acısını çektik” demektedir. Orhan Erkanlı, Anılar… Sorunlar… Sorumlular, Baha Matbaası, İstanbul 1972, s. 21

[153] Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet, Tiav, Ankara 2020, s. 98

[154] TBMM, TD, c. I, B.2 (26 Ekim 1961), s. 9

[155] Cumhuriyet, 16 Eylül 1966

[156] Cumhuriyet, 15 Eylül 1966

[157] Cumhuriyet, 19 Eylül 1966

[158] Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, ABC Yayınları, İstanbul 1995, s.100-102

[159] Mehmet Ali Birand- Can Dündar-Bülent çaplı, Demirkırat Bir Demokrasinin Doğuşu,Doğan Yayınları, İstanbul 1999, s. 152

[160] Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 389

[161] BCA 010 09 0 90 276 3

[162] Cumhuriyet, 14 Haziran 1960

[163] Resmi Gazete, S. 10549, (12 Temmuz 1960), s. 1708

[164] BCA 10 9 0  131 412 2

[165] H. Turgut, age, s. 99

[166] Vatan, 18 Eylül 1960

[167] Resmî Gazete, S. 20682 (16 Aralık 1960)

[168] Cumhuriyet, 17 Aralık 1960

[169] İlber Ortaylı-İsmail Küçükkaya, Cumhuriyetin ilk Yüzyılı 1923-2023, Timaş Yay., İstanbul 2012, s.201

[170]  Temsilciler Meclisinde yer alan 265 üyeden 200’ü CHP’lilerden oluşuyordu. CHP’nin önde gelen bütün isimleri Temsilciler Meclisinde yer almayı başarmışlardı. K. Kayalı, age, s.81

[171] B. Faik, age, s. 68-114

[172] E. J. Zürcher, age, s. 356

[173] Ayşegül Kars Kaynar, “Making of military tutelage in Turkey: the National Security Council in the 1961 and 1982”, Turkish Studies (2017), s. 14

[174] Akis, c.XXI/361, (29 Mayıs 1961), s. 8

[175] Metin Toker, “Referanduma Doğru”, Akis, c.XXI/362, (5 Haziran 1961), s. 13

[176] Akis, c.XXI/364, (19 Haziran 1961), s. 7

[177] Sami Kohen, “Halk Oyu Nedir? Ne zaman, Nerede Niçin Yapıldı”, Milliyet, 26 Haziran 1961, s. 3

[178] Akis, c.XXI/363, (12 Haziran 1961), s. 15-16

[179] Milliyet, 27 Haziran 1961

[180]  Bülent Ecevit, Bu Düzen Değişmelidir, Ulusal Yay., Ankara 1968, s. 78

[181] Milliyet, 4 Temmuz 1961

[182] Milliyet, 28 Haziran 1961

[183] Milliyet, 29 Haziran 1961

[184] Milliyet, 2 Temmuz 1961

[185]  G. L. Lewia, age, p. 165

[186]  E. J. Zürcher, age, s. 358

[187] Akis, c.XXI/368, (17 Temmuz 1961), s. 4

[188] Milliyet, 24 Şubat 1962

[189]  Milliyet, 26 Şubat 1962

[190] Milliyet, 28 Şubat 1962

[191] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D.1, B.62, c.IV, (3 Mart 1962), s. 2

[192] Bu hukukçular Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Faruk Erem, Doç. Dr. Münci Kapani, ve Doç. Dr. Muammer Aksoy’du.  D. Bölükbaşı, age, s. 318

[193] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D.1, B.62, c.IV, s.18-52

[194] Milliyet, 6 Mart 1962

[195] Milliyet, 6 Mart 1962; Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, D.1., B. 43, c.III, ( 5 Mart 1962), s. 180

[196] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D.1, B.129, c.VIII, (12 Ekim 1962), s.30

[197] F. Ahmad-B. T. Ahmad, age, s. 252-253

[198]  K. Kayalı, age, s.104

[199] TBMM, MM, Tutanak Dergisi, D.1, c. XV, B. 66, (3 Nisan 1963), s. 138

[200] TBMM, MM, Tutanak Dergisi, D.1, c. XV, B. 66, (3 Nisan 1963), s. 190

[201] TBMM, MM TD, D.1, c.XV, B.66, (3 Nisan 1963), s. 139-145

[202] Bu maddenin yazımında Şerif Demir, “ “27 Mayıs Askeri Yönetiminden Sivil İdareye Geçme Çabaları  Yuvarlak Masa Kararları,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. 38, S. 104, (2021) pp. 383–417. makaleden faydalanılmıştır.

[203]  Ş. Özkaya, age, s. 345

[204] Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet, Tiav, Ankara 2020, s.116

[205] Akis, s. 375, (4 Eylül 1961), s. 11

[206] Dünya, 30 Ağustos 1961; Cumhuriyet, 26 Ağustos 1961

[207] Milliyet, 20 Ağustos 1961

[208] Siyasi Partiler Yuvarlak Masa Toplantısı, TBMM Basımevi, Ankara 1961, s. 2-5

[209] “Yuvarlak Masa Tutanaklarını Açıklıyoruz”, Dünya, 22 Ocak 1962

[210] Siyasi Partiler Yuvarlak Masa Toplantısı, TBMM Basımevi, Ankara 1961, s. 15-25

[211] Akis, s. 375, (4 Eylül 1961), s. 12-13; Cumhuriyet, 2 Eylül 1961

[212] Siyasi Partiler Yuvarlak Masa, s. 197; “Yuvarlak Masa Tutanaklarını Açıklıyoruz 13”, Dünya, 3 Şubat 1962

[213] Milliyet, 4 Eylül 1961; Cumhuriyet, 4 Eylül 1961

[214]  BCA 30 1 0 0 40 256 19

[215] Dünya, 6 Eylül 1961

[216] Dünya, 8 Eylül 1961

[217] Dünya, 17 Eylül 1961

[218] Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, Dünya Yayınları, İstanbul 1967, s. 157

[219] Çetin Altan, “Düşünceler”, Milliyet, 31 Ocak 1962

[220] Cumhurbaşkanlığı Cemal Gürsel Arşivi, 4/4-21 4346-4; İbrahim Hitay-Erdal Çetin, İhtilallerin Tankçısı, Ümit Yayıncılık, Ankara 2003, s. 45

[221] K. Karavelioğlu, age, s. 118

[222] B. Faik, age, s. 12

[223] Cumhurbaşkanlığı Cemal Gürsel Arşivi, 4/4-21 4346-4

[224] Küçük, 2008, s. 123-124

[225]  Kayalı, age, s. 85-86

[226] Cumhurbaşkanlığı Cemal Gürsel Arşivi, 4/4-21 4346-4

[227] Sezai Okan, “Bilinmeyen Yönleriyle 27 Mayıs”, Milliyet, 3 Haziran 1989, s. 11

[228] Genelkurmay Başkanı Sunay, özellikle “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetten uzak kalmasının temini hususunda kendimi şimdiden Türk Milletine feda edeceğime namusum ve şerefim üzerine and içerim!” ifadeleri dikkat çekiyordu. Ö. Öymen, age, s.321

[229] Seyhan, age, s.143

[230] Ö. Öymen, age, s. 329

[231] Seyhan, age, s. 151

[232] Bknz. 21 Ekim Protokolü maddesine

[233] Seyhan, age, s.157; Aytekin, age, s.208

[234] Özkaya, age, s.368

[235] Seçil Akgün, “Türkçe Ezan”, AÜDTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, C. XIII/24, (1980), s.108-109

[236] Tarih IV,  Devlet Matbaası, İstanbul 1934, s. 242

[237]Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl, Dini Hatıralar, Sabah Yay., İstanbul 1962, s.13-14

[238] Ali Dikici, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi ve Buna Gösterilen Tepkiler”, İstanbul Üniversitesi Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Dergisi, S.10 (2006), s. 83

[239] TBMM, Zabıt Ceridesi, İ.61, c.XIX, (02 Haziran 1941), s.6; “Türk Ceza Kanunun Bazı Maddelerinin Değiştiren Kanun”, Resmî Gazete, 6 Haziran 1941, s.1126

[240] Zafer, 5 Haziran 1950;

[241] Milliyet, 14 Haziran 1960

[242] TBMM, Tutanak Dergisi, D.9, c.I, B.9, (16 Haziran 1950), s.1-3

[243] TBMM, Tutanak Dergisi, D.9, c.I, B.9, (16 Haziran 1950), s.182-183

[244] TBMM Tutanak Dergisi, D.9, C.I, B.9, (16 Haziran 1950), s.186.

[245] Milliyet, 17 Haziran 1950, s. 5

[246] “Gürsel, Türkçe Kur’an İstiyor”, Milliyet, 06 Ekim 1960

[247] Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, (İstanbul: Mikado Yay., 2008), s. 110-111

[248] Cem Eroğul, Anatüzeye Giriş,  15. Basım, İmaj Yayınevi, Ankara, 2016, s.233-235.

[249] Eroğul, a.g.e., s.242; Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi (TBMM-II.Dönem 1923-1927, I.Cilt), TBMM Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s.407.

[250] Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, 3. Baskı, Ekin Yayınevi, Bursa, 2019, s.77-78.

[251] Ergun Özbudun, 1924 Anayasası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2012, s.3-5

[252] Özbudun, a.g.e., s.vii-viii.

[253] 1924 Anayasası, 1222 sayılı ve 14.4.1928 tarihli Kanun, 1893 sayılı ve 10.12.1931 tarihli Kanun, 2599 sayılı ve 5.12.1934 tarihli Kanun, 3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli Kanun ve 3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli Kanunla toplamda beş kez değişikliğe uğramıştır. Suna Kili, Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri: “Senedi İttifaktan Günümüze”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, s.111. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özbudun, a.g.e., s.7-12; Eroğul, a.g.e., s.251-252; Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, 5. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1979, s.46-49.

[254] Öztürk, a.g.e., s.411.

[255] Ahmet Mumcu, “1924 Anayasası”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2(5), ss.383-400, s.384

[256] Kili ve Gözübüyük, a.g.e., s.111-131

[257] Özbudun, a.g.e., s.1.

[258] Kili ve Gözübüyük, a.g.e., s.111.

[259] Özbudun, a.g.e., s.16-18; Kili ve Gözübüyük, a.g.e., s.111-112.

[260] Kili ve Gözübüyük, a.g.e., s.112.

[261]Mumcu, a.g.e., s.393, 395-396

[262] Özbudun, a.g.e., s.80-82.

[263] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 153 Dosya No: 472 Sıra No: 1, s.2.

[264] Navlun: Deniz hukukunda taşıyanın belirli bir ücret karşılığında, gemisini kısmen ya da tamamen taşıtana tahsis ederek ya da tahsis etmeksizin bir yükü deniz yoluyla taşımayı yüklendiği sözleşmedir.

[265] Cumhuriyet, 7 Ekim 1960, 1,5.

[266] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 155 Dosya No: 482 Sıra No: 1, s.7-9.

[267] Cumhuriyet, 16 Kasım 1960, 1,5.

[268] Cumhuriyet, 16 Kasım 1960, 1,5.

[269] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 155 Dosya No: 482 Sıra No: 1, s.32-34.

[270] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 155 Dosya No: 482 Sıra No: 1, s.44-45;BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 155 Dosya No: 482 Sıra No: 1, s.51-52.

[271] Ali İpar, 7 Şubat 1962’de tahliye edilmiştir. (Cumhuriyet, 8 Şubat 1962, 3)

[272] Cumhuriyet, 16 Eylül 1961, 1,5; İlyas Topçu, Sema Akılmak Topçu, “Yassıada’dan İmralı’ya Fatin Rüştü Zorlu”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 22 (2), 2018, 1836.

[273] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Bebek Davası, s. 1-2

[274]  Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Bebek Davası, s. 7-8

[275] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Bebek Davası, s. 4

[276] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s. 52

[277] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Bebek Davası, s. 4

[278] Turgut, a.g.e., s. 52

[279] Turgut, a.g.e., s. 51

[280] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 156 Dosya No: 483 Sıra No: 1, s.4.

[281] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 156 Dosya No: 483 Sıra No: 1, s.4.

[282] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 156 Dosya No: 483 Sıra No: 1, s.6-7.

[283] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 156 Dosya No: 483 Sıra No: 1, s.7.

[284] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 156 Dosya No: 483 Sıra No: 4, s.7.

[285]  BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 156 Dosya No: 483 Sıra No: 4, s.10-13.

[286] Cumhuriyet, 29 Kasım 1960, 1,5; Milliyet, 29 Kasım 1960, 1.

[287] Beral Alacı, “Demokrat Parti Balıkesir Mebusu İbrahim Sıtkı Yırcalı’nın 27 Mayıs Sonrası Yargılanması: Anayasayı İhlal Davası”, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (49), 2019, 95-96.

[288] Şerif Demir, “Adnan Menderes ve 6/7 Eylül Olayları”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, Sayı 12, 2007, s.42-43

[289]  Demir, a.g.m., s.44-45

[290] Resul Babaoğlu, “6/7 Eylül 1955 Olayları’nın Muhtemel Failleri Üzerine Bir Değerlendirme”, The Journal of Academic Social Science Studies, 6(2), 2013, 1361-1362

[291] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: 6-7 Eylül Olayları Davası, s. 1

[292] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: 6-7 Eylül Olayları Davası, s. 30-31

[293] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: 6-7 Eylül Olayları Davası, s. 33-34

[294] Orhan Cemal Fersoy, Bir Devre Adını Veren Başbakan Adnan Menderes, İstanbul 1971, s. 326

[295] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: 6-7 Eylül Olayları Davası, s. 38-42

[296] 6-7 Eylül Olayları Davası, Haz: Emine Gürsoy Naskali, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2007, s. 514

[297] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: 6-7 Eylül Olayları Davası, s. 50

[298] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Hayatında Demokrat Parti (1946-1960), Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.526; Olay dönemin ulusal basınına şu haberlerle yansımıştır; Geyikli olaylarını mahallinde incelemek üzere görevlendirilen CHP Ankara Milletvekili İbrahim Saffet Omay ile Tokat Milletvekili Daniş Yurdakul, bu akşam vapurla şehrimize gelmişler, ancak çevreden toplanan göğüsleri rozetli DP’lilerin tertipleri ve çıkardıkları olaylar sonucunda karaya çıkamayarak vapurla İmroz’a gitmek zorunda kalmışlardır. Ulus, 20 Eylül 1959, s.1; Cumhuriyet, 20 Eylül 1959, s. 1; Geyikli’de ikinci bir Uşak olayı. Kasım Gülek ve arkadaşlarına taş, toprak ve cam kırığı atıldı. Olaya 500 kadar DP’li katıldı. Gazetecilere de tecavüzler oldu. Muhabirimiz dövüldü. Dünya, 12 Eylül 1959, s. 1,5; Gülek, Geyikli’deki hadiseleri anlattı. Gülek, “vurun, öldürün nidaları ile üzerimize hücum ettiler diyor. Yeni Sabah, 13 Eylül 1959, s. 1; Çanakkale’de gergin hava devam ediyor: Bindirilmiş DP’li kuvvetler Geyikli yolunda devriye geziyor. CHP’li mebuslar şikâyette bulundu. CHP tahkik heyetinin gitmek istediği Geyikli nahiyesinde bahriye silahlıları tarafından alınan emniyet tertibatı devam etmektedir. Milliyet, 23 Eylül 1959, s. 1

[299] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s. 81

[300] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Çanakkale İskele ve Geyikli 31. Kilometre Olayları Davası, s. 2

[301] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Çanakkale İskele ve Geyikli 31. Kilometre Olayları Davası, s. 4

[302] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Çanakkale İskele ve Geyikli 31. Kilometre Olayları Davası, s. 5

[303] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Çanakkale İskele ve Geyikli 31. Kilometre Olayları Davası, s. 11

[304] Turgut, a.g.e., s.81

[305] Turgut, a.g.e., s.81-82

[306] Aslı Solak Şener, Fevzi Çakmak, “Türk Basın Tarihi İçinde Muhalif Bir Gazete: Demokrat İzmir”, Belgi Dergisi, Cilt 2 Sayı 20, 2020, s. 2478

[307] Solak ve Şener, a.g.m., s. 2490

[308] Solak ve Şener, a.g.m., s. 2499; Olay basına şöyle yansımıştır; İzmir hadiselerinin neşri yasak. İzmir’de münteşir Demokrat İzmir Gazete matbaa ve idarehanesinde hüviyetleri henüz tespit edilmeyen bazı kimseler tarafından yapılan tahribat ile DP İl binası önünde patlayan dinamit hadisesi ile açılan ihzari soruşturmada tahkikatın seyrine tesir yapacak her türlü neşriyatta bulunulmasının menine karar verilmiştir. Yeni Sabah, 3 Mayıs 1959, s.1; Olayın neşrine yasak konuluyor. Dünya, 2 Mayıs 1959, s. 1; Vatan, 3 Mayıs 1959, s. 1

[309] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s. 85

[310]Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: İzmir’de Yayınlanan “Demokrat İzmir” Gazete ve Matbaasının Tahribi Davası, s. 3-6

[311] Yassıada Zabıtları VIII: Demokrat İzmir Gazetesi Davası, Haz: Emine Gürsoy Naskali, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2012, s. 327

[312] Yassıada Zabıtları VIII: Demokrat İzmir Gazetesi Davası, s. 341-342

[313] Yassıada Zabıtları VIII: Demokrat İzmir Gazetesi Davası, s. 393

[314] Yassıada Zabıtları VIII: Demokrat İzmir Gazetesi Davası, s. 417

[315] Turgut, a.g.e., s.85-86

[316] Turgut, a.g.e., s.87

[317] İstanbul’un imarı hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. İlhan Tekeli, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kentsel Dönüşüm”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1985, IV, 878-890; Cevat Geray, “Belediyelerin Hızlı Kentleşmeye Yenik Düştüğü Dönem (1945-1960)”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl Sempozyumu, Metropol İmar A.Ş. (Haz.), (217-233), Ankara, 1990, 217-233.

[318] Basındaki haberler için bkz. Akşam, 6 Eylül 1957, 1,4; Zafer, 10 Eylül 1957, 1,2; Yeni Sabah, 10 Eylül 1957, 1,5; Son Posta, 7 Kasım 1957, 1

[319] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 229 Dosya No: 708 Sıra No: 2, s.6.

[320] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 228 Dosya No: 706 Sıra No: 1, s.30.

[321] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 224 Dosya No: 694 Sıra No: 1, s.22-23.

[322] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 224 Dosya No: 694 Sıra No: 1, s.42-43

[323] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 228 Dosya No: 706 Sıra No: 1, s.213.

[324] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 228 Dosya No: 706 Sıra No: 1, s.180-182.

[325] İstimlâk Davası’nın mahkeme tutanakları için bkz. Yassıada Zabıtları IX: İstimlâk Davası, Haz: Emine Gürsoy Naskali, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2012.

[326] Resmi Gazete, Sayı: 25326, 10 Aralık 2003. Örtülü ödenek, Cumhuriyet’in ilanından 2018 yılına kadar Başbakanlık bütçesinde iken bu tarihten itibaren Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır.

[327] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 160 Dosya No: 489 Sıra No: 1, s.19; Cumhuriyet, 29 Kasım 1960, 5.

[328] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 160 Dosya No: 489 Sıra No: 1, s.19; Cumhuriyet, 29 Kasım 1960, 5.

[329] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 201 Dosya No: 621 Sıra No: 1, s.28.

[330] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 160 Dosya No: 489 Sıra No: 1, s.24

[331] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 201 Dosya No: 621 Sıra No: 1, s.24.

[332] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 160 Dosya No: 489 Sıra No: 1, s.23.

[333] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 201 Dosya No: 622 Sıra No: 1, s.130.

[334] Rasih Nuri İleri, Örtülü Ödenek (27 Mayıs Menderes’in Dramı), İstanbul: Scala Yayıncılık, 1996, 71-82.

[335] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 201 Dosya No: 623 Sıra No: 1, s.39

[336] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Hayatında Demokrat Parti (1946-1960), Ankara: Phoenix Yayınevi, 2004, s.528-529; Olay Milliyet gazetesine şu haberle yansımıştır; İnönü, Yeşilhisar’a sokulmadı: Sabah Kayseri’den ayrılan CHP liderinin yolu kesildi ve İncesu’da 9 saat askeri kordon altında tutuldu. Milliyet, 4 Nisan 1960, s. 1,5

[337] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s. 82

[338] Turgut, a.g.e., s.82

[339] Turgut, a.g.e., s.84

[340] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Kayseri Olayları Davası, s. 27

[341] Yassıada Zabıtları VIII: Kayseri Olayları Davası, Haz: Emine Gürsoy Naskali, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2012, s.87

[342] Yassıada Zabıtları VIII: Kayseri Olayları Davası, s. 109-110

[343] Yassıada Zabıtları VIII: Kayseri Olayları Davası, s. 144-145

[344] Kayseri’de yaşanan olaylar hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Süleyman Kocabaş, 27 Mayıs 1960 Darbesine Giden Yolda Yeşilhisar-Kayseri Olayları 17 Şubat- 3 Nisan 1960, Kayseri 2010

[345] Çağla Kubilay, Mehmet Pelivan, “Demokrat Parti ve Radyo: Bir Islahat Girişimi (1954)”, Ankara Üniversitesi İlef Dergisi, 6(1), s. 49

[346] Ulus, 28 Temmuz 1950, s.1

[347] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 159 Dosya No: 486 Sıra No: 1, s.2-5

[348] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s. 74

[349] Turgut, a.g.e., s.75

[350] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 105 Dosya No: 330 Sıra No: 1

[351] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 158 Dosya No: 485 Sıra No: 4, s.2.

[352] Cumhuriyet, 17 Ekim 1960, 1,5.

[353] Mürebbiye: Bir evde yatılı olarak ve aylıkla çalışan, evin çocuğunun ya da çocuklarının bakımı ve eğitimiyle özel olarak görevlendirilmiş olan, görgülü, bilgili kadın.

[354] Cevat Fehmi Başkut, “Koraltan ve Barbara”, Cumhuriyet, 22 Kasım 1960, 1,5

[355] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 158 Dosya No: 485 Sıra No: 4, s.4.

[356] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 158 Dosya No: 485 Sıra No: 4, s.5.

[357] Ali Dikici, “27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ve Türk Polisi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XXX (89), s. 35; Olayla ilgili basının haber yapması yasaklanmıştır. Bkz. CHP Genel Başkanı Malatya Mebusu İsmet İnönü’nün İstanbul’a gelmesi dolayısıyla cereyan eden hadisat hakkında hazırlık tahkikatı yapılmakta bulunduğu cihetle tahkikatın seyrine tesir yapabilmesi itibariyle CHP Genel Başkanı Malatya mebusu İsmet İnönü’nün İstanbul’a gelişi dolayısıyla cereyan eden hadisata ait her türlü neşriyatta bulunulması ve keza bu mevzudaki her türlü neşriyatın Basın kanunun 30 uncu maddesinin 2 nci fıkrası gereğince nöbetçi Sulh ceza hâkimliğinin 4.5.959 tarih ve 59/19 sayılı kararıyla yasak edilmiştir. Dünya, 5 Mayıs 1959, s. 1,3; Yeni Sabah, 5 Mayıs 1959, s.1

[358] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Topkapı Olayları Davası, s. 2-4

[359] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s. 77

[360] Turgut, a.g.e., s.78

[361] Yelda Tutar, 1961 Yassıada Duruşmalarının İstanbul Basınına Yansımaları, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), 2009, s. 305

[362]  Turgut, a.g.e., s.79

[363] Yassıada Zabıtları X: Topkapı Olayları Davası, Cilt I, Haz: Emine Gürsoy Naskali, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2012, s. 405-406

[364] Turgut, a.g.e., s. 80

[365] Aydın Menderes, Taha Akyol, Demokrasi’den Darbeye Babam Adnan Menderes, İstanbul: Doğan Kitap, 2011, s. 101

[366] Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, II, İstanbul: Kervan Yayınları, 1983, s. 909; Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz; Orhan Cemal Fersoy, Bir Devre Adını Veren Başbakan Adnan Menderes, Ankara, 1971; Ahmet Yıldız, İhtilalin İçinden, İstanbul, 2001.

[367] Çiğdem Aydoğmuş, “Milli Muhalefet Cephesine Karşı İktidarın Yanıtı: Vatan Cephesi”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, 8(3), 2021, s.1180-1181

[368] Dilşen İnce Erdoğan, “Güç Birliği Karşısında Adnan Menderes’in Siyasi Manevrası: Vatan Cephesi (Manisa Örneğinde)”, BELGİ, 2(19), 2020, s.1916

[369] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Vatan Cephesi Davası, s.1

[370] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Vatan Cephesi Davası, s.10-13

[371] Anayasayı İhlal Davası ve Yüksek Adalet Divanı Kararları: Vatan Cephesi Davası, s.10-13

[372] Cumhuriyet, 16 Eylül 1961, 5

[373] Cumhuriyet, 10 Ekim 1960, 1,5.

[374] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 469 Sıra No: 4, s.1-2.

[375] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 469 Sıra No: 1, s.1-3.

[376] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 469 Sıra No: 1, s.1-3.

[377] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 469 Sıra No: 1, s.8.

[378] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.4-7

[379] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.37;BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.107.

[380] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.20-22; Yaşar Kemal, “Kurtlar”, Cumhuriyet, 5 Kasım 1960, 1,5.

[381] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.31.

[382] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.29.

[383] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 1, s.43.

[384] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 152 Dosya No: 471 Sıra No: 2, s.55.

[385] Cumhuriyet, 19 Eylül 1956, 1,5; Cumhuriyet, 20 Eylül 1956, 1,5

[386] Cevat Fehmi Başkut, “İki Ticaret Bakanı ve Acı Bir Hikâye”, Cumhuriyet, 9 Kasım 1960, 1,5.

[387] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 151 Dosya No: 468 Sıra No: 3, s.124-125.

[388] Mandalinci, 7 Mayıs 1956- 30 Kasım 1956 tarihleri arasında Ticaret Bakanlığı görevini yürütmüş, ondan sonra bu görevi Andullah Aker devralmış, Hayrettin Erkmen ise 4 Eylül 1958- 27 Mayıs 1960 tarihleri arasında bu görevi ifa etmiştir.

[389] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 151 Dosya No: 468 Sıra No: 3, s.123.

[390] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 151 Dosya No: 468 Sıra No: 3, s.111-112

[391] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 151 Dosya No: 468 Sıra No: 3, s.56-57.

[392] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 151 Dosya No: 468 Sıra No: 2, s.228.

[393] Cumhuriyet, 4 Aralık 1960, 5.

[394] Ökmen, ikinci (1951-54), üçüncü (1954-55) ve beşinci (1957-60) Adnan Menderes hükümetlerinde Tarım Bakanlığı görevini icra etmiştir.

[395] Cumhuriyet, 12 Kasım 1960, 1,5.

[396] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 1, s.5.

[397] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 1, s.6.

[398] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 3, s.8.

[399] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 3, s.14.

[400] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 3, s.18.

[401] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 3, s.25

[402] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 3, s.30.

[403] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 3, s.43.

[404] BCA Fon No: 10.9.0.0- Kutu No: 139 Dosya No: 434 Sıra No: 2, s.89.

[405] Cumhuriyet, 16 Eylül 1961, 5; Ökmen, 5 Mart 1962 tarihinde rahatsızlanarak hastaneye kaldırılmıştır. (Cumhuriyet, 6 Mart 1962, 5) Bu rahatsızlığından ötürü Adli Tıp raporuyla 1 Mart 1963 günü tahliye edilmiştir. (Cumhuriyet, 2 Mart 1963, 1)

[406] Hulusi Turgut, Yaptırılmayan Savunmalar, İstanbul: ABC Ajansı Yayınları, 1988, s.38; CHP’nin mallarına el konulması hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz; Fevzi Çakmak, Halkevlerinin Kapatılması ve Cumhuriyet Halk Partisi Mallarına El Konulması, History Studies, 7 (3), 1-21.

[407] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[408] Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1974 (DP’nin Altın Yılları 1950-1954), İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1990, s.138-140.

[409] Kırşehir’in il statüsünden ilçe statüsüne düşürülmesi hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Haşim Erdoğan, Çağrı Pişkin, “Demokrat Parti Dönemi İktidar-Muhalefet Çekişmesinin Bir Ürünü: Nevşehir’in İl, Kırşehir’in İlçe Olması”, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 10(2), s. 577-590.

[410] Turgut, a.g.e., s.38.

[411] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[412] Turgut, a.g.e., s.39.

[413] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[414] Turgut, a.g.e., s.39.

[415] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[416] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[417] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[418] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[419] Turgut, a.g.e., s.40.

[420] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[421] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Anayasayı İhlal Davası

[422] Turgut, a.g.e., s.45

[423] Talat Aydemir, Hatıralarım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010, s. 44-47.

[424] Aydemir, a.g.e., s. 51.

[425] Cemil Koçak, Darbeler Tarihi, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, s. 123.

[426] Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi: 1950’den Günümüze, Ankara: İmge Kitapevi, 2013, s. 120.

[427] Koçak, a.g.e., s. 125.

[428] Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet (27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül), Ankara: TİAV, 2020, s. 135-137.

[429] Suavi Aydın – Yüksel Taşkın, 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 113-114

[430] Talat Aydemir, Hatıralarım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010, s. 118.

[431] Aydemir, a.g.e., s. 112, 114.

[432] Aydemir, a.g.e., s. 126-128, 132.

[433] Aydemir, a.g.e., s. 118.

[434] Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet (27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül), Ankara: TİAV, 2020, s. 154.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

[435] Aydemir, a.g.e., s. 122.

[436] Suavi Aydın – Yüksel Taşkın, 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 115-116.

[437] Demir, a.g.e., s. 154-155.

[438] Aydın – Taşkın, a.g.e., s. 116.

[439] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-190), Çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Hil Yayın, 2020, s. 192

[440] Demir, a.g.e., s. 154-155.

[441] Cemil Koçak, Darbeler Tarihi, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, s. 140-141.

[442] Demir, a.g.e., s. 154-155.

[443] Aydemir, a.g.e., s. 176-177.

[444] Aydın – Taşkın, a.g.e., s. 116.

[445]  Şerif Demir, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Vesayet (27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül), Ankara: TİAV, 2020, s. 118-119.

[446] “1961 Yılı Genel Seçimlerinde Partilerin Aldıkları Oylar ve Oranları” erişim 25 Ocak 2022, https://www5.tbmm.gov.tr/develop/owa/secim_sorgu.secimdeki_partiler?p_secim_yili=1961.

[447] Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi: 1950’den Günümüze, Ankara: İmge Kitapevi, 2013, s. 115-116.

[448] Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1995, s. 192.

[449] Cengiz Sunay, Türk Siyasetinde Sivil-Asker İlişkileri: 27 Mayıs- 12 Mart- 12 Eylül Sonrası, Ankara: Orion Kitapevi, 2010, s. 136.

[450] “Hükümet Programı”, erişim 29 Ocak 2022, https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d01/c001/mm__01001013.pdf, s. 118.

[451] Derya Şimşek, “Türk Siyasal Yaşamında İlk Koalisyon Hükûmeti: CHP-AP Koalisyonu (1961-1962)”, “ICANAS” Uluslararası Konferansı,  2007, s. 2964.

[452] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000, s. 363.

[453] Suavi Aydın – Yüksel Taşkın, 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 117.

[454] Gökhan Atılgan, “Sanayi Kapitalizminin Şafağında 1960-1971”, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat,  Yay. Haz. Gökhan Atılgan-Cenk Saraçoğlu-Ateş Uslu, İstanbul: Yordam Kitap, 2016, s. 565.

[455] Hüseyin Çavuşoğlu, “Türkiye’nin İlk Koalisyon Tecrübesi: Türk Siyasal Hayatında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)-Adalet Partisi (AP) Koalisyonu (1961-1962)”, 2nd International Congress On New Horizons In Education And Social Sciences (ICES-2019) Proceedings, 2019, s. 136.

[456]  Şimşek, age, s. 2961.

[457] Köpek Davası Kararı Gerekçesi, Bölüm Sıra No:1, esas No: 1960/2, s.1, Yüksek Adalet Divanı Kararları, 2. Bölüm, Yassıada, 1960-1961

[458] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Köpek Davası (Esas No: 2), s.4-35

[459] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Köpek Davası (Esas No: 2), s.35.

[460] Köpek Davası Kararı Gerekçesi, s.2,4-5

[461] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Köpek Davası (Esas No: 2), s.35.

[462] Davada ifadesine başvurulan tanıklar ve satış hadisesi esnasındaki görevleri şunlardır: Safa Aloğlu (AOÇ Müdür Muavini), Faik Taluy (Cumhurbaşkanlığı Başyaveri), Enver Erlant (Tarım Bakanlığı Müsteşar Muavini), Fuat Belge (AOÇ Hesap İşleri Şefi), Fatih Utku (AOÇ Ticaret Şefi), Haki Şemsettinoğlu (AOÇ Hayvanat Bahçesi Amiri), Hadi Olcay (AOÇ Veterineri), Tarık Rona (AOÇ Müdürü)

[463] Yassıada Yüksek Adalet Divanı Tutanakları: Köpek Davası (Esas No: 2), s.2-43.

[464] Yüksek Adalet Divanı’nın Anayasa’yı İhlal Davası ve Bu Dava ile Birleştirilen Diğer Davalar Hakkındaki Kararı, Sonuç ve Uygulama, s.1,5, Yüksek Adalet Divanı Kararları, 1. Bölüm, Yassıada, 1960-1961.

[465]Bu metin, “Mehmet Şah Özcan, Demokrat Parti İktidarında Cumhuriyet Halk Partisi ile Muhalif Basın Hakkında Meclis Tahkikatı (1957-1960), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2021.” künyeli eserden türetilmiştir.

[466] Özcan, a.g.e., s.XI.

[467] 1924 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde, Meclis tahkikatı kararlarının dayanak noktasını Anayasası’nın 22. maddesi teşkil etmekte birlikte, bu dönemde Meclis tahkikatı kurumu Meclis İçtüzüğünün 16. babında yer alan maddelerle (169-177. maddeler) düzenlenmiş ve böylece iki farklı Meclis tahkikatı türü ortaya konmuştur. İçtüzüğün 169-176. maddelerinde tanımlanan birinci tür tahkikat, bakanların vazifeleriyle alakalı cezai ve hukuki sorumluluklarını tespit etmeyi amaçlayan yargısal nitelikteki tahkikattır. 177. maddede tanımlanan ikinci tür tahkikat ise bakanların cezai ve hukuki sorumluluklarını saptamak yerine, Meclisin bir konu hakkında doğrudan bilgi edinmesini amaçlamaktadır. Özcan, a.g.e., s.8-10.

[468] 2 Mayıs 1927 tarihli Meclis İçtüzüğünün 16. babında Tahkikat Komisyonuna, hükümetin bütün vasıtalarından istifa etme, istediği evrak ve vesikaya el koyma, vekilleri sorgulayabilme, herkesi tanık ve bilirkişi sıfatıyla dinleme yetkileri verilmiş, ayrıca şahitlerin davete icabet etmeleri zorunlu tutulmuş ve buna uymayanlar hakkında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun bu husustaki hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir. Şeref İba, Osmanlı’dan Günümüze… Meclis İçtüzük Metinleri, TBMM Basımevi Müdürlüğü, Ankara, 2007, s.279-280.

[469] Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, Devre:11, Cilt: 13, İnikat:58, 18 Nisan 1960, s.189-213.

[470] Özcan, a.g.e., s.100-102.

[471]  Özcan, a.g.e., s.557.

[472] Özcan, a.g.e., s.150,154.

[473] Özcan, a.g.e., s.154.

[474] Özcan, a.g.e., s.155-156.

[475] Özcan, a.g.e., s.154-157.

[476] Özcan, a.g.e., s.287-323.

[477] Özcan, a.g.e., s.323-375.

[478] Özcan, a.g.e., s.375-416, 559.

[479] Özcan, a.g.e., s.485-536, 559-560

[480] Özcan, a.g.e., s.418-485, 560.

[481] Özcan, a.g.e., s.485, 536-539, 560-561.

[482] Özcan, a.g.e., s.106-151.

[483] Şevket Pamuk, Seçme Eserleri II- Osmanlıdan Cumhuriyete Küreselleşme, İktisat Politikaları ve Büyüme, Editör: Ali Berktay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, s.267; Yakup Kepenek, Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, 12. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2001, s.44.

[484] Hüseyin Yücel, Cumhuriyet Ekonomisinin Kuruluşu ve Gelişimi, Birinci Baskı, Türkiye Barolar Birliği, Ankara, 2017, s.204-205.

[485] Pamuk, a.g.e., s.267; Kepenek ve Yentürk, a.g.e., s.120.

[486] Yücel, a.g.e., s.204.

[487] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2007, 12. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara 2003, s.110.

[488] Boratav, a.g.e., s.110; Kepenek ve Yentürk, a.g.e., s.122; Pamuk, a.g.e., s.268-269.

[489] Boratav, a.g.e., s.111; Kepenek ve Yentürk, a.g.e., s.122; Yücel, a.g.e., s.205-206.

[490] Boratav, a.g.e., s.111; Kepenek ve Yentürk, a.g.e., s.122.

[491] Kepenek ve Yentürk, a.g.e., s.122.

[492] Pamuk, a.g.e., s.269.

[493] Aclan Sayılgan, Bizim Radyo ve Hoparlörleri, Kardeş Matbaası, Ankara, 1969, s.6-7.

[494] Sayılgan, a.g.e., s.14; Sinan Kıyanç, “Soğuk Savaş Yıllarında Bir Aktör: Bizim Radyo”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 68, Bahar 2021, ss.463-494, s.468,472.

[495]  Sayılgan, a.g.e., s.9.

[496]  Sayılgan, a.g.e., s.9-10.

[497] Kıyanç, a.g.e., s..476.

[498] Sayılgan, a.g.e., s.12. 1909’da Almanya’da doğan Melzig, 1938’de “Nazi Hükümetinin görevli memuru olarak” Ankara’ya gönderilmiş ve bir süre sonra Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Almanca Kürsüsüne Prof. olarak atanmıştır. Türkiye’de Nazi faaliyeti yürüten Melzig, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra “Doğu Almanya’da komünist olarak görev almıştır.” Sayılgan, a.g.e., s.12-13.

[499] Kıyanç, a.g.e., s..473.

[500] Sayılgan, a.g.e., s.10.

[501] Sayılgan, a.g.e., s.10; Kıyanç, a.g.e., s..475-476.

[502]  Kıyanç, a.g.e., s.475.

[503] Kıyanç, a.g.e., s.472,475.

[504]  Sayılgan, a.g.e., s.11; Kıyanç, a.g.e., s..476.

[505] Kıyanç, a.g.e., s.468.

[506] Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, Devre:11, Cilt: 13, İnikat:58, 18 Nisan 1960, s.191.

[507] Mehmet Şah Özcan, Demokrat Parti İktidarında Cumhuriyet Halk Partisi İle Muhalif Basın Hakkında Meclis Tahkikatı (1957-1960), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2021, s.154-156.

[508] Özcan, a.g.e., s.339-348.

[509] Özcan, a.g.e., s.405-406, 558.

[510] Kıyanç, a.g.e., s..473.

[511] Tanıl Bora, “Süleyman Demirel”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 7 Liberalizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, s. 550

[512] Mustafa Atalay, Süleyman Demirel ve Hayatı, Ankara: Yargıçoğlu Matbaası, 1966, s. 9.

[513] Suavi Aydın & Yüksel Taşkın, 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 136.

[514] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi V, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2002, s. 135.

[515] Ayşegül Komşuoğlu, Siyasal Yaşamda Bir Lider Süleyman Demirel, İstanbul: Bengi Yayınları, 2008, s. 152-153.

[516] Turan, a.g.e., s. 165.

[517] Bkz 12 Mart 1971 Maddesi

[518] Murat Arslan, Süleyman Demirel, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, s. 86-87.

[519] Mehmet Ali Birand & Can Dündar & Bülent Çaplı, 12 Mart, İstanbul: Can Yayınları, 2016, s. 239.

[520] Bkz: 9 Mart 1971 Darbe Teşebbüsü

[521] Aydın Şıhmantepe, Türk Dış Politikasında Bir Lider Süleyman Demirel, İstanbul: Cinius Yayınları, 2019, s. 75

[522] Arslan, a.g.e., s. 159.

[523] Tanju Cılızoğlu, Zincirbozan’dan Bugüne Demokrasi Mücadelesinde Demirel, Matay Matbaası, 1988, s. 26

[524] Hulusi Turgut, Güniz Sokağı, İstanbul: ABC Yayınları, 1987, s. 149.

[525] Bkz: 1987 Referandumu

[526] Kemâli Saybaşılı, DYP-SHP Koalisyonunun Üç Yılı, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1995, s. 47.

[527] Bkz: 28 Şubat 1997 maddesi

[528] Arslan, a.g.e., s. 242.

[529] Yavuz Donat, Cumhuriyetin Kara Kutusu Süleyman Demirel Anlatıyor, İstanbul: Merkez Kitapları, 2005, s. 247.

[530] Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2019, s. 182.

[531] Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun On Yılı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016, s. 101.

[532] Orhan Birgit, Evvel Zaman İçinde, İstanbul: Doğan Kitap, 2012, s. 85.

[533] Can Dündar, O Gün, İstanbul: Can Yayınları, 2015, s. 53

[534] Dündar, a.g.e., s. 53

[535] Dündar, a.g.e., s. 54

[536] Cemil Koçak, Darbeler Tarihi, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, s. 42.

[537] Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995, s. 269.

[538] Mehmet Ali Birand, Demirkırat, İstanbul: Doğan Kitap, 2007, s. 48.

[539] Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalin Hikayesi, Konya: Milli Ülkü Yayınevi, 1974, s. 171

[540] Mehmet Ali Birand & Can Dündar & Bülent Çaplı, 12 Mart, İstanbul: Can Yayınları, 2016, s. 29.

[541] Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973 – Yarı Silahlı Yarı Külahlı Bir Ara Rejim 1960-1961, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998, s. 305.

[542] Muhsin Batur, Anılar ve Görüşler Üç Dönemin Perde Arkası, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1985, s. 103.

[543] Batur, a.g.e., s. 103-104.

[544] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi V, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2002, s. 85.

[545] Turan, a.g.e., s. 85.

[546] Talat Aydemir, Hatıratım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010, s. 84.

[547] Ersal Yavi, İhtilalci Subaylar I, İzmir: Yazıcı Yayınevi, 2003, s. 427.

[548] Erdoğan Günal, Türkiye’de Demokrasinin Yüzyıllık Serüveni, İstanbul: Karakutu Yayınları, 2008, s. 178.

[549] Bkz: 14’ler Maddesi

[550] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi V, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2002, s. 47.

[551] Erdoğan Günal, Türkiye’de Demokrasinin Yüzyıllık Serüveni, İstanbul: Karakutu Yayınları, 2009, s. 169.

[552] Turan, a.g.e., s. 6.

[553] Suavi Aydın & Yüksel Taşkın, 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 99.

[554] Kurtuluş Kayalı, Ordu ve Siyaset 27 Mayıs – 12 Mart, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 98.

[555] Ersal Yavi, İhtilalci Subaylar I, İzmir: Yazıcı Yayınevi, 2003, s. 402-404.

[556] Mehmet Ali Birand & Can Dündar & Bülent Çaplı, 12 Mart, İstanbul: Can Yayınları, 2016, s. 26.

[557] Aydın & Taşkın, a.g.e., s. 100.

[558] Birand & Dündar & Çaplı, a.g.e., s 27.

[559] Talat Aydemir, Hatıratım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010, s. 82-83.

[560] Metinde düzeltme yapılmamıştır.

[561] Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, İstanbul: Dünya Matbaası, 1967, s. 174.

[562] Aydemir, a.g.e., s. 83.

[563] Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalin Hikayesi, Konya: Milli Ülkü Yayınevi, 1974, s. 173.

[564] Osman Deniz, Parola: Harbiyeli Aldanmaz, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 33

[565] Deniz, a.g.e., s. 35.

[566] Deniz, a.g.e., s. 36.

[567] Merve Durmuş, 1960 Darbesi’nde Cemal Madanoğlu’nun Rolü,  Libra Yayınları, İstanbul 2021, s. 19.

[568] Cemal Madanoğlu, Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun Anıları, Der. Halim Tugay Madanoğlu,Kaynak Yayınları,İstanbul  2019, s. IV.

[569] Madanoğlu, a.g.e. s. IV.

[570] Durmuş, a.g.e., s. 26.

[571] Durmuş, a.g.e., s. 28.

[572] Mehmet Ali Birand, Demirkırat, İstanbul: Doğan Kitap, 2007, s. 119.

[573] Durmuş, a.g.e., s. 84-85.

[574] Durmuş, a.g.e., s. 89.

[575] Birand, a.g.e., s. 123.

[576] Birand, a.g.e., s. 133.

[577] Durmuş, a.g.e., s. 101.

[578] Birand, a.g.e., s. 146.

[579] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi V, Ankara: Bilgi Yayınevi, s. 78.

[580] Suavi Aydın & Yüksel Taşkın, 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2015, s. 229

[581] Aydın & Taşkın, a.g.e., s. 500.

[582] Fahri Çoker Arşivi, 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar-Belgeler, Yay. Yön. Zafer Karaca, İstanbul: Tarih Vakfı, 2005, s. 411.

[583] Niyazi Ahmet Banoğlu, Kıbrıs Dosyası, Kervan Yay. İstanbul, 1974, s. 41.

[584] Mümtaz Soysal, “İngiliz İşçi Partisi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. XII, S. 1, s. 224.

[585] Stephen G. Xydis, “The UN General Assembly As An Instrument Of Grek Policy: Cyprus, 1954–58”, The Journal Of Conflict Resolution, Vol.12, No. 2, ( June 1968), s. 2.

[586] Resul Babaoğlu, “Türkiye’nin Kıbrıs Politikasının Evriminde Bir Dönüm Noktası: Londra Konferansı (29 Ağustos-6 Eylül 1955)”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. XVIII, S. 36, (Bahar 2018), s. 339.

[587] Şerif Demir, “Adnan Menderes ve 6/7 Eylül Olayları”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Dergisi, S. 12, (2007), s. 44.

[588] Mehmet Arif Demirer, 6/7 Eylül 1955 Yassıada 6// Eylül Davası, Bağlam Yay. İstanbul, 1995, s. 90.

[589] Burcu Dağlıoğlu-Süleyman Ünüvar, “Kıbrıs Politikası Bağlamında 6-7 Eylül 1955 Olayları ve Yassıada Yargılamalarındaki Yeri”, Akademik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 91, (Nisan 2019), s. 316.

[590] Dağlıoğlu-Ünüvar, a.g.m., s. 317.

[591] Ece Yüksel, “Akis Dergisinin Gözünden 6/7 Eylül 1955”, Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 2, (Sonbahar 2019), s. 308.

[592] Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6/7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,

[593] Resul Babaoğlu, 6/7 Eylül 1955 Olaylarının Türkiye Rumları Üzerindeki Etkileri (1955-1959), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi, 2012, s. 74.

[594] Demir, a.g.m., s. 32.

[595] Babaoğlu, 6/7 Eylül 1955 Olaylarının Türkiye Rumları Üzerindeki Etkileri (1955-1959), s.77.

[596] Cengiz Atlı, “İngiliz ve Cumhuriyet Arşiv Belgeleri Işığında 6-7 Eylül Olayları”, Turkish Studies, Vol. 9/10, (Fall 2014), s. 1193.

[597] Güven, a.g.e., s. 34.

[598] Helsinki Watch Report, Denying Human Rights And Ethnic Identity: The Greeks Of Turkey, New York, 1992, s. 10.

[599]  Güven, a.g.e., s. 36

[600] Elif Yeneroğlu, “Haber Dergileri”, Türk Dış Politikası Çalışmaları: Cumhuriyet Dönemi İçin Ulusal Rehber, Der. Engin Berber, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 97.

[601] Şerif Demir, “İktidar-Basın İlişkilerinin Türkiye’de Görünümü (1918-1960)”, The Journal of Academic Social Science Studies, Vol. 5, Issue 6, (December 2012), s. 133. 

[602] Haluk Şahin, “Haftalık Haber Dergileri”, Türkiye’de Dergiler ve Ansiklopediler (1849-1984), İstanbul: Gelişim Yayınları, 1984, s. 56.

[603] Uğur Matiç, “Demokrat Parti Dış Politikasına Akis Dergisi’nin Yaklaşımı (1954-1958)”, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 2, S. 2, (Aralık 2017), s. 666.

[604]