28 Şubat Postmodern Askeri Darbesinin Faillerine Verilen ve Kesinleşen Cezalar Hakkında Kısa Bir Değerlendirme

0
41

Prof. Dr. Ahmet Gökcen
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Bilindiği gibi kamuoyunda “28 Şubat Postmodern Askeri Darbesi” veya “28 Şubat Süreci” olarak isimlendirilen, bazı asker ve sivillerin gerçekleştirdiği antidemokratik, hukuka aykırı faaliyetler sonucunda 18.06.1997 tarihinde dönemin Başbakanı istifa etmek zorunda kalmış ve meşru Refahyol Hükümeti düşmüştü. 

Faillerin fiilleri itibarıyla ceza hukuku sorumluluğu gerektiren bu sürece ilişkin dava; 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandumdan sonra Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde açılabilmiştir. 93 sanık hakkında icra edilen yargılamalar neticesinde; 16 sanık hakkında “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunu işledikleri gerekçesiyle 13.04.2018 tarihinde mahkumiyet kararı verildi. Yine aynı dosyada bazı sanıklar hakkında beraat kararı verilirken, bir kısım sanıklarla ilgili olarak “gizli ittifak (suç için anlaşma)” suçunun oluştuğu değerlendirilmiş ancak dava zamanaşımının dolması sebebiyle “düşme” kararı verilmişti. 

Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 21. Ceza Dairesi ve akabinde Yargıtay 16. Ceza Dairesince (yeni işbölümüne göre 3. CD) olağan kanun yolları çerçevesinde yapılan incelemeler sonucunda 14 sanık hakkında verilen mahkumiyet kararları geçtiğimiz günlerde kesinleşti.

Kesinleşen mahkumiyet kararları kamuoyunda olduğu gibi hukukçular arasında da tartışılmaktadır. Kararın doğruluğunu ifade eden hukukçular olduğu gibi yanlışlığını ileri sürenler de bulunmaktadır. Bu kararlar, çeşitli yönleriyle tartışma konusu olmakla birlikte, özellikle sanıklar hakkında mahkumiyet hükmü kurulan ve lehe olan mülga 765 sayılı TCK’nın 147. maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunun; (ve keza bu suçun karşılığı olan 5237 sayılı TCK’nın 312’nci maddede yasaklanan fiilin) sadece maddi cebir ile mi işlenebileceği, yoksa manevi cebrin de bu suçların unsuru olup olmadığı ve kararın bu yönüyle isabetli sayılıp sayılamayacağı konuları tartışmaların odağında yer almaktadır.

Bu yazımızda kısaca “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunun manevi cebir (tehdit) yoluyla da işlenip işlenemeyeceği üzerinde durulacak ve Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kararı değerlendirilecektir.

Mülga 765 sayılı TCK’nın 147. maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini Cebren Iskat Veya Vazife Görmekten Cebren Men Etmek” suçunun karşılığını oluşturan hüküm, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenmiştir. Sanıkların daha lehine olması sebebiyle ve ceza kurallarının zaman bakımından uygulanması kuralları gereği, yargı mercileri -bizce de isabetli olarak- sanıklar hakkında 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde yer alan hükmü uygulamıştır. Bu açıdan, değerlendirmemiz temelde 765 sayılı TCK’nın 147. maddesi çerçevesinde olacaktır.

765 sayılı TCK’nın 147. maddesine göre; “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini cebren iskat veya vazife görmekten cebren menedenlerle bunları teşvik eyliyenlere ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası” verilecektir.Hükümde yer alan İcra vekilleri heyeti, “T.C. Hükümeti”ni yani “Başbakan ve Bakanlar Kurulu”nu ifade etmektedir. Şu halde suçun oluşması için hükümetin düşürülmesi veya görevini yerine getirmesinin engellenmesi fiillerinin cebren, yani zor kullanılarak gerçekleştirilmesi gerekir.

“Cebir”; Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Lûgatta, “zor, zorlama, Misalli Büyük Türkçe Sözlükte “zorlama, zor kullanma”, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ise “zor, zorlayış”, şeklinde tanımlanmıştır. “Cebren” kelimesinin anlamı ise bütün bu sözlüklerde “zorla” şeklinde tanımlanmıştır. Cebre başvurmak, “istemediği halde bir kimseyi zorla bir işe sevk etmek” demektir.

Doktrin ve uygulamamızda “cebir” terim olarak ise iki şekilde anlaşılır. Buna göre cebir; bir yandan maddi, fiziki, diğer yandan ise manevi güç kullanmayı ifade eder. Fizik bir güç kullanma şeklinde ortaya çıktığında buna maddi cebir (TCK m.108, 148), manevi güç kullanma şeklinde ortaya çıktığında ise manevi cebir (TCK m. 250) söz konusu olur. Manevi cebir anlamına gelmek üzere “tehdit” terimi de kullanılmaktadır. Bu sebeple 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde yer verilen “cebren” ibaresi hem maddi hem de manevi cebri, yani tehdidi de kapsamına almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin düşürülmesi veya görevini yapmasının engellenmesi amaçlarına yönelik ve bu amaca elverişli manevi zor kullanımı halinde de inceleme konusu suç oluşur. Şu halde suçun maddi unsurlarından olan cebrin sadece fiziki güç kullanımı olarak anlaşılması isabetli değildir.

Bu suç 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde ise “hükümete karşı suç” başlığı altında “(1) Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir. (2) Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur” şeklinde düzenlenmiştir. 

312’nci maddedeki hükümde, 765 sayılı eski TCK’dan farklı olarak “cebren” terimi yerine “cebir ve şiddet kullanarak” ibaresi mevcuttur. Hükümet Tasarısında “cebir ve tehdit kullanarak” ibaresine yer verilmişken, 5237 sayılı Kanun TBMM Genel Kurulunda görüşülürken bu ibare “cebir ve şiddet kullanarak” şeklinde değiştirilmiştir. Değişikliğin gerekçesinde ise “Anayasamızda güvence altına alınmış olan ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında kullanılan hakların bu suç kapsamında değerlendirilemeyeceğinin daha açık biçimde vurgulanması ve bu bakımdan ortaya çıkabilecek tereddütlerin giderilmesi için böyle bir değişikliğin yapılması gerekli görülmüştür” denilmiştir. 

“Şiddet”; “bir davranışın, bir gücün derecesi, sertlik” manasına gelmekte olup maddede cebir kelimesinin anlamını pekiştirmek amacıyla kullanılmıştır. Şiddet, madde metnindeki kullanımı itibarıyla cebir kelimesinin elfâz-ı müterâdifesidir (eş anlamlısıdır). Nitekim tasarıdaki metninden “tehdit”in çıkarılarak “şiddet” kelimesine yer verilmesinin gerekçesi, tehdidin bu suça vücut vermesinin engellenmesi değil, hükümet aleyhine ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakların kullanılmasının bu suç kapsamında değerlendirilmesi konusunda doğabilecek tereddütlerin ortadan kaldırılmasıdır. Belirtmek gerekir ki, yapılan bu değişiklik, gerekçede belirtilen ihtiyacı karşılamaya uygun ve elverişli olmadığı gibi, değerlendirdiğimiz davada söz konusu temel haklarla ilgili bir sorun da bulunmamaktadır. Nitekim maddenin metninde önergeyle yapılan değişiklik, maddenin içeriğinde bir farklılık meydana getirmemiş, aksine metindeki ifadeyi ahenksizleştirmiştir. Sonuç olarak maddenin değişiklikten önceki ve sonraki unsurları arasında bir fark yoktur (Ayrıca bkz. Özgenç, İzzet, Suç Örgütleri, 13. Baskı, Ankara 2020, s. 278). 

İfade edelim ki 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen hükümete karşı suçun, hem maddi hem de manevi cebirle, yani hem maddi hem manevi şiddet kullanılarak işlenmesi mümkündür. Esasen Hükümetin düşürülmesi veya görevini yapmasının engellenmesi suçu; çoğu zaman ancak manevi cebirle işlenebilir. Bu fiilin her zaman maddi cebirle işlenmesi suç tipinin yapısına uygun değildir. Nitekim suçun oluşması sadece maddi cebir kullanılmasına bağlı kılınsa başbakanın konutuna veya makamına randevu alıp gelen askerler, başına silah doğrultsa ve istifa etmesini, aksi halde kendisini öldürüleceklerini söyleseler bile bu suç oluşmaz. Zira bir kimseye  silah tevcih edilerek belirli bir şekilde hareket etmeye zorlanması; maddi değil manevi cebir (tehdit)’dir. Bu suç tipinin münhasıran maddi cebirle işlenebileceği kabul edildiği zaman tarihi seyir içinde manevi cebirle defalarca işlenen bu suça örnek olarak sadece Enver Paşa ve avanesi tarafından gerçekleştirilen 1913 Babıali Baskını gösterilebilir. Bilindiği gibi bu olayda Enver Paşa’nın ekibinden Yakup Cemil isimli fedai, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı tabanca ile vurup öldürmüş, bunun üzerine sadrazam Kamil Paşa da istifa tezkeresini imzalamak zorunda kalmıştır. 

Şu halde hükümetin düşürülmesi veya görevini yapmasının engellenmesi suçu; çoğu zaman manevi cebirle işlenebilir. Bu amaçla tehdide başvurulması ve tehdidin bu gaye bakımından elverişli olması halinde suç oluşacaktır. Bu sebeplerle her iki kanunda da suçun maddi unsurlarından biri olan “cebir (zorlama)” konusunda bir farklılık söz konusu değildir.

Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kararında; 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde suçun tamamlanması için ıskat veya men neticelerinden birinin varlığının aranacağı, 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen suçun ise teşebbüs suçu niteliğinde olduğu isabetli bir biçimde vurgulanmıştır. 

Kararda her iki kanunun aradığı cebrilikten maksadın fiziki/maddi cebir olduğu ifade edilmiş, suçun cebirle (ve şiddetle) işlenmesi gerekliyse de icrasına başlanılan hareketin de mutlaka cebir (ve şiddet) içermesinin zorunlu olmadığı, failin amacına yönelik olarak başladığı icra hareketinden, hareketi tamamlamaya yönelik biçimde devam edecek olan davranışlarının cebir ve şiddet içereceğinin anlaşılmasının yeterli olduğu belirtilmiştir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi manevi cebir (tehdit) suçun unsuru olduğu için, bu açıklamalar zaittir. 

Kararda; “28 Şubat süreci olarak bilinen olaylar silsilesi, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararların hükümete dayatıldığı, seçilmiş bir hükümetin işlevsiz hale getirilerek istifaya zorlandığı, tüm toplum üzerinde psikolojik harekât faaliyetlerinin uygulandığı, bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma, beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplumun baskı altında tutulduğu, toplumun “laik-anti laik” şeklinde ayrıştırılmaya çalışıldığı, planlı bir şekilde “toplum mühendisliği” faaliyetleri yürütüldüğü, “Batı Çalışma Grubu”nun talimatlarıyla istihbari bilgiler toplandığı, bu bilgilerin hükümeti yıpratmak amacıyla propaganda icra edilmek üzere seferber edildiği, koalisyon hükümetinin büyük ortağı konumundaki iktidar partisinin temsil ettiği siyasi görüşün Türkiye Cumhuriyetinin Anayasası ve kanunlarına aykırı olduğunun öne sürüldüğü, buna istinaden hükümet mensupları ve bilinen tüm sempatizanları hakkında illegal yollardan istihbarat toplandığı, “irticacı” diye fişlenen birçok devlet memurunun tacize uğradığı, gerekçe gösterilmeksizin imamlara, gazetecilere, yargı mensuplarına, üniversite rektörlerine irtica brifingleri verildiği, dini hayatın yeniden düzenlenmesi amacıyla çeşitli bürokratik girişimlerde bulunulduğu, “türban” olarak tarif edilen başörtüsü takan öğrencilerin üniversitelere alınmadığı, bu öğrencileri “türban”dan vazgeçirmek için “ikna odaları” kurulduğu, mevcut Kur’an kurslarına baskı uygulandığı, Kur’an öğrenme yaşının on beşe çıkarıldığı, imam-hatip liselerinin orta kısımlarının kapatıldığı, bazı vakıflar ve derneklerin baskı altına alındığı, kapatıldığı, mallarına el konulduğu, Hükümetin bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yaptığı tüm atamaların yakından takip edildiği, yapılan bazı personel atamalarının “irticacı kadrolaşma” olarak nitelenerek, bu personelin yerine irticaya taviz vermeyecek kişilerin atanmasının sağlandığı, Milli Güvenlik Kurulu bir “danışma organı” olmaktan çıkartılıp, adeta hükümet üzerinde bir baskı aracına dönüştürüldüğü, 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara’nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı’na bağlı çeşitli askeri araçlardan oluşan konvoyun, ilçe sokaklarından Akıncı Üssü’ne “motorlu yürüyüş” gerçekleştirdiği, olayın gazetelere “Sincan’dan Ordu Geçti” başlığı ile yansıtıldığı, Sincan’dan tankların geçişinin, sanıklardan Çevik Bir tarafından “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” şeklinde değerlendirildiği, 07 Nisan 1997 tarihinde Genelkurmay Karargahı’nda yapılan toplantı tutanağında bazı sanıklar tarafından “hükümete muhtıra verilmesi”, “sıkıyönetim ilan edilmesi”, “hükümetin değişimi”, “hükümetin istifası”, “hükümetin devamını önleyecek tedbirler”, “gelecek hükümetin oluşumu”, “kriz yönetimi oluşturulması”, “taarruzi psikolojik harekat”, “yargı ve kamu yöneticilerine destek/tehdit”, “üniversitelere, sendikalara, sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapılması, cesaret verilmesi, basın ve medyaya hakimiyet sağlanması, yanlarına alınması”, “Batı Çalışma Grubunun kurulması”, “kuvvet komutanlıklarında da benzer bir yapılanmanın bulunması” ve “iki kez yapılan Yüksek Askeri Şura toplantıları ile personelin atılmasının yeterli olmadığı”, “halkın yanlarına değil önlerine alınması”, “taarruz edilmesi”, “polise havuç ve sopanın gösterilmesi”, “bilgi toplayan, eyleme dönüştüren, psikolojik harekat yapan bir grup oluşturulması” şeklinde ifadeler kullanıldığının tespit edildiği, 28 Şubat tarihli MGK toplantısında “irticai faaliyetler” konusunun ele alındığı, verilen brifingde iktidardaki Refah Partisinin “irticai faaliyetler” yürüten unsurlar kapsamında “iç tehdit” olarak değerlendirildiği, 27 Mayıs 1997 tarihli Batı Eylem Planında Refah-Yol Hükümeti görevde olduğu halde yeni hükümetten söz edildiği 4 Nisan 1997 tarihli “Çalışma grubu oluşturulması” konulu belgenin amaç kısmında öncelikli hedefin DYP’nin çökertilmesi, dolayısıyla hükümetin derhal iktidardan çekilmesini sağlayıcı önlemlerin alınmasından söz edildiği, söz konusu toplantı tutanaklarından toplantıya katılanların hükümeti cebir ve şiddet uygulamak suretiyle ıskat etmek amacıyla bir grubun kurulması konusunda fikir birliği içinde oldukları, oluşturulacak gruba etkin bir iş bölümü içinde destek vereceklerini ifade ettikleri, sanık Çevik Bir tarafından; “öncelikle hükümetin devamını önleyecek, demokratik müesseseleri devreye sokacak çalışmalar yapılmalıdır. Daimi teşkilatlanma zorundayız” denildiği, toplantılarda ve hazırlanan belgelerde hükümet ile ne şekilde mücadele edileceğinin genel esaslarının belirlendiği, oluşturulan rapor sistemi ve istihbarat ağı ile başta Türk Silahlı Kuvvetleri personeli, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, meslek kuruluşları, şirketler, dernekler ve vakıflar olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin takibe alındığı, haklarında bilgi toplandığı ve toplanan bilgilerin belirli bir sistematik içinde Batı Çalışma Grubu tarafından arşivlendiği, böylece TSK’nın hiyerarşik yapısından bağımsız ve görev tanımları içinde bulunmayan bir istihbarat havuzu oluşturulduğunun tespit edildiği, 27 Mayıs 1997 tarihli “Batı Eylem Planı” başlıklı belgede; Anayasa ve kanunlarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin görev ve yetkileri içinde bulunmayan pek çok yasadışı faaliyetin yapılmasının planlandığının anlaşıldığı, örneğin, “yasal tedbirlerle sonuç alınamadığı takdirde psikolojik ve örtülü harekat icra etmek”ten söz edildiği, 12 Haziran 1997 tarihli Hürriyet Gazetesinin sanıklardan Çevik Bir’in söylediği “Gerekirse Silah Bile Kullanırız” manşetiyle çıktığı, 28 Şubat süreci olarak isimlendirilen süreçte, hükümetin büyük ortağı olan Refah Partisi ve onun liderine psikolojik harekat, cebir, şiddet ve tehdit yöntemi uygulanırken diğer ortağı Doğruyol Partisi ve onun lideri Tansu Çiller’e karşı da aynı yöntemlerin uygulandığı, bu kapsamda, Tansu Çiller’in CIA ajanı olduğu iddiasının ortaya atıldığı, Genelkurmay Askeri Savcılığınca Tansu Çiller hakkında vatana ihanet suçundan soruşturma yapılacağına ilişkin basın yayın organlarında günlerce yayınlar yapıldığı, Tansu Çiller’in, hükümetten ayrılması için değişik şekillerde tehditlerde bulunulduğu, yine bu minvalde sosyal medyaya yansıdığı kadarıyla dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e galiz tehdit ve hakareti içeren sözler sarf edildiği, bu süreçte dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ın 18 Haziran 1997 tarihinde istifasını sunmak zorunda kalmasıyla 54. Hükümet döneminin sona erdiği” şeklinde olaylar özetlenmiştir.

Yargıtay 16. Ceza Dairesi; “sanıkların, milli güvenlik için bir iç tehdit olarak değerlendirdikleri Başbakan Necmettin Erbakan’ın genel başkanlığını yaptığı ve seçimlerden birinci olarak çıkan Refah Partisi’nin öncelikle kurulacak bir hükümette yer almamasını, bu mümkün olmayınca da kurulan hükümeti cebren de olsa görevden ayrılmasını/devrilmesini teminen bir ittifak/anlaşma içine girdiklerini görüldüğünü, “Batı Çalışma Grubu” bünyesinde amaca ulaştıracak her türlü psikolojik harekat dahil olmak üzere eylem planlarını hazırladıklarını ve askeri imkan ve mühimmat üzerinde tasarruf yetkisini haiz olduklarını, hazırlanan komplike bir organizasyon çerçevesinde 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin 18.06.1997 tarihinde Başbakanın istifası ile görevden ıskat edilmesine kadar gerek fiziki/maddi cebir, gerekse tehditlerle karekterize edilmiş yoğun bir askeri baskının hakim olduğu icra safhasının yaşandığını, Hükümetin ilgasına matuf ve bu amaca elverişliliğinde tartışma bulunmayan 04.02.1997 günü Sincan ilçe merkezinde tankların yürütülmesi suretiyle ortaya konan maddi cebrin mutlaka ve doğrudan Başbakan ve/veya hükümet üyelerine tevcih edilmesinin gerekmediğini, icra zaman ve tarzı itibariyle bu cebrin muhatabının hükumet olduğunda kuşku bulunmadığını, amaca matuf icra hareketinin fiziki cebir içermesi tipiklik açısından bir gereklilik olmakla birlikte bu cebrin, fiilin tüm aşamalarında tatbikinin de zorunlu olmadığını, davaya konu olayın ani hareketle gerçekleştirilmiş bir darbe olmasa da, bir süreç içinde devam eden, birbirleriyle konu ve saik itibariyle zorunlu bağlantılı, genel karakteristiği cebir ve şiddete dayanan ve amaç suçun icra hareketlerini oluşturan bu eylemlerin hukuki anlamda tek bir fiil oluşturduğunu ve bu fiilin Hükümetin istifa ettirilmesini/ıskatını sağlayan sürece yönelik tek fiil olduğunun kabulünde isabetsizlik bulunmadığını” ifade etmiştir.

Burada özetlenen olaylar, yukarıda yaptığımız açıklamalar çerçevesinde değerlendirildiğinde müsnet suç, maddi ve manevi unsurları itibarıyla tam anlamıyla gerçekleşmiş, istifa ile birlikte suç tamamlanmıştır. 

Karardan, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde ve 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen suçların cebir unsurlarını “maddi cebir” olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca özellikle Ankara Sincan’da, hükümete göz dağı vermek amacıyla gerçekleştirilen ve sanıklardan Çevik Bir tarafından demokrasiye “balans ayarı” olarak nitelendirilen, tankların ve askeri araçların yürütülmesi fiillerinin ve benzeri birçok davranışın maddi cebir kapsamında değerlendirildiği görülmektedir.

Yukarıda da açıkladığımız üzere 5237 sayılı TCK’nın 312’nci maddesinde “cebir ile birlikte kullanılan “şiddet” kelimesi;  elfaz-ı müteradife olup manayı kuvvetlendirmek amacıyla bu kelimeler yan yana getirilmiştir. Böylece zor kullanma’nın şiddeti vurgulanmıştır. Zorlama; hem madden hem manen gerçekleştirilebilir. İnceleme konusu suç cebir ve şiddet kullanarak işlenir ve bu, hem maddi cebri/şiddeti hem de manevi cebri/şiddeti bünyesinde barındırır. Yukarıda özetlenen fiiller; failler tarafından zaten bu amaçla gerçekleştirilmiş ve sonuç da alınmıştır. Bu sebeple kanunda yer alan terimlere farklı anlamlar yükleyerek işlenmiş suçun unsurlarının oluşmadığı yönündeki değerlendirmeler kabul edilemez. 

Doğrusunu ifade etmek gerekirse özellikle bu suç, çoğu zaman manevi cebirle işlenebilir, Nitekim, Sincan’da tankların yürütülmesi de -mahkemenin kabulünde olduğu gibi- maddi cebir değil, bilakis “hükümete gözdağı vermek” için istifaya zorlamak amacıyla yapılmış bir tehdit, yani manevi cebirdir (Failler fiillerini bu amaçla gerçekleştirdiklerini inkar da etmemektedir). Aksinin kabulü halinde, örneğin başbakan ile bakanlar kurulu toplantı halinde iken buraya gelinip kurul üyelerine silah doğrultulması ve hükümetin çekilmeye zorlanması halinde dahi bu suç oluşmaz. Zira bir kişilere silah doğrultulmak ve onları istemedikleri bir işi yapmaya zorlamak maddi değil, manevi cebir (tehdit) dir. Bu tür davranışların tehdit olduğu konusunda doktrin ve uygulamamız açısından bir tereddüt de söz konusu değildir. 

Şu halde söz konusu suçların manevi cebirle işlenemeyeceğinin kabul edilmesi ve suçun sadece maddi cebre özgülenmesi -tıpkı icbar suretiyle irtikap fiilinde olduğu gibi- suç tipinin bünyesine uygun değildir. Nitekim hem 765 sayılı TCK’nın 209’uncu maddesinde (bir kimseyi icbar eden) hem de 5237 s.lı Kanunun 250’nci maddesinde; (bir kimseyi icbar eden)ibareleri mevcuttur. Burada da “icbar” kelimesi kullanılmakta ancak hiç kimse buradaki “icbar” kelimesini; “maddi cebir” olarak yorumlamamaktadır.

Bu sebeplerle Sincan’da tankların ve askeri araçların yürütülmesi de dahil, kararda sanıklara isnat edilen fiillerin maddi cebir niteliğinde olmadığını, aksine “manevi cebir” oluşturduğunu belirtmek gerekir. İlk derece mahkemesinin ve Yargıtay 16. Ceza Dairesinin somut vakıaya dayalı kabulleri esas alındığında, yargılamaya konu olayda lehe hüküm niteliğindeki 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde düzenlenen “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçunun “manevi cebir”le işlenmiş olduğunu, bu fiillerin kasten işlendiği ve suçun bütün unsurları ile oluştuğunu söylemek gerekir. Sonuç olarak Yargıtay 16. Ceza Dairesinin incelemesinden de geçerek kesinleşen kararda suç bütün unsurları ile oluşmuştur ve bu yüzden temyiz taleplerinin esastan reddi isabetlidir. Ancak herkesin gözü önünde; vahşi yöntemler kullanılarak acımasız bir şekilde icra edilen antidemokratik ve ceza hukuku sorumluluğu gerektiren fiillerle ilgili soruşturma açılabilmesi için 12 Eylül 2010 Referandumu sonrasına kadar beklenilmesi, 2011 yılında başlayan yargılamanın on yıl sürmesi, bu kadar sarih ve fütursuzca işlenen fiillerin suç olmadığı yönünde hukukçular tarafından açıklamalar yapılması hukuk devleti ve demokrasimiz adına üzüntü vericidir.

28.09.2021