27 Mayıs 1960 Tarihinde Yürürlükte Olan Ceza Mevzuatımız ve Evrensel Hukuk Bağlamında Yassıada Yargılamaları*

0
81

Prof. Dr. Ahmet Gökcen
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

*Bu tebliğ, 14 Temmuz 2021 tarihinde düzenlenen 5. Darbe ile Mücadele Sempozyumunda sunulmuştur.

Giriş 

Hukuk ve demokrasi açısından yakın tarihimizin şüphesiz en acı olaylarından biri, 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen askerî darbe ve darbenin akabinde kurulan olağanüstü mahkemede yargılananlar ile ailelerinin yaşadıklarıdır. 

Evrensel hukuka ve o gün yürürlükteki mevzuatımıza aykırı kurulan bu mahkemelerde, her biri mesleğinde temayüz etmiş sözüm ona “hâkim ve savcılar” görev almak için birbirleriyle yarışmış, İstanbul ve Ankara Hukuk Fakültesi mensubu bazı öğretim üyeleriyse fikirleriyle askerî cuntaya, yaptıkları hukuka aykırı uygulamalar konusunda yol göstermiş; böylece yapılan haksızlıklara ortak olmuşlardır. Bu mahkemelerde dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başvekil Adnan Menderes ile Demokrat Partili bakan, milletvekili ve birçok üst düzey yönetici yargılanıp idam dâhil en ağır cezalara çarptırılmıştır (2).

Sözde Yüksek Adalet Divanı, muhakemenin sonunda Demokrat Parti (DP) iktidarıyla ilgili görüşlerini de açıklamıştır. Burada 1924 ve 1930’daki çok partili hayata geçiş denemelerinden, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerden, çok partili hayata geçiş sürecinden ve 1950 seçimlerinden bahsedilerek ve Demokratlarla ilgili eleştirilerde bulunulmuştur. Tahkikat Komisyonunun kurulması ve iktisadi politikaların başarısızlığından söz edilmiş, gericilerle iş birliği yapılarak gericiliğin teşvik edildiği öne sürülmüştür. Açıklamada; “Türkçe ezan kaldırılmıştır. Atatürk’ün dil konusunda ne kadar hassas olduğu malum iken, Türkçeyi sadeleştirme cereyanı bırakılarak, anayasa değişikliği ile ezanın eski hâline dön”dürülmesi ağır şekilde tenkit edilmiştir (3). Buradan anlaşılmaktadır ki Demokrat Parti iktidarının dini konulardaki uygulamaları bazı kesimlerde ciddi rahatsızlığa sebep olmuştur (4).

Devlet aklı, milletin seçilmiş temsilcilerine yapılan bu haksız ve adaletsiz uygulamaları bir nebze olsun hafifletecek kanunları ve düzenlemeleri yıllar sonra yapabilmiştir. 

Yassıada yargılamaları sürecinde asıl düşündürücü olansa haksız, adalete aykırı yaptırım ve uygulamaların hâkim ve savcılar eliyle yapılması; onların da akıl hocalığını devrin en tanınmış hukuk profesörlerinin yapmasıdır. Özellikle döneminde Yargıtay üyeliği sıfatı olan hukukçuların, hukukçu olmanın onlara yüklediği vicdani sorumlulukları, hak ve adalet dağıtma yönündeki asli görevleri unutarak bu tür cinayet mahkemelerinde görev kabul etmeleri üzücüdür. Bu vesileyle, bu amaçla kurulan kurul ve mahkemelerde görev almayı reddeden mümtaz hukukçular Prof. Dr. Tahir Taner, Yargıtay Başkanı Dr. Recai Seçkin ve 6. Ceza Dairesi Başkanı Celalettin Kurelman’ı saygıyla anmamız gerekir. 

Çalışmanın amacı; genç nesillere özellikle de adalet dağıtma görevi yapan genç hukukçulara ve genç hukukçu adaylarına yakın tarihimizin hukuk cinayetleri hakkında bir nebze olsun bilgi vermektir. 

Mecelle, hâkimde (5) bulunması gereken vasıfları saymıştır. Burada bahsedilen “hâkim” terimini günümüze hukukçu olarak uyarlayabiliriz. Şu hâlde “hukukçu (hâkim, savcı, avukat)”; “hakîm (6), fehîm (7), müstakîm (8), emin (9), mekîn (10) ve metîn (11)” olmalıdır (12)

Bu tanımın yapıldığı zamandan günümüze gelinceye kadar yaşananlara ve mevcut hukukçu profilimize baktığımızda, hukukçuları yetiştirme konusunda ne kadar çok çalışmamız gerektiği ortaya çıkmaktadır. 

Aşağıda darbe ve sonrasında yaşananlar, o dönemdeki mer’i mevzuatımız ve evrensel hukuk bağlamında yapılan hukuka aykırılıklar, ana hatları verilmek suretiyle özetlenecektir. 

27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ve Yassıada Yargılamaları 

27 Mayıs 1960 günü gece yarısı yapılan askerî darbeyle işbaşından uzaklaştırılan, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la Başvekil Adnan Menderes başta olmak üzere Demokrat Parti hükûmetiyle parlamento üyeleri ve onlarla birlikte hareket ettikleri kabul edilen çeşitli idari kademelerdeki kişiler, Marmara Denizi’nde bulunan bir adada kurulan olağanüstü mahkemede yargılanmışlardır (14 Ekim 1960 – 15 Eylül 1961). Adanın ismi Yassıada olduğu için burada yapılan yargılamalar da aynı isimle anılmaktadır. 

Darbe esnasında iktidar mensupları evlerinden alınıp Ankara’da Harp Okulunda, İstanbul’daysa Davutpaşa Kışlasında toplanmışlar ve 29 Mayıs gecesinden itibaren Yassıada’ya nakledilmişlerdir. 

Silahlı Kuvvetler adına iktidara el koyan ve kendisine Millî Birlik Komitesi (MBK) adını veren cunta, o dönemde kendilerine destek veren bazı hukuk fakültesi hocalarının da yardımıyla anayasa ve ceza mevzuatında değişiklikler yapmıştır. Bu çerçevede 1924 Anayasası’nın birçok hükmü yürürlükten kaldırılarak 27 maddelik yeni bir anayasa hazırlanıp yürürlüğe konmuştur. Bu Anayasa’nın 6. maddesinde, Yassıada’da toplanan kişiler hakkında tahkikat yapılarak son soruşturma açılması; bunların Yüksek Adalet Divanına sevk edilip edilmemesine karar vermek üzere bir Yüksek Soruşturma Kurulu teşkili; yargılamaların da Yüce Divan niteliği taşıyacak Yüksek Adalet Divanınca yürütülmesi öngörülmüştür (13). 

Yüksek Soruşturma Kurulu, 7 Temmuz 1960 tarihinde Ankara’da göreve başlamış ve işlerin hızla yürütülebilmesi için kendi bünyesinde alt komisyonlar kurulmuştur. Sanıklara daha yüksek cezalar vermeyi mümkün kılmak için Türk Ceza Kanunu’nun 65 yaşını geçmiş olanlara idam cezası uygulanamayacağına dair 56’ncı madde hükmü MBK tarafından yürürlükten kaldırılmış, 146’ncı maddeye üçüncü bir fıkra eklenerek bu hükümlerin geçmişe yürüyeceğine dair geçici kanun çıkarılmıştır (11 Temmuz 1960). Böylece yasama dokunulmazlığına sahip milletvekilleri, TBMM’de kullandıkları oy sebebiyle yargılanarak mahkûm edilmiştir (14).

Yassıada’da zorla tutulan kişiler hakkındaki iddialarla ilgili ceza soruşturmasını ve yargılamayı mevcut ceza mevzuatına göre yapacak Yüksek Soruşturma Kurulu ve Yüksek Adalet Divanı üyeleri, 13 Ekim 1960 günü Yassıada’ya götürülmüş ve duruşmalar ertesi gün başlamıştır (15). 

Yüksek Soruşturma kurulunca yapılan tahkikat neticesinde 19 ayrı dava açılmıştır (16). Bu davalar kısaca aşağıda sıralanmıştır. 

1. Köpek Davası 

Afganistan Kralı, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’a Afganistan ziyareti sırasında çok değerli olan “Afgan Tazısı” cinsi bir köpek hediye etmiştir. Köpeğe devlet çiftliğinde bir süre bakılmıştır. Celal Bayar bu köpeği, daha sonra Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesine 20.000 liraya sattırmış ve satımdan elde edilen parayla, millî mücadele döneminde bir süre saklandığı Ödemiş ilçesine bağlı Mursallı köyünde çeşme yaptırmıştır. Nüfuz ve makamlarını kötüye kullanarak kendi çıkarlarına bu satışı yaptırdıkları iddiasıyla haklarında açılan davada Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Ziraat Vekili Nedim Ökmen mahkûm olmuştur. Bu dava, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir cumhurbaşkanının yargılandığı ilk davadır (17).

2. 6-7 Eylül Olayları Davası 

Bu dava, 6–7 Eylül 1955’te İstanbul’da meydana gelen olaylarla ilgili olup konusu 6-7 Eylül Olayları’nın Demokrat Parti hükûmetince çıkartıldığına dair suçlamadır. Davanın sanıkları Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul Emniyet Müdürü Alaattin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin, Selanik Konsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp, Selanik Konsolosluk Kavası Hasan Uçar ve Oktay Engin’dir (18). Sanıklar, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanması ve akabinde Rum azınlığın evlerinin yağmalanmasının organizasyonunu yapmakla suçlanmış; haklarında 5 ila 10 yıl ağır hapis ve kamu hizmetlerinden sürekli men cezası istenmiştir (19). 

Savunmalar, “Türk hükûmetinin tertip ettiği iddiası asla doğru değildir.” tezi üzerinden yapılmıştır. Bu davada sanıklardan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve İzmir Valisi Kemal Hadımlı mahkûm olmuş, diğer sanıklar beraat etmiştir (20).

3. Bebek Davası 

Bebek davası, Adnan Menderes ve Zeynep Kamil Hastanesi Başhekimi Dr. Fahri Atabey hakkında “Yeni doğmuş gayrimeşru çocuğu öldürmek ve bu suça azmettirmek” iddiasıyla açılmıştır. Buna göre, Adnan Menderes’in, metresi opera sanatçısı Ayhan Aydan’dan olan evlilik dışı çocuğunu, doğuma giren Dr. Fahri Atabey’e öldürttüğü ileri sürülmüştür (21).

Yargılamada Adnan Menderes, Ayhan Aydan’la olan ilişkisini inkâr etmemiştir. Ayhan Aydan’ın tanık olarak dinlendiği davada, Menderes ve Aydan’ın bebeklerinin eceliyle öldüğünü açıklamaları üzerine dava 22 Kasım 1960 tarihinde sona ermiş, Adnan Menderes ve Dr. Fahri Atabey beraat etmiştir.

Bu dava, Yassıada yargılamalarında Adnan Menderes aleyhinde açılan 13 dava arasında beraatle sonuçlanan tek davadır (22).

 4.Vinylex Ortaklığı Yolsuzluğu Davası

Vinylex davasında Adnan Menderes ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan tarafından Vinylex adlı şirkete usulsüz kredi sağlandığı, Polatkan’ın bunun için 110.000 lira rüşvet aldığı iddia edilmiştir (23).

Adnan Menderes tarafından kurulan bu bankanın 27 Mayıs darbesine kadar genel müdürlüğünü yapan ve 1961 seçimlerinden sonra da tekrar aynı göreve getirilen Sabahattin Tulga savunmasında krediyi, suni deri imal ederek ithal ikamesi yapacak bu firmanın kârlı olacağına inandıkları için verdiklerini; nitekim darbe sonrası işbaşına gelen yeni banka yönetiminin de aynı firmaya ilave kredi vererek bu firmanın kredi limitini iki misli artırdığını ifade etmiştir (24).

Ancak mahkeme Adnan Menderes’i ve Hasan Polatkan’ı bu davadan da mahkûm etmiştir (25).

5. Zimmet ve İrtikap Davası

Milletlerarası Para Fonu ve İmar Bankasının 1956 yılı Guvernürler Meclis toplantısına iştirak eden heyetin başkanı olan eski Ticaret Bakanı Zeyyat Mandalinci hakkında, yolluk ve diğer masrafların karşılığı olarak Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasından aldığı avansın bir kısmını çekle mahsup ettiği hâlde kalan kısmı, bankaca yapılan müracaatlara rağmen ödemeyerek zimmetine geçirdiği iddiasıyla dava açılmıştır. Zeyyat Mandalinci hakkında, ödemediği paranın adi borç mahiyetinde olduğu, bu sebeple Türk Ceza Kanunu’na göre suç teşkil etmediğine karar verilmiştir (26).

Eski Ticaret Bakanı Hayrettin Erkmen hakkındaysa bakanlık sıfatını kötüye kullanarak, Zeyyat Mandalinci’nin avans bakiyesinin bir kısmını Toprak Mahsulleri Ofisine ve bir kısmını da Petrol Ofisine ödetmek suretiyle Zeyyat Mandalinci’ye menfaat temin ettiği, böylece irtikap suçunu işlediği iddiasıyla dava açılmış, Erkmen cezalandırılmıştır (27).

6. Arsa Satışı Yolsuzluğu

Bu davada Tarım Bakanı Nedim Ökmen, eşine ait arsaları fahiş fiyattan satın alması için hükûmeti zorladığı iddiasıyla yargılanarak mahkûm olmuştur (28).

7. İpar Transport Şirketi Döviz Kaçakçılığı Davası

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Sebati Ataman, Hasan Polatkan, Hayrettin Erkmen, Medeni Berk, Nihat Ali Üçüncü ve Ali İpar’ın yargılandığı bu davada Fatin Rüştü Zorlu’nun Koordinasyon Kurulu üzerinde Adnan Menderes vasıtasıyla baskı kurduğu ve gemi ithal rejiminde değişikler yaptırdığı iddia edilmiştir. Yine iddiaya göre bu değişiklikten yararlanan Ali İpar, getirdiği üç gemiyi krediyle alınmış gibi göstererek yurt dışına 210.000 sterlin kaçırmıştır (29). Dava sonunda sanıklar döviz yasasına aykırı hareket etmek suçundan mahkûm olmuşlardır (30).

8. Değirmen Davası

Ticaret Bakanı İbrahim Sıtkı Yırcalı, yolsuz kredi kullanımı suçlamasıyla yargılanmıştır. Zamanaşımına uğrayan dava düşmüştür (31).

9. Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’na Aykırı Hareket Davası

Refik Koraltan; ailesi için bir Alman hizmetçi getirmek ve kendisine döviz tahsis ederek Döviz Kanunu’nu ihlal etmek suçlamasından dolayı Hasan Polatkan’la birlikte yargılanmış, her ikisi de mahkûm olmuştur (32).

10. Örtülü Ödenek Davası

Adnan Menderes ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, Başbakanlık örtülü ödeneğini yasalara aykırı biçimde kullanmaktan yargılanarak mahkûm olmuşlardır (33).

11. Radyo Davası

Adnan Menderes ve yedi eski bakan (Fatin Rüştü Zorlu, Mükerrem Sarol, Emin Kalafat, Celâl Yardımcı, Sıtkı Yırcalı, Abdullah Aker, H. Şaman), “Devlet radyosunu, siyasal amaçlarına alet ederek partizanca kullanmak, muhalefete radyoyu kullanma hakkını tanımamak ve bu suretle Anayasa’yı ihlal etmek” suçlamasıyla yargılanıp mahkûm olmuşlardır (34).

12. Topkapı Olayları Davası

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı İsmet İnönü, Manisa ve İzmir illerine seyahatinden sonra 4 Mayıs 1959 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. İnönü, Yeşilköy Havalimanından şehir merkezine giderken Topkapı’da trafik müdürü tarafından durdurulmuş; akabinde halktan bir kısım kimselerin saldırısına maruz kalmıştır. İddiaya göre polis ve askerler, önce olaya müdahale etmemiş ancak Binbaşı Kenan Bayraktar’ın inisiyatif alması üzerine askerlerin olaya müdahalesiyle İnönü kurtarılmıştır (35).

Celal Bayar ve Adnan Menderes, bu olay münasebetiyle CHP Lideri İnönü’ye suikast tertibi suçlamasıyla yargılanmıştır (36).

13. Çanakkale İskele ve Geyikli 31’inci Kilometre Olayları Davası

Adnan Menderes ve üç eski bakan, Geyikli Olayları münasebetiyle “CHP’li iki milletvekilinin seyahat özgürlüğünü engellemek” suçlamasıyla yargılanıp mahkûm olmuşlardır (37).

14. Kayseri Olayları Davası

2 Nisan 1960 tarihinde Kayseri’ye gelen İsmet İnönü’nün treni, Vali Ahmet Kınık’ın emriyle durdurulmuştur. Kendisine Himmet Dede Demiryolu İstasyonunda İnönü’nün treninin durdurularak yolunun kesilmesi hususunda emir verilen Binbaşı Selahattin Çetiner, İnönü’ye “Sizin yolunuzu kesmek ve sizin Kayseri’ye gitmenize engel olmaktansa intiharı tercih ederim.” demiştir (38). Gecikmeli olarak yoluna devam eden İsmet İnönü’yü Kayseri’de büyük bir kalabalık karşılamıştır (39).

Kayseri Olayları sebebiyle “CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün seyahat özgürlüğünü engellemek” suçlamasıyla yargılanan 13 sanıktan 8’i beraat etmiş, içlerinde Celal Bayar ve Adnan Menderes’in de bulunduğu 5 kişi mahkûm olmuştur (40).

15. Demokrat İzmir Gazetesi Davası

Demokrat İzmir gazetesi davasında Adnan Menderes, DP İzmir İl Başkanı Faruk Tunca, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan, İzmir Milletvekilleri Rauf Onursal, Kemal Serdaroğlu, Enver Dündar Başar ve Sezai Akdağ’la birlikte toplam 24 sanık yargılanmıştır (41).

Davada DP iktidarı aleyhindeki tutumu sebebiyle İzmir gazetesinin basıldığı, tahrip edildiği ve böylece basın hürriyetinin ve Anayasa’nın ihlâl edildiği suçlamasında bulunulmuştur. “2 Mayıs 1959 tarihinde halkı Demokrat İzmir gazetesinin matbaasını tahrip etmeye teşvik” suçunu işledikleri iddiasıyla yargılanan 24 sanıktan 8’i beraat etmiş; içlerinde Adnan Menderes, İzmir Valisi ve İzmir DP yöneticilerinin de bulunduğu 16 sanık mahkûm olmuştur (42).

16. 27-28 Nisan İstanbul ve Ankara’da Üniversite Olayları Davası

Bu davada Celal Bayar, Adnan Menderes, kabine üyeleri, iki ilin sıkıyönetim sorumluları ve bazı sivil görevliler, polis ve askerler tarafından gençlere ateş açıldığı iddiasıyla yargılanmıştır (43).

17. İstimlâk Yolsuzluğu Davası

Adnan Menderes ve bazı kabine üyeleri, İstanbul ve İzmir valileri ile İstanbul DP yöneticileri ve 9 eski devlet memuru; İstanbul’da birçok vatandaşın mülkünü, bedelini tam olarak ödemeden istimlak etmek iddiasıyla yargılanmıştır (44).

18. Vatan Cephesi Davası

Adnan Menderes, Refik Koraltan, bir kısım kabine ve DP yönetim kurulu üyesi 22 kişi, “Vatan Cephesini kurarak, bu örgütü bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakkümü için araç olarak kullanmak” suçlamasıyla yargılanmıştır. Aralarında Celal Bayar ve Adnan Menderes’in de bulunduğu 19 sanık mahkûm olmuş, 3 sanıksa beraat etmiştir (45).

19. Anayasal Düzeni İhlal, Yasama Organının Fonksiyonlarını Yerine Getirmesini Engelleme

Bu davada Cumhurbaşkanı ve Başvekil dâhil 405 sanık bulunmaktadır. 765 sayılı eski Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesinde düzenlenen anayasal düzeni ihlal, yasama organının fonksiyonlarını yerine getirmesini engelleme suçlarından açılan davadır. Sanıkların bu suçu işledikleri yönündeki iddia; temel olarak milletvekili oldukları dönemde yapılan ve Yassıada Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı olarak kabul edilen kanunların yapımında, Mecliste olumlu oy kullanmış olmaları gerekçesine dayandırılmıştır (46).

Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesini ihlal eden 8 olay sayılmıştır. Bunlar:

1. 1951 ve 1953 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisinin mallarına el konulması

2. Kırşehir’in, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine oy verdiği için 1954 yılında ilçe yapılması, böylelikle halkın siyasal düşüncelerinden dolayı cezalandırılması

3. 1953 yılında, hükûmete 25 yıllık hizmet süresini dolduran hâkimleri emekliye ayırma hakkı tanıyan kanun çıkartılarak yargı bağımsızlığının ihlal edilmesi

4. 1954 ve 1957 yıllarında Seçim Kanunu’nun demokrasiye aykırı olarak değiştirilmesi 5. 1956 yılında, toplantı ve gösterileri kısıtlayıcı kanunların çıkartılması
6. 1960 yılında art niyetle Tahkikat Komisyonunun kurulması
7. Tahkikat Komisyonuna olağanüstü yetkiler verilmesi

8. Tahkikat Komisyonuna verilen olağanüstü yetkilerle Anayasa’nın fesih ve ilgasına çalışılması.

Mahkeme bu fiillere istinaden, bazı sanıkların idamına, bazılarının da ömür boyu veya ağır hapse mahkûm edilmelerine karar vermiştir (47).

Yassıada’da görülen Değirmen davası zamanaşımından düşmüştür ve davanın sanıkları hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır. Kalan dosyalardan 17’si anayasal düzeni ihlal davasıyla birleştirilmiştir. Bununla beraber dosyalar, bu birleştirme çerçevesi içinde ayrı ayrı ele alınarak değerlendirilmiştir (48).

Duruşmalara aralıksız devam edilmiştir. 203 günde toplam 287 oturum yapılmıştır. Yargılanan 592 sanıktan 228’i hakkında başsavcı tarafından idam cezası istenmiştir. Bu sanıklarla ilgili 1068 şahit dinlenmiş; başından sonuna kadar basına ve halka açık tutulan duruşmalar, her gün özel bir vapurla Dolmabahçe’den Yassıada’ya götürülen ve akşamları geri getirilen yaklaşık 150 bin dinleyici tarafından takip edilmiştir.

Duruşmalar öncesinde ve süresince sanıklardan hastalananlar, ölenler olmuştur. Ölen sanıklar şunlardır: Zakar Tarver (İstanbul Mv.), Faruk Oktay (İstanbul Emniyet Md.), Yusuf Salman (İstanbul Mv.), Gazi Yiğitbaşı (Afyon Mv.), Lütfi Kırdar (İstanbul Mv.), Nuri Yamut (İstanbul Mv.), Kenar Akyüz (Bursa Mv.).

Sanıklardan Konya Valisi Cemil Keleşoğlu intihar etmiştir (14 Temmuz 1960). Celâl Bayar 25 Eylül 1960 günü, Adnan Menderes idam hükmünün kendisine bildirileceği 15 Eylül1960 günü intihara teşebbüs etmiştir.

Olağanüstü Mahkeme, çalışmalarını 15 Eylül 1961 günü bitirmiştir. Bu sözde mahkeme tarafından; 15 kişi ölüm (Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Emin Kalafat, Agâh Erozan, Hamdi Sancar, Bahadır Dülger, Baha Akşit, İbrahim Kirazoğlu, Nusret Kirişçioğlu, Zeki Erataman, Osman Kavrakoğlu, Rüştü Erdelhun), 31 kişi müebbet hapis (Medeni Berk, İzzet Akçal, Celâl Yardımcı, Tevfik İleri, Vacit Asena, Kemal Biberoğlu, Hilmi Dura, Himmet Ölçmen, Kemal Özer, Necmettin Önder, Selâmi Dinçer, Ekrem Anıt, Hüseyin Ortakçıoğlu, Reşat Akşemsettinoğlu, Necati Çelim, Sadık Erdem, Nuri Tokay, Mazlum Kayalar, Selâhattin İnan, Murat Ali Ülgen, Selim Yatağan, Muhlis Erdener. Enver Kaya, Rauf Onursal, Kemal Serdaroğlu, Hadi Tan, Cemal Tüzün, Samet Ağaoğlu, Sezai Akdağ, Ethem Yetkiner, Kemal Aygün), 418 kişi 20 yıldan 6 aya kadar değişen çeşitli hapis cezalarına mahkûm edilmiştir. 123 kişi hakkında beraat ve 5 kişiyle ilgili de davanın düşmesine karar verilmiştir (49).

İdam cezası verilen dosyalar, MBK tarafından onaylanması için 15 Eylül 1961 günü özel bir uçakla İstanbul’dan Ankara’ya gönderilmiştir. MBK’da yapılan oylama sonunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan hakkında ölüm cezalarının yerine getirilmesi; yaşı 65’i geçen Cumhurbaşkanı Celâl Bayar dâhil olmak üzere aynı cezaya çarptırılan diğer 12 hükümlünün cezalarının müebbet hapse çevrilmesine karar verilmiştir. Dosyalar aynı gün akşam saatlerinde tekrar Yassıada’ya gönderilmiştir. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, 15 Eylül 1961 gecesi Yassıada’ya 45 km mesafedeki İmralı adasına götürülerek cezalar, 16 Eylül 1961 günü sabaha karşı infaz edilmiştir. İntihara teşebbüs ettiği için Adnan Menderes’in doktorların nezaretinde iyileşmesi beklenmiş ve 17 Eylül 1961 günü o da bir hücumbotla İmralı’ya götürülerek ölüm cezası yerine getirilmiştir. İdam edilen bu üç kişi aynı yere gömülmüştür.

İdam cezalarının infazından sonra Yassıada’nın boşaltılmasına başlanmıştır. Müebbet hapse mahkûm 43 kişi de İmralı’ya nakledilmiştir (19 Eylül 1961). Hasta olan 8 hükümlü İstanbul’da askerî hastaneye, 297 hükümlü Kayseri ve 113 hükümlü de Adana Cezaevine götürülmüştür. Sonradan İmralı’daki hükümlüler de Kayseri Cezaevine nakledilmişlerdir. Yassıada hükümlülerinden Necati Topçuoğlu (Afyon Mv.), Tevfik İleri (Samsun Mv.), Muhlis Erdener (İstanbul Mv.), Kamil Tayşi (Diyarbakır Mv.) cezaevindeyken vefat etmiştir.

16 Ekim 1962’de çıkan af kanunuyla, bütün cezalardan dörder yıl indirilmesi, yedi yıla mahkûm olanların şartla salıverilmeleri öngörülmüştür. Bu kanundan 283 kişi yararlanmıştır. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel de yetkisini kullanarak Refik Koraltan, Nedim Ökmen, Rüştü Erdelhun, Selim Yatağan, Kemal Aygün, Agah Erozan, Namık Argüç, Dilâver Argun, Bahadır Dülger, Samet Ağaoğlu, Selâhattin İnan, Hilmi Dura ve İzzet Akçal’ı affetmiştir. Bunu takip eden günlerdeyse Etem Menderes, Necati Çelim, Sadık Erdem, Enver Kaya, Celâl Yardımcı, Mükerrem Sarol ve Hüseyin Fırat’ın cezalarının infazına ara verildiğini açıklamıştır.

Cezaevinde geçirdiği kalp rahatsızlığı sebebiyle 7 Kasım 1964’te Celal Bayar’ın da serbest bırakılmasından sonra, cezaevlerinde kalan Yassıada hükümlüleri sağlık kurullarından geçirilerek alınan raporlara istinaden serbest bırakılmıştır. Bu işlem 1964 yılı Ekim ayında tamamlanmıştır.

1966’da çıkarılan bir af kanunuyla söz konusu kişilere kamusal hakları geri verilmiştir. 1969’da Anayasa’da yapılan bir değişiklikle seçilme hakları da tanınmıştır. Ancak bu değişiklik Anayasa Mahkemesince usul yönünden iptal edilmiştir. Bunun üzerine Anayasa’nın bu konuda kısıtlama getiren 67. maddesinin usulüne uygun olarak yeniden değiştirilmesi için çalışılmış ve bu sağlanmıştır.

22.05.1987 tarihli ve 3374 sayılı “Eski Başbakanlardan Adnan Menderes ve Eski Bakanlardan Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan’ın İmralı’da Bulunan Mezarlarının Nakli ve İsimlerinin Bazı Tesislere Verilmesi Hakkında Kanun”la cunta mahkemesi tarafından idam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mezarlarının hizmetleriyle mütenasip bir yere törenle nakledilmesi ve isimlerinin bazı bulvar ve tesislere verilmesi sağlanmıştır.

11.04.1990 tarihli ve 3623 sayılı Kanun’la “12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi uyarınca kurulan Olağanüstü Mahkeme tarafından Türk Ceza Kanunu’nun 146’ncı maddesine göre mahkûm edilenlerin hukuken itibarları” iade edilmiştir (50).

23 Haziran 2020 tarihli ve 7248 sayılı Kanun’la da 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yönetime geçen cunta tarafından çıkarılan 12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayılı Kanun’un iki hükmü, 27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren geçerli olacak şekilde ilga edilmiştir. Bu suretle 1 sayılı Kanun’un Yüksek Adalet Divanı ile Yüksek Soruşturma Kurulunu kuran ve bunlara müsadere konusunda özel yetkiler getiren iki hükmü 27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren geçerli olacak şekilde yürürlükten kaldırılmıştır (51).

7248 sayılı Kanun, varlıklarını hukuki dayanaktan yoksun hâle getirdiği Yüksek Adalet Divanı ile Yüksek Soruşturma Kurulunun işlem ve kararlarından mağdur olanlar veya mağdurların mirasçıları için tazminat imkânı da getirmiştir (52).

II. Yassıada Yargılamalarının Ceza Muhakemesi Hukukuna Hâkim Olan İlkeler Bakımından Değerlendirilmesi

Ceza kanunlarında tanımlanmış bir suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse kim ya da kimler tarafından işlendiği ve müeyyidesinin ne olacağı konusunda kural olarak ceza muhakemesi kanunlarına göre gerçekleştirilen iddia, savunma ve yargılama niteliğindeki bir dizi faaliyete ceza muhakemesi, bununla ilgilenen hukuk dalına da ceza muhakemesi hukuku denir (53).

Ceza muhakemesinin amacı, şüpheli veya sanıkla mağdurun haklarını gözeterek hukuka uygun şekilde elde edilmiş delillerle maddi gerçeğe ulaşıp adaleti tesis etmektir. Her ne pahasına olursa olsun değil, kişilerin haklarına saygılı bir şekilde yürütülen muhakeme faaliyetiyle maddi gerçek araştırılıp (54) bulunmalıdır. Bu suretle adaletin gerçekleştirilmesi ve hukuki barışın sağlanması mümkün olacaktır.

Gelişmiş demokratik toplumlarda iddia ve savunma makamlarının karşılıklı tezlerini eşit şekilde ortaya koyabildiği bir ortamda verilen hüküm, adil kabul edilir (55).

Ceza muhakemesinin asıl görevi, adil bir muhakeme sonucunda işlendiği iddia edilen fiile ilişkin hükme varmaktır. Maddi gerçeğe ulaşmaksa tabii hukukun taraflara yüklediği bir idealdir. Mahkeme, ceza muhakemesinin işlevi olan adil yargılama yükümlülüğünü yerine getirmek ve maddi gerçeğe ulaşma ideali doğrultusunda hareket etmek şeklindeki iki unsuru bir arada sağlarsa, kamunun tatmin olacağı bir hükme varabilir. Bu nedenle ceza muhakemesinin yürütülmesinden elde edilecek kamu menfaati, adil bir yargılamanın yapılmasıyla mümkün olacaktır.

Muhakemenin adil yapılması, devletin güvencesi ve sorumluluğu altındadır. Devlet, kişinin hakkaniyete uygun şekilde soruşturulması ve kovuşturulması için her türlü tedbiri almakla mükelleftir. Adalete kavuşmak, muhakemeye katılan kişiler için idrak ve ifa edilebilir hâlde olmalıdır (56).

Bu kapsamda aşağıda adil muhakemenin yapılabilmesi için büyük önemi haiz, hatta bunun olmazsa olmaz şartını oluşturan ilkelerden bahsedilecektir. Bu ilkeler, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren uygulana uygulana günümüze kadar gelmiş ve ceza muhakemesinin ilkeleri olarak bütün gelişmiş ülkelerde kabul görmüş ve görmektedir.

Aşağıda ceza muhakemesine hâkim olan ilkelerden kısaca söz edilecek, bu ilkeler çerçevesinde Yassıada yargılamalarından bir kısım örnekler verilerek değerlendirilecektir.

1. Hukuk Devleti İlkesi

Hukuk devleti (57) ilkesine göre yasama, yürütme ve yargı organları, hâkimiyet adı verilen muazzam gücü, anayasa ve kanunlar çerçevesinde insan haysiyetini korumak, temel hak ve hürriyetleri gerçekleştirmek, adaleti ve hukuk güvenliğini sağlamak amacıyla kullanabilirler ve bu, onların meşruluğunun temelini teşkil eder (58). Bu sebeple hukuk devleti ilkesi, ceza muhakemesinde insan haklarıyla ilgili bütün prensiplerin kaynağı durumundadır (59). Hukuk devletinde tüm eylem ve işlemlerin hukuka uygun biçimde yürütülmesi gerekmektedir.

Hukuk devletinde insan hak ve hürriyetlerinin korunması ve bu korumanın fiilen gerçekleştirilmesi ön plandadır. Son tahlilde hukuk devleti, hak ve özgürlüklerin fiilen tatbik edildiği bir devlettir.

27 Mayıs 1960 askerî darbesi akabinde getirilen uygulamalar ve Yassıada yargılamaları incelendiğinde hukuk devleti ilkesinin birçok açıdan askıya alındığı görülmektedir. Bu bağlamda bazı örnekler vermek gerekirse, 27 Mayıs 1960 darbesi akabinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kapatılarak, darbecilerden oluşan Millî Birlik Komitesi idareyi ele almış; darbeciler tarafından yürürlüğe konan 211 sayılı İç Hizmet Kanunu’yla orduya; “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi” verilmiştir. Böylece 1924 Anayasası’nın “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder” hükmü fiilen ortadan kaldırılmıştır.

“Çağdaş yargı sistemlerinde benimsendiği gibi Yüksek Hâkimler ve Yüksek Savcılar Kurulu ayrı ayrı kurulmak suretiyle yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanmak istenmişse de özellikle 1960 ihtilali sonrasında içtihat oluşturabilecek Yargıtay ve Danıştay üyelerinin pek çoğu zorunlu olarak emekliye sevk edilmiş; yargıdaki içtihat birliği sıkıntıya sokulmuş; askerî yargı kurumlarının kurulmasıyla “yargıda teklik” ilkesi bozulmuştur” (60).

Yassıada’da yapılan yargılamalarda temelde hukuk devleti ilkesinden kaynaklanan adil yargılanma hakkı, insan haysiyetinin dokunulmazlığı, hâkim önünde meramını anlatabilme, ceza yargılamasında maddi gerçeğin araştırılması, bağımsız ve tarafsız hâkim önünde yargılanma, özel hayatın gizliliği, suçu sabit olana kadar suçlu sayılmama, suçta ve cezada kanunilik, aleyhe kanunun geçmişe yürütülememesi ilkeleri gibi birçok ilke çeşitli şekillerde göz ardı edilmiştir.

Bu örnekler bile Yassıada yargılamalarında temelleri özellikle 1924 Anayasası’nın ilk sekiz maddesiyle tesis edilen hukuk devleti esaslarının nasıl çiğnendiğini göstermektedir.

2. İnsan Haysiyetinin Dokunulmazlığı İlkesi

İnsan haysiyeti kavramı, kanunlar tarafından tanımlanmadığı için bundan ne anlaşılması gerektiği belirgin değildir. Doktrindeki tarifleri dikkate alarak şu şekilde bir tanım vermek mümkündür: İnsan haysiyeti; kişiye bilinçli olma, kendi kaderini tayin etme ve çevresini şekillendirme yeteneği veren ve kişiliksizliği ortadan kaldıran ruhtur, manevi güçtür.

İnsanı obje haline getiren ve kişiliği nedeniyle sahip olduğu değerin inkârı anlamına gelen her türlü işlemin, insan haysiyetine aykırı olduğu belirtilmektedir. İnsan haysiyetinin bağlayıcı bir hukuki değer olduğu da ayrıca vurgulanmaktadır. Son tahlilde insan haysiyeti, “kişinin hür iradesi” olarak ifade edilebilir61. Böyle bir iradenin dokunulmaz olduğu, ancak hukuk devletinde ileri sürülebilir62. Bu sebeple hukuk devleti, insan haysiyeti kavramının kaynağını oluşturduğu gibi sınırını da tayin eder. Yani “hür irade” olarak somutlaştırdığımız insan haysiyetinin dokunulmazlığına, ancak hukuk devleti ilkesi çerçevesinde sınırlamalar getirmek mümkündür.

“İnsan haysiyeti” vazgeçilemez bir değerdir. Bu sebeple ceza muhakemesi kanunları açıkça insan haysiyetine aykırı bir işleme ve bu işlem sonucu elde edilecek delillerin muhakemede değerlendirilmesine gösterilecek rıza ve muvafakati geçersiz saymaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki insan haysiyeti kavramı sırf ahlaki bir değer olmayıp, bağlayıcı olan hukuki bir normdur. Yani onun ihlali sadece usuli bir sonuç doğurmayıp aynı zamanda maddi hukuka dair etkiler de yapar (63).

Yukarıda yapılan açıklamalar bağlamında birkaç örnek vermek gerekirse; Yassıada yargılamaları boyunca sanıklara hakaretler edilmiş, tekme ve tokat gibi cebir içeren davranışlarda bulunulmuş, işkence uygulanmış, hatta soruşturma aşamasında bazı kamu görevlileri işkence altında intihar veya vefat etmiştir.

Yassıada mahkemeleri esnasında Adnan Menderes duruşma aralarında bir kapı geçidinin girişinde oturtularak yüzü, önündeki duvara çevrilmiştir. Kendisine her gün yapılan uyuşturucu iğnelerden şikayetçi olmasına karşın “iyi gelir” denerek iğnelere devam edilmiştir (64).

Mahkeme sürecinin tamamında nazik ve saygılı üslubunu muhafaza eden Menderes, 14 Ekim 1960’taki duruşmada mikrofona geldiğinde “Bendeniz beş aydır tamamen tecrit edilmiş bir vaziyette bulunuyorum. Bir tek odanın içinde ve günün yirmi dört saatinde, her saat değişen bir nöbetçi subay beyin nezareti altında, hiçbir kelime konuşmak imkânı olmamak şartıyla yaşıyorum. Bu itibarla konuşma takatim, akli melekelerim zaafa uğramış bulunuyor. Arzım şudur; bana imkân verecek, asabımı düzeltecek bir uygulamanın tatbiki. Nöbetçi subay beyle bir kelime dahi konuşmaya mezun değilim. Beş aylık mecmu konuşmalarım on-on beş saati geçmez… Bendeniz huzurunuzda kumandan beyefendiye şükranlarımı arz ederim ve yine huzurunuzda subay beylerin nazik muamelelerine teşekkür ederim. Ancak hiçbir kelime konuşmadan günün 24 saatinde karşı karşıya bulunmaktayım”(65) demiştir. Menderes, ada kumandanına “Bu müthiş yalnızlık korkarım beni çıldırtacak” diyerek bir ricada bulunmuştu: “Tuvalete giderken odalardan arkadaşların sesini duyuyorum. Acaba kapıları açık bırakmanızda bir mahsur var mı? Kendileriyle konuşamadığım arkadaşlarımı hiç değilse uzaktan görebilirim” (66).

Menderes’in mahkemedeki bu beyanlarından sonra durumunda herhangi bir değişiklik olmamıştır (67).

Mahkemedeki duruşma safhalarında diğer sanıklara sigara içme ve rahatlama için verilen fasıllarda Adnan Menderes, ancak camdan bir telefon kabinini andıran ve salonun dışarısına yerleştirilen bir hücreye alınmış; sigarasını da orada içebilmiştir. Kaldığı odanın kapısında insan başı genişliğinde bir gözetleme penceresi bulunan Menderes, bu dar odanın içerisinde 15 ay tecrit edilmiştir (68).

O günlerde Adnan Menderes’in Celal Bayar’ın avukatı Gültekin Başak’a, “Gültekin Bey, benim avukatlarıma ne oldu? Onlar gelmediğine göre ben ne yapabilirim?” diye sorması üzerine bir subayın ağır küfürler ederek Menderes’i tekme tokat odaya kapatması da onun yargılamalar boyu maruz kaldığı muameleyi göstermektedir (69).

Bu örnekler bile, Yassıada yargılamaları sürecinde insan haysiyetinin korunması ilkesine ne denli aykırı hareket edildiğini göstermektedir.

3. Adil Yargılanma İlkesi

Adil yargılanma (dürüst işlem) ilkesi70 ile ceza muhakemesi işlemlerinin; kandırma, yanıltma veya zorlama gibi irade serbestisini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara sapılmaksızın, hukuk devleti ilkesine uygun olarak, önceden kanunlarla gösterilmiş esaslar çerçevesinde yapılması kastedilmekte olup, bu ilke sadece kovuşturma evresini değil soruşturma evresini de kapsar (71). Başka bir anlatımla adil yargılanma, insan hakları ile şüpheli, sanık ve mağdurun haklarını koruyarak yapılan yargılamadır (72). Ceza muhakemesinin en temel amacı, adil yargılamanın gerçekleştirilmesidir. Doktrinde, sanığın hakkı ile toplumun yararı karşı karşıya geldiğinde sanığın hakkının adil yargılanma hakkıyla korunacağı belirtilmiştir (73).

Bir hukuk devletinde bu esasların, asgari olarak nelerden ibaret bulunduğu İHAS’ın (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi) 6’ncı maddesinde gösterilmiştir.

İHAS’ın 6’ncı maddesinde; “Herkesin, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahip olduğu, hükmün açık oturumda verileceğini, ancak demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebileceği” belirtilmiş, maddenin ikinci fıkrasında, “bir suç ile itham edilen herkesin, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılacağı” ifade edilmiş, son fıkrada ise (m.6/3) her sanığın en azından aşağıdaki haklara sahip olduğu hüküm altına alınmıştır.

Bu haklar; “a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek

b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak

c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir müdafiin yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali imkanlardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek

d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı şartlar altında çağırılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek

e) Duruşmada kullanılan dili anlama veya konuşmadığı takdirde bir tercümanın yardımından meccanen (bedelsiz olarak) yararlanmak” olarak sıralanmıştır (74).

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı, çağdaş hukuk anlayışında en fazla vurgu yapılan haklardandır. Aynı şekilde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin (İHEB) 10’uncu maddesinde de adil yargılanma hakkıyla ilgili bir hüküm bulunmaktadır (75).

Adil yargılanma ilkesinden anlaşılması gereken; tabii, bağımsız ve tarafsız bir mahkemede yargılamanın yapılması, görülmekte olan davaların makul sürelerde bitirilmesi, yapılan yargılamaların aleni ve duruşmalı olarak yapılması ve hakkaniyete uygun hareket edilmesidir (76).

Soruşturma ve kovuşturmanın makul sürede bitirilmesi de adil yargılanma hakkının vazgeçilmez bir parçasıdır.

Makul sürede yargılanma hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz kalacakları maddi ve manevi baskıdan korunmasıdır. Hukuki uyuşmazlıkların çözüm sürecini uzatarak çoğu zaman elde edilecek hükmün yararını ortadan kaldıran bir yargılama, adaletin yerine getirilmesindeki etkinliğe ve güvenliğe zarar vermektedir. Uyuşmazlığa ilişkin yargılamanın kısa sürede sonuçlandırılması önemli olmakla beraber, hukuki uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi de büyük önem taşımaktadır.

Adil yargılanma ilkesiyle bağlantılı olan bir hak da savunma hakkıdır (77). İddia ve yargılama makamlarının yetkilerine karşı savunma makamına da eşit yetkiler verilerek silahların eşitliği sağlanmalı ve silahların eşitliği ilkesi gereğince sanık ve müdafine savunma yapabilmeleri amacıyla yeterli hak ve süre tanınmalıdır (78). Diğer bir ifadeyle muhakeme işlemleri sırasında yargılama, iddia ve savunma makamlarının eşit haklara sahip olması gerekmektedir. Bu kapsamda sanığa kendisine yapılan isnat hakkında bilgi verilmeli, sahip olduğu haklar hatırlatılmalı, savunma yapma maksadıyla gerekli zaman ve kolaylıklar sağlanmalı (79) ve bir hukukçunun (müdafi) yardımından faydalanabileceği de hatırlatılmalıdır (80).

Adil yargılanma ilkesinin en önemli teminatlarından biri de tabii hâkim ilkesidir. Kanuni hâkim güvencesi de denen bu ilkeye göre hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önünde yargılanmamalı, bu çerçevede bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuracak şekilde yargı yetkisine sahip olağanüstü mahkemeler kurulmamalıdır.

Görüldüğü gibi 27 Mayıs 1960 darbesinden sonraki süreçte mer’i olan 1924 Anayasası’nın birçok hükmü yürürlükten kaldırılarak, 27 maddelik yeni bir anayasa kabul edilip yürürlüğe konmuştur. Bu Anayasa’nın 6. maddesi, Yassıada’da toplanan sanıklar hakkında tahkikat yapmak ve son soruşturma açılmasına, bunların Yüksek Adalet Divanına sevk edilip edilmemesine karar vermek üzere bir Yüksek Soruşturma Kurulu teşkilini, yargılamaların da Yüce Divan niteliği taşıyacak yeni bir kuruluş olan Yüksek Adalet Divanınca yürütülmesini öngörmüştür. Böylece sanıklar Marmara Denizi’nde yer alan Yassıada’da kurulan ve bugün Yassıada Mahkemeleri olarak anılan olağanüstü mahkemede yargılanmıştır. Tabii hâkim ilkesine aykırı olarak söz konusu olağanüstü mahkemenin ihdası, başlı başına adil yargılanma ilkesinin ihlal edildiğinin en önemli göstergelerdendir.

Yargılamalarda duruşmalara aralıksız devam edilmesi, 203 günde toplam 1033 saat süren 287 oturumun yapılması, sanıklara savunmalarını hazırlamaları için yeterli süre verilmemesi de adil yargılanma hakkının ihlali bakımından kayda değerdir.

Yassıada mahkemelerinde görülen 19 ayrı davadan Değirmen davası zamanaşımından düşmüş, davanın sanıkları hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır. Kalan dosyalardan 17’si anayasal düzeni ihlal davasıyla birleştirilmiştir. Bununla beraber dosyalar bu birleştirme çerçevesi içinde ayrı ayrı ele alınarak değerlendirilmiştir. Böylece anayasal düzeni ihlal davasıyla, anayasal düzeni ihlal suçuyla ilgisi olmayan çok sayıda iddia bu suçla ilişkilendirilerek, sanıklara daha fazla ceza verilmesinde kullanılmıştır.

Yassıada yargılamalarında mahkemece, örneğin eski Erzurum Milletvekili Şevki Erker ile eski Samsun Milletvekili Naci Berkman’ın Meclis grubunda yaptıkları konuşmalar arasından Adnan Menderes ve hükûmeti eleştirir mahiyette olanları seçilerek, mahkeme tarafından denetleme görevlerini yerine getirdikleri gerekçesiyle tutukluluk hallerinin kaldırılmasına karar verilmiştir. Mahkeme başkanı tarafından sanık milletvekillerine, Adnan Menderes ve hükûmet aleyhine beyanlarda bulunmaları halinde Yassıada’dan kurtulabilecekleri yönünde mesajlar verilmiştir (81). Böylece mahkeme, sanıklar aleyhine delil üretmeye çalışmıştır. Ancak bunda yeteri kadar başarılı olamadığını da söylemek gerekir (82).

4. Hâkim Önünde Meramını Anlatabilme İlkesi

Her sanığın hâkimin önünde derdini anlatabilmesini, ne istediğini söyleyebilmesini, hiç veya gereği gibi dinlenmeden mahkûm edilememesini, öne sürülen iddiaları ve aleyhine olan delilleri çürütebilmesini ve bu sayede muhakemenin gidişine etki edebilmesini ifade eden ilkeye, sanığın “hâkim önünde meramını anlatabilme” ilkesi denir (83).

Modern ceza muhakemesinde sanık, kovuşturmanın konusu değil bir yargılama süjesidir. Bu sebeple hem hakları hem de bazı mükellefiyetleri vardır.

Bu haklar çerçevesinde sanık, hâkim önünde meramını anlatabilir, en azından ona bu imkân tanınır. Böylece insan haysiyetine duyulan saygı da dile getirilmiş olur.

Ceza muhakemesi hukuku ve bunu düzenleyen mevzuatımız; sanığın suçlamaları, yani suçlama konusu fiili, delil kaynaklarını, müdafi aracılığıyla dosyayı öğrenebilmeyi, bir hak olarak muhakemede hazır bulunabilmeyi, suçlamaları öğrendikten sonra cevap verebilmeyi, bu amaçla kendisine süre tanınmasını, isnat edilen eylemin değiştirilememesini, isteklerde bulunmayı, son sözün sanıkta olmasını, teknik yardımdan faydalanabilmeyi, eziyet ve işkenceye tabi tutulamamayı kabul etmiştir. Yargılama sürecinde sanıklara ve müdafilerine savunmalarını yapabilme imkânının verilmesi zorunludur.

Bu bağlamda Yassıada yargılama süreci incelendiğinde, Mahkeme Başkanı Salim Başol’un tutum ve davranışları, kurduğu cümleler, yargılamanın ne denli hukuka aykırı şekilde yürütüldüğünü göstermektedir. Örneğin, dava süresince sanıkları sürekli azarlayan Başol’un Adnan Menderes’in avukatına hitaben “Daima böyle lüzumsuz şeyler söylersiniz, sizi susturmak için ne yapmalı?”Susmazsanız sustururum.”, yine bizzat Adnan Menderes’e hitaben “Eğer ben kesin deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim.”, Hasan Polatkan’a hitaben “Öyle şey olmaz, kısa kes, az konuş.” seklindeki sözleri, sanıklara meramlarını anlatma imkânının verilmediğini, onların bir muhakeme süjesi olarak değil suçlu oldukları baştan kabul edilen, istiskal edilmesi gereken varlıklar olarak görüldüğünü göstermektedir.

5. Maddi Gerçeğin Araştırılması İlkesi

Ceza muhakemesinde medeni muhakemeden farklı olarak şekli gerçekle yetinilmeyip işin esası, yani maddi gerçek araştırılır. Ceza muhakemesinde amaç, adil yargılama ilkelerine uyularak maddi gerçeğin araştırılması ve bulunmasıdır. Maddi gerçeğin araştırılmasının sebebiyse suçsuz olan sanığın aklanmasına, suçlu olan sanığınsa cezalandırılmasına karar vermeye dönük bir vicdani kanaate ulaşma çabasıdır. Ancak bir hukuk devletinde, maddi gerçeğin her ne pahasına olursa olsun” araştırılması kabul edilmemekte (84); delil yasaklarıyla bu ilkeye bazı sınırlar getirilmektedir (85).

Maddi gerçeğin araştırılması ilkesinin bir sonucu olarak mahkeme, muhakemeye katılanların beyanları, itirafları, ikrarlarıyla bağlı değildir. Ayrıca medeni yargılamadan farklı olarak gıyapta muhakeme de istisnadır. Ceza muhakemesinde sanığın duruşmaya gelmemesi, onun suçlu olduğu anlamına gelmez. İfade edelim ki mahkeme, ileri sürülen delillerle bağlı olmadığı için re’sen delil araştırabilir ve hükmünü delillerin değerlendirilmesinden sonra verebilir. Medeni muhakemedeyse hâkim, tarafların ileri sürmediği hususları re’sen göz önüne alamamaktadır (86). Sanığa susma hakkı tanınan ceza muhakemesinde, savunma makamına da isnat edilen fiili işlemediğini ispat etme mükellefiyeti getirilemez (87).

Bu açıdan Yassıada yargılamaları ele alınırsa, 10 yıllık DP iktidarının bütün icraatının didik didik edildiği, DP hükûmeti ve parlamentodaki milletvekillerini mahkûm etmek için âdeta delil avına çıkıldığı, isnatlarla ilgili somut bir delil olmamasına karşın peşin hükümle sanıkların mahkûm edildikleri görülecektir.

6. Bağımsız ve Tarafsız Hâkim İlkesi

Hak aranan mahkemenin “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” adil yargılanmanın temel şartıdır. Hâkimlerin bağımsızlığı, onların kararlarını verirken özgür olmaları, her türlü kaygıdan, maddi ve manevi baskı ve etkiden uzak bulunmalarıyla mümkündür.

Davaya bakacak hâkimin, davanın taraflarına karşı eşit, tarafsız ve önyargısız durması, hiçbir telkin ve baskı altında kalmadan, hukuk kuralları çerçevesinde vicdani kanaatine göre karar vermesi gerekir.

Hâkim bağımsızlığıyla ilgili uluslararası sözleşmelerde de hükümler yer almaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 10’uncu maddesinde; “Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır” denmektedir.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin, “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6/1’de, herkesin yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir (88).

Hâkimin tarafsızlığıysa, yargılama faaliyeti sırasında hâkimin taraflara karşı eşit mesafede olması, objektif davranması, kimsenin yanında durmaması ve şahsi değerlendirmelerden uzak biçimde uyuşmazlığı çözüme kavuşturması anlamına gelmektedir (89).

AİHS’in “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6’ncı maddesinin ilk fıkrasında da herkesin yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir (90).

Yassıada’da yapılan yargılamalarda hâkimlerin bağımsızlıktan ve tarafsızlıktan ne denli uzak olduklarını göstermek bakımından şu örnek oldukça önemlidir: Yassıada yargılamalarında dava süresince sanıkları sürekli azarlayan mahkeme başkanı Salim Başol’un, Menderes’e hitaben “Sizi buraya tıkan irade böyle istiyor.” şeklindeki ifadeleri, yargılamanın bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde yapılmadığının göstergesidir. Mahkeme heyetince, mahkeme sürecinde Adnan Menderes başta olmak üzere sanıklara aşağılayıcı ifadeler ve küçük düşürücü bir üslupla hitap edilmesi de mahkeme heyetinin tarafsız olmadığını göstermektedir.

7. Özel Hayatın Gizliliği İlkesi

Hukuk devletinde fertlere, maddi ve manevi varlıklarını istedikleri gibi geliştirip şekillendirebilecekleri hür bir “hayat alanı” tanınır. Devletin müdahalesinden korunan ve “bireyin küçük dünyası” olarak anılabilecek bu alan, temel hak ve hürriyetler ile ülkenin siyasi rejimi bakımından hassas bir göstergedir. Bu küçük dünyamız ne kadar genişse ülkedeki mevcut siyasi rejim o kadar hürriyetçi ve demokratik; ne kadar darsa o kadar baskıcı ve otoriterdir (91).

Doktrinde; insanın sosyal bir varlık olduğu ve bu nedenle hayatını ancak diğer insanlarla birlikte devam ettirebileceği gerçeğinden hareketle, esas itibarıyla insan hayatının iki yönünün bulunduğu kabul edilir. Bunlar, hayatın genel ve özel yönleridir. Hayatın özel yönü de “özel hayat” ve “hayatın gizli alanı” olmak üzere ikiye ayrılır (92).

Hayatın genel yanı, korunacak bir gizliliği bulunmadığından konumuz dışında kalır. Mesela, kamuya açık yerlerdeki davranış ve sözler herkes tarafından görülüp dinlenebilir. Buna karşılık hayatın özel yanı her hukuk devletinde koruma altına alınmıştır. Hayatın gizli alanı, mutlak şekilde korunur hatta dokunulmaz sayılırken özel hayat nispi olarak korunmuştur. Özel hayat dar bir çerçevede, mesela bir aile içinde, söz konusu olabilirken hayatın gizli alanı, sadece ferdi ilgilendirir ve ondan başkasının bu alana girebilmesi asla kabul edilemez; bu sebeple de dokunulmazdır (93).

Bu bilgiler ışığında bebek davası incelendiğinde, dava Adnan Menderes’in opera sanatçısı Ayhan Aydan’dan olan çocuğunu öldürttüğü iddiasıyla açılmış olsa da davanın maddi gerçeğe ulaşmaktan ziyade Menderes’in evlilik dışı ilişkisine aleniyet kazandırarak onun şahsi itibarının zedelenmesi amacını taşıdığı söylenebilir. Bu açıdan yargılamada özel hayatın gizliliği ve insan haysiyetinin dokunulmazlığı ilkesine aykırı davranılmıştır.

8. Masumiyet İlkesi

Masumiyet ilkesi ceza muhakemesinde sanığın haklarını koruma amacıyla benimsenmiş bir ilkedir (94). Buna göre bir suçla itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır ve o kimsenin masum olduğu kabul edilir (95). Bu ilkeyle hiç kimse, hakkında verilecek kesin hükme kadar suçlu muamelesi göremez ve herkes lekelenmeme hakkından faydalanır.

Bu süreçte etkin rol oynayan hâkim, savcı ve adli kolluk görevlilerinin yargılanacak veya yargılanmakta olan kimselere saygı göstermesi ve onların lekelenmeme haklarını ihlal etmemesi gerekir (96).

Soruşturma evresi yürütülürken alınan ifadeler ve dosyaya girecek her türlü delil, basın yayın organlarına servis edilmemeli ve bu kimse hakkında henüz bir karar verilmediği unutulmamalıdır. Tıpkı adil yargılanma hakkında olduğu gibi masumiyet ilkesinde de temel hedef, sanık hakkında hüküm verilinceye dek sanığın lekelenmemesi ve masum sayılmasıdır.

Sanığın yasal olarak suçluluğu sabit olmadan ve özellikle de savunma hakkını kullanma fırsatını bulamadan verilen bir yargı kararında, suçlu olduğuna ilişkin bir kanaat yansıtılırsa, masumiyet karinesi ihlal edilmiş demektir (97).

Yapılan tüm muhakeme işlemlerinde yargılama ve iddia makamı öncelikle şüpheli veya sanığın masum olduğundan yola çıkarak hareket ederse, hukuka olan güven artar, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması kolaylaşır (98).

Suçsuzluk karinesi, beraat kararı verildiği hallerde sanığın suçu işleyip işlemediği hususunun şüpheli bırakılmasını da engeller. Suçluluğun yeterince ispat edilemediği hallerde “delil yetersizliğinden beraat” kararı yerine “faile isnat edilen fiilin fail tarafından işlendiğinin sabit olmadığı” gerekçesiyle beraat kararı verilmelidir (99).

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6’ncı maddesinin ikinci bendinde de “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır” denilmektedir.

Belirtelim ki soruşturma veya kovuşturmaya ilişkin yapılan basın açıklamaları ve sanığın kimliğinin açıklanması, kişilik haklarının zedelenmesine sebebiyet verir (100).

Yassıada yargılamaları bu bilgiler ışığında incelendiğinde, yargılamalarda masumiyet karinesinin hiçe sayıldığı, daha yargılamaların başından itibaren sanıkların suçlu olduklarının kabul edildiği görülmektedir. Bunun en önemli göstergelerinden biri de yargılamalar henüz başlamadan ölüm cezası verilmek istenen bir kısım sanıkların yaşlarının göz önünde bulundurularak, ölüm cezasının 65 yaş üstü kişiler bakımından uygulanamayacağına dair hükmün yürürlükten kaldırılması ve bu değişikliğin geçmişe uygulanacağına ilişkin kanuna hüküm konulmasıdır.

Yine yargılamalar sürecinde çekilen ve sinemalarda gösterilen Düşükler Yassıada’da filmi de bir yandan Yassıada’da haksız olarak tutulan kişilerin haysiyetleriyle nasıl alay edildiğini göstermekte, diğer yandan yargılamalar bitmeden sanıkların nasıl suçlu ilan edildiklerini açıkça ortaya koymaktadır (101).

Gerçekten Yassıada’da 14 Eylül günü gece vakti yargılananlar birden kaldırılmış, hemen giyinmeleri ve hazır olmaları istenmiştir. Bu hazırlık sadece bir film çekimi içindir. O günlerde halk arasında Yassıada’da bulunanların durumunun çok kötü olduğuna dair söylentilerden askerî yönetim rahatsız olmuş ve sinemalarda hemen gösterilmek üzere bir film hazırlanmasını emretmiştir. Yassıada’da özgürlükleri haksız yere elinden alınan kişiler, yeni geliyorlarmış gibi gece yarısı iskeleye götürülüp merdivenlerden yürütülmüştür. Yassıada’da hayatın normal seyrettiğini göstermek için berberde, hastanede, koğuşlarda çekimler yapılmıştır. Fatin Rüştü Zorlu odasında kitap okuma taklidi yaptırılarak, Refik Koraltan kantinden alışveriş yaparken, Perihan Arıburun filmde hafif aksayarak da olsa yürürken, aylardır kamuoyunda görünmeyen Adnan Menderes kamera karşısında zorla yemek yedirilerek kayda alınmıştır (102).

Düşükler Yassıada’da filmi hemen piyasaya sürülerek sinemalarda gösterilmeye başlanmıştır. Bu filmde yapılan anonslarda suçlayıcı ifadeler kullanılmıştır. Örneğin, “Vatan Cephesi başkumandanı Kemal Aygün”, “Barların haraççıbaşısı Faruk Oktay”, “Üniversite gençliğinin amansız celladı Bumin Yamanoğlu”, “İşte İstanbul’un kumar, eroin ve cinayet kollektif şirketi” gibi anonslar bunlardan bazılarıdır. Filmde Adnan Menderes’in zorla yemek yediği sahnede Menderes için “Poz vermeden edemez” anonsu yapılmıştır. Celal Bayar’ın görüntülerinde “Sofrasında kilosu 1 liraya satılan siyah havyar bulunmamakla beraber Bayar iştahından bir şey kaybetmiş görünmemektedir.” denmiştir (103).

Bu film üzerine intihar girişiminde bulunan ancak son anda kurtarılan Celal Bayar, hastanedeki tedavisinden sonra “Bize, Yeşilçam oyuncuları gibi film çevirttiler. Revayı hak mıdır bu?” diye isyan etmiştir. Yassıada sakinleri aşağılayıcı bu filmden de anlaşılacağı üzere yargılamalar daha başlamadan mahkûm edilmiştir (104).

III. Yassıada Yargılamalarının Ceza Hukuku Bakımından Değerlendirilmesi

Devletin rejimi, anayasalarda temel hak ve hürriyetlerle düzenlenir. Anayasada düzenlenen hak ve hürriyetleri ihlal eden ya da devletin müesses nizamına yönelik davranışlardan hangilerinin suç olduğunu ve müeyyidelerini ise ceza kanunları gösterir. Kanunilik ilkesi başta olmak üzere çok sayıda ceza hukuku ilkesi, en ağır yaptırımları bünyesinde barındıran ceza hukukunda kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktadır.

Aşağıda, inceleme konumuzla doğrudan ilgisi sebebiyle “suçta ve cezada kanunilik ilkesi”nin bir sonucu olan “aleyhe ceza kanunlarının geçmişe yürümezliği ilkesi” ve “yasama sorumsuzluğu” bakımından açıklamalara yer verilecektir.

Suçta ve Cezada Kanunilik İlkesi

A-Genel Açıklamalar, Darbenin Yapıldığı Dönemde Mer’i Olan 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun Konumuz Bakımından Değerlendirilmesi

Kanunda gösterilmeyen fiillerin suç oluşturmadığı (kanunsuz suç olmaz; nullum crimen sine lege) ve yasanın suç saydığı bir fiilden dolayı ancak kanunda gösterilen cezanın veya güvenlik tedbirinin (kanunsuz ceza olmaz – nulla poena sine lege) verilebileceği anayasalar ve ceza kanunlarında bir kural olarak kabul edilmiştir. Ancak, yasada gösterilen fiillerin suç sayılması ve bunlar hakkında yine yasada belirtilen ceza ve güvenlik tedbirlerinin verilebilmesi, suçu ve cezaları kapsayan yasanın fiil işlenmeden önce yürürlüğe girmesi şartına bağlıdır (nullum crimen, nulla poena sine lege praevia – önceki bir yasa olmadan suç ve ceza olmaz) (105).

Medeni ve gelişmiş ülkelerin anayasa ve ceza kanunlarında bir kural olarak öngörülen, kişi hak ve hürriyetlerinin bir garantisini teşkil eden suç ve cezaların kanuniliği prensibinin ana hatları şu şekilde açıklanabilir:

Ceza hukukunun esasını yasa teşkil ettiğinden, bir fiilin suç sayılıp sayılmadığını anlamak için yasaya bakmak lazımdır. Yasa tarafından sarahaten yasaklanmayan her fiil meşrudur. Ancak fiilin sarahaten suç sayılması yeterli olmayıp, yasa tarafından cezasının da belirlenmesi gerekir. Hâkim, yasada yazılı olandan başka veya daha ağır bir cezaya hükmedemez. Şayet ceza yasaları suç ve cezayla ilgili bir hüküm ihtiva etmiyorlarsa, hususi hukuk sahasında olduğu gibi hukukun genel prensiplerine, örf ve âdet hukukuna ve kıyasa başvurulamaz (106). Öyleyse yasanın suç saymadığı veya yasanın suç sayıp da cezasını öngörmediği bir fiilin işlenmesi halinde hâkim beraat kararı vermek zorundadır. Bu suretle yasanın açıkça suç saymadığı bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemeyeceği gibi yasada yazılı olandan başka ve şiddetli bir cezayla da kimse cezalandırılamaz.

Belirtelim ki kanunda gösterilen fiillerin suç sayılması ve bunlar hakkında yine yasada belirtilen cezaların verilebilmesi, suç ve ceza içeren yasanın fiil işlenmeden önce yürürlüğe girmiş olması şartına bağlıdır. Bu sebeple de aleyhe kanun geçmişe yürütülemez.

1274 (1858) tarihli “Ceza Kanunname-i Hümayunu”nun 1’inci maddesiyle suçta kanunilik; 2, 3, 4 ve 5’inci maddeleriyle de cezada kanunilik ilkesinin kabul edildiği söylenebilir (107).

1876 Anayasası’nın (Kanun-u Esasi) 10’uncu maddesinde yer alan kural (108) böylece anayasal bir değere sahip olmuştur.

1926 tarihli ve 765 sayılı eski Türk Ceza Kanunu 1’inci maddesinde, 1961 Anayasası’nın 33, 1982 Anayasası’nın 38’inci maddesinde bulunan kurala, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu 2’nci maddesinde yer verilmek suretiyle ilkenin ceza hukukundaki önemi gösterilmiştir.

765 sayılı eski TCK’nın 1’inci maddesinin 1’inci fıkrasına göre; “Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez. Kanunda yazılı cezalardan başka bir ceza ile de kimse cezalandırılamaz”.

 

Maddede yer alan “kanun” sözcüğü, yasama organı tarafından usulüne uygun şekilde kabul edilip, yürürlüğe giren biçimsel anlamda kanunu ifade eder. Gerçekten TCK’nın 1’inci maddesinin 1’inci fıkrasında; idarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamayacağı, suç ve ceza koyma yetkisinin sadece yasama organına ait olduğu ve “kanun” teriminden de biçimsel anlamda kanunun anlaşıldığı ortaya konmuştur.

Aynı şekilde toplumsal vicdanda yaşayan, yazılı olmayan örf ve âdet de suç ve ceza bakımından göz önüne alınamaz. Böylece suç ve cezalar, örf ve âdetle ortadan kaldırılamaz. Örf ve âdete aykırı fiiller de yasada yer almadıklarından cezalandırılamaz. Aynı düşünceler ahlak için de geçerlidir (109).

Maddedeki “sarih olarak” sözcüğü, belirlilik ilkesi ile kıyas yasağına işaret etmektedir. Belirlilik ilkesi uyarınca, suçta kanunilik ilkesinin kabul edilmesi ceza hukukunun güvence fonksiyonunun icra edebilmesi için yeterli değildir. Aynı zamanda kanunda yer alan suç tanımlarının açık ve seçik olması gerekir. Diğer bir ifadeyle, bireyler hangi eylemlerinin suç oluşturduğunu kanun metninden açık şekilde anlayabilmelidir. Bu itibarla kanun metinleri çok açık ve herkes tarafından anlaşılabilir şekilde kaleme alınmalıdır. Ceza hukukunda kıyas da yasaktır (110).

Bir fiilin sarih, yani açıkça suç oluşturup oluşturmadığını anlamak için kanuna bakmak gerekmektedir. Kanun bazen suçu tanımlar. Bu yasal tanıma uymayan fiil, suç oluşturmaz. Fiil belki yasada tanımı yapılan bir suça benzeyebilir fakat benzediği için suçun tanımını yapan maddeyle cezalandırılmaz (kıyas yasağı). Bazen yasa, suçun tanımını yapmayarak adını söylemekle yetinir. Bu kısma giren suçların tanımları öğreti ve mahkeme içtihatları tarafından yapılır (111).

B. Aleyhe Ceza Kanunlarının Geçmişe Yürümezliği İlkesi (lex praevia)

Kanunilik ilkesinden kaynaklanan bu yasak, fiilin işlenmesinden sonra yapılan ve failin durumunu kötüleştiren düzenlemelerin, söz konusu fiil açısından uygulanmamasını ifade eder. Bu ilkeye göre işlendiği zamanın kanununa göre suç sayılmayan bir fiil, geriye etkili olarak suç hâline getirilemeyeceği gibi daha ağır bir cezayla da cezalandırılamaz. Bu aynı zamanda kusur ilkesinden ileri gelen bir zorunluluktur. Çünkü ileride yürürlüğe girecek olan bir kanuna göre kendisini yönlendirmesi failden beklenemez. Böylece fiilin işlendiği sırada öngörülebilir olmayan bir durumdan, aleyhine bir sonuç çıkarılamayacağı konusunda bireye güvence verilmektedir.

Kaldı ki sonradan yürürlüğe giren bir kanunla önceden işlenen bir fiilin cezalandırılması, kişi özgürlüklerine keyfî müdahale edilmesine yol açar (112).

Görüldüğü üzere, ceza kanunlarının geriye yürümesi yasağı, cezalandırılabilirliğin maddi şartlarında aleyhe olarak yapılan tüm kanun değişikliklerini içermektedir. Buna göre yeni bir suç tipi meydana getirilmesi veya mevcut suç tipinin uygulama alanının genişletilmesi, önceden mevcut hukuka uygunluk nedeninin kaldırılması veya uygulama alanının daraltılması, bu yasak kapsamındadır. Buna karşılık failin lehine olan düzenlemeler geçmişe yürümektedir (113).

Geçmişe yürüme yasağı, bir taraftan kanun koyucuya diğer taraftan da hâkime hitap etmektedir. Kanun koyucu yeni çıkardığı bir ceza normunu, daha önce işlenen fiillere uygulamasını öngöremeyeceği gibi hâkim de mevcut bir kuralı, önceden işlenen fiillere uygulama yoluna gidemez. Aleyhe kanunun geçmişe yürümesi yasağı açısından “fiilin işlendiği zaman” belirleyici olduğunda, fiilin işlendiği sırada yürürlükte olan kanunun hangisi olduğunun belirlenmesi gerekir (114).

Bu bilgiler ışığında Yassıada yargılamalarından bir örnek vermek gerekirse, burada sanıklara daha yüksek cezalar vermeyi mümkün kılmak için 06.07.1960 tarihli ve 15 sayılı Kanun çıkarılmıştır. Bu kanunla 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 65 yaşını geçmiş olanlara idam cezası uygulanamayacağına dair 56’ncı madde hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

765 sayılı TCK’nın 56. maddesi; “Hüküm zamanında 65 yaşını doldurmuş olanlar hakkında idam cezası yerine 30 sene ağır hapis … cezası hükmolunur” şeklindeydi. Bu değişiklik sebebiyle 1883 doğumlu ve hüküm esnasında 78 yaşında olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar idamla yargılanarak göstermelik mahkeme tarafından idam cezasına çarptırılmış ancak Ankara’daki askerî cunta, üç kişi dışındaki idamları onaylamadığı için verilen idam cezası infaz edilmemiş, müebbete çevrilmiştir.

Keza anayasal düzeni ihlal suçunun düzenlendiği 146’ncı maddeye “Birinci fıkrada yazılı suça ikinci fıkrada gösterilenden gayri surette iştirak eden fer’i şerikler hakkında beş seneden on beş seneye kadar ağır hapis ve amme hizmetlerinden müebbeden memnuiyet cezası hükmolunur” şeklinde üçüncü bir fıkra eklenmiştir. Yapılan değişikliklerin geçmişe yürütülebileceğine dair kanuna özel bir hüküm konmuştur.

Böylece ceza kanunlarının zaman bakımından uygulanmasında aleyhe kanunun geçmişe yürümeyeceği kuralı hiçe sayılarak aleyhe kanun geçmişe yürütülmüştür. Bu suretle 65 yaşından büyük olanlar hakkında idam cezası verilmesinin ve yasama sorumsuzluğuna sahip DP milletvekillerinin 1950 -1960 yılları arasında TBMM’de kullandıkları oylar ve açıkladıkları görüşler dolayısıyla suçlanıp yargılanmaları mümkün hâle getirilmiştir. Sonuçta açıkça hem o dönemdeki mevzuata hem de evrensel hukuk kurallarına aykırı bu hükümlere dayanılarak DP milletvekillerine ağır cezalar verilmiştir.

Keza Türkiye tarihinde ilk defa bir cumhurbaşkanının yargılandığı Köpek davası, Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesindeki anayasal düzeni ihlal suçuyla birleştirilip suçlama, vatana ihanet suçuna dönüştürülerek Cumhurbaşkanı yargılanmıştır.

2. Yasama Sorumsuzluğu

Millî iradenin serbestçe teşekkülü, parlamento içinde tam bir söz hürriyetinin bulunmasına bağlıdır. İşte bu gayeyle anayasalara konan yasama sorumsuzluğu milletvekillerinin meclisteki söz hürriyetlerini sağlama amacını güder. Yasama sorumsuzluğu, milletin temsilcisi olarak parlamentoya gelen milletvekilinin yasama görevini ifası sırasında, parlamento içinde beyan ettiği düşüncelerden, verdiği oylardan herhangi bir makama karşı sorumlu olmaması demektir. Diğer bir deyişle milletvekili, parlamentoda yasama görevini icra ederken düşüncelerini, yargılanma korkusuna kapılmadan söyleyebilir; bu sözlerinden dolayı adli veya idari mercilere hesap vermez (115).

Yasama sorumsuzluğu 1924 Anayasası’nın 17. maddesinde “Hiçbir mebus Meclis dâhilindeki rey ve mütalâasından ve beyanatından ve Meclisteki rey ve mütalâasının ve beyanatının Meclis haricinde irat ve izharından dolayı mesul değildir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Yine 1924 Anayasası’nın 41. maddesinde “Reisicumhur hiyaneti vataniye halinde Büyük Millet Meclisine karşı mesuldür.” hükmüne yer verilmiş ve cumhurbaşkanının göreviyle ilgili suçlar bakımından ancak vatana ihanet halinde ceza sorumluluğunun söz konusu olabileceği belirtilmiştir.

a. Yasama Sorumsuzluğunun Şartları

Yasama sorumsuzluğunun söz konusu olabilmesi, aşağıdaki şartların varlığına bağlıdır:

aa- Oy ve sözlerin, ileri sürülen düşüncelerin, meclis çalışmalarında ve mecliste açıklanmış olması gerekir. Meclis çalışmaları terimi geniş yorumlanmalıdır. Kavram; meclisin genel kurul, komisyon ve siyasi partilerin grup toplantılarını, hatta parlamento çalışmalarıyla ilgili olmak şartıyla parlamento dışındaki çalışmaları kapsar (116). Bahsedilen bu yerlerde evvelce verilmiş oyların, söylenen sözlerin ve açıklanan düşüncelerin milletvekilleri tarafından meclis dışında tekrarlanmaları halinde de yasama sorumsuzluğu kural olarak mevcuttur (117).

bb- Yasama sorumsuzluğunun ikinci şartı fiilin oy, söz veya düşünce açıklaması yoluyla işlenmesidir. Söz konusu yerlerde oy, söz ve düşünce şeklinde açıklanan hususların yasama göreviyle ilgili olup olmadığı araştırılmaz. Üye tarafından meclis çalışmalarında ve mecliste açıklanan oy, söz ve düşüncelerin niteliği ne olursa olsun yasama göreviyle ilgili oldukları kabul edilir. Kısaca sorumsuzluk meclis içindeki hakaretleri de kapsar (118). Gerçekten Anayasa, meclis içinde geçen -örneğin hakaretamiz- sözleri sorumsuzluk dışında bırakmak isteseydi, hakaret gibi suçların sorumsuzluk kapsamına girmeyeceğini bazı anayasaların öngördüğü şekilde açık olarak belirtirdi (119). Bu yola başvurmayan Anayasa, hakaret suçunu sorumsuzluk kapsamı dışında tutmamıştır. Bu bakımdan bu tür suçlar, meclis çalışmaları sırasında işlenmiş olmak şartıyla sorumsuzluğa dâhildir (120).

Buna karşılık milletvekillerinin meclis çalışmaları sırasında oy kullanmaları, sözleri ve düşünce açıklamaları dışında kalan fiilleri sorumsuzluk kapsamına girmez. Bu sebeple örneğin bir üyenin meclis toplantı salonunda diğer bir üyeyi dövmesi, öldürmesi sorumsuzluk ayrıcalığından faydalanmasına engel teşkil eder (121).

b. Yasama Sorumsuzluğunun Sonuçları

Yasama sorumsuzluğunun sonuçları şunlardır:

aa- Yasama sorumsuzluğu “mutlaktır”. Sorumsuzluğun meclis tarafından kaldırılması mümkün değildir.

Milletvekilinin meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri, mecliste ileri sürdüğü düşünceleri ve bunları dışarıda tekrarlaması suç unsuru taşısa bile hakkında cezai takibat yapılamaz (122).

Meclis üyesi tarafından işlenen ve sorumsuzluğa giren fiil yine de hukuka aykırı olma niteliğini taşır. Ancak hukuka aykırı bir fiil işleyen üye hakkında sorumsuzluk nedeniyle cezai takibat yapılamaz. Diğer bir deyişle, hukuka aykırılık unsurunu kaldırmayan ve dolayısıyla fiili suç olmaktan çıkarmayan yasama sorumsuzluğu suçun sadece cezalandırılabilme unsurunu bertaraf eder. Zira yasama sorumsuzluğuyla Anayasa, hukuka uygunluk sebebi değil şahsi cezasızlık sebebi düzenlemiştir. Bu itibarla fiilin hukuka aykırılığı ve haksızlık niteliği devam etmektedir.

Yargıtay uygulaması da bu doğrultudadır (123).

Cezai sorumsuzluk sadece milletvekili bakımından söz konusudur. Aynı ifadelerin milletvekiline izafeten başkaları tarafından nakledilmesi, suç teşkil eder (124). Yine aynı sebeple, milletvekilinin sorumsuzluk kapsamına giren fiiline iştirak eden diğer kimseler cezalandırılabilir (125).

bb- Sorumsuzluk “süreklidir”. Süreklilik milletvekilinin sorumsuzluk kapsamına giren ve milletvekilliği döneminde işlediği bir fiilinden dolayı sadece üyeliği sırasında değil üyelik sıfatı sona erdikten sonra da yargılanamamasını ifade eder.

cc- Sorumsuzluk “kamu düzenindendir”. Sorumsuzluk, milletvekilinin şahsi yararı için değil parlamentonun iyi çalışması ve dolayısıyla kamu yararı için konmuştur. Bunun sonucu olarak parlamento üyesi, yasama sorumsuzluğundan vazgeçemez (126).

Bu bilgiler ışığında somut olay incelendiğinde; Yassıada’daki birçok sanığın cezalandırıldığı anayasal düzeni ihlal davasındaki temel iddia, 1950 -1960 yılları arasında yapılan ve Anayasa’ya aykırı olduğu kabul edilen kanunlar için TBMM’de oy kullanarak bunların yapımına katkı sunmuş olmaktır. Göstermelik mahkeme, yasama sorumsuzluğuna sahip DP milletvekillerinin bu muafiyetlerini hiçe sayıp 1950 -1960 yılları arasında TBMM’de kullandıkları oylar ve açıkladıkları görüşler dolayısıyla sorumlu tutularak yargılanmıştır. Sonuçta talimatla hareket eden mahkeme heyeti, yasama sorumsuzluğunu yok sayan, hem o dönemdeki mevzuata hem de evrensel hukuk kurallarına açıkça aykırı yeni getirilen TCK’nın 146’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasına dayanarak DP milletvekillerine ağır cezalar vermiştir. Bunu yapabilmek için de aleyhe ceza kanunu hükmünü geçmişe yürütmüştür.

Gerçekten 1924 Anayasası’nın 17. maddesinde “Hiçbir mebus Meclis dâhilindeki rey ve mütalâasından ve beyanatından ve Meclisteki rey ve mütalâasının ve beyanatının Meclis haricinde irat ve izharından dolayı mesul değildir.” hükmü gereğince ve evrensel bir hukuk kuralı olarak milletvekilleri meclis çalışmalarındaki oy ve görüşlerinden dolayı sorumsuz kabul edilmelerine karşın göstermelik mahkeme, bu hükme taban tabana zıt hareket etmiştir. Meclis çalışmalarında milletvekillerinin serbestçe görüşlerini bildirip oy kullanarak millî iradenin yasama organında somutlaştırılması bakımından hayati önemde olan yasama sorumsuzluğu ilkesinin yok sayılması, davanın daha ziyade dönemin siyasi iktidarından intikam alma amacıyla yürütüldüğünü göstermektedir.

Sonuç

27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru hükûmet ve yöneticileri, derdest edilerek bir adaya kapatılmıştır. Millî Birlik Komitesince Anayasa yürürlükten kaldırılmış ve bunun yerine 27 maddelik yeni bir anayasa kabul edilmiştir. Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı adında olağanüstü bir mahkeme kurulmuş, tabii hâkim ilkesine aykırı olarak kurulan bu mahkemede Cumhurbaşkanı, hükûmet ve TBMM üyeleri ile birçok kamu görevlisi yargılanmıştır. Belirli sanıklar hakkında, belirli bir davaya bakmak üzere kurularak hâkim ve savcıları özel olarak seçilip görevlendirilmiş böyle bir mahkemenin hem bağımsız hem de tarafsız olacağını düşünmek mümkün değildir. Nitekim yapılan yargılamalar boyunca da mahkeme başkanı başta olmak üzere mahkeme heyeti bağımsız ve tarafsız olmadığını göstermiştir.

Yargılamaların seyri ve verilen mahkûmiyet kararları incelendiğinde görülmektedir ki yapılan yargılamalarda ceza muhakemesi hukukunun ve ceza hukukunun temel ilkeleri hiçe sayılmıştır. Kanunsuz cezalar verilmiş, aleyhe hüküm getiren ceza kanunları geçmişe yürütülmüş, yasama sorumsuzluğu göz ardı edilerek milletvekilleri meclis çalışmalarında verdikleri oylardan dolayı cezalandırılmıştır. Hukuk devleti ilkesine aykırı olarak sanıklar gayriinsani şartlarda tutulmuş ve insan onuruna yaraşmayan muamelelere maruz bırakılmıştır. Yargılamalar maddi gerçeğin araştırılması yerine sanıkları rencide etmek ve cezalandırmak için gerekli bir prosedür olarak yürütülmüştür. Adil yargılanma ilkesine uyulmamış, sanıklara meramlarını anlatma imkânı verilmemiştir. Birbiriyle ilgisi olmayan çok sayıdaki konuda davalar anayasal düzeni ihlal davası adı altında birleştirilerek sanıklara mümkün olan en ağır cezaların verilmesinin yolları araştırılmıştır.

Yassıada yargılamaları sürecinde asıl düşündürücü olansa haksız, adalete aykırı yaptırım ve uygulamaların hâkim ve savcılar eliyle gerçekleştirilmesi, onların da akıl hocalığını devrin en tanınmış hukuk profesörlerinin yapmasıdır. Özellikle döneminde Yargıtay üyeliği sıfatı olan hukukçuların, hukukçu olmanın onlara yüklediği vicdani sorumluluklarını, hak ve adalet dağıtma yönündeki asli görevlerini unutarak bu tür cinayet mahkemelerinde görev kabul etmeleri üzücüdür. Bu vesileyle, bu amaçla kurulan kurul ve mahkemelerde görev almayı reddeden mümtaz hukukçular Prof. Dr. Tahir Taner, Yargıtay Başkanı Dr. Recai Seçkin’i saygıyla anmamız gerekir.

Çalışma, genç nesillere özellikle de adalet dağıtma görevi yapan genç hukukçulara ve genç hukukçu adaylarına yakın tarihimizin bu hukuk cinayetleri hakkında bir nebze olsun bilgi vermek gayesiyle hazırlanmıştır.

27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle yönetime el koyan askerî cuntanın yönetimi sivil idarecilere devretmesinden sonra, Yassıada yargılamalarının meydana getirdiği hukuksuzluklar telafi edilmeye çalışılmış olsa da çok sayıda insan bu yargılamalar sırasında hastalanmış veya ölmüş; çok sayıda sanık hakkında idam cezası verilerek Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. Yassıada yargılamaları, Türk yargı tarihinin en acı olaylarından biri olarak tarihimizdeki yerini almıştır.


2 bk: Yüksek Adalet Divanı Kararları, İstanbul-Yassıada, 14 Ekim 1960 -15 Eylül 1961, Kabalcı Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul, 2007, s.5 vd.

3 Aydemir, Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı, 14. Basım, İstanbul, 2013, s. 479; Anayasanın dilindeki değişik- likler için bk. Erdin, Selim, “Yasaların Dili”, Mecmua, 1. Baskı, Ankara 2008, s. 224.
4 Topçu, İlyas-Akılmak Topçu, Sema, Adnan Menderes’in Yargılanması ve İdamı, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 61, Yıl 2017, s. 68-69.

5 “Hâkim” kelimesinin sözlük anlamı; “Hükmeden, hüküm veren” demektir (Hayat Büyük Türk Sözlüğü, s.474).
6 “Üstün zekâsı ve yüksek ahlakıyla seçkin kişi, filozof” (Hayat Büyük Türk Sözlüğü, s.474).
7 “Anlayışlı, kavrayışlı, zeki akıllı”. (Hayat Büyük Türk Sözlüğü, s.474).

8 “Doğru yolda olan, doğru, dürüst, namuslu”. Ayverdi, C. II, s. 2239.
9 “Korkusuz, korkmaz, emniyet sahibi, güvenilir ve itimat edilir kimse”. Ayverdi, C. I, s. 846.
10 “Oturaklı, güçlü, itibarlı, vakar ve nüfuz sahibi kimse”. Ayverdi, C. II, s. 1987.
11 “Metanetli, Zorluk, sıkıntı ve acılar karşısında yılgınlık göstermeyen, dayanma gücünü kaybetmeyen kimse”. Ayverdi, C. II, s. 2039. Ayrıca bk. Ortaylı, İlber, Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti’nde Kadı, Ankara 2015, s. 4 vd.
12 bk. Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, “Fasl-ı Evvel”, m. 1792.

13 “Yassıada Yargılamaları”, Vikipedi, (tr.wikipedia.org; Erişim: 01.05.2021). Bu soruşturma ve yargılamayı yapacak üyelerin seçimi için, Cunta tarafından kurulan hükümetin ilk adalet bakanı olan Mustafa Amil Artus, 100 kişilik bir liste oluşturmuş Cunta, bunlardan kendine yakın olan isimleri görevlendirmiştir. Önce 31 kişilik Yüksek Soruşturma Kurulu oluşturulmuş sonra da 9 asil 5 yedek hâkimden oluşan Yüksek Adalet Divanı teşkil edilmiştir. Yüksek Soruşturma Kurulunun görevi bitince bunların arasından 11 kişi mahkeme nezdinde çalışmak üzere görevlendirilmiştir.

14 “Yassıada Yargılamaları”, Vikipedi.

15 “Yassıada Yargılamaları”, Vikipedi, (tr.wikipedia.org).
16 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s.11 vd.; “Yassıada Yargılamaları”, Vikipedi, (tr.wikipedia.org). 17 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 402 vd.
18 Topçu-Akılmak Topçu, s. 69.
19 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 407 vd.

20 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 444 vd.
21 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 606 vd.
22 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 606 vd.
23 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 621 vd.
24 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 621 vd.
25 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 621 vd.

26 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 615 vd.
27 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 615 vd.
28 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 562 vd.
29 Topçu-Akılmak Topçu, s. 70.
30 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 661 vd.

31 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 11.
32 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 672 vd.
33 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 402 vd.
34 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 678 vd.
35 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 572 vd.
36 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 572 vd.
37 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 782 vd.
38 Binbaşı Çetiner olaydan sonra emekli edilmiş, ancak Danıştay kararıyla görevine iade edilmiştir. Daha sonra Generalliğe kadar yükselen Çetiner, 12 Eylül Darbesinden sonra kurulan hükûmette İçişleri Bakanlığı yapmıştır. 39 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 817 vd.
40 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 807 vd.
41 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 832 vd.

42 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 832 vd.
43 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 444 vd.
44 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 402 vd.
45 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 402 vd.
46 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 12 vd.

47 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 12 vd.
48 bk. Yüksek Adalet Divanı Kararları, s. 11 vd.
49 Topçu-Akılmak Topçu, s. 69.
50 Şentop, Mustafa, “Bir Kanunun Tahlili: 7248 Sayılı Kanun nedir, ne değildir?”, Yasama Dergisi, Sayı 42, Yıl 2020, s. 100.

51 Şentop, s. 97 vd. 7248 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde şu açıklamalara yer verilmiştir: “Milletten aldığı bir yetki bulunmaksızın yargı erkini kullanan Yüksek Adalet Divanının verdiği, doğal hâkim ilkesi başta olmak üzere evrensel hukuk prensiplerine ve o tarihte yürürlükte bulunan Anayasa hükümlerine açıkça aykırılık teşkil eden kararlar ne yazık ki hâlen hukuk sistemimizde varlıklarını ve bazı etkilerini sürdürmektedirler. Şeklen yargı kararı niteliği taşımakla birlikte esasen millet iradesini kaba kuvvetle gasp eden gücün siyasi arzularının maskesi niteliğinde olan bu kararların hukuk âlemimizden silinmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini oluşturan millî egemenlik, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin gereği olarak tezahür etmekte ve ülkemiz hukuk tarihinin karanlık bir lekeden arındırılması adına zorunluluk arz etmektedir. Bu Kanun teklifiyle, 3374 ve 3623 sayılı Kanunlarla atılan adımların devamı olarak, millete ait yargı yetkisini gasp eden ve evrensel hukuk kurallarını çiğneyerek temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran kararlar veren Yüksek Adalet Divanının kullandığı yetkilerin hukukî dayanağını oluşturan ve hâlen yürürlükte bulunan kanun hükümlerinin geçmişe dönük olarak yürürlükten kaldırılması amaçlanmaktadır”

52 Şentop, s. 97 vd.
53 bk. Gökcen, Ahmet – Balcı Murat- Alşahin, Mehmet Emin –Çakır Kerim, Ceza Muhakemesi Hukuku, 5. Baskı, İstanbul 2021, s. 4.
54 Ceza muhakemesinde maddi gerçeğin tespitine ilişkin ayrıntılı açıklamalar için bk. Karakehya, Hakan, Ceza Muhakemesinde Maddi Gerçeğin Tespiti, Kasım 2016, s. 3.

55 Ünal, Ertuğrul, Ceza Muhakemesi Hukukunda Silahların Eşitliği İlkesi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstan- bul 2020), s.6; Yenisey, Feridun – Nuhoğlu, Ayşe, Ceza Muhakemesi Hukuku, 6. Baskı, Ankara, Seçkin Yayıncı- lık, 2018, s. 76; Centel – Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, s. 6; Taner, Çelişme ve Silahların Eşitliği, s. 96; Turan, Hüseyin, Adil Yargılanma Hakkı, Ankara, Adalet Yayınevi, 2016, s. 320.

56 Öztürk, Bahri, “Ceza Muhakemesi Hukukunda Adil Yargılama Yükümlülüğü”, İKÜHFD, C. 15, S. 1, 2016, s. 414; Ünal, Ceza Muhakemesi Hukukunda Silahların Eşitliği İlkesi, s.6 vd.
57 Hukuk Devleti (Rechtsstaat) kavramı, ilk defa Alman hukukçu Robert von Mohl (1799-1875) tarafından kul- lanılmıştır. Mohl’e göre; ferdin ve bütünün hayat gayesi olan tabiî kuvvetlerin gelişmesini koruyan ve teşvik eden devlet, hukuk devletidir. bk. Yüce, Hukuk Devleti Esasları, s. 5.

58 Soysal, hukuk devletini “vatandaşlara hukuk güvenliği sağlayan devlet” olarak tanımlamakta ve bunun sağlanabilmesi için şu şartların gerçekleşmesini aramaktadır: a- Temel hakların güvence altına alınması, b- Kanunların anayasaya uygunluğunun sağlanması, c- Yönetimde hukuka bağlılığın sağlanması d- Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenilirliğini sağlayacak şartların yerleştirilmesi. Geniş Bilgi için bk. Soysal, s. 245 vd. Hukuk devletinin, insan vakar ve haysiyetine saygı duyan, kişi hürriyetine en yüksek değeri veren, insanı devletleştirmek yerine devleti insanlaştırmaya çalışan bir anlayışa sahip olduğunu belirten Yüce, Hukuk Devletinin unsurlarını şu şekilde sıralamaktadır a- İnsan Haysiyeti, b- Adalet, c- Temel Haklar, d- Demokratik idare, e- Hâkim bağımsızlığı, f- Hukukî Tasarrufların Kazaî Kontrolü. bk. Yüce, Ceza Muhakemesinde Hukuk, s. 9 vd. Aldıkaçtı, konu ile ilgili olarak, hukuk devletinde devletin bütün faaliyetlerinin hukuka tâbi olacağının, böylece devletle ferdin aynı seviyeye gelmesi sebebiyle ferdin devlete karşı korunma imkânlarının çoğalacağını belirtmektedir. bk. Aldıkaçtı, Orhan, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası İstanbul 1978, s. 189. Hâtemi ise, hukuk devletini, adalet devleti olarak nitelendirmekte; adaletin, ilâhî-tabiî hukukun bir kavramı, bir değeri olduğunu ve ilâhî sevgiden kaynaklandığını belirtmektedir. bk. Hatemi, Hüseyin, Anayasa- Kişi Hak ve Hürriyetleri, (Tebliğ) Hak-İş Anayasa Kurultayı, Ankara, 1992, s. 461 vd.

59 Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin-Tok, s. 113; İçel-Donay, s. 71; Öz- türk, Ceza Muhakemesinde İnsan Hakları, s. 3 vd.
60 Türkiye Büyük Millet Meclisi Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerine Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu, Kasım 2012, Cilt II, s. 916.

61 İnsan haysiyeti konusunda bk. Öztürk, 1994, s. 79 vd.; Yüce, Sanığın Savunması, s. 158 vd.; Aliefendioğlu, Yılmaz, Anayasa Mahkemesinin İnsan Hakları Konusundaki Genel Tavrı, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Mayıs 1993, S. 155, C. XVII, s. 23 vd.; Peters, (1985) § 414; Schorn, Hubert, Der Schutz der Menschenwürde im Strafverfahren, Bingen, 1963, s. 17 vd.; Maihofer, Werner, Rechtsstaat menshliche Würde, Frankfurt am Main, 1968, s. 17 vd. 62 Cihan, Erol, 50. Yılda Ceza Muhakemesi Süjesi Olarak Sanığın Durumu ve Sorgusu, İÜHFM, 1984/1-4, C.L, s. 143. 63 Buna örnek olarak ceza kanunlarındaki işkenceyi suç sayan hükümler gösterilebilir.

64 Taşyürek, Muzaffer, Adnan Menderes, İstanbul, 2009, s. 128; Topçu-Akılmak Topçu, s. 68. 65 Aydemir, s. 471.
66 Taşyürek, s. 128.
67 Topçu-Akılmak Topçu, s. 68.

68 Aydemir, s. 471; Topçu-Akılmak Topçu, s. 68.

69 Taşyürek, s. 128-129
70 Balcı, Murat, Right to Benefit of Defence Counsel and Artifıcial Intelligence in Law, “Law in the Digitalization Era”, İstanbul 2019, s.165 vd.
71 Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin-Tok-Villiemin-Tok, s. 123, 124; Ünver-Hakeri, s. 16. Ayrıca bk. Anayasa Mahkemesinin 30.7.2008 tarih ve 1/2 sayılı kararı.
72 Centel-Zafer, s. 165.
73 Kunter-Yenisey-Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku, s. 32.

74 Adil yargılanma hakkı demokratik bir toplumda öyle önemli bir yer tutar ki bunun dar yorumlanması meşru görülemez (Perez/Fransa [BD], B. No: 47287/99, 12/2/2004, § 64.). Diğer temel hak ve özgürlüklerden farklı olarak adil yargılanma hakkı, kişilere, hakkın kapsamına giren uyuşmazlıklara ilişkin yargılamalar yönünden “usuli güvenceler” sağlar (Anghel/İtalya, B. No: 5968/09, 25/6/2013, § 68). Adil yargılanma hakkı kapsamın- da, yargılamanın adil olup olmadığı, onun “bütünü” dikkate alınarak değerlendirilir (Al-Khawaja ve Tahery/ Birleşik Krallık [BD], B. No: 26766/05, 22228/06, 15/12/2011, § 144). Ulusal mahkemelerin hukuk kurallarına ve maddi vakıalara ilişkin hataları, temel hak ve özgürlüklerden birine müdahale teşkil etmedikçe bireysel baş- vuru kapsamında incelenemez (Garcia Ruiz/ İspanya [BD], B. No: 30544/96, 21/1/1999, § 28). Ulusal mahke- meler, delilleri değerlendirme, maddi vakıaları kurgulama ve hukuk kurallarını yorumlama yönünden en iyi durumdadır. Bu nedenle, bireysel başvuru kapsamında, anılan mahkemelerin kararlarına, bunlar “keyfî” veya “açıkça mantıksız” olmadıkça ve bir bütün hâlinde yargılamanın adilliğini etkilemedikçe, adil yargılanma hakkı kapsamında müdahale edilemez (Van Kück/Almanya, B. No: 35968/97, 12/6/2003,§ 46 ve 47; Khamidov/ Rus- ya, B. No: 72118/01, 15/11/2007, § 170). Bireysel başvuru kapsamındaki hakların soyut ve teorik olarak değil, “uygulanabilir” ve “etkili” şekilde korunması gerekir. Bu ilke, demokratik bir toplumdaki önemli yeri dikkate alındığında, adil yargılanma hakkı yönünden özellikle geçerlidir (Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 231). Kararlar için bk. Çelik Abdullah, Adil Yargılanma Hakkı Rehberi, Anayasa Mahkemesi Yayın- ları, Ankara 2014, s. 3.

75 İHEB’in 10’uncu maddesinde; “Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenir- ken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır” denmektedir.
76 Gözübüyük, A. Şeref- Gölcüklü, Feyyaz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 8. Baskı, Ankara 2009, s. 279 vd.

77 Altunkaş, Aysun, “Adil Yargılanma Hakkı- İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve İnsan Hakları Avrupa Mahke- mesi İçtihatları ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü Işığında”, Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Sayı: 2007/1, s. 59.
78 Kunter-Yenisey-Nuhoğlu, s. 37, 38; Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin- Tok-Villiemin-Tok, s. 134; “Hakkaniyete uygun yargılanma”nın temel unsuru, yargılamanın “çelişmeli” olması ve taraflar arasında “silahların eşitliği”nin sağlanmasıdır (Rowe ve Davis/Birleşik Krallık [BD], B. No: 28901/95, 16.2.2000, § 60). “Çelişmeli yargılama” ilkesi, taraflara, dosyaya giren görüşler ve diğer tarafça sunulan deliller hakkında bilgi sahibi olma ve bunlar üzerinde değerlendirme yapma imkânı verilmesi anlamına gelir. Adil yargılanma hakkı, cezai konularda, soruşturma/kovuşturma makamlarının, şüphelinin/sanığın lehine veya aleyhine olarak ellerinde bulundurdukları delilleri savunma tarafına açıklamalarını gerektirir. Ancak bu husus mutlak olmayıp bazı sınırlamalara konu olabilir (bk. Rowe ve Davis/ Birleşik Krallık [BD], § 60 ve 61). “Silahların eşitliği” ilkesi, taraflardan her birinin, karşı tarafa göre önemli bir dezavantaja uğramadan iddia ve savunmalarını ileri sürebilmesini gerektirir (Kress/Fransa [BD], B. No: 39594/98, 7.06.2001, § 72); Çelik, s. 112.

79 Koca, Mahmut-Üzülmez, İlhan, Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukukunda Mağdurun Korunması ve Mağdura Tanınan Haklar, Hukuki Perspektifler Dergisi, Sayı 7, Temmuz 2006, s. 145.
80 Gözübüyük-Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, s. 299 vd.; Centel-Zafer, s. 135.

81 Yücel, M. Serhan, Demokrat Parti, İstanbul, 2011, s. 167.
82 Topçu-Akılmak Topçu, s. 68.
83 Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin-Tok, s. 138.

84 Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin-Tok-Villiemin-Tok, s. 145; Öz- bek-Doğan-Bacaksız-Tepe, s. 66; Yurtcan, s. 39. Alman Federal Temyiz Mahkemesi, bu konuda devamlı aynı yönde kararlar vermektedir. bk. BGHSt, 14 365, BGHSt, 31 309, Löwe-Rosenberg, 24. Aufl. Einleitung, Kap.14., kn: 1. Ayrıca bk. Dahs, Hans, Werwertungsverbote bei unzulâssiger Beschlagnahme von Tagebüchaufzeichnun- gen, Verteidigungs unterlagen sowie bei unzulâssiger Gespraechaufzeichnungen und Blutprobe, in: Arbeitsge- meinschaft Strafrecht, Wahrheitsfîndung und ihre Schranken, Karlsruhe, 1988, s. 122.

85 İlke ile ilgili olarak bakınız: Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin-Tok, s. 145 vd.; Keller, Reiner, Polizeiliche Observation und Stıafprozersuale Wahrheitserferschung, Str Vert. 1984. 86 Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin-Tok, s. 145.
87 Öztürk-Tezcan-Erdem-Gezer-Kırıt-Özaydın-Akcan-Tütüncü-Villiemin, s. 145.

88 İHAM, İHAS’ın 6/1 maddesine göre bir mahkemenin “bağımsız” olup olmadığına karar verilebilmesi için; üyelerinin atanma şeklinin, görev sürelerinin, dış baskılara karşı korunmalarının ve bağımsızlık görünümü sergileyip sergilemediklerinin dikkate alınması gerektiği görüşünü tekrarlamıştır (Findlay-İngiltere, prg. 73 ve Incal-Türkiye, prg. 65). Doğru, Osman-Nalbant Atilla, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, 1. Cilt, Ankara 2012, s. 633.

89 Şahin, s. 218 vd.

90 Bir yargı organının “bağımsız” olup olmadığı, “üyelerinin atanma yöntemi” ve “görev süreleri”, “dış baskılara karşı güvencelerin varlığı” ve “organın bağımsız bir görüntü vermesi” hususları dikkate alınarak belirlenir. Hâkimlerin görev süreleri boyunca azledilememeleri bağımsızlığın bir gereğidir. Kuvvetler ayrılığı önemli olmakla birlikte, yargısal görevlerini yerine getirirken özgür olmaları şartıyla hâkimlerin, yürütme veya yasama tarafından atanmalarına izin verilebilir (Maktouf ve Damjanovıć/Bosna Hersek[BD], 2312/08, 34179/08, 18.7.2013, § 49). “Tarafsızlık” kavramının iki yönü bulunmaktadır: Yargı yeri, kişisel önyargı veya eğilimden sübjektif olarak sıyrılmalı (sübjektif tarafsızlık) ve objektif bakış açısından bununla ilgili haklı kuşkuları ortadan kaldıracak yeterli güvenceler sunmalıdır (objektif tarafsızlık). Bu çerçevede, bağımsızlık ile objektif tarafsızlık arasında yakın bir bağ vardır (Grieves/Birleşik Krallık [BD], B.No: 57067/00, 16/12/2003, § 69). Çelik, s. 54.

91 İlke için bk. Özbudun, Ergun, Anayasa Hukuku Bakımından Özel Haberleşmenin Gizliliği AÜHFD, 50. Yıl Armağanı, C. l Ankara, 1977, s. 265-296, Tosun, Öztekin, Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçları, Değişen Toplum ve Ceza Hukuku Karşısında TCK’nın 50 yılı ve Geleceği, İstanbul, 1977, s. 371 vd., Tosun, Öztekin, Ceza Muhakemesinde Koruma Tedbiri Olarak Gizli Dinleme, ÎÜHFM, C: XLI, S. 3-4, İstanbul, 1976, s. 83 vd.; Şen, Ersan, Gizli Dinleme ve Görüntüleme Fiililerinin Türk Hukuku’ndaki Yeri Üzerine Bir İnceleme, İBD, C. 68, S. 7-8-9, 1993, s. 502 vd. Ayrıca bk. Müller, Hany, Das Grundrecht des Fernmeldegehimmissen – Artikel İO GG – Und die wesentlichen Ausnahmen, in; Jahrbuch der Deutschen Bunderpost, 30. Jahrgang 1979; Rohlf, Dietwalt, Der Grundrechtİiche Schutz der Privatsphâre, Berlin, 1960, Rüpke, Gieselher, Der verfassungsrechtliche Schutz des Privatheit, 1976, Klöhn, Wolfhard, Der Schutz der Intimsphâre im StrafprozeB, Göttingen 1984; Krauss, Detlef, Der Schutz der Intimsphâre im Stratprozefi in; Festschrift für Wilhelm, Gallas Berlin u.a 1973, von Meiss, Reinhard, W, Die persöriliche Geheimsphâre und deren Schutz im prozessualen Verfahren. Diessenhofeu, 1975, s. 173.

92 Hayatın genel ve özel yanlarının birbirinden nasıl ayrılacağı ve özel hayat ile hayatın gizli alanının yekdiğerinden ayırdedilmesi konusunda Alman Anayasa Mahkemesi tarafından “kuşak teorisi = Sphaerentheorie” geliştirilmiştir. Buna göre, insan hayatının merkezinde her türlü devlet müdahalesine karşı korunmuş bulunan ve dokunulmaz olduğu kabul edilen bir çekirdek alan vardır. Bu çekirdek alan, ikinci bir kuşak alanla çevrilmiştir. Bu ikinci alan da devletin müdahalesine karşı korunmuştur. Ancak dokunulmaz değildir. Yani bu alan bakımından nispi bir koruma söz konusudur. Nihayet insan hayatı bakımından bu ikinci alanı çevreleyen üçüncü bir kuşak alan daha vardır ki, burada herhangi bir koruma söz konusu değildir. bk. Şen, s. 504 vd.

93 Öztürk, Bahri, “Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu”, Adalet Bakanlığı Bilgi Bankası (http://www.ceza-bb.adalet. gov.tr/makale/113.doc); Noyan, Erdal, Ceza Muhakemesi, Ankara, 2005, s. 103-104.
94 Çakır, Kerim, 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nda Gizliliğin İhlali Suçu ve Ceza Muhakemesi Hukuku ile İlişki- si, MÜHF–HAD, C. 18, S. 1, s. 233, 234.

95 Gözübüyük-Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, s.297, Ayrıca bu konu hakkında bk. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı (Minelle/İsviçre 05.03.1983, A. 62-30).

96 Deweer-Belçika kararı. Karar ve ayrıntılı bilgi için bk. Kaşıkara, Serhat, Adil Yargılanma Hakkı ve Türkiye, Ankara 2009, s. 105.
97 Dutertre, Gilles, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından Örnekler, Avrupa Konseyi, Kasım 2003, s. 181.

98 Kaşıkara, Adil Yargılanma Hakkı ve Türkiye, s. 194.
99 Üzülmez, İlhan, Türk Hukukunda Suçsuzluk Karinesi ve Sonuçları, TBB Dergisi, S. 55, 2005, s. 62. 100 Çolak, Haluk-Taşkın, Mustafa, Ceza Muhakemesi Kanunu Şerhi, Ankara 2007, s. 780.

101 bk. Mehmet Ali Birand, Demirkırat Belgeseli, 32. Gün Arşivi.
102 bk. Mehmet Ali Birand, Demirkırat Belgeseli, 32. Gün Arşivi .
103 bk. Mehmet Ali Birand, Demirkırat Belgeseli, 32. Gün Arşivi.

104 bk. Mehmet Ali Birand, Demirkırat Belgeseli, 32. Gün Arşivi.
105 Hippel, s. 293-294; Ebert, Udo, Strafrecht, Allgemeiner Teil, 3. Auflage, Heidelberg 2001, s.6.

106 Ebert, s. 6 vd; Seelmann, Kurt, Strafrecht, Allgemeiner Teil, 2. Auf, Basel-Genf-München, 2005, s. 28-29.
107 Dönmezer-Erman, I, n. 50. Karşıt görüş; Taner, s. 133; İçel-Donay, s. 79-80.
108 1876 Anayasası’nın 10’uncu maddesine göre; “Hürriyet-i şahsiye, her türlü taarruzdan masundur. Hiç kim- se kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz”. Anayasanın 1909 değişikli- ğinde 10 uncu madde “Hürriyet-i şahsiye her türlü taarruzdan masundur. Hiç kimse şer ve kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada, bir bahane ile tevkif ve mücazat olunamaz” biçimini almıştır. bk. Taner, s.133, dn.2.

109 Yüce, s. 61.
110 Erem- Danışman-Artuk, s.109 vd.
111 Taner, s.135.

112 Artuk, M. Emin-Gökcen, Ahmet-Alşahin, M. Emin-Çakır, Kerim, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 14. Baskı, Ankara, 2020, s. 200 vd.
113 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 206 vd.
114 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 165 vd.

115 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 235.

116 Tanör-Yüzbaşıoğlu, s. 228. Ayrıca bk. Yüce, s. 178.
117 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 235.
118 bk. Erem-Danışman-Artuk, s. 174 vd.; Kıratlı, s. 50 vd.
119 Örneğin, 1949 Batı Almanya Anayasası m. 46/1; 1933 Portekiz Anayasası m. 89.
120 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 235-236.
121 Arsel, s. 251-252; Teziç, s. 372, 373; Çağlayan, Yasama Dokunulmazlığı, s. 213.

122 “Hemen bütün demokratik memleketler Anayasalarında kabul olunan ve Anayasa hukuklarında mebusların ademi mesuliyet prensibi diye anılan prensibe göre, mebusların teşrii vazifelerini ifa ederlerken her türlü tesir ve tazyikten beri olmaları ve korkmadan teşrii vazifelerini görebilmeleri gayesi derpiş olunmuştur. Ceza kor- kusu gibi yüksek tazminat ödemek korku ve endişesi de mebusları vazifelerini bihakkın ifadan geri bırakabilir. Ademi mesuliyetin hem cezai hem hukuki ve mali sahaya teşmili zaruri bulunduğundan davacı vekilinin hilafına vâki müdafaası varit görülmemiştir. Meclis kürsüsünde haksız fiil teşkil eden beyanı ve mütalaasından dola- yı bir mebus hakkında ancak Meclis Dahili Nizamnamesi hükümleri tatbik edilebilir” (Yarg. 4. HD, 16.7.1958, 12171/5006, Erem-Danışman-Artuk, s. 173).

123“Haddi zatında suç mahiyetinde bulunduğu hükümde kabul edilen sözlerin Meclis kürsüsünde söylenilmesi sebebiyle…ceza sorumluluğundan müstesna olmasının bunların hakaret mahiyetini kaldıramayacağı” (Yarg 4. CD, 22.6.1950 ve 2818/7902). (Erman, Sahir, Mahkeme İçtihatları. Hakaret, Karşılıklı Tahkir, Teşrii Masuniyetin Hukuki Mahiyeti ve Şumulü, İHFM, C.: XVII, S.: 1-2, İstanbul 1951, s. 455-456).

124 Kşz. Koca-Üzülmez, (11), s. 796.
125 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 238.

126 Artuk-Gökcen-Alşahin-Çakır, s. 238.

page62image906769376page62image906769664