15 TEMMUZ DARBE TEŞEBBÜSÜNÜN 1960/1980/28 ŞUBAT DARBELERİYLE ORTAK/BENZER ÖZELLİKLERİ – Av. Figen Şaştım

0
48

Av. Figen Şaştım

  1. GİRİŞ

Son bir buçuk asırlık Türk siyasi hayatı adeta darbeler geçididir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, bilekleri kesilerek öldürülmesi, modern anlamda ilk darbe kabul edilebilir (Yalçınkaya, 2016). Bununla beraber önceki dönemlerde örneğin Genç Osman’ın tahttan indirilerek boğulması başta olmak üzere saray dışından müdahalelerle padişahların değiştirilmesi de klasik dönem darbeleri olarak düşünülebilir. Sultan Abdülaziz’in Serasker Hüseyin Avni Paşa ile Mithat Paşa ve diğer üst düzey devlet yöneticilerinin işbirliği ile tahttan indirilmesi ve yerine V. Murat’ın tahta çıkarılması modern dönemde yaşanan darbelerin aksine dış bağlantısı pek bilinmeyen bir eylemdir. Yılmaz Öztuna olayı “Bir Darbenin Anatomisi“ adlı kitabında tahlil ederken özellikle bu olayda bazı çevrelerin aksine Mithat Paşa’nın rolü ile ilgili belgeler ve mahkeme kararlarına atıfta bulunmuştur. Öte yandan darbeden bir müddet sonra intihar ettiği haberi yayılmış olup halen bazı çevrelerce ısrarla Abdülaziz’in intihar ettiği iddia edilmeye devam etmektedir. Hâlbuki eski Sultanı öldürmek üzere görevlendirilen kişiler ve bunların adım adım katletme görevlerini nasıl yerine getirdikleri mahkeme kayıtlarında anlatılır (Öztuna, 2013). Burada önemli olan darbeyi yapanlarla ilgili yanlış bilgi yaymanın yanında İslam toplumunda kabul edilmeyen intihar eyleminin eski halife-sultan tarafından yapıldığı haberlerinin duyurulmasıdır ki, bu Oryantalist odakların kirli ve derin maksatlarını ortaya koymaktadır. Diğer yandan bağımsız mahkemelerce suçu sabit olup idama mahkûm edilen Mithat Paşa hakkında, Sultan II. Abdülhamid Han’ın idamı sürgüne çevirmesi ve sürgün yıllarında iken Paşanın vefat etmesi de çarpıtılmış; Mithat Paşa’nın Sultan tarafından öldürtüldüğü iddiaları birçok yayınlarda işlenmiştir. Bu yaklaşımda sadece Abdülhamid karşıtlığı bulunmayıp fakat bu devlette hukuk, kural, insan hayatına saygının olmadığının bilinçaltına yerleştirilmesi şeklinde yine derin bir Oryantalist maksat söz konusudur.

Türkiye’deki modern darbenin en klasik örneği sonraki birçok darbeye model olması açısından da 31 Mart Vak’ası’dır. Bu olay tıpkı, 12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte olduğu gibi önce terör hareketi başlatılmış, İstanbul’un her tarafında asayiş bozulmuş, olaylar esnasında kan dökülmüş, netice itibariyle Hareket Ordusu İstanbul’a gelerek olayları durdurmuş ve Sultan II. Abdülhamid tahttan indirtilmiştir. Bu süreçte etkili olan irticacı Volkan gazetesinin veya Prens Sabahattin’in İngiltere tarafından finanse edilmesi, yönlendirilmesi çağdaş Türk darbelerinin de belirgin özelliklerindendir. Netice itibariyle on yıl içinde Osmanlı İmparatorluğu bitirilmiş ve darbenin asıl aktörleri durumundaki İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerinin her biri ayrı bir ülkeye kaçmıştır. Bu arada yine İttihatçı liderler tarafından organize edilen örneğin Bâb-ı Âli Baskını da tam anlamıyla darbe özelliklerini taşımakta olup, baskında bir bakan katledilmiş, mevcut hükümet istifa ettirilerek İttihat ve Terakki hükümeti kurulmuştur.

Türkiye, demokrasiye geçişten sonraki dönemlerde sivil-asker ilişkisinde çok sarsıntılı dönemler geçirmiştir. 1960’tan itibaren hemen her 10 yılda bir askeri darbe cereyan etmiştir. Askerler darbe sonrasında kışlalarına döndüklerinde de yönetimin kontrolünü elde tutmaya çalışmışlardır. Darbe sonrasında asker tarafından yapılan anayasalar ve oluşturulan kurumlar askerin kontrolünü ve vesayetini sağlayacak şekilde planlanmıştır. Cumhuriyet döneminin en önemli hükümet değişikliği 27 Mayıs 1960, aslında askeri darbesi olmuştur. 12 Mart Muhtırası ile mevcut hükümet istifa etmek zorunda bırakıldığından bu muhtıra da darbeler müzesindeki yerini almıştır. 1970’lerin sonuna doğru Türkiye’de her gün 3-5 kişi terör olaylarına kurban gitmiş, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, fakat olayların önü alınamamış, nihayet 12 Eylül darbesi gerçekleşmiştir. Bu darbenin mimarı durumundaki Kenan Evren hatıralarında 12 Eylül’den önce de asayiş ile ilgili bütün yetkilere sahip olduğu halde terör olaylarının önlenemeyişine karşın darbeden hemen sonra olayların durmasını anlamadığını yazmıştır. Bu anlamda yaşanan olayların hedefinin ülkede darbe şartlarının oluşmasına yönelik olduğunu, darbe ile birlikte gizli elin (bu kesinlikle dış güçtür) faaliyetlerinin durduğuna işaret eder. Bu yönüyle 12 Eylül darbesi ile 31 Mart Vak’ası arasındaki benzerliği tekrar hatırlatalım.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi ise daha önce benzeri olmayan özelliklere sahiptir. Önceki darbelerde genellikle meclis, hükümet, cumhurbaşkanı/devlet başkanı hedef alınarak bu makamlar kontrol altına alınırdı. Cumhuriyet dönemi darbelerinde kamuoyunu da kontrol etmek üzere TRT’de ele geçirilirdi. 15 Temmuz’da TBMM’nin bombalanması, birçok yerde vatandaşlara kurşun sıkılması, Boğaz Köprüsü’nde yaşananlar dikkate alındığında darbeyle birlikte bir infial ortamının, ardından iç savaşın hedeflendiği görülmektedir. Darbe teşebbüsünde 240 vatandaşımızın şehit edilmesi öncekilerde pek rastlanmayan bir durumdur. Bu bağlamda ABD’deki Ermeni lobisinin önde gelenlerinden Sassounian’ın Doğu Anadolu’yu (kendi ifadesi ile Batı Ermenistan) ele geçirmek üzere projesini hatırlatmamız lazım. Sassounian, 2012’de yapılan röportajda söz konusu hedef için Türkiye’de salgın hastalık veya doğal afet beklenmesi gerektiğini veyahut bu ülkenin etnik karışıklıklarla enerjisinin tüketilmesi gerektiğini, son olarak bölgesel bir savaşa çekilerek Türkiye’nin bitirilmesini önerir. 15 Temmuz darbe liderinin Aralık 2016 itibariyle ABD’de bulunduğunu, darbe sürecine doğru Türkiye’de etnik kökenli görüntüsü ile şehir savaşlarının yaşandığı, aynı süreçte Irak ve Suriye’deki iç savaşa çekildiğini hatırlayalım. Yine darbe sürecine doğru özellikle ABD’den kendi vatandaşlarına Türkiye’ye seyahat etmeme konusunda sık sık uyarılar yapılmış olması da son derece önemlidir. ABD’nin Kasım 2016’da seçilen başkanı Trump henüz koltuğuna oturmadan yaptığı açıklamada ülkesinin başka ülke yönetimlerine müdahalesine karşı olduğunu belirtmiştir. Nitekim daha seçim propagandası devam ederken yaşanan 15 Temmuz başarısız darbesinin arkasında CIA’nın olduğunu tweet mesajı ile duyurmuş, bir gün sonra bu mesajı silmiştir (Trump, 2016).

Bu tebliğde Cumhuriyet dönemindeki darbelerle 15 Temmuz darbe girişiminin ortak özellikleri ve benzerliklerini ortaya koymaya çalışacağım. Bunun için öncelikle 1960 darbesinden itibaren her darbe dönemini kısaca ele alacağım. Daha sonra çalışmanın esas konusu olan darbelerin ortak ve benzer yönlerini irdeleyeceğim.

  1. DARBE KAVRAMI VE DARBELERİN SEBEPLERİ

Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünde darbe, “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak tanımlanmıştır (TDK, 2017). Askeri kadroların sivil kadrolara müdahalesi olarak adlandırılan darbe (Dilipak, 1991, 11) genellikle ordu tarafından sivil yönetimin devrilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna literatürde askeri coup d’e’tat (kude ta) denir. Darbeler çeşitli yoğunlukta şiddet ve tehdit içerir. Darbe sonucu siyasi yönetici sınıf devreden çıkarılır. Askerler siyasi yönetimi ya doğrudan devralırlar ya da onların kuklası olacak kişilere verirler. Bir devrimin başlangıcına dönüşmediği sürece darbeler genellikle yeni bir sistem kurmaktan ziyade sistemi onarmayı amaçlarlar (Yayla, 2015, 365). Ordu, sivil lideri değiştirmek ve yerine doğrudan bir askeri düzen kurmak üzere veya birtakım sivil liderlerin yerine kendisinin dolaylı olarak yönetebileceği başka sivil liderler getirmek üzere iktidara el koyar (Heywood, 2013, 488). Darbelerin insanların ilk ordulara sahip oldukları dönemden itibaren gerçekleştirilmiş olabilecekleri düşünülmektedir.

Darbenin “hukuki anlamı”, ordunun veya ülke içerisindeki belirli bir grubun, hukuka aykırı yöntemlerle, yönetime el koyması, anayasal düzeni, anayasal kurumları, “kısmen veya tamamen işlemez hale getirmesi” olarak tarif edilmektedir. Demokratik sistemlerde, siyasal iktidara sahip olmanın yöntemi ayrıntılı olarak belirlenmiş, aynı şekilde iktidarın nasıl sona ereceği de kurallara bağlanmıştır. Koca Reis lakabıyla ünlü politikacı Sadettin Bilgiç: “Demokratik parlamenter sistemlerde, hukuk dışı tutum ve davranışlara karşı her türlü emniyet tedbirleri vardır. Fakat diktatörlük ve askerî idarelerde yoktur.  Anayasamızda devletin nitelikleri ile ilgili bir, iki ve üçüncü maddelerindeki hükümler değiştirilemez, değiştirilmeleri teklif dahi edilemez.  Tek Parti iktidarı anayasaya aykırı kanun çıkarırsa, Cumhurbaşkanı’nın Meclise iade yetkisi vardır. Meclis ısrar ederse, Anayasa Mahkemesi’ne götürme yetkisi vardır. Cumhurbaşkanı götürmezse siyasi partilerin ve yargının götürme yetkisi vardır.  Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa tadili yaparsa, Cumhurbaşkanının iade yetkisi vardır. Meclis ısrar ederse referanduma götürme yetkisi vardır.

Darbelerin tarihi M.Ö. 2500 yıllarına kadar götürülmektedir. Tarihte eli silah tutanların kılıçlarını çekerek kralları devirip yerine kendileri arasından bir baş ilan ettikleri çokça yaşanmıştır (Dilipak, 1991,11). Bir ülkede darbe meydana gelmesi her şeyden önce bir kültür meselesidir. Bunun da iki ayağı vardır. Birincisi orduya darbe kültürünün ve darbeci zihniyetin nüfuz etmiş olmasıdır. İkincisi, toplumun siyasal kültüründe darbelere reaksiyon gösterilmesini sağlayacak unsurların yeterince bulunmamasıdır. Bu tarz bir siyasi kültüre sahip bir ülkede her an darbe olması mümkündür (Yayla, 2015, 366). Bu açıdan değerlendirildiğinde 27 Mayıs 1960 darbesine siyasetçilerin ve halkın darbeyi meşru kabul ederek gerekli tepkiyi vermemiş olması, hatta bazı siyasetçilerin özellikle darbeyi desteklemesi, Türkiye’de darbeci geleneğin yerleşmesinin en önemli sebeplerinden biridir.

Demokrasiyle yönetilmesine rağmen demokratik kültürün ve kurumların tam olarak işletilemediği ülkelerde birçok konuda seçilmiş siyasi iktidarlar belirleyici olamamaktadırlar (Bahar çiçek ve Tuncel, 2011, 7). Seçilmiş siyasal iktidarların belirleyici ve muktedir olamadıkları durumlarda ise yönetimsel zafiyetlerden kaynaklanan boşluklar genellikle askerler tarafından doldurulmaktadır. Askerler istediklerini yaptırabilmek için ya doğrudan idareyi ele almakta, ya da yeni göreve getirdikleri sivil yöneticiler eliyle siyasal konularda belirleyici olabilmektedirler.

Askeri müdahalelerin birçok sebebi olabilir. Başlıcalarını, ulusal çıkar ve ideoloji, etnik saikler, kurumsal saikler ve kişisel ihtiras olarak sıralamak mümkündür (Erdoğan, 2005, 742-743). Darbelerin sebepleri arasında politikacı sınıfın zayıflığı; muhalefetin bazı unsurlarının zaman zaman darbeye destek verebilmesi; askerlerin darbenin meşru olduğunun kabul edileceği kanaatinde olmaları; toplumsal ve bölgesel çatışma ve bölünme tehlikesi; orduda egemen olan ideoloji ile siyasal sistemin temeli olan ideolojinin çatışması; askerlerin imtiyazlı statülerini ve menfaatlerini korumak istemeleri ve uluslararası teşvikler gösterilebilir (Yayla, 2015, 367).

Silahlı kuvvetlerin askeri olmayan görevleri yerine getiriyor olmaları da ordunun siyasi aktör durumuna gelmesini kolaylaştıran sebeplerdendir. Ülke içerisindeki kamu düzeninin sağlanmasında silahlı kuvvetlerin kullanılıyor olması siyasallaşmayı hızlandırır. Türkiye’de askeri müdahalelerin sıkıyönetimler sonrasında vuku bulmuş olması bu tespitleri doğrulamaktadır (Erdoğan, 2005, 741). Heywood (2013, 489) ise askeri darbelerin sıklığı ile ekonomik azgelişmişlik arasında çok açık bir ilişkinin mevcut olduğunu vurgulayarak, askeri darbelerin en önemli sebeplerini ekonomik gerilik; sivil yönetimlerin meşruiyetlerini kaybetmeleri; ordu ve hükümet arasındaki ihtilaf ile darbe lehindeki uluslararası konjonktür olarak belirtmektedir.

  1.  27 MAYIS 1960 DARBESİ

Türkiye tek partili dönemden çok partili hayata (demokrasiye), II. Dünya savaşı sona erdikten sonra giderek artan “demokrasi rüzgarı” ve “dış baskıların etkisiyle” geçmiştir. Türkiye’nin tek partili yönetimden çok partili hayata geçmesi, Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Şaibeli 1946 seçimlerinden sonra yapılan 1950 seçimlerinde, Demokrat Parti tek başına iktidara gelmiştir. Sadettin Bilgiç, Demokrat Parti’nin, 1950 seçimlerini kazandığında, nasıl bir enkaz devraldığını anlatmaktadır.  “Demokrat Parti iktidara geldiğinde memleket ekonomik bakımdan da yokluk içerisinde idi. Erkek işçinin yevmiyesinin 25 kuruş, kadın işçininki 20 kuruş olduğu dönemde yol vergisi 6 lira idi ve 18 yaşından 60 yaşına kadar her erkek vergi mükellefi idi. 18 yaş ile 60 yaş arasında ailede 3-4 kişi varsa ailenin gençlerinden biri üç buçuk ay, ikisi 48’er gün, yiyeceği kendinden (azığı belinden) yolda taş kırar veya kürek ve kazma sallardı. Buna rağmen kara yolu yoktu. İzmit’ten İstanbul’a, Kırıkkale’den Ankara’ya bile demiryolundan başka vasıta ile gidip gelinmezdi. Ama yol vergisi alınmaya devam edilmiştir. Ağnam vergisi (hayvan vergisi): Koyun, kuzu, keçi, oğlak kendisi 80 kuruşa alınıp satılmamakta, çok düşük fiyatla alınıp satılmakta idi. Fakat vergi 80 kuruştu. Hayvan başına olması itibariyle âdil gibi görünen bu vergi yüzünden tahsildar, vergisini ödeyememiş koyun ve keçi sürüsü yakalarsa, mal sahibi sürüsüne sahip çıkmazdı. Çünkü tellâlla haraç mezat satılan sürü vergiye yetmediği gibi, sürü sahibinin geri kalan borcu için evine haciz gelir; en zaruri ihtiyacı olan kabı, kacağı, yatağı, yorganı icra yolu ile satılırdı. Büyükbaş hayvanların vergisi de (manda, inek, at, eşek) hayvan başına iki lira idi. Demokrat Parti 1951’de bu vergileri kaldırdı. Tarım ürünlerine taban fiyat politikası uygulayarak hem üretimin artmasını, hem de nüfusun %75-80’inin, küçük çiftçi ve köylünün iki yakasının bir araya gelmesini ve yüzünün gülmesini sağladı. Milletin %75-80’ini ilgilendiren bu uygulamaya hâlâ popülist politika diyenler vardır. Fakat milletin ayağı ilk defa ayakkabı, sırtı ceket gördü.” Demokrat Parti ülke sorunlarını çözmeye çalışırken sürekli darbe tehditlerine maruz kalmıştır. Dönemin gazeteleri ve meclis zabıtları bunun en somut kanıtıdır.

Türkiye’de o yıllarda İş güvenliği ve çalışma saatlerinde belirli bir düzen bulunmadığı gibi, sekiz saatlik iş günü Kanun’da yer alsa da uygulanmıyordu. Ücretler düşük, kadın ve çocuk işlerin sömürülmesi ise en üst düzeydedir. Özellikle savaş yıllarında, Milli Korunma Yasası’nın çıkmasından sonra işçilerin durumu daha da kötüleşmiş, enflasyonun hızla yükselişi hayat pahalılığını artırdığı gibi, mal kıtlığı, bazı ürünlerin yokluğu ya da karneye bağlanması ve karaborsa, ücretli çalışanların yaşamlarını dayanılmaz bir hale getirmiştir. İlaveten, tüccar ve sanayici kesim de hallerinden memnun olmayanlar arasında yer almakta olup, Milli Korunma Yasası’nın getirdiği bazı mükellefiyetler, bu grubu da rahatsız etmiştir. Ayrıca bu grubun CHP iktidarına karşı cephe almasının bir başka nedeni ise Varlık Vergisi ve onun kural tanımaz uygulamalarıdır. Söz konusu ortam sermayenin de CHP’nin karşısına geçmesine sebebiyet vermiştir. Son olarak “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” büyük toprak sahiplerini ürküterek, onların da DP’nin yanında saf tutmasına sebep olmuştur.

Bütün bu sebepler asker-sivil bürokratlar, büyük toprak sahipleri, tüccar, sanayiciler ile yerel eşraftan müteşekkil CHP’de somutlaşan zımni koalisyonun 1945 yılına gelindiğinde bozulmasına sebep olarak, ülkede CHP iktidarına karşı beliren geniş tabanlı toplumsal muhalefetin taleplerini yanıtlayan siyasi parti olarak DP’nin iktidara gelmesi için elverişli bir ortam yaratmıştır (Çavdar, 2000:18-19).7 Ocak 1946’da kurulan DP’nin söyleminde CHP’den büyük çaplı değişiklikler olmamasına karşın tüm bu toplum kesimlerinin iktidardan hoşnutsuzluğunu iyi değerlendiren DP, 15 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidarı CHP’den devralmıştır(Karagöz, 2013: 73).

CHP ve destekçileri, “1960 darbesinin Demokrat Partinin hatalı icraatları sebebiyle gerçekleştirildiğini” öne sürmekte ise de, darbenin gerçek sebebi DP’nin icraatları değil, ABD’nin Türkiye’yi kontrol altına alma arzusudur. 1960 darbesini ABD’nin organize ettiği[1] bugün tartışma konusu bile değildir. Adnan Menderes iktidarının son yıllarında Marshall Planı kapsamında Amerika’dan artık kredi alamayınca, Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu amaçla Sovyetler Birliği’ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin gelişmesi için Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı yapılmaktaydı. Bazı siyaset bilimciler, 1960 darbesinin ana sebebinin DP hükümetinin Rusya’yla yakınlaşması olduğunu öne sürmektedir. Gazeteci Serdar Turgut 1960 darbesinin “gizli amacını” şu sözlerle ifade etmektedir: “1960 darbesi, Türkiye’nin sosyal ve siyasi yaşamında dinin etkisinin artamaya başlayacağı korkusu nedeniyle yapıldı. Menderes ve arkadaşlarına işkenceye varacak derecede kötü davranılması ve asarak cezalandırma gibi uç ceza verilmesi, düzenin hakim güçlerinin Türkiye’de sistemi dindarlara açmaya çalışan kadroya verdiği bir cezadır. Resmi tarihi anlatanlar ve yazanlar o dönemin bu yüzünden hiç bahsetmezler. Ancak onların verdiği darbe gerekçeleri ne yazık ki o günlerde olanı biteni anlatabilmekten çok uzak kalıyor. Cumhuriyetin gizli tarihi aslında dini duyguları ve dindarların gücünü bastırmanın tarihidir. O tarihe bu gözle bakmadığınızda 1960 darbesinin gizli amacını da ortaya çıkaramazsınız.

1960 darbesinin “şartlarını olgunlaştırmak” için medyaya önemli görevler verilirken, öğrenciler de yürüyüşe ve protestoya yönlendirilmiştir.  28 Nisan’da İstanbul’da 29 Nisan’da Ankara’da öğrenciler harekete geçmiş; İstanbul’da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldürülmüştür. Darbeye giden yolda en önemli eylemlerden biri de, Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin 5 Mayıs 1960 tarihinde Ankara Kızılay‘da yapmış oldukları 555K (yani,5.ayın, 5.günü, saat 5`te, Kızılay’da) olarak anılan protesto eylemidir. Demokrat Parti olayların yayılmaması için, bazı illerde sıkıyönetim ilan etmiştir. Ancak DP’nin aldığı önlemler darbeye engel olamamıştır. Medya, darbeye ve darbecilere olağanüstü destek vermiş, darbe teşebbüsünde bulunanların kendilerine verdikleri “üniversite öğrencilerinin kıyma makinelerinde kıyıldığına” ilişkin akıl ve mantık dışı haberleri, hiçbir araştırmaya ve incelemeye tabi tutmadan yayınlamaktan çekinmemişlerdir.

27 Mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde iktidara gelen Demokrat Parti (DP) Hükümetini devirerek yönetime el koymuştur. Ülkenin içinde bulunduğu durumun gittikçe kötüleştiği ve ülkede bir kardeş kavgasının başlamak üzere olduğunu ileri sürerek yönetime el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri, darbenin hemen ardından başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Büyük Millet Meclisi Başkanı, Bakanlar olmak üzere DP Milletvekillerini, bütün DP sorumlularını ve aralarında askerlerin ve polislerin de bulunduğu birçok bürokratı tutuklamıştır. (Dikici, 2014, 13). Böylece 1924 Anayasası ile kurulan rejim askerlerin müdahalesi ile son bulmuş, Milli Birlik Komitesi adıyla asker kişilerden oluşan Komite’nin yönetim dönemi başlamıştır (Doğru, 1998, 12). 27 Mayıs 1960 darbesi Türkiye’de darbeler geleneğini başlatmış olması ve darbecileri cesaretlendirmiş olması nedeniyle son derece önemlidir. Başarısızlığa uğratılabilseydi belki de sonraki darbeler yaşanmayacak ve Türkiye’nin kalkınması daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilebilecekti.

14 Ekim 1960‘ta başlayan Yassıada davaları (19 dava), 11 ay 1 gün sürmüş; 203 günde 872 oturum yapılmış,1068 tanık dinlenmiş, yargılama hükmün açıklandığı 15 Eylül 1961 tarihinde son bulmuştur. Yüksek Adalet Divanı, Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan Hasan Polatkan oybirliğiyle, eski T.B.M.M. Başkanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay başkanı Rüştü ErdelhunAgah Erozanİbrahim KirazoğluAhmet Hamdi SancarNusret KirişçioğluBahadır DülgerEmin KalafatBaha AkşitOsman KavrakoğluZeki Erataman oy çokluğuyla olmak üzere, 15 sanığın idamına karar vermiştir. İdamına karar verilen üç sanıktan ikisi, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961’de sabaha karşı, Adnan Menderes ise, 17 Eylül 1961’de saat 13.30’da İmralı Adası‘nda asılmak suretiyle idam edilmiştir.

27 Mayısın gerçekleşmesinde kimin etkisi olduğu uzun süre tartışılmış, Demokrat Parti ve sonradan Adalet Partisi çevreleri bu darbenin İnönü’nün eseri olduğunu sürekli olarak öne sürmüşlerdir Celal Bayar ise İnönü’nün darbe üzerindeki rolü hakkında kesin bir yargıda bulunmamıştır. Celal Bayar 23 Mayıs 1960’ta köşkteki görüşmelerinde Menderes’e “müsterih olunuz, ordudan herhangi bir hareket gelmez ve gelmeyecektir, ordu bizimle beraberdir” demiş, Menderes ise bu güvenceleri DP yönetim kurulunda dile getirerek partililerine güvence vermiştir. Dönemin Milli Emniyet Teşkilatı da köşke çalışmış, ordu söz konusu olunca adeta sağırlaşmıştır (Arcayürek, 1989, 24-25).

1955’ ten itibaren ABD bir yandan hükümeti destekler gibi gözükürken bir yandan da ordu içerisindeki farklı grupları bir araya getirmeye çabalamıştır. 27 Mayıs’ın gerçekleşmesinde önemli rolü bulunan CIA darbeyi farklı düşüncelerdeki küçük guruplara yaptırtarak gerektiğinde bunlar arasında çatışma oluşturarak kendi inisiyatifini güçlendirmek istemiştir (Dilipak, 1991,123). Dönemin Demokrat Parti Kayseri Milletvekili Hakkı Kurmel, 27 Mayıs 1960 darbesi ile ilgili 2013 yılında ilk kez konuşmuş ve tarihe ışık tutacak önemli beyanatlar vermiştir. Kurmel, 1954 seçimlerinde Demokrat Parti Kayseri milletvekili seçildiğini, Yassıada’da tutuklu kaldığını, idamla yargılandığını, Atatürk ve Fevzi Paşa’nın orduyu siyasetin dışında tutma gayretlerine rağmen, İnönü’nün TSK’yı siyasetin içine çekmek için gayret gösterdiğini, darbeden önce CHP liderinin TSK’ya ihtilal yapmaları konusunda sürekli haber gönderdiğini, 1957 seçimlerini de DP kazanınca cuntacılara haber göndererek darbe yapmalarını bizzat İnönü’nün istediğini, Ayrıca Talat Aydemir’in savunmalarında bunu itiraf ettiğini, İnönü’nün kışkırtmalarının yanı sıra bu darbenin gerçekleşmesinde askerlerin maaşlarını düşük bulmalarının da etkili olduğunu, CHP’nin 1950 genel seçimlerinde muhalefete düştüğünü ve muhalif bir parti olmayı hiçbir zaman sindiremediğini, üst üste gelen seçim mağlubiyetlerinin, CHP’yi korkunç bir muhalefet yapmaya yönlendirdiğini vurgulamıştır (www.ekonomi.dunyabulteni.net, 2015).

Mehmet Turgut, “Siyasetten Sahneler” isimli kitabında Demirel’in ağzından Celal Bayar’ın anlattıklarını şöyle nakletmektedir. Bayar “olayların artması üzerine yapmış oldukları toplantıda Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un, eğer beni başbakan yaparsanız olayları önleyebilirim diye bir teklifte bulunduğunu, Menderes ve kendisinin bu teklifi kabul ettiklerini ancak ertesi gün Menderes’in istifadan vazgeçtiğini, eğer Menderes’i dinlemeyip Erdelhun paşanın dediğini yapsaydım belki de 27 Mayıs olmayacaktı dediğini nakletmiştir (Dilipak, 1991, 68-69). Bir cumhurbaşkanının darbeyi önleyebilmek için halkı ve devletin diğer mekanizmalarını harekete geçir(e)mediği için hayıflanmak yerine başbakanı istifa ettiremediğine hayıflanması oldukça düşündürücüdür.

Orgeneral Cemal Gürsel tarafından yeni anayasa yürürlüğe girinceye kadar bütün siyasal faaliyetlerin menedildiği, aksi davranışların şiddetle cezalandırılacağı bildirilmesine karşın, İsmet İnönü 28 Mayıs 1960 günü parti teşkilatlarına bir genelge gönderebilmiştir. Böylece CHP açısından parti faaliyetlerinin yürütüldüğü anlaşılmıştır. Yine İsmet İnönü 1 Haziran günü saat:11.00’da Bahçelievler’deki evinde yabancı gazetecilerin sorularını yanıtlayabilmiştir. Kendisine yöneltilen “ülkede siyasal faaliyetler men edildiğine göre bu toplantıyı nasıl düzenlemektesiniz” sorusuna Başbakanlığın müsaadesi vardır diye cevap vermiştir (Doğru, 1998, 28).

Muhalefet (CHP) Güney Kore ayaklanmasını ve bilhassa da 14 Temmuz Bağdat ihtilalini alabildiğince sömürerek “bizim ordumuz, bizim gençliğimiz de bizdeki zalimleri devirmek için gerekli cesarete elbette sahiptir” gibi sloganlarla orduyu ve gençliği kışkırtmışlardır. Yapılan bu yoğun propaganda kısa sürede meşhur “dokuz subaylar” olayında etkisini göstermiştir. Demokrat Parti iktidarından hoşnutsuz olan General Faruk Güventürk ve arkadaşlarından oluşan dokuz subay DP iktidarını devirip iktidarı İnönü’ye vermeye azmetmişlerdir. İçlerinden birisi olan Yarbay Samet Kuşçu tarafından olay ihbar edilmiş, askeri mahkemede yargılanan zanlılar delil yokluğundan berat ettirilmiş, ihbarcı ise yalan beyanda bulunmak suçundan hapse mahkum edilmiştir. Berat ettirilen bu subayların çoğu 27 Mayıs darbesini hazırlayan kimselerin başında yer almışlardır (Başgil, 2008, 113).

DP’nin sosyal koalisyonundan kopan bütün unsurlar, CHP ve İnönü’nün tahrikleri adım adım 27 Mayıs’a zemin hazırlamıştır (Kocabaş, 2011,522). ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı’nın (CIA), gizliliğini kaldırdığı 13 milyon belge arasında 27 Mayıs askeri darbe girişimine dair çok önemli bilgilere ulaşılmıştır. 30 Mayıs 1960 tarihli CIA belgesinde Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki bazı üst düzey yöneticilerin darbenin sürecini bildikleri; ancak görünüşte eylem ve planlama safhasına katılmadıkları belirtilmiştir (www.yenisafak.com, 2017).

1957 yılında Samet Kuşçu İstanbul ABD konsolosluğuna sığınarak Türkiye’de darbe olacağını söylemiş, ABD yetkilileri ise yüzbaşıyı İstanbul Emniyet Müdürlüğü yetkililerine teslim etmiştir. Yüzbaşı sorgusunda “dokuz subay olayı”’nı anlatmış, darbeyi yapacak dokuz subayın ismini vererek kadronun onuncu kişisi olduğunu ancak ihbar ettiğini belirtmiş, üç yıl sonrada 27 Mayıs gerçekleşmiştir. Kuşçu’nun ihbarı cumhurbaşkanı ve başbakana götürülmüş, ismi geçen bu dokuz subay hakkında işlem başlatılmış yani asker askere verilmiştir. Konunun önemini sadece içişleri bakanı Dr. Namık Gedik anlamış; ancak bir çözüm geliştirememiştir (Arcayürek, 1989, 29-30).

1960 darbesi, milletin iradesini ipotek altına almak amacıyla yapılan bir darbedir. Darbeden sonra (sipariş üzerine) hazırlatılan 1960 Anayasasının içeriği, darbenin amacını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu anayasa bir sonraki 1980 darbesinin anayasasının da esasını teşkil etmiştir. Türkiye çok partili dönemin ilk 14 yılı hariç, darbe anayasalarıyla yönetilmiştir. 1982 anayasasında çok sayıda değişiklik yapılmasına rağmen, 1961 anayasasıyla kurgulanan sistem özü itibariyle hala yürürlüktedir.

1961 Anayasası yargıya ilaveten, halkın temsil mekanizmaları olan TBMM’yi ve yürütmeyi (hükümeti) kontrol altında tutmayı esas almıştır. Bu çerçevede seçimle iktidara gelen siyasal iktidarın yetkileri, “atanmış” bürokrasi arasında paylaştırılmıştır. 1960 darbesini gerçekleştirenlerin amaçları arasında yer alan “askeri vesayetin devam etmesi için, anayasada, “vesayet kurumları” oluşturulmuştur. İktidara gelecek olan hükümetlerin politikalarını tayin ve hükümete yön vermek amacıyla MGK ihdas edilmiştir. TBMM’nin çıkaracağı yasaları denetlemek ve gerektiğinde iptal etmek için, Anayasa Mahkemesi ihdas edilmiştir. Aynı mahkemeye, MGK’nın tayin etiği politikalara aykırı davranan “siyasi partileri kapatma” yetkisi verilmiştir. Yine aynı mahkemeye, başbakanı, bakanları yargılama yetkisi (yüce divan) verilmiştir. Mevcut sisteme muhalif olanları cezalandırmak için DGM’ler ihdas edilmiştir. Yargı mensuplarını kontrol altında tutmak amacıyla HSYK ihdas edilmiştir. Radyo ve TV’leri kontrol altında tutmak amacıyla RTÜK ihdas edilmiştir. Üniversiteleri ve yükseköğrenimi kontrol altında tutmak amacıyla, YÖK kurulmuştur. Askerler için özel mahkemeler kurulmuştur. 1961 anayasasıyla getirilen vesayet kurumları, bu darbenin, “oyunun kurallarını” yeniden belirlemek için yapıldığını göstermektedir. Halkın egemenliğini sınırlayan bu anayasa, orduyu özerk bir yapıya kavuşturduğu için denetlenememiş, ard arda darbeler olmuştur.

  1. 12 EYLÜL 1980 DARBESİ

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1960 Darbesinden 20 yıl sonra 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahaledir. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir.

12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59’da TRT’ de okunan bildiriyle ordu yönetime el koymuş, gerekçeleri ise bildiride; rejimin tehdit altında olduğu, siyaset kurumunun çözüm üretmediği, devlet organlarının işleyemez duruma geldiği, kamu düzeninin bozulduğu, eğitim kurumlarının irtica yuvası haline dönüştüğü olarak kamuoyuna duyurulmuştur. Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı. Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi.1961 Anayasası kaldırıldı. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmış, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, yurt dışına çıkışlar yasaklanmış, ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuş, partiler kapatılarak liderleri tutuklanmıştır. Bütün derneklerin faaliyetleri de durduruldu. Parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Darbeden sonra 1982 Anayasası hazırlanarak,1983 yılında siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verilmiştir(Koçak,56).

12 Eylül darbesinin arifesinde Amerika’ya bir gezi yapan Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya’ya ABD Milli Güvenlik uzmanı Paul Hanze “Umarım Türkiye’de durumun kontrolden çıkmasına müsaade etmezsiniz.” diyordu. Orgeneral Tahsin Şahinkaya, ihtilale bir gün kala 11 Eylül günü yurda döndü. Darbeye uygun zeminin oluşturulması bağlamında değerlendirilen bu olaylarla, huzur ve güven ortamının bozulduğu, can güvenliği endişesinin arttığı, devlet otoritesinin kamu düzenini sağlayamaz hale geldiği, siyasilerin problemleri çözemediği, askeri müdahalenin zorunlu hale geldiği” algısı oluşturulması amaçlandı. Darbenin önde gelen generallerinden Bedrettin Demirel’indarbeyi bir yıl önce yapacaktık ama şartların olgunlaşmasını bekledik” mahiyetindeki açıklaması, bu değerlendirmeyi doğrular niteliktedir. 1980 darbesini gerçekleştirmek, daha doğrusu şartları olgunlaştırmak için, darbe öncesinde terör eylemleri tırmandırılmıştır.

İngiliz yayın kuruluşu BBC, 2011 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında yapılan bir başvuru üzerine, gizliliği kaldırılan 12 Eylül cunta darbesine ilişkin ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerini, üç günlük bir yazı dizisi ile yayınladı. BBC Türkçe’nin yayınladığı belgeler, 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 tarihleri arasında ABD’nin Ankara, İstanbul ve İzmir’deki diplomatik temsilciliklerinden Washington’daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışmaya dayanıyor.

27 Mayıs 1960’tan bugüne yapılan cunta darbelerinin hepsinin ardında, ABD başta olmak üzere, Batılı güçlerin olduğu zaten bilinen bir gerçekti. Bu konularda epeyce kanıt da mevcuttu.12 Eylül darbesini 1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti. 38 yıl geçtikten sonra, “bizim çocuklar başardı”’nın belgeleri şimdi yayınlanıyor.

Zaten darbeyi yapan bütün cuntacılar, darbe bildirilerinde “NATO dâhil bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız” diye kendilerine destek veren dış güçlere bağlılık sözünü en baştan verdikleri için, darbelerin ardındaki Batı desteğini anlamak için başkaca kanıta da gerek yok.

Bu yeni ortaya çıkan belgede dönemin ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan James Spain “Ordunun (yönetime) el koymasının ardından ABD-Türkiye ilişkileri” başlıklı yazışmasında, “darbecilerin bağlılık beyanının” kabul gördüğü şu şekilde ifade ediliyor: “Mevcut askerî liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok.” (Seta)

İki kutuplu dünyada Soğuk Savaş’ın son yıllarında Orta Doğu ve Asya’da hâkimiyetini pekiştirmenin yollarını arayan Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan da Sovyetlere karşı bir ‘Yeşil Kuşak’ projesi yürütüyordu. Afganistan’da Sovyet işgaline karşı savaşan mücâhid gerillaları destekliyor; Pakistan ve İran’da dini rejimlerin yerleşmesini istiyordu.

Dünyada bu gelişmelerin yaşandığı sırada Türkiye’nin politik, ekonomik ve sosyal manzarasının oldukça sorunlu olduğu darbe öncesi yaşanan gelişmeler adeta darbeye giden yolu adım adım hazırladı. 1974 yılında Anti-Amerikan Ecevit-Erbakan koalisyonunun Kıbrıs’a asker çıkarması, Türkiye’ye ağır ekonomik ambargonun başlatılması ile sonuçlandı. Kıbrıs’ı işgalden kurtaran Türkiye’de paranın değeri aşırı derecede düştü, enflasyon ise yüzde 100’ü geçti. Pek çok zorunlu ihtiyaç maddesi bulunamaz oldu.

Ciddi bir ideolojik kamplaşmaya maruz kalan Türkiye’de 1974 affıyla hapisten çıkan suçlular, terör faaliyetlerine girişti. Bir yandan Türkiye’nin Sovyetlerle entegrasyonunu savunan sol örgütler, diğer yanda bunlara geçit vermemek iddiasındaki milliyetçi teşkilatlar silahlı çatışma haline girdi. Üniversiteler, liseler, sendikalar, devlet daireleri, hatta sokaklar, fraksiyonlar arasında bölündü. Koalisyonlarla idare edilen ülkede siyasî bir kriz doğdu. Görev süresi dolan Cumhurbaşkanının yerine yenisi seçilemedi. Seçim turları aylarca sürdü; ancak meclisteki partiler anlaşamadı. TBMM’nin 22 Mart 1980’de ilk turunu yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, 114 tur oylama yaptığı halde darbe gününe kadar sonuçlandıramamasının da etkili olduğu süreçte birçok cinayet işlendi.

TSK’nın emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği darbenin en önemli gerekçesi “güvenlik” oldu.

Gazeteci Abdi İpekçi, Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, DİSK ve Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler, MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak, Eski Başbakan Nihat Erim, Adalet Partisi İstanbul Milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu, CHP İstanbul Milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu, MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok ile eşi ve kızının öldürülmesi gibi çok sayıdaki siyasi cinayet, darbeci generallerin gerekçeleri olarak tarihe geçti (Yenişafak,1980 darbesi).

12 Eylül darbesinin yarattığı tahribat, çok büyük bir doğal felaketin sonuçlarını çağrıştırmaktadır.  12 Eylül darbesinin özet bilançosu şöyledir: Darbe sürecinde, 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. 71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163.maddelerinden, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı olduğu için yasaklandı. Gazeteler, dernekler, sendikalar kapatıldı. 23 bin 677 derneğin faaliyetleri durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 yargıcın işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci ceza evine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu. 95 kişi çarpışmada öldü. 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin intihar ettiği bildirildi. Kısaca, bu darbe, siyasi, sosyal, ekonomik, adli, idari sonuçlarıyla toplumun büyük bir kesimi mağdur edildi (Aljazeera).

Darbe sonrasındaki üç yıl içinde önemli yasaların neredeyse tamamı değiştirilmiş, yeni anayasa hazırlanarak 7 Kasım 1982’de yürürlüğe girmiştir. Ülkede uygulanan sıkıyönetim kademeli olarak en son 19 Temmuz 1987 tarihinde Diyarbakır, Mardin ve Siirt illerinde kaldırılmıştır. Bu darbeden sonra otuz yıllık dönemde, Türk sosyal demokratları açısından çok kötü bir sınav olmuş, aralarında bölünerek ikili yapılar oluşturmuşlardır (Badeli)

1981 Anayasası eleştiriye de kapatılmıştır. Nitekim MGK’nın 71 sayılı kararı demokrasinin karanlık sayfalarına geçecek nitelikte olduğu söylenebilir: “…Anayasanın geçici maddeleri ile devlet başkanının radyo televizyonda ve yurt gezilerinde yapacakları anayasayı tanıtma konuşmaları hiçbir suretle eleştirilemez ve bunlara karşı yazılı ve sözlü hiçbir beyanda bulunulamaz (Öymen,s.410)

Yukarıda ifade edilen durum, 1982 Anayasası’nın demokratik olmayan bir ortamda hazırlandığının bir kanıtı olmuştur. Anayasa, referandumuma sunulmuş %91 kabul, %8,63 ret oyuyla yürürlüğe girmiştir. Nitekim bu anayasayla 1961 Anayasası’nın arasındaki farkın çarpıcılığı, bu referandumun hangi sıkı koşullar arasında yapıldığını gösterir niteliktedir. Anayasada oy verme zorunlu olur ve oy verme yaşında olup da oy vermeyenlere para cezası ve beş yıllık politik haklardan mahrumiyet cezası uygulanır (Lewis,s.20)Yazar Mehmet Kemal bu anayasayla ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: “Her türlü demokrasiye bu anayasa engeldir. Demokrasiyi getirmek bahanesiyle getirdiler, demokrasinin tümünü alıp götürdüler. Birleşeceğiz diye yola

düştüler, sağı da solu da içinden parça parça ettiler. Eskiden sol‐sağ diye parçalıydık.

Bugün sağda da solda da parça parça oldu(Kemal,age.153).

  • 28 ŞUBAT DARBESİ

1989 yılı Dünya’da ve Türkiye’de “yeni bir dönemin” başlangıcı olmuştur. Komünizmin çöküşüne kadar komünizmin yayılmasına engel olacağı düşüncesiyle İslam ile çatışmamaya özen gösteren ABD, 1990’lı yılların başından itibaren, “İslam = Terör” politikasını benimsemiştir. Bu yeni politikanın sonucu olarak, 1989’den önce komünizmin yayılmasına set oluşturan “yeşil kuşak” projesini terk etmiş, İslamı birinci tehdit olarak nitelemiştir. Bu politika değişikliğini, müttefiki olan bütün ülkelerde uygulamaya koymaya başlamıştır.

28 Şubat darbesi, sadece Türkiye’deki müslümanları değil, Amerika’da, Avrupa’da, Çin’de, Rusya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da “dünyadaki bütün Müslümanları” kapsayan, “küresel” bir darbedir. ABD’nin bu yeni politikası sebebiyle dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanlara ve (Çin’in Uygurlara yönelik baskıları gibi) Müslüman azınlıklara büyük baskılar başlamıştır. Bu yeni politikanın sonucu olarak, Avrupa ülkelerinde İslamofobia paranoyası toplumun bütün katmanlarına yayılmaya başlamıştır. Müslümanlara yönelik mevzi hak ihlalleri, 11 Eylül saldırısıyla birlikte “sistematik” hale gelmiştir. Ünlü Fransız hukukçusu Jean-Claude Paye, 2004 yılında yayınladığı “Hukuk Devletinin Sonu” isimli kitabında, “ikiz kulelere yönelik terör eyleminin 3 yıl içinde bütün Avrupa hukukunu nasıl etkilediğini” somut örnekleriyle ortaya koyuyor. Türkiye’de gerçekleştirilen 28 Şubat darbesi, ABD’nin bu (yeni) politikasının Türkiye’ye uyarlanması operasyonudur. 2002 seçimlerinden itibaren  Ak Parti iktidarıyla birlikte) Türkiye’de 28 Şubat darbesinin etkilerinin giderek azalması ve (hatta) izlerinin silinmesi, bizleri yanıltmamalıdır. 28 Şubat darbesinin küresel etkileri, dünyanın diğer bölgelerinde hala devam etmektedir. 28 Şubat darbesinde, diğer darbelerden “farklı bir yöntem” kullanıldığı için, 28 Şubat darbesi, “postmodern darbe” olarak adlandırılmıştır (Berkan,Radikal Gaz.). 

28 Şubat darbe süreci, 1989 yılının Aralık ayında MİT müsteşarı Teoman Koman’ın,

Başbakanlık’a gönderdiği bir yazıyla başlamıştır. Yazıda, MİT müsteşarının

Başbakanlık’a gönderdiği ve “öldürüleceği” ihbarı yapılan isimlerden, Atatürkçü

Düşünce Derneği Başkanı Muammer Aksoy’un, 21 Ocak 1990 günü Ankara’da,

Hürriyet Gazetesi Yayın yönetmeni Çetin Emeç’in, 7 Mart 1990 günü İstanbul’da,

Aydınlık Gazetesi yazarlarından Turan Dursun’un, 4 Eylül 1990 günü İstanbul’da,

Ankara İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Bahriyle Üçok’un, 6 Ekim 1990 günü Ankara’da

öldürülmesi, bu cinayetlerin 28 Şubat darbe planının bir parçası olduğunu

göstermektedir. Müteakip yıllarda, aynı siyasi düşünceye sahip başka kişilerin

de (Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993) öldürülmeye devam

etmesi, bu cinayetlerin, toplumun farklı kesimlerini karşı karşıya getirmeye (ve

darbe sürecinde, laik çevrenin desteğini almaya) yönelik olduğunu göstermektedir.

1990’lı yılların başından itibaren laik kimliğiyle tanınan sembol isimlere suikastler düzenlenmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren, faili meçhul cinayetler tırmanmaya başlamış, kamu kurumlarında geniş kapsamlı bir tasfiye ve kadrolaşma başlatılmıştır. 1993-1994’lerde tırmandırılan terör eylemleri, “laik-anti-laik”, “alevi-sünni” kesimlerin birbiriyle çatışması denemeleri, bu tarihlerde darbe planlandığını göstermektedir. Bu dönemde gerçekleştirilen operasyonların (terör eylemlerinin) darbe planıyla örtüşmediği görülmüş olmalı ki, planlanan darbe, 1995 seçimleri sonrasına ertelenmiştir. 1995 seçimlerinde, Refah Partisinin birinci olmasıyla, darbe süreci yeniden hız kazanmıştır. Darbeye hazırlık amacıyla, ikinci ve üçüncü sıradaki iki partiye, zoraki koalisyon hükümeti kurdurulmuştur. Kurulduktan üç buçuk ay sonra dağılan ANAYOL koalisyon hükümeti döneminde, bu hükümetin dağılmasından sonra Refah Partisi’nin içinde olacağı (müstakbel) hükümeti düşürmenin alt yapısı hazırlanmıştır.

24 Aralık 1995’te yapılan seçimlerden RP en büyük parti olarak çıkmış ve DYP ile koalisyon hükümeti kurmuştu. Seçim sonrasında İlhan Arsel 8 Ocak 1996’da Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıda RP ile koalisyon kurmamaları ve kendi aralarında bir araya gelmeleri için diğer partileri uyarıyor ve eğer birleşemezlerse bu birleşmeyi kimin gerçekleştireceğini (ordu) herkesin bildiğini yazıyordu. Bu yazı Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay başkanı tarafından da destek bulmuş ve yapılan baskılar ile Mesut Yılmaz’ın ANAP’ının RP ile koalisyon kurması engellenmişti (Özgür, 1999: 160).

Susurluk olayından sonra çeteler ile polis ve bazı üst rütbeli askerlerin bağlantıları ortaya çıkmaya başlamıştı. O zamanlarda TBMM’de Susurluk Komisyonu kuruldu. Bu Komisyonun başkanı RP’li Mehmet Elkatmış’dı. Komisyon Jandarma ve Genelkurmay’dan Susurluk ile bağlantısı olan askerler hakkında bilgi talep etti ama askerin bu konuyla ilgisi olmadığının belirtildiği cevapla yetinmek durumunda kaldı. Susurluk olayının ucu üst rütbeli askeri yetkililere kadar uzanabilecekti. Bu gelişmelerin ordunun itibarını zedelediği düşüncesi askerde hakim hale geldi ve düğmeye basılarak önce gündem değiştirildi, sonra da post modern darbe gerçekleştirildi (Gökmen, 1997: 334-335).

Ordunun ve sivil uzantılarının RP’yi hükümet dışında tutma çabalar ıbaşarısızlığa uğrayınca, [RP’den] bazı tavizler koparılma yoluna gidildi. Refah Partisi kendi söyleminin dışındaki uygulamalara imza atmak zorunda kaldı. Ama her şeye rağmen seçmen kitlesi partiye bağlılıklarını sürdürdüler. Partinin daha da büyümesinden ve toplumu dönüştürmesinden çekinildiği için ordu ile muhalefet ortak bir noktada buluşarak, RP’nin toplumdaki etkinliğini ortadan kaldırmaya çalışmışlardır (Dursun, 1999: 67). Bu süreçte işi gören “Batı Çalışma Grubu”’ydu. Çok yönlü bir çalışma yapılmaktaydı. Yoğunlaştıkları alanlardan biri de medyaydı. Medyanın Susurluk olayını takipten vazgeçmesi sağlanmıştı (Gökmen, 1997: 336).MGK’nın varlığının anti demokratik olduğunu iddia ederek eleştirenler, bu süreçte hükümetleri denetleyecek bir organ haline gelmesini alkışlamaya başladılar (Şehsuvaroğlu,1997: 324). Bu süreç içerisinde Metin Toker, Turgut Kazan, Coşkun Kırca, Ertuğrul Özkök, Hasan Pulur, Güneri Civaoğlu, Oktay Akbal, Hikmet Çetinkaya, İlhan Selçuk, Fatih Altaylı, Emin Çölaşan ve daha birçok sözde aydın TSK’yı darbeye davet eden yazılar ve yorumlarla gündem oluşturdular (Özgür, 1999:160-161).

28 Şubat 1997’de toplanan MGK toplantısı 9 saat sürmüş ve burada bazı önemli kararlar alınmıştı. MGK kararlarında üzerinde durulan noktalar: Cumhuriyetin yasalarının uygulanmasının tavizsiz yerine getirilmesi; ülkedeki rejim aleyhtarı ve bölücü grupların laik anti-laik ayrımcılığı yaparak ülkenin barışını bozmaya çalıştıkları, toplumsal huzurun ve rejimin teminatının laiklik ilkesinin olduğu, bu gelişmelerin toplumsal huzuru zedelediği belirtilerek gerekli önlemlerin alınmasının Bakanlar Kuruluna bildirilmesinin gerekliliği (Çavdar, 2004: 338-339).

Post modern darbe kararları sonrasında alınması gereken önlemleri içeren bir liste Başbakan Necmettin Erbakan ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç tarafından 1 Mart 1997’deverildi. Bu ikinci bildirideki kararlar Bakanlar Kurulu tarafından aynen kabul edildi. Bu bildiride alınması talep edilen önlemleri şöyle özetleyebiliriz: Laiklik ilkesinin gerekleri titizlikle yerine getirilmeli, tarikatlar ile bağlantısı olan kurumlar denetlenerek Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na uygun olarak MEB’e bağlanmalı, sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, mecburi eğitimi tamamlamış olan öğrenciler velilerinin isteği durumunda sadece MEB’in kontrolündeki Kuran kurslarına gidebilmeleri için gerekli düzenlemelerin yapılmalı, Atatürk ilkelerine bağlı din adamlarının yetiştirilmesine olanak sağlayacak düzenlemeler yapılmalı, farklı yerlerde oluşturulan dini tesislerin istismarı engellenmeli, tarikatların faaliyetlerine son verilmeli, medyanın TSK’yı din düşmanı gibi göstermeye dönük faaliyetleri engellenmeli, TSK ile ilişkisi kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı engellenmeli, aşırı dincilerin üniversite, yargı ve bürokrasinin diğer kademelerini sızmalarını engelleyici önlemler alınmalı, aşırı dincilerin faaliyetleri engellenmeli, kıyafet ile ilgili kanunlar ve Anayasa Mahkemesi kararları titizlikle uygulanmalı, kurban derilerinin dinci kurumlarca toplanması engellenerek, sadece kanunla izin verilmiş kurumlarca toplanması sağlanmalı, Atatürk’e karşı yapılacak saygısızlıklar önlenmesi (Çavdar, 2004: 339-342).

Genelkurmay tarafından “Siyasal İslam’ın Yayılması” başlığı ile bir broşür hazırlandı. Buradaki iddialardan birisi ise, demokrasiye geçilmesi ile birlikte dinin siyasete alet edilmeye başlandığı iddiasıydı. 28 Şubat sürecinde tertiplenen irtica brifinglerinde de aynı görüş dile getirilmekteydi. Orduya göre irtica bir nevi demokrasinin türevi konumundaydı. Bu yaklaşımdan şu anlaşılabilir: irticayı engellemek için demokrasiyi sarsmak gerekmektedir. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak şu yargıya varılabilmektedir. Demokrasiye geçilmesi ile vatandaşlar yanlış kararlar vererek irticanın gelişmesini sağlıyordu. Bunu engellemek için demokrasiden vazgeçilmeli ve vatandaşlar adına yanılmadan karar verecek olanlara yönetimi bırakmalıyız(Türköne, 1997: 302-303)

Başbakan Erbakan bu metni imzalamak istemediği halde, koalisyon ortağının ısrarı üzerine imzalamak zorunda kaldı. Genel Kurmay Genel Sekreterliği değişik meslek gruplarına dönük olarak bilgilendirme toplantıları yapmaktaydı. İmam Hatip Liseleri’nin (İHL) orta kısımlarını kapatmaya dönük girişime halkın tepkisi büyük oldu ve birçok gösteriler tertiplendi. Türk-İş, DİSK, TOBB, TİSK ve TESK’in bir araya gelmesiyle“5’li inisiyatif” adı verilen girişim grubu oluşturuldu. Bu inisiyatif hareketi hükümeti düşürmek için değişik çalışmalar başlattı. Bir taraftan da darbenin medya ayağı harekete geçirilerek, irticanın ne kadar ilerlediğini göstermeye dönük yayınlara hız verildi. Bu yolla Erbakan’ı istifaya zorladılar (Çavdar, 2004: 342).

Hükümeti kurma görevinin Çiller’e verilmesini garanti etmek için RP, DYP ve BBP milletvekillerinden 280’in üzerinde imza toplandı. Ama Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Bütün bu çalışmaların sonucunda DYP’den bir grup milletvekili istifa ettiler ve Refah-Yol Hükümeti 18 Haziran 1997’de sona erdi (Çavdar, 2004: 342-343). Askerin istediği hükümetin kurulabilmesini sağlamak için TBMM’de milletvekillerine büyük tehditler ve şantajlar yapıldı ve bir bölümü partilerinden istifa etmek zorunda kaldılar (Gökmen,1997: 339). Kurulan hükümetin ilk icraatı, bütün tepkilere rağmen sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi kanunlaştırmak oldu. Buradaki gaye İHL’lerin önünü kesmekti (Çavdar, 2004: 343). Böylece İHL’lerin yanında Kur’an Kurslarının da önü kesilmiş oldu (Dursun, 1999: 329). 8 yıllık kesintisiz eğitim dolayısıyla bireyler çocuklarını hafızlık eğitimine ve hatta Kur’an öğrenmeleri için kurslara gönderemeyeceklerdi.

Bu süreçte sivil bürokrasinin üniversite ayağı da harekete geçti. YÖK yönetmelik değişikliğine giderek İmam Hatip Lisesi mezunlarının üniversiteye girişinin önünü kesti. Bu değişiklik hemen uygulamaya konulmuştur. Yapılan işlem tamamen hukuk dışıydı ve bu hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmayan bir durum ortaya çıkardı. Çünkü o zaman İHL’lerde okuyan öğrenciler, okula başladıkları zaman geçerli olan mevzuata göre diğer liselerde okuyanlar ile aynı şartlarda üniversiteye gitme hakkına sahiptiler. Bu uygulama İHL’ye yeni başlayacak olanlar için uygulanmaya başlanmalıydı (Yayla, 2005).

Refah Partisi hakkında açılan kapatma davası 16 Ocak 1998’desonuçlandı. Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması gerekçesiyle RP kapatıldı(Çavdar, 2004: 344). Anayasa Mahkemesi kapatma gerekçesinde laiklikten ne anlaşılması gerektiğini de belirterek, laikliği bir yaşam biçimi olarak tanımlamıştır. Burada laiklik dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak anlaşılmamakta, çağdaş sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın düzenleyicisi olarak sunulmaktadır. Yani hayatın her yönünü kapsamaktadır. Bu anlayışa göre devletin insanlara bir hayat tarzını zorlamaya hakkı vardı. Akla ve bilime dayanan bir yaşam tarzıdır bu (Türköne, 1998-9: 126-127).

Asker, millete kimin daha güçlü olduğunu göstermek istemiştir. Siz kimi ne kadar oyla seçerseniz seçin, bizim istemediğimiz bir şeyi yapmalarına müsaade etmeyiz. Gerek görürsek direkt, gerek görürsek endirekt (oluşturduğumuz kurumlar vasıtasıyla) yönetime el koyup ülkeyi ve siyaseti tekrar yapılandırırız (Alkan, 1997: 655).

28 Şubat dönemini “askeri demokrasi” olarak adlandırmak da mümkündür. Çünkü bu dönemde asker doğrudan darbe yapma yoluna gitmemiştir. Asker çeşitli nedenlerden dolayı direkt müdahaleyi uygun görmemişti. Bunda dışarıdan gelebilecek tepkilerin yanında daha önemli gerekçelerin de etkili olduğunu söylemek mümkündür. Daha önceki darbelerde askerin karşısında duran herhangi bir halk kesimi mevcut değildi. Ama bu süreçte abartılan bir dinci kesimin varlığı söz konusudur. Müdahale durumunda çatışmanın boyutunun hangi noktalara varacağını öngörmek zordu. Dolayısıyla asker böyle bir müdahaleyi göze alamamıştır. Bu dönemde izlenecek en iyi yol demokrasi içinde kalınıyor görüntüsü altında planlarını uygulamaya koymaktı (Gökmen, 1997: 332).

28 Şubat sürecinin “post-modern darbe” olarak adlandırılmasının nedeni, askerin silah kullanma yoluna gitmeden, toplumsal katmanları harekete geçirerek hükümetin değişmesini sağlamıştır. Bir başka ifadeyle asker geleneksel askeri imkânları kullanmadan ve doğrudan yönetimi ele almadan yönetimin değişmesini ve istediği değişikliklerin siyasiler vasıtasıyla yapılmasını sağlamıştır (Öcal, 2009: 15).

Gökmen’e göre askeri demokrasinin temel ilkeleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri birbiriyle tam olarak örtüşmektedir. Tek farkla ki demokrasi ilkesi eklenmiştir[neye]. Ama bu göstermeliktir. Uygulamada olan şey diktatörlüktür. Cumhuriyetin temel ilkeleri ile demokrasinin uyuşması mümkün değildir. Askeri demokrasinin en önemli ilkesi, resmi ideolojidir. Bunu resmi din olarak adlandırmak da mümkündür. Bu resmi din ile İslam arasında bir çatışma vardır. İslamcılar Atatürkçülüğün din haline getirilmiş olmasına başkaldırıyorlardı. İslamcıların iktidara gelmesi ile Kemalist din bununla mücadele etmeye başladı. Askeri demokrasinin gayesi demokrasi adı altında demokrasi ve insan haklarını yok etmektir. Bunu gerçekleştirirken en büyük güçleri felsefi derinlikleri değil, ellerindeki silahlardır (Gökmen, 1997: 332-333).

Demokrasilerde herhangi bir resmi ideolojinin ordu, üniversite vb. devletin kurumlarıyla özdeşleşmezler. Böyle bir yapının hakim olduğu devletlerde demokrasi gelişemez. Türkiye’nin resmi ideolojisi ise Atatürkçülüktür (Özgür, 2004: 4-5).Askeri demokrasinin mantığına göre, tek doğruyu düşünenler Cumhuriyetin temel ilkelerine inananlardı. Eğitim sistemi ile bu dinin ilkeleri eleştirilemez doğrular olarak verilmektedir. Bütün sistem bunun üzerine inşa edilmiştir. Her ne kadar İHL’ler de aynı eğitim veriliyor olsa da, bunun yanında bir de dini eğitim verilmektedir. Dolayısıyla sistemin okullarında iki farklı tip insan ortaya çıkmaktadır. İHL’ler de yetişen gençler, diğerleri için bir tehdit olarak algılandığı için, o okulların önü kesilerek, bu tip gençlerin yetişmesinin engellenmesi amaçlanmaktaydı. İHL’lerin orta kesimlerinin kapatılması girişiminin altında yatan temel düşünce buydu (Gökmen, 1997: 333-334). İzol’a göre 28 Şubat süreci ile birlikte TSK Türkiye’deki karar alma sürecinde baş aktör haline gelmiştir. Varlığını devam ettiren bütün kurumlar üzerinde MGK yer almaya başlamıştır (İzol, 2002: 208). Türköne’ye göre bu sürecin sonunda faşizm mağlup edilmiştir.

28 Şubat darbesinin amacı, Refah-Yol hükümetinin düşürülmesiyle sınırlı olmadığından, darbe süreci Refah-Yol hükümeti düşürüldükten sonra da artarak devam etmiştir. Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında kurulan hükümet döneminde, “irticai terör örgütleri”  listeleri hazırlanmış; sivil toplum örgütleri, İslami grup ve cemaatler “terör örgütü” olarak nitelendirilmek suretiyle operasyonlara maruz kalmıştır. 1990’lı yılların başından 2002 seçimlerine kadar hukuken ve fiilien devam eden uzun darbe süreci içinde, milyonlarca kişi bu darbenin mağduru olmuştur. 28 Şubat darbesi  2002 yılında Ak Partinin iktidara gelmesiyle en önemli desteğini (hükümet) yitirmiş, kamu kurumları üzerindeki etkinliği zayıflamaya başlamıştır. 2002 yılından itibaren bu darbede hakları gaspedilenlerin mağduriyetleri yavaş yavaş giderilmeye, hakları iade edilmeye başlamıştır.

  • FETÖ ve 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü:

Türkiye’de gerçekleştirilen birçok darbede örgütleyici ve kışkırtıcı rol oynayan küresel güçler, (desteğini esirgemedikleri ortaya çıkan) FETÖ, kamu kurumlarında etkili bir konuma geldikten sonra bu örgütün öncülüğünde 15 Temmuzda darbe teşebbüsünde bulunmuşlardır. FETÖ, devlet kurumları içindeki örgütlenmesini tamamladıktan sonra, önce 17/25 Aralık operasyonuyla, yargı eliyle “hükümeti düşürmeye” teşebbüs etmiştir. Bunda başarılı olamayınca MİT Tırları operasyonunu yapmış. Bunda da başarılı olamayınca, bu defa Güneydoğuda hendek kazan PKK ile işbirliğine girerek yaygın terör eylemleriyle anayasayı işlemez hale getirip, “hükümeti düşürmeyi” hedeflemiştir. Bu süreç içinde, binlerce kamu görevlisinin, yargı mensubunun (hakim, savcı, zabıt katibi, vs.) emniyet görevlisinin, işadamının, çok sayıda üniversite ve akademisyenin, ortaöğretim kurumunun, STK yöneticisi ve üyesinin, bu örgüt mensubu olduğu ve bu örgüt adına hareket ettiği, toplumu örgütün amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalıştıkları tespit edilmiştir.Bu kişilerhakkında FETÖ kapsamında soruşturmalar başlatılmış, bunların birçoğu gözaltına alınarak tutuklanmıştır.Bu süreç içinde FETÖ’ye ait olduğu tespit edilen kurumlara kayyum atanmıştır. FETÖ’ye yönelik soruşturmaların artması üzerine, örgüt üyelerinin kendi aralarındaki iletişimin tespit edilememesi için, birbirleriyle haberleşmeye yönelik özel yazılım (Bylock, Eagle, vs.) programları kullandıkları, örgütün üst kademelerinden aldıkları talimatları, örgütün alt kademelerine aktardıkları tespit edilmiştir.

7 Şubat 2012 tarihli MİT krizi başta olmak üzere, (özellikle) 17/25 Aralık tarihinden itibaren uygulamaya koydukları planlarından hiç birinde başarılı olamayan FETÖ, ordu içindeki çok sayıda örgüt mensubunun Yüksek Askeri Şura’da tasfiye edileceğini öğrenince, 15 Temmuz’da darbe teşebbüsüne karar vermiştir. FETÖ’nün organize ettiği (emir komuta zinciri dışında gerçekleştirilen) 15 Temmuz darbe teşebbüsüne, ordunun büyük bir kesimi, çok sayıda asker (general, subay, astsubay) katılmış, örgütün sivil unsurları da bu darbeye destek vermiştir. Bilindiği üzere, FETÖ’nün taşeronluğunda organize edilen 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarılı olamamıştır. Darbe teşebbüsü başarılı olamadığı halde 250 vatandaşımız şehit olmuş, iki binden fazla vatandaşımız gazi olmuştur. Bu darbe teşebbüsü çok sayıda vatandaşımızın şehit ve gaziliğine ilaveten, milyonlarca lira maddi zarara da sebebiyet vermiştir. Darbe teşebbüsü sebebiyle birçok yabancı yatırımcı, başka ülkelere gitmiş. Bu durum ülke ekonomisine büyük zarar vermiştir. Cumhurbaşkanımızın dirayeti ve cesareti, halkın darbe teşebbüsüne karşı sokaklara çıkması, bu zararın büyümesini ve ekonominin çökmesini önlemiştir.

15 Temmuz 2016 gecesi saat 22.00 sıralarında İstanbul ve Ankara’nın ana caddelerinde tankların boy göstermesi ve İstanbul’da Boğaziçi Köprüsünün (yeni adıyla 15 Temmuz Şehitler Köprüsü) tank ve askerî araçlarla trafiğe kapatılması, helikopter ve F-16’ların kentler üzerinde ses duvarını aşacak şekilde alçak uçuşlara başlamaları Türkiye’nin darbe geleneğinde birçok açıdan ilklerin yaşanacağı yeni bir süreci başlatmıştır.

TRT Ankara stüdyolarına baskın düzenleyen darbeci askerlerin saat 00.13’te haber spikerine zorla okuttukları bildiri pek çok vatandaş için bilinen bir içeriğe sahipti. 1960 ve 1980 darbelerinde olduğu gibi darbeciler yine Atatürk’ün kurduğu rejimin tehlikeye düşmüş olduğunu, ülkeyi kurtarmak amacıyla demokrasiye müdahale edildiğini, uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş taahhütlere bağlı kalınacağını, yeni bir anayasa hazırlık sürecinin başlatılacağını ve bu amaçlarla ülke genelinde sıkıyönetim ilan edildiğini, ikinci bir emre kadar yine ülke genelinde sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini açıkladılar (AA, 2016: 11). Bu bilindik ifadeler birçok insan için yeni bir karanlık dönemin başlangıcı anlamına gelmekteydi. Daha Cumhurbaşkanı Erdoğan ekranlara çıkıp vatandaşları darbeye karşı direnişe çağırmadan önce birçok insan, kendiliğinden sırf darbecilerin isteklerine karşı olduklarını, sokağa çıkma yasağını tanımadıklarını göstermek için evlerinden çıkarak yollarda yürümeye başladılar. Halkın daha başlangıçta darbenin meşruiyetini tanımayarak direniş göstereceği sinyalini açık bir biçimde vermesi, Türkiye siyaseti açısından bir ilktir.

İkinci ayırt edici fark, daha başından itibaren darbecilerin kimliklerini halktan saklamaya çalışmaları olmuştur. Gerek 1960, gerek 1980 askerî darbelerini yapanlar, yine 1971 muhtırasını verenler ve 28 Şubat sürecini yönetenler açıkça kimliklerini ortaya koyan ordu mensupları idi. 1960 müdahalesinde Albay Türkeş, bildiriyi bizzat radyoda kendisi okumuştu (Aydın ve Taşkın, 2015: 62-63). Bunun dışındaki tüm doğrudan ve dolaylı müdahalelerde komuta kadrosu isimlerini sürecin her aşamasında açıklamışlar ve sorumluluğu üstlenmişlerdi. 15 Temmuz gecesi ise “Yurtta Sulh Konseyi” adı dışında halka, hiçbir isim ve komuta süreci ne açıklanmış ne de kendini göstermiştir.

Ayırt edici üçüncü fark ise darbecilerin ülke demokrasisinin meşru kurumlarına ve direnen halka açık ve kanlı bir saldırıya girişmiş olmalarıdır. Türkiye’de darbecilerin demokratik kurumlara ve karşıt gördükleri toplumsal grup ve siyasetçilere şiddet uygulamaları yeni bir şey değildir. Önceki darbelerde de silahlı kuvvetler siyasetçilere ve halka karşı şiddet uygulamıştır. 1960 darbesinde geniş bir toplumsal meşruiyete sahip olmalarına rağmen Başbakan Menderes ve arkadaşları, yargılama hakkı ile ilgili tüm temel kurallar ihlal edilerek oluşturulan, göstermelik Yassıada yargısı tarafından idam sehpasına gönderilmiştir (Tanör, 2003). Ordu, 1971muhtırasından sonra gençlik hareketlerini kanlı bir şekilde tasfiye etmiştir.1980 müdahalesi sonrasında çok sayıda işkenceden ölüm gerçekleşmiş ve 50 kişi(26 siyasi suçlu) idam edilmiştir (Aydın ve Taşkın: 331). Öncekilerin 15 Temmuz’dan farkı, uygulanan şiddetin açık bir toplumsal direnişi karşılarında bulamamaları nedeniyle görünür olmayacak şekilde ve sözde hukuk örtüsü altında gerçekleştirilmiş olmasıdır. 15 Temmuz darbe girişiminde darbeciler, ülke demokrasisini temsil eden kurumsal yapılara ve darbeye direnen halka karşı kaba, kanlı, orantısız açık bir saldırı gerçekleştirmişlerdir. Ülkenin seçime dayalı iki kurumuna Cumhurbaşkanlığı makamına ve Meclise karşı ve bu iki makamın meşruiyetini sağlayan halka karşı, kısaca millete dayanan ne varsa yok edilmeye ve sindirilmeye çalışılmıştır.

15 Temmuz gecesinde başta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı tavrı ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde toplanan milletvekillerinin partiler üstü mutabakatı, bu kurumlara meşruiyetini veren Türk milletinin sabaha kadar süren direnişi darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasının temel, belki de yegâne sebebidi. Bu direniş yalnızca demokrasi tarihimiz açısından parlak, yeni bir sayfanın açılmasına kapı aralamamış, aynı zamanda Türkiye’de asker – devlet, darbeler – demokrasi ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına yönelik analitik yaklaşımların geliştirilmesi zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.

15 Temmuz darbe girişiminin en sarsıcı yansımalarından biri, darbenin başarıya uğratılmasının toplumsal ve kurumsal dinamiklerinin analiz edilmesinden çok, özellikle uluslararası analizlerde darbe girişiminin başarısızlık nedenleri üzerinde yoğunlaşılmış olmasıdır. Bu açıdan dikkat çekici bir örnek Florence Gaub’un (2016) 15 Temmuz darbesinden sonra Avrupa Birliği Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü için hazırladığı analizde görülmektedir. Gaub analizinde başarılı bir darbe için iyi organize olmuş ordu içindeki %2 oranında bir kuvvetin yeterli olduğunu belirtmektedir. Ona göre bu, ordunun niteliğine göre bir taburdan, bir tugaya kadar bir gücü içermektedir. Yine başarılı bir darbe için 15 ila 45arasında kritik görevlerde üst düzey komutan yeterlidir. Bir askerî darbenin sonuçlanabilmesi için sayıdan çok iç organizasyonun yanı sıra, toplum için hayati öneme sahip, medya organları, iletişim araçları, ulaşım gibi kurum ve hizmetler üzerinde kontrol sağlayabilme yeteneği de önemlidir. Gaub, darbeci grubun topluma yönelik ilk çağrısının kitlelerde bulduğu karşılığın darbe sürecinin başarısını yakından etkileyen faktörlerden biri olduğu görüşündedir. Toplumun genelinin darbecilerin çağrısına uyumlu hareket etmesi ya da tersine bu isteklerin aksi yönde kitlelerin harekete geçmesi darbeci grubun hareket tarzını ve başarısını etkileyebilmektedir. Bir başka faktör, darbecilerin siyasal, bürokratik ve ekonomik seçkinler ile işbirliği yapabilme derecesidir. Tahmin edileceği üzere bu tür işbirliklerini geliştirebilmiş müdahalelerin başarıya ulaşma ihtimali yüksek olacaktır. Bu şartlar tam olarak gerçekleşmese dahi dış güçlerin desteği ve askerin şiddet uygulama kapasitesi bir darbeyi başarıya ulaştırabilir. Ordunun uyguladığı şiddetin, toplumun gösterdiği tepki ile baş edemediği durumlarda, ordu içindeki farklı grupların ayrışması ise dış desteğe sahip olsa bile bir darbenin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olabilir.

15 Temmuz sonrası Batılı analistlerce yapılan buna benzer yorumlar ister istemez son dönemde literatürde daha çok vurgulanan ordunun demokratik denetimi veya “demokratik darbe” gibi kavramsallaştırmalar açısından (Varol, 2012) olaya yaklaşıldığı izlenimini güçlendirmektedir. Yorumlarda başarısız darbe ile Cumhurbaşkanının güçlendiği, otoriter yönelimin artacağı, çoğunlukçu demokrasinin pekişeceğine yapılan vurgular da bu izlenimi güçlendirmektedir (Kirişçi, 2016; Bar’el, 2016; Economist, 2016). Bu analizlerin en büyük eksikliği darbe literatürüne hâkim olan özerk ve profesyonel ordu anlayışını temel alan bir bakış açısı ile kaleme alınmış olmalarıdır. Bu nedenle 15 Temmuz’un farklılıklarını ortaya koymak için konunun teorik çerçevesine ve bu çerçevenin 15 Temmuz’u açıklamaktaki yetersizliklerine bakılması gerekmektedir.

15 Temmuz darbe girişiminin dört parametre temelinde analiz edilebileceği görülmektedir. Tabi burada belirtilen parametreler öncül bir önermedir ve geliştirilmeye açıktır:

– Devşirme – Yabancılaşma geleneğinin muhafazakar bakış açısıyla yeniden yorumlanması,

– Türk modernleşmesinin devlet – sivil toplum ilişkilerinde yol açtığı kırılmalar,

– İdeolojik arka plan olarak, Mesihçi paradigma,

– Kurumsallaşma becerisi

Her 10 yılda bir TSK’daki darbeci anlayışa sahip olanların yeniden ortaya çıkarak gerek kişisel saiklerle, gerekse de dış kaynaklı olarak Türkiye’ye dayattıkları darbeler karşısında Cumhuriyet tarihinde ilk olarak 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüne karşı başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, tüm siyasi partiler, hükümet, emniyet güçleri, vatansever askerler, sivil toplum kuruluşları ve tabiî ki en önemlisi halkın büyük bir bölümü, darbecilerin her türlü ağır silahlarına karşı koyarak darbeyi engellemişlerdir. Mücadeleler esnasında 250 şehit verilmiş, çok sayıda kişi ise gazi olmuştur. Cami minarelerinden okunan salalar toplumda büyük bir duygu seli oluşturmuştur. Bu Cumhuriyet tarihinde askeri darbeler karşısında halkın ilk ciddi karşı duruşu, demokrasisine sahip çıkışı olup, küresel güçlere ve ordu içerisindeki işbirlikçilerine karşı kazanılmış önemli bir zafer olarak tarihteki yerini almıştır. 15 Temmuz’da verilen mücadele Türkiye’nin demokratikleşme sürecindeki mihenk taşlarından birisi olacaktır. Millet bir bütün halinde geleceğine yönelik bu kalkışmayı engellemiştir. 15 Temmuz’da bundan sonra darbe yapmayı düşüneceklerin bir daha düşünmelerini gerektirecek önemli olaylar yaşanmıştır.

VII. DARBELERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ:

1) Dünyada gerçekleştirilen darbelerin tamamı, dış kaynaklı olup, bu darbeler, yabancı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmek için yapılmıştır. Bilimsel araştırmalar ve yıllar sonra açıklanan gizli arşivler, darbelerin arkasında yabancı ülkelerin bulunduğunu göstermiştir. Bu darbeleri gerçekleştiren yabancı güçler, “yerli işbirlikçilerden” yararlanmışlardır. Darbe sürecinde, darbenin yerli işbirlikçilerinin darbeye destek veren yabancı ülkeleri ziyaretleri, bu ilişkiyi göstermektedir. Darbe yapmak isteyen yabancı güçler, darbeyi haklı gösterecek “yerli gerekçeler” üreterek kamuoyunu (darbenin bu amaçla yapıldığına) inandırmaya çalışmışlardır. Darbe teşebbüslerinde öncü rolü üstlenen yerli taşeronlar, doğal olarak, (darbede çıkarı olan) yabancı güçlere hizmet etmektedirler. Darbe organizasyonunda yer alanlardan bazılarının yabancı bir devlete hizmet ettiğini bilmemesi, bu gerçeği değiştirmemektedir.

2) Ordunun (aktif veya pasif) desteği olmayan bir darbe teşebbüsünün başarı şansı yok denecek kadar azdır. Gerçekleştirilen darbelerin tamamında ordu desteğinin varlığı, bu görüşün haklılığını göstermektedir. Türkiye’de gerçekleştirilen darbelerde (1960, 1980 ve 28 Şubat) ve 15 Temmuz darbe teşebbüsünde de ordunun öncü rolü, bu darbelerde en önemli unsurunun “ordu olduğunu” göstermektedir. 28 Şubat darbesinde, 1960 ve 1980 darbesi ve 15 Temmuz darbe teşebbüsünden farklı bir 35 yöntem izlenmesi, ordunun yönetime fiilen el koymaması, toplumun bazı kesimlerinin, (kamu görevlileri, üniversiteler, öğrenciler, vs.) ön plana çıkarılması, bu müdahalenin darbe olmadığını, darbeye ordunun iştirak etmediği anlamına gelmez.

3) Darbeler tarihi, bütün darbelerin, çok geniş kapsamlı bir plan dahilinde yapıldığını göstermektedir. 1960 darbesi, 1980 darbesi, 28 Şubat darbesi ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü, ayrıntılı planlar dahilinde gerçekleştirilmiştir. 1980 darbesinde Bayrak darbe planı, 28 Şubat darbesinde, BÇG’nin hazırlamış olduğu planlar, 15 Temmuz darbe teşebbüsü için hazırlanan planlar, bütün darbelerin, hazırlık sürecinin, yıllar önce başlayan planlar dahilinde gerçekleştirildiğini göstermektedir.

 4) Bütün darbelerde, darbeyi gerçekleştirenler, darbe teşebbüsünde bulunanlar, kamuoyunu, darbeye hazır hale getirmek için psikolojik harekât yürütmüş, medya başta olmak üzere; toplumun farklı kesimlerinden (öğrencilerden, muhalif siyasi partilerden, üniversite öğrencilerinden, öğretim görevlilerinden, vs.) yararlanma yoluna gitmiştir.

5) Her darbe, meşru yollarla (seçimle) iktidara gelen siyasal iktidarlara karşı yapıldığına göre, aynı zamanda, iktidarda bulunan siyasi partilere destek veren halkın iradesine karşı yapılmış sayılır. 1960 darbesi, %47 oy alan Demokrat Parti iktidarına, 1980 darbesi, bütün siyasi partilere, 28 Şubat darbesi, 6 milyondan fazla oy alan, iktidar ortağı olan Refah Partisine ve bu partiye gönül verenlere karşı yapılmıştır. Her devlette, ülkedeki sorunları çözmeye yönelik mekanizmalar varken, ülkesini düşman saldırılarına karşı korumakla görevli ordunun, düşmanla mücadele için kendisine emanet edilen silahını, halkına doğrultmasını, hiçbir ahlak anlayışı ve hiçbir vicdan onaylamaz. (Ülkesini dış saldırılara karşı korumakla görevlendirilen askerin silahını halkına doğrultmak suretiyle darbe teşebbüsünde bulunması, bir marketin güvenlik görevlisinin, korumakla görevli olduğu marketi soymasıyla eşdeğerdedir.)

6) Bütün darbelerde, darbeciler, (açıkça veya dolaylı olarak) anayasal düzene (siyasal sisteme) müdahale etmiş, mevcut sistemi, kısmen veya tamamen işlemez hale getirmiştir. Bunun sonucu olarak, hak arama yolları tıkanmış, anayasal sistem işlemez hale gelmiştir. Devletin kurumlarında etkinlik sağlamak suretiyle, binlerce, on binlerce, milyonlarca kişinin mağdur olmalarına sebep olmuşlardır.

7) Bütün darbeler, darbeye maruz kalan ülkelerin ekonomilerini tahrip etmiştir. Dünyadaki hiçbir darbe, ekonomik bir başarı sağlayamamış, ülke ekonomilerine zarar vermiş, halkın daha fazla fakirleşmesine yol açmıştır.

8) Bütün darbeler, toplumun belli bir kesimini veya kesimlerini hedef aldığından, bu kesime yönelik uygulamaları, bu kesimde travmalara neden olmuştur. Darbeler, “sabit iz” bırakan yaralara benzemekte, üzerinden çok uzun süre geçse de, yaralar iyileşmemektedir. Örneğin, Türkiye’de, 1960 darbesinin üzerinden 54 yıl geçtiği 36 halde, bu darbenin hala konuşuluyor olması, bu darbenin toplumda ne kadar kalıcı izler (yaralar) bıraktığını göstermektedir.

9) Darbelerin ortak özelliklerinden biri de, darbeleri gerçekleştirenlerin merhametten yoksun ve acımasız olmasıdır. Esasen, insani duygulara sahip olanlar, böyle bir oluşum içinde yer alamaz. 28 Şubat darbesini gerçekleştirenler, imam-hatip lisesinde okuyan kız çocukların çığlıklarını duymamışlar, üniversitenin kapısından geri çevrilen başörtülü üniversite öğrencilerinin gözyaşlarını görmezden gelmişlerdir. Tamamen hukuk dışı ve haksız bir katsayı uygulamasıyla, milyonlarca meslek lisesi mezununun üniversiteye girme hayallerini söndürürken, vicdanları sızlamamıştır. Tıp fakültesinin son sınıfında okuyan ve bir-kaç ay sonra mezun olacak öğrencilerin (başörtüsü nedeniyle) okuldan atılmasını normal karşılayabilmişlerdir.

10) Darbelerin ortak yanlarından biri de, darbecilerin, darbenin yaratacağı tahribatı önemsememeleridir. Darbe ve darbeye teşebbüs suçu, çok büyük bir organizasyonu, bu organizasyonu yönetebilecek düzeyde bir beceriye ve hedef aldıkları kitleye karşı, acıma duygusundan yoksun olmayı gerektirmektedir. Darbeciler, güçlerini, kendilerine emanet edilen silahtan almaktadır. Haksız oldukları için, muhaliflerini, “fikirle değil”, psikolojik harekât yöntemleriyle (yalanla, dolanla, iftirayla, kumpasla), “tehditlerle” sindirmeye, etkisiz kılmaya çalışmaktadırlar. Darbecilerin bütün bu entrikalarına (halkın gözlerinin önünde işlenen faili meçhul cinayetlere, ateşli silahla yaralamalara, işkencelere, mahrumiyetlere, ağır hapis cezalarına, tehditlere) rağmen, vicdan sahipleri, dünyanın her yerinde, bedel ödemeyi göze alarak, darbecilerin icraatlarına karşı çıkmışlardır.

11) Darbelerin ortak özelliklerinden biri, darbecilerin halkın tercihlerine ve değerlerine saygı göstermemeleri, sevmemeleri, halka tepeden bakmaları, haşerat gibi görmeleridir. Halkı saygı duymadıkları ve sevmedikleri için, en acımasız yöntemleri uygulamaktan çekinmemektedirler.

12) Darbelerin ortak özelliklerinden biri de, darbecilerin halk tarafından sevilmemesidir. Halk desteği olmadığı için, zorla ve entrikalarla ele geçirdikleri iktidarlarını zorlukla sürdürebilmişlerdir. Türkiye’de, darbe dönemlerini takiben yapılan seçimler, (1960 darbesinden, 1980 darbesinden, 28 Şubat darbesinden sonra yapılan seçimler) halkın darbeleri onaylamadığını, (darbelerden ve) darbecilerden nefret ettiğini ortaya koymaktadır.

KAYNAKÇA

Öztuna, Y. Bir Darbenin Anatomisi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2013

Sassounian, H. “Sassounian: Frequently Asked Questions on Armenian Demands from Turkey, 8 Ağustos 2012, http://armenianweekly.com/2012/08/08/sassounianfrequently-asked-questions-on-armenian-demands-from-turkey/

Kenan Evren/Hatıralar

DİLİPAK, Abdurrahman, (1991), İhtilaller Dönemi, İstanbul: Beyan Yayınları

ERDOĞAN, Mustafa, (2005). Türkiye’de Asker ve Siyaset, Adnan Küçük ve diğerleri (Edt.), 21. Yüzyıl Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul: Cilt: 2, Aktüel Yayınları, Motif Matbaacılık,

BAHARÇİÇEK, Abdulkadir ve Gökhan TUNCEL (2011), “Terörle Mücadelenin Zorlukları ve Bu Zorlukları Aşmada Farklı Bir Yaklaşım: Demokratik Mücadele Yöntemi”,s.1-15, Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Dergisi, Cilt: 2, (2),

HEYWOOD, Andrew, (2013), Siyaset, Ankara: Liberte Yayınları

YAYLA, Atilla, (2015), Siyaset Bilimi, Ankara: Liberte Yayınları

Sadettin Bilgiç, Türkiye’de Darbeler ve Sebepleri, http://kocareis.aytaconline.net/index.php/yazilar/47-Türkiyede-darbeler-ve-sebepler

Çavdar, Tevfik (2000), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi: 1950-1995, 2. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.

Karagöz, Betül (2013), “Devlet”, Siyaset Sosyolojisi, Ankara:Divan Kitap, 57-100.

Serdar Turgut, 1960 Darbesinin gizli amacı, 28 Mayıs 23012 Habertürk Gazetesi

DİKİCİ, Ali, (2014), 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ve Türk Polisi, http://www.atam.gov.tr /wp-content/uploads/Ali-D%C4%B0K%C4%B0C%C4%B0-27-May%C4%B1s-1960-Asker%C3%AE-Darbesi-ve-T%C3%BCrk-Polisi.pdf,

DOĞRU, Osman, (1998), 27 Mayıs Rejimi, Ankara: İmge Kitabevi

ARCAYÜREK, Cüneyt, (1989), Darbeler ve Gizli Servisler, 4. Basım, İstanbul: Bilgi Yayınevi

SETA, Web, ”Bizim Çocuklar Başardının Belgeleri”

Aljazeera, Kronoloji: Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül

BADELİ,Nahsen, Türkiye’nin Son Yüzyılı ve Sosyal Demokrasi, Alter Yay., Ankara, 2012

KEMAL, Mehmed, Bu Darbeler Kimin İçin?, Cem Yay., İstanbul, 1986.

LEWİS, Bernard, Demokrasinin Türkiye Serüveni, YKY Yay., İstanbul, 2007.

‐ÖYMEN, Onur, Demokrasiden Diktatörlüğe İktidar Uğruna Demokrasiyi Feda Edenler,Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011.

Türköne, Mümtaz’er (1998-9), “Cumhuriyet’in Kamusal Alanı”, DOĞU

BATI, II/5, Kasım-Aralık-Ocak, s.125-132.

Yayla, Atilla (2005), “Bürokratik Tahakküm Altında İnlemek…”, Zaman

Gazetesi, 27.07.2005, www.liberal-dt.org.tr, (10.04.2008)

Özgür, A. Faruk (1999), “Darbe Kültürümüzde ilerlemeler”, Yeni Türkiye,

Yıl 5, Sayı 29, Eylül-Ekim, s.158-162.

Türköne, Mümtaz’er (1997), “Faşizmin Son Tangosu”, Yeni Türkiye, Yıl 3,

Sayı 17, Eylül-Ekim, s.302-305.

İzol, Ramazan (2002), “Türkiye’de Ordu’nun Siyasi Varlık Sebepleri”,

Mülkiye, Cilt XXVI, Sayı 235, Temmuz-Ağustos, s.193-215

Gökmen, Yavuz (1997), “Askeri Demokrasi”, Yeni Türkiye, Yıl 3, Sayı 17,

Eylül-Ekim, s.332-339.

Çavdar, Tevfik (2004), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 3. Baskı, İmge

Kitabevi Yayınları, Ankara

Alkan, Ahmet Turan (1997), “Mızraklı Demokrasi Tarihi veya Ahvalin Karşı

Taraftan Nasıl Göründüğünün Resmidir”, Yeni Türkiye, Yıl 3, Sayı 17, Eylül-Ekim,

s.651-656.

Şehsuvaroğlu, Lütfi (1997), “Milli Sivil Stratejik Konsept”, Yeni Türkiye,

Yıl 3, Sayı 17, Eylül-Ekim, s.323-331.

Koçak, Hüseyin, Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi, s.54,56 Türkiyede Son 60 Yılda Yaşanan Darbelerin Sosyolojik Analizi

Alkan, Haluk (2016) (Ed.). Latin Amerika Siyaseti Geçiş Sürecinde BaşkanlıkSistemleri. Ankara: SDE Yay.

Kirişçi, Kemal (2016). “Erdoğan’s real opportunity after the failed coup inTurkey”. Brookings. 16 Temmuz. https://www.brookings.edu/blog/order-from-chaos/2016/07/16/erdogans-real-opportunity-after-thefailed-coup-in-turkey/

Aydın, Suavi ve Yüksel Taşkın (2015). 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi.İstanbul: İletişim Yay.

Tanör, Bülent (2003). Osmanlı – Türk Anayasal Gelişmeleri. İstanbul: YKY.


[1] Türkiye, darbelerden çok çekmiş ve çok zarar görmüş bir ülkedir. Onun içindir ki, ‘TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’ kurulması birçok kişiyi sevindirmiş ve ümitlendirmiştir. Söz konusu komisyon, çalışmış çabalamış sonunda bir rapor hazırlamıştır. Komisyon ön raporunda şu dikkat çekici ifadeler yer almaktadır: “1950’lerde tüm NATO ülkelerinde komünizm tehlikesine karşı CIA tarafından özel harp daireleri kurulmuş. ABD çıkarlarına uygun olarak özel eğitim programları düzenlemiştir.” Raporda, İngilizce sınavından geçen Türk subaylarının ABD’de özel harp kurslarına katıldığı vurgulanarak şöyle denilmiştir: “Bu subayların daha sona 1960 yılında gerçekleştirilen askeri darbede başrol oynadığı görülmüştür.” Tespitler doğru. Gerçekten de özel harp eğitimi için ABD’ye gönderilen 16 subayın 14’ü, 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirmiştir. (Mustafa Hilmi Yıldırım, Darbe yapanlar ve yaptıranlar, 21 Aralık 2012, Yeni Mesaj Gazetesi)