YOKSULLUK, ADALETSİZLİK VE BASKIYA BİR DARBE OLARAK ARAP BAHARI – Dr. Burak Çakırca

0
83

Dr. Burak ÇAKIRCA[*]

17 Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Bouzid kentinde üniversite mezunu olan ancak seyyar satıcılık yaparak hayatını idame ettirmeye çalışan Muhammed Buazizi’nin kendini ateşe vermesi, Arap Baharı adı altında yapılacak çalışmalarda ilk cümle olarak yazılmayı hak etmektedir. Zira yaktığı bedeni pek çok önemli dönüşümü ve gelişmeyi beraberinde getirmiş ve Buazizi mobilizasyonun işaret fişeği olmuştur. Ekseriyetle oryantalist bakış açısıyla yaklaşılan Arap sokağının, tarihsel süreç içerisinde bünyesinde barındırdığı kronikleşmiş sorunlara bir başkaldırı olarak görülen Arap Baharı, yalnızca bölge açısından değil küresel düzeyde de etki ve sonuçları beraberinde getirmiştir. Sokağın bir direniş ruhunu vücuda getirmesi mazlum ya da baskılanmış tüm insanlık için bir anahtar hüviyetine dönüşmüş, “Arap uyanışı” Atlantik ötesindeki Wall Street’i işgal et hareketine, Wisconsinli işçilerin göstericilere destek vermesine, Madrid ya da Atina’da işsizliği protesto etmek isteyenlerin bir araya gelmelerine ve toplandıkları meydana Tahrir adını verecek kadar sahiplenmelerine imkân tanımıştır.

Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndaki gençlik işsizliğe, Manama’daki İnci Meydanı’ndaki gösterici eşit temsil edilmemeye, Tunus’taki orta sınıf yoksulluğa, Suriye’nin Derra’sındaki insanlar düşüncelerini özgürce dile getirememeye isyan ederken, farklı taleplerin buluştuğu ortak nokta var olan rejimlerin tasfiyesiydi. “Tek adamlarda” ifadesini bulan yönetimlerin yıkılması, sonucu önceden bilinen seçimlerin demokratik müeyyidelere uygun halde yapılması, ülkedeki zenginliklerin daha adil biçimde paylaşılması ama hepsinin ötesinde onurlu bir insan olarak yaşamak istemeleri tüm hareketlerin ortak noktasıydı.

Farklı sınıf, din, mezhep ve cinsiyetten milyonlarca kişi üzerlerindeki ataletten sıyrılarak, benzer taleplerle ve cesaretle sokaklara dökülüp, “iktidar”, “sistem” ve “reislerine” karşı durarak, tarihte silinmez bir iz bırakmışlardır. Bu başkaldırı bölgeye ve bölge haklarına dair, miskin, bezgin, harekete geçme kabiliyeti olmayan, demokrasi geleneğinden uzak, örgütlenme tecrübesi olmayan ve demokrasinin ancak dikte yoluyla bölgede var olabileceğine inanan oryantalist bakışa da ciddi bir karşı çıkıştır.

14 Ocak 2011’de 23 yıldır Tunus’un başında bulunan Zeynel Abidin Bin Ali istifa etti ve Suudi Arabistan’a kaçtı. 25 Ocak 2011’de Mısırlılar Tunusluların izinden gitmeye başladı ve Tahrir Meydanı’nda toplanan kalabalık 11 Şubat’ta Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık zulüm rejimini devirdi. Fas 20 Şubat Hareketi olarak anılacak bir yapılanmayla bir dizi önemli protestolara şahit oldu ve reform siyasi gündemin ana temasını teşkil etmeye başladı. Domino etkisi ivme kazanmaya devam etti ve Ürdün Kralı Abdullah gösterileri dizginleyebilmek için toplumsal reform sözleri verip, Başbakanı görevden aldı. Libya’da karşılaşılan şiddetli baskıya rağmen sokağa dökülen halkın talepleri 15 Şubat 2011’de Ulusal Geçiş Konseyi’nin kurulmasına ve hala devam eden iç savaşa yol açtı. 14 Şubat 2011’de Bahreyn’de büyük çaplı gösteriler başladı. 27 Ocak’ta Yemen ciddi protestolara sahne olurken 1978 yılından beri iktidarda olan Salih Kasım 2011’de istifa etti. Suriye’de 15 Mart 2011’de başlayan sistematik ayaklanmalar yüzyılın en büyük dramlardan birine dönüşecek biçimde iç savaşı ortaya çıkardı.

Böylesine önemli gelişmelere ve sonuçlara yol açan Arap Baharı’nın nasıl ortaya çıktığına dair pek çok görüş söz konusudur. Küresel sermayenin genişleme çabasının emperyal amaçlarına yeni bir saha olarak olayları ele alan yaklaşımların yanında, ayaklanmaları demokrasinin görünmez elinin devreye girmesi şeklinde yorumlayan çeşitli görüşlere de rastlamak mümkün. Bununla birlikte Arap sokağında yaşanan isyan dalgasının Arap dünyasına özgü sosyo-ekonomik unsurlarla küresel değişimlerin etkileşiminin bir bileşkesi olarak çok boyutlu bakmak gerekmektedir. Arap Baharını şekillendiren etmenler üç farklı düzeyde incelenebilir. İlk olarak mikro-sosyal düzeyde sürecin meydana gelmesinde etkin rol oynayan aktörler ve unsurlar yer almaktadır. Bunlar bir mücadele alanı olarak şehir ve mücadeleyi diri tutan gençlik, bu aktörlerin dinamizmini ayakta tutmak ve örgütlenmelerini sağlamak üzere bilgi ve iletişim teknolojileri ve ülkelerde ciddi mevziye sahip askerlerdir.

İkinci boyut ise, en temel unsurlar olarak ele alınabilecek olan ve bölgenin tamamının ortak problemi yoksulluk bağlamında yaygın slogana dönüşen “ekmek, özgürlük ve sosyal adalet” talebi ile siyasi özgürlük arayışıdır. Bu arayışı tamamlayan ve uygulamaya aktarılmasına yardımcı olan diğer önemli manivela ise uzun süredir uygulanan sosyal ve ekonomik politikalardan duyulan rahatsızlık ve yılgınlık karşısında yakalamak istedikleri onur ve saygı arayışıdır. İslam’ın ayaklanmaların yaşandığı ülkelerde mevcut olan siyasi kültür üzerindeki etkisi ve uluslararası siyasi-askeri düzende son dönemlerde yaşanan köklü değişiklikler makro düzeyde karşılık bulan üçüncü boyutu oluşturmaktadır. [1]

Nihayetinde Arap Baharı oldukça geniş bir bölgede toplumsal şartları, milli siyasi ve ekonomik unsurları farklılık arz eden bir süreci ifade etse de, Arap dünyasının iktisadi ve siyasi açıdan ortak yönlere ek olarak aynı dil ve tarihe, dini ve etnik ortaklığa sahip bir muhtevaya haiz olması meselenin genel bir yaklaşımla ele alınabilmesine imkân tanımaktadır. Bu bağlamda hem iktisadi olarak görece gelişmemiş hem de kültürel ve siyasi modernleşmenin birçok olumsuz yönüne maruz kalmış olan Arap dünyasının, uluslararası sistem tarafından marjinalleştirilmiş olan otoriter rejimlerin yönetimi altında ciddi derecede eşitliksizlik ve toplumsal-siyasal baskılara başkaldırması ve ortak tepkiler vermesi normal karşılanmalıdır.

Arap Baharı’nın Psikolojik Temeli: Ekonomik Faktörler Temelinde Onur ve Saygı Arayışı

Arap Baharı’nın ortaya çıktığı saha uzunca bir süredir baskıcı yöntemlerle polis, asker ve gizli servis unsurlarıyla muhaberat devleti formatında halkını demir yumrukla yöneten diktatörlüklerin bulunduğu devletlerden oluşmaktadır. Şiddet ve zorlamayla korku eşliğinde devlet yönetimi idame ettiren bu devlet yöneticilerinin gerek meşruiyet gerekse varlıklarının devamı uluslararası güçlerin destekleri ölçüsünde olabilmektedir. Bu çerçevede istikrar için vatandaşlarının en temel insan hakları olarak ifade edilebilecek kazanımlarından bile faydalanabilmelerini engellemek, siyasi katılım, ifade, toplanma ve seyahat özgürlüklerinin kısıtlanması elzem görülmüştür. Bunun yanında bu rejimler iktisadi kaynak ve faaliyetleri küçük bir elit azınlığın elinde toplayan korporatist bir düzen kurmuşlardır. Bu düzen kaynakların ve servetin küçük bir azınlığın umdesinde olmasına yol açmış, geniş halk kitleleri açısından iktisadi durgunluğa ve yoksulluğa sebep olmuştur. Kendi halklarının fakirlikle mücadeleye terk eden rejimlerin bu durumun neden olabileceği kitlesel isyanlardan korunma karşılığında petrol-doğalgaz gibi ülke kaynaklarını Batı’nın kapitalist unsurlarına ya da Sovyet bloğuna peşkeş çekmesi ülkedeki fakirliğin derinleşmesini sağlamıştır.[2] Neoliberal ekonomi politikalarının başarısızlığının da eklenmesiyle birlikte, Arap dünyasında yüksek enflasyon, yaygın işsizlik ve gelir adaletsizliği orta sınıf yoksulluğunu katlanılamaz hale getirmiştir.[3]

Düşük maaş probleminin yanında 2010 yılında gıda fiyatlarında %32’lik bir artışla birlikte özellikle gençler arasında %23’lük bir işsizlik oranının varlığı ve her ne kadar büyüme gerçekleşse de bunun tabana yayılmayıp gelir adaletsizliğini arttırması fakirliği kronikleştirmiştir.[4] Yine de yüksek oranlı işsizlik bölge için yeni olan bir durum olmamakla birlikte, özelikle eğitimli insanların fazlalaşmasına mukabil işsizliğin özellikle bu kesimde 10 kat daha fazla artması, Buazizi örneğinde gördüğümüz gibi meselenin özünü göstermektedir. Genç nüfus Arap dünyasının en büyük özelliklerinden olup, bölgede 2009 yılında ortalama yaş 29’dur. %20 ile %40 arasında gencin işsiz kaldığı bu coğrafyada genç nüfusun patlama yaşaması çok da sürpriz sayılmamalı.[5] Söz konusu iktisadi sorunlar toplumsal ve siyasi baskılamalarla birlikte önemli bir isyan potansiyelini beraberinde getirmiş ve halk onur, saygı gibi kavramlara duydukları özlemle mevcut yönetimlerine öfke beslemişlerdir. Bu öfke önemli bir psikolojik eşiğin aşılmasına yardımcı olmuş ve insanlar onur ve izzet-i nefislerini kurtarma saikiyle meydanlara toplanmıştır.

Kışı Bahara Çeviren Teknoloji: Kitle İletişim Araçlarının Arap Baharı Sürecinde Etkin Kullanımı

Arap Baharı’nda göstericilerin izlediği temel strateji şehrin önemli mekânları ve meydanlarında hâkimiyeti ele geçirmek ve bu sayede şehri kontrol altına alıp, yönetimlerin iktidarı bırakmasını sağlamak üzerineydi. Bu strateji esas itibarla büyük çaplı protesto ve gösterileri sanal âlemde organize etmek, sosyal medya, cep telefonu ve uydu yayını yapan TV kanalları gibi kitle iletişim araçlarıyla mümkün olmuştur. Arap sokağının hareketlenmesinde küreselleşme ve teknolojinin ürünleri muhalifler için birer kitle iletişim silahı işlevi görmüştür.

Arap yönetimlerinin genel siyaset tarzlarının devamı biçiminde otoriter bir medya düzeni oluşturdukları görülse de, uydu yayıncılığının önüne geçememeleri Arap Baharı sürecinde temel belirleyicilerden birisi olmuştur. Arapça yayın yapan kanal sayısı 700 olarak tahmin edilirken; rejimler nasıl ki kendi propaganda araçları olarak televizyon kanallarını kullanmışsa, El-Cezire, El-Arabbiye ve TRT et-Türkiye gibi 24 saat yayın yapan haber kanalları da muhaliflerin dinamizminde önemli rol oynamışlardır. Özellikle El-Cezire kanalı yayın politikasıyla, Arap sokağının profesyonellik ve bağımsızlık anlayışını pekiştirmiş ve milli basın kuruluşlarının sansür ve baskılarıyla oluşan haberlerdense gerçekleri paylaşmıştır.[6] El-Cezire ve diğer iletişim teknolojileri, gösterim etkisi (demonstration effect) bağlamında bir olguyu ortaya çıkarmış, Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilebileceğinin mümkün olduğunun gösterilmesi diğer ülke ve toplumsal hareketlere örnek teşkil etmiştir.

Rakamlara baktığımızda Twitter ve Facebook gibi sosyal ağların bu ülkelerdeki ayaklanmalarda önemli rol oynadığını görürüz. Mısır’da 2000’lerin başında internet kullanıcılarının sayısı yarım milyonu bulmazken; devrim sürecine yaklaştığımızda 17 milyona kadar yükselmiştir. Yine 2000 yılında 100 bin olan internet kullanıcısı Tunus’ta 3.5 milyondan fazla bir sayıya ulaşmıştır. Mısır Facebook kullanım oranı ile dünyada 23. sırada yer alırken; 10 milyonluk Tunus’un 2 milyondan fazla Facebook kullanıcı olduğu görülmektedir.[7] Bu durum aynı dili konuşan coğrafyada internetin sunmuş olduğu imlanlar ve sosyal medya uygulamaları ile hızlı bir şekilde yayılmasıyla toplulukların harekete geçmesinde ciddi düzeyde etkili olmuştur.

Arap Sokağına “Baharı” Getiren Gençlik

Arap coğrafyasında nüfusun yarısından fazlasını oluşturan gençler, ayaklanmaların başlamasında ve devamlılığında kilit rolde olmuşlardır. Mısır’da Tahrir’i ilk işgal eden öğrenciler ve işsiz gençler olmuştur. Protestolara en aktif katılanlar ve isyana temel enerjisini katanlar 6 Nisan Hareketi üyeleri, Mahalle Kübra’nın genç işçileri ve İhvan-ı Müslimin’in gençlik örgütü olmuştur. Medya teknolojilerine hâkim olan genç nesil, toplumda yaşanan gelir adaletsizliği, ekonomik sıkıntıları ve özgürlükler alanındaki beklentileri en güçlü biçimde hisseden kesim olmuştur. Özellikle güvenlik unsurlarının süreklilik arz eden kötü muameleleri de eklenince devrimci bir bilincin oluşması kaçınılmaz olmuştur. Yine TV ve internetin aktif kullanılması sonucunda yalnızca Batı’da değil Türkiye gibi refah ve özgürlük atmosferinin sunmuş olduğu hayat tarzlarından etkilenmeleri de mobilizasyonda önemli etkenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.[8]

Protesto hareketlerinin itici gücü olarak görülen genç blok yazarları, sosyal medya ve iletişimin gücü konusunda eğitimli insanlardan oluşmuştur. Otpor adlı grubun liderliğini yapan ve Sırbistan’da Miloseviç’e karşı kitle hareketlerini düzenleyen Srdja Popovic’in kurduğu CANVAS adlı eğitim merkezi, Gürcistan’da “Gül Devrimi” Ukrayna’da “Turuncu Devrimi” yönetecek genç aktivistlere eğitim verdiği gibi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan gelen gençlerin de giderek sosyal medya ve iletişim konusunda donanımlı hale gelmesini sağlamıştır. Mısır’da devrim sürecinin önemli aktörlerinden olan 6 Nisan Hareketi’nin kurucularından olan Muhammed Adel’in Belgrad’da 2009 yazında bir hafta boyunca eğitim aldığı ve demokratik değerleri yaşatma, insanları şiddete başvurmadan seferber etme, kitle psikolojisini politize etme ve sloganlar yoluyla etkileyerek rejimleri polisle veya orduyla yüz yüze gelmeden sosyal ağlar ve internetin imkânlarıyla pasifize etme konusunda bilgilendirildiği görülmektedir.[9]

Tüm bu bilgiler ışığında 2011 yılında başlaya isyan ve devrim hareketlerinin merkezinde yer alan şehirli ve eğitimli genç nüfus, hem hareketlenmenin temel katalizörü olmuş hem de farklı coğrafyalardaki gençlere de ilham kaynağı olmuştur. Böylelikle küresel siyasi özne olarak, kendilerini küreselleşmenin sıradan siyasi nesnesi olmaktan kurtarıp, sürecin doğrudan aktif yapıcıları haline getirmişlerdir.

Arap Baharı’nda Orduların Rolü

Ordular, Arap coğrafyasının otoriter yönetimlerinde tarihsel iktidarların devamlılığını sağlamada merkezi bir konum işgal ederken; Arap Baharı sürecinde her ülkede farklı davranışların geliştiği görülmektedir. Yemen’de 9 Mart 2011’de üniversite kampüsünde düzenlenen gösteride öğrencilerin üstüne ateş açmış ve 90 protestocunun yaşamını kaybetmesine sebep olmuşsa da; ordu şiddet yoluyla Abdullah Salih’in iktidarını korumayı becerememiş ve Salih yönetimi bırakmak zorunda kalmıştır. Suriye’de askeri şiddet 23 Mart 2011’de 15 göstericiyi öldürmüş, BM istatistiklerine göre bu sayı bir yıl içinde 7500’ü aşmıştır. İç savaş Suriye’de devam ederken, Libya’da Kaddafi’nin gücünü kaybetmesi daha çok ordu güçlerini de oluşturan aşiretlerin saf değiştirmesiyle mümkün olmuştur.

Ordu ve polis gücünün görece düşük olduğu Tunus’ta Bin Ali’nin zayıf ordusundan yeterli desteği alamaması iktidarı kısa sürede devretmesine yol açmışken; ordu gücünün en etkin olduğu ülkelerden biri olan Mısır’da başlangıçta göstericilere bir müdahale olmasa da, yönetim de kalacaklarını açıkça ifade etmişler ve Mübarek’in düşmesinden sonra Ağustos ayında Tahrir’de yeniden bir araya gelen kalabalığa müdahalede bulunup göstericilerin ölmesine ve yaralanmasına sebep olmuşlardır.[10]

Uluslararası Gelişmelerin Işığında Arap Baharı’na Giden Süreç

Arap Baharı yalnızca buraya kadar bahsedilen içsel faktörlerle değil aynı zamanda yine domestik unsurlara etkide bulunan ancak makro düzeyde cereyan eden hadiselerle meydana gelmiş bir tarihsel süreci ifade etmektedir. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte, dünyanın “süper” güçlerinin Arap dünyasındaki diktatöryal yönetimlere ihtiyacı azalmıştır. Bu durum baskıcı rejimler için önemli destek noktalarından birini kaybetmelerine yol açmıştır. 11 Eylül’den sonra ABD başta olmak üzere uluslararası camianın teröre karşı giriştikleri operasyonlar Arap devletlerinin pek çoğunda milli egemenlik temellerini sarsmıştır. İktidarlarını korumak ve devamlılığını sağlamak için “süper” güçlerin desteğine ihtiyaç duyan bu rejimler, ordu, polis ve istihbarat servislerinden oluşan geniş bir güvenlik teşkilatına dayanmışlardır. Dış devletlerin desteğinin kalmaması bu devletlerin muhaberat niteliğini boşa çıkarmış, halk nezdinde zaten söz konusu olan varoluşsal sorun beraberinde meşruiyet meselesini getirmiş ve halkın mobilize olması hızlanmıştır.

Çift kutuplu uluslararası düzenin bir ürünü olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın formel sömürgecilikten kurtuluşundan sonra, 1950’li ve 1960’lı yıllar boyunca gerçekleşen milliyetçilik formatında yaşanan askeri darbelerin sonucu olarak ortaya çıkan söz konusu rejimler, Sovyetlerin çökmesiyle açığa düşmüşlerdir. Askeri cuntalar olarak Mısır’da Nasır, Suriye ve Irak’ta Baas Partileri, Libya’da Kaddafi ve benzeri gibi kişi ve gruplar, halk desteğine dayanmak yerine, meşruiyetlerini Sovyetlere ve Soğuk Savaş’ın imkânları üzerine bina ederek, Arap Sosyalizmi ideolojisini benimsemişlerdir. Her ne kadar Nasır’ın Batı ve İsrail ile mücadeleye söz konusu olduğunda halk desteğini aldığından bahsediyor olsak bile, parlamentoları kapatmak, siyasi rekabet ortamını yok etmek, ekonomiyi devletleştirmek ve sivil toplum oluşumlarını engellemek bu rejimlerin temel yönetim stratejisini oluşturmuştur. Yine bu yönetimler, siyaseti bir tahakküm ve kontrol aracı olarak algılamışlar ve muhalif ve sivil unsurlara yaşam alanı tanımamışlardır. Yine de bu tahakküm siyasetinde görece çok da başarılı olduklarını söylemek zordur. İslami muhalefet olarak niteleyebileceğimiz bir duruş, “illegal” olarak görülen faaliyetlerine devam etmiş ve toplumun ihtiyaçlarını giderme konusunda sağladıkları destek ile bir ağ oluşturdukları görülmüştür.[11]    

Sovyetlerin çökmesinden sonra, ABD yayılmacılığı ile beraber içerden hissettikleri tehditler dışarıya kaymış ve dış desteğini yitiren bu rejimlerin bu tehditleri engelleme güçleri de kalmamıştır. Ülkeleri yönetenlerin meşruiyet ve yönetim sorunlarını had safhaya çıkaracak biçimde, siyasi, ekonomik ve ideolojik imtiyazlarının zemini ortadan kalkmış ve ellerinde yalnızca Soğuk Savaş sisteminin mütemmim cüzü askeri güç kalmıştır.[12]

Burada şu hususu tartışmak ve bir cevap vermek icap ederse: Arap Baharı Batı ve ABD’nin kontrolünde başlayan bir süreci ifade etmekten çok, onların ve dünyanın diğer güçlerinin politikalarını değiştirmenin bir sonucu olarak görülmelidir. Başta ABD olmak üzere Batı’nın Arap Baharı’na konu bölgelere yönelik politikalarını değiştirme düşüncesinde oldukları aşikar olmakla birlikte, özellikle Çin, Hindistan ve Rusya gibi aktörlerin etkinlikleri göz önüne alındığında diktatörlere koşulsuz destek sunmaları çok olası olmamıştır. İlla ki bir dış desteğin varlığından söz etmek gerekecekse, muhaliflerin ciddi biçimde desteklendiği ve Bin Ali ve Mübarek yönetimlerine arka çıkmanın sona erdirildiğinden bahsedilebilir. Ancak, ABD ve Batı’nın diğer güçleri isyan hareketlerinin nasıl bir sürece evrileceğini hesaplayamamışlar ve yönetimlerin bu kadar çabuk devrileceklerini öngöremediklerinden daha sonra sadık dostları olan ordular kanalıyla yeniden sürece dahil olmaya çalışmış ve Arap Baharı’nın ruhunu tersine döndürmüşlerdir.[13]

Yine uluslararası konjonktürün Arap diktatörlüklerini ve onların meşruiyetini ciddi düzeyde etkileyen unsurlardan biri de Filistin meselesi özelinde bölgede istenmeyen unsur olarak İsrail ile ilişkilerin boyut değiştirmesidir. ABD öncelikle Arap-İsrail uyuşmazlığını bitirme önceliğinde olmuş, Camp David Anlaşması ve Madrid sürecinin başlaması anti-siyonizme dayanan Arap rejimlerinin varlık gerekçelerinden birini elemine etmiştir. [14]  

11 Eylül sonrası ABD’nin “şer ekseni” ve terörizme karşı savaş yaklaşımları bölgede terörizmi beslediği düşüncesinden hareketle, demokratik mekanizmaların engellenmemesini ve her türlü ekonomik ve siyasi hakkın tesis edilmesi üzerine bir politikaya evrilmiştir. Bu bağlamda Ortadoğu ve Arap coğrafyasına yönelik demokrasi söylemleri yeni bir kavram değildir. 2003 yılında George W. Bush Irak’ta yaşanan işgalin ardından büyük Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi hareketinin başladığını ve İslam’ın demokrasiye aykırı bir yönünün bulunmadığını ifade etmiştir. Bölge stratejisini revize etmek isteyen ABD ve Avrupa, ekonomik ve siyasi gerekçelerle ama özelde Arap pazarını daha etkin biçimde kullanma amacıyla yönetimlerin ya da zihniyetlerinin değişmesi gerektiği üzerine bir politika izlemeye başlamıştır. [15]

Sonra Ne oldu? Bahar Hala Bahar mı?

Belki de ordu ve polis gücünün müdahalesinin en az olmasından kaynaklı biçimde Bin Ali’nin “indirilmesinden” sonra görece demokratik geçişi sağlayan tek ülke Tunus olmuştur. Siyasi yasaklar kaldırılmış, siyasi mahkûmlar serbest bırakılmış 100’den fazla partinin ortaya çıktığı bir atmosfer oluşmuştur. 23 Ekim 2011’de seçimler yapılmış ve kurucu Meclis teşekkül etmiştir. 2014’te ikinci kez genel seçimlerin de yapıldığı Tunus’ta siyasi tablo sürekli bir kayganlığa tabi olmuştur. Müslüman Kardeşler’in Tunus kolu olarak ifade edebileceğimiz Nahda Hareketi Arap Baharı’nın başında iktidarı alsa da, daha sonra Gannuşi ülkede baş gösteren ekonomik sıkıntılar ve devlet yönetiminde tecrübesiz kadroların fazlalığı nedeniyle 2014’te yapılan seçimlerde Meclis eski Başkanı Sebsi’nin Nida Partisiyle koalisyon kurmak durumunda kalmıştır. Cumhurbaşkanlığı’nı solculuğu ile tanınan Munsif Merzuki’ye bırakarak Cumhuriyet için Kongre ile Emek ve Özgürlük Bloku ile kurulan koalisyon, Tunus’ta olası “karşı devrim” senaryolarının bertaraf edilmesinde önemli rol oynamıştır. Bununla birlikte 2019’daki seçimlerde vekil sayısı 217 üyeli parlamentoda 52’ye kadar düşen Nahda hareketi Müslüman Kardeşler tecrübesi sayesinde örgütlü yapısını devam ettirmektedir.

2019’da Sibsi’nin hayatını kaybetmesi üzerine düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Kays el Said koltuğa otururken; Tunus özelinde ama genel olarak Nahda ve Müslüman Kardeşler’in Arap Baharı coğrafyasında engellenmesi gereken bir unsur olarak algılanması tüm seçim sistemini etkileyen düzenlemelere yol açmıştır. Tunus’ta 2015’te onaylanan anayasa ile tek parti ya da tek adam hegemonyasının önüne geçmek için yetkileri parlamento ve devlet başkanı arasında paylaştıran düzenleme de esas itibarla sistemi tıkayan bir süreci doğurmaktadır.   

Gerçekte Mısır’da daha önce de seçimler yapılmışsa da, göstermelik olmasından ziyade bir baskı unsuru ve rejimin devamlılığı açısından bir süreci ifade etmesi dışında bir karşılığı olmamıştır. Mübarek’i deviren bahardan sonra yapılan 30 Haziran 2012 tarihli seçimde uzun yıllardır siyasi yasaklarla mücadele eden Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi Mısır’ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı olmuştur. Aslında Mursi’nin seçilmesi biraz da eski devrin adamı olarak görülen Ahmet Şefik’in seçilmesini engellemek için devrimci güçlerin Mursi’yi kerhen desteklemesiyle de ilintili olmuştur. Sürecin doğal devamlılığı açısından anayasa çalışmaları başlamışken; Müslüman Kardeşler’in İslamcı tandansa sahip olması taslak çalışmalarında şeriat vurgusunun üzerlerine atılı hale gelmesine yol açmış ve Mursi böyle talepleri olmamasına karşın yasaların şeriata uygunluğunu gözetmekle suçlanmıştır. Bunun yanında artan elektrik kesintileri, petrol istasyonlarında oluşan kuyruklar, Selefi hareketlerin fazlalaşması, Kıptilere yönelik saldırılar adeta bir sürecin yürütülmekte olduğuna işaret etmiştir. Tahrir ehline göre Müslüman Kardeşler, devrim sürecinde öne çok çıkmasalar da devrimi “aşırmıştı”. Sonrasında Mübarek’i devirmek için toplanan kalabalıklardan daha fazlası Mursi için mobilize edilmeye başlanmıştır.

Aynı zamanda, Mursi ve Müslüman Kardeşler sandıktan aldıkları gücün kendilerini muktedir etmeye yetmeyeceğini hesaplayamamışlar, eski rejim kalıntılarının davranışlarını tahmin edememişler ve Mursi’ye ciddi bir istifa baskısı başlamıştır. Nihayetinde Mursi 3 Temmuz 2013’te darbeye maruz kalmış Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi 26 Mayıs 2014’te yapılan ve katılımın %40 olduğu seçimlerde %97 oyla cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Uzun yıllardır siyasi baskılara maruz kalan ama aynı zamanda da toplumsal faaliyetlerde bulunmaya devam eden ve devletin etkisiz kaldığı sağlık ve eğitim alanlarında ciddi düzeyde yardımlaşma faaliyetleriyle toplumda ciddi bir yere sahip olan Müslüman Kardeşler’e yönelik bu darbeye karşı Adevviye Meydanı’nda bir direnç oluşsa da, Sisi’nin zalim tavrı yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Mursi hapishanelerin kötü şartlarında büyük olumsuzluklara maruz kalmış ve şüpheli bir şekilde 17 Haziran 2019’da göstermelik yapılan duruşmalardan biri sırasında hayatını kaybetmiştir. Müslüman Kardeşler terör örgütü ilan edilmiş, onbinlerce muhalif tutuklanmış, yargılama süreçlerinde binlerce müebbet ve idam cezaları çıkmış ve itiraz eden herkesi susturan bir despotizm havası oluşmuştur. 2018’de en yakın rakiplerini tutuklatan Sisi seçimi yine Mübarek dönemlerindekine benzer oranlarla %97 ile kazanırken; 2019 yılında yaptırdığı anayasa değişikliği ile 2030 yılına kadar iktidarda kalmasıyla ilgili engelleri de ortadan kaldırmıştır.

Aşiret-kabile düzeninin egemen olduğu Libya’da feci bir sonla iktidarı kaybeden Kaddafi’den sonra güvenlik şemsiyesi tamamen dağılmış ve ülke NATO merkezli bir operasyonla karşı karşıya kalmıştır. Yine uluslararası güç unsurlarının paylaşım sahası haline gelen bölgelerden biri olarak Libya, bölünmüşlüğün en yoğun yaşandığı yerlerden biri olmuştur. Ülke silahlan(dırıl)mış binlerce silahlı gücün kendi derebeyliğini kurmaya çalıştığı bir kaotik döneme girmişken; DEAŞ’ın bölgede etkinliğini arttırması herkes için sorun teşkil etmeye başlamıştır. 2014’te yapılan seçimleri kabul etmeyen gruplar Tobruk merkezli ayrı bir yapılanmaya girişmişler ve Libya Ulusal Ordusu adı altında askeri gücü organize eden Halife Hafter ülkenin fiilen ikiye bölünmesine yol açacak faaliyetlerde bulunmaya başlamıştır. Eski rejim unsurlarını ve aşiretleri yanına çeken Hafter, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Fransa ve Rusya’nın destekleriyle Bingazi’den Trablus’a kadar kuşatacak biçimde ilerlemiştir.

Bunun yanında BM’nin de tanıdığı ve nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde hakimiyete sahip Milli Kongre altında Ulusal Mutabakat Hükümeti kurulmuş, ancak Hafter’in saldırgan tutumları ülkedeki siyasi belirsizliği arttırmıştır. Hatta Hafter başarısız darbe girişimleri ile iktidarı ele geçirme çabaları olsa da, Libya’nın görece istikrarı anlamına gelebilecek Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yeniden mevzi kazanması ve iktidarını sağlamlaştırması, Türkiye ile Libya’nın imzalamış olduğu Deniz Yetki Alanları Anlaşması sonrası Türkiye’nin sağlamış olduğu destekle mümkün olmuştur. Her ne kadar ateşkes ilan edilmiş ve 24 Aralık 2021’de seçime gidilerek yeni meclis ve kalıcı anayasa konusunda bir mutabakat sağlanmış olsa da, Libya’nın uluslararası güçlerin paylaşım sahası olarak kalması istikrara kavuşmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülmelidir.    

Başlı başına hacimli bir çalışmayı ihtiva edecek gelişmelere konu olan Suriye, yalnızca ulusal unsurların değil uluslararası sistemin neredeyse tüm oyuncularının dâhil olduğu bir karışıklığa doğru yol almıştır. Arap Bahar’ı Suriye’ye iç savaş getirmiş, 10 yılda 600 bine yakın insan hayatını kaybederken, 6.5 milyondan fazla insan göçmen, 5.6 milyondan fazla insan ise mülteci konumuna gelmiştir. Vekâlet savaşlarına imkân tanıyan yerel aktörler, Arap Baharı sürecindeki ayaklanmalardan çok farklı talep ve konjonktüre doğru evrilmişlerdir. Kürtler, Türkiye’ye karşı kullanılan ve güvenlik tehdidi algılamasının merkezini oluşturacak biçimde bağımsızlık nosyonu ekseninde manivela haline gelirken; PYD/YPG unsurları palazlandırılmaya çalışılmıştır. Suriye Ulusal Konseyi zaman içinde Rusya’nın sürece dâhil olması ve ABD’nin desteğini çekmesiyle gücünü kaybetmeye başlamış ve rejim güçleri karşısında gerilemiştir. Suriye Arap Baharı’nın başlangıcında bölünmüş bir ülke görünümünde değilken ve eylemcilerin bu yönde bir talepleri söz konusu değilken; gelinen noktada Şii Esed rejiminin Rusya ve İran destekli baskıcı tavrı ülkeyi felakete sürüklemeye devam etmektedir.

Aşiretler ve selefi gruplar üzerinden söz sahibi olmaya çalışan Suudi Arabistan, İran’ın mezhepsel politikalarının uzantısı bağlamında desteklediği Husiler ve onların iktidarı Salih yandaşlarının desteğiyle başkent Sana’yı ele geçirmeleri Yemen’in Arap Baharı sonrasındaki karmaşasının sadece başlangıcını oluşturmuştur. Suudi Arabistan ve BAE’nin başlattığı Kararlılık Fırtınası operasyonu ve İran’ın Husiler üzerinden Yemen’e müdahalelerinin yanında, Selefi örgütlerin palazlanması iç savaşı ve sefaleti ortaya çıkarmış ve yüzbinlerce insan hayatını kaybederken milyonlarca insan evsiz kalmıştır.

Peki Arap Baharı Neden Güze Döndü?

Mezhep faktörünün devreye sokulması ve İran-Suudi Arabistan’ın bu kartı oyun planlarından çıkarmaması, ayaklanmalar sonrası ortaya çıkan tabloda karışıklıkların körüklenmesinde önemli rol oynamıştır. Başlangıcında olmasa da, sonrasında iktidarların özünü oluşturması nedeniyle İslamcı söylemlerin öne çıkması ve bu durumun saltanatın hüküm sürdüğü ve ordunun gücünü kaybetmediği ülkelerde yarattığı tehdit algılaması, olaylara karşı devrimlerle yaklaşmışlarına yol açmış ve devrimleri sonlandırma yoluna gitmişlerdir. Mısır’da Sisi darbesi, Libya’da Hafter’in mevzi kazanması, Sudan’da Geçici Askeri Konsey müdahalesi, Suriye’de Esed yönetiminin devamlılığı hep Arap Baharı’nın düşmanlarının desteklenmesini ifade etmektedir. Burada Suudi Arabistan ve BAE’nin politikalarının bölgede oluşan yeni denklemde belirleyici olduğu şerhini düşmek gerekmektedir.

Bölgede ortaya çıkan başıbozukluk devlet dışı silahlı aktörlerin ortaya çıkmasına ve radikal unsurların güç kazanmasına sebep olmuş ve devlet yönetiminde tecrübesi olmayan Arap Baharı’nın getirdiği iktidarların tecrübesizlikleri de sürecin akamete uğramasına yol açmıştır. Ancak belki de en önemlisi, Osmanlı’nın yıkılmasından sonra dizayn edilen Ortadoğu’nun ve Arap dünyasının sahip olduğu siyasi, sosyal ve mezhepsel fay hatları tamiri mümkün olmayan direnç noktaları ortaya çıkarmış ve bu güçlere karşı durmak büyük bir strateji ve devamlılığa ihtiyaç duymuştur.

Nihayetinde yoksulluk, adaletsizlik ve baskıya bir darbe olarak Arap Baharı, baskı yönetimlerinin devrilmesiyle sonuçlansa da, Arap Baharı’nın temel dayanağı halk yine adaletsizlik, baskı ve yoksullukla mücadele etmekte. Siyasi belirsizliklerin uluslararası aktörler tarafından körüklenmesi, salt çıkar mantığıyla olaylara yaklaşılması ve uluslararası sistemin düzene dönüşen adaletsiz durumu insanlık dramlarının sona ermesine dair ümitlerin yeşermesine engel olmaktadır.


[*] Doktor.


[1] Nurullah Ardıç “Understanding the ‘Arab Spring’: Justice, Dignity, Religion, and International Politics” (Afro-Eurasian Studies, vol. 1, no. 1, 2012.

[2] Perry Anderson, “On the Concatenation in the Arab World” New Left Review. no. 68, Mart-Nisan 2011. https://newleftreview.org/issues/ii68/articles/perry-anderson-on-the-concatenation-in-the-arab-world. Erişim Tarihi: 19.03.2021.

[3]Sami Zubaida, “The ‘Arab spring’ in historical perspective” 21 Ekim 2011. http://www.opendemocracy.net/sami-zubaida/arab-spring-inhistorical-perspective . Erişim Tarihi: 19.03.2021.

[4] Jack A. Goldstone, “Understanding the Revolutions of 2011: Weakness and Resilience in Middle Eastern Autocracies” Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2011. http://www.foreignaffairs.com/articles/67694/jack-a-goldstone/understanding-the-revolutions-of-2011. Erişim Tarihi: 20.03.2021.

[5] Avrupa İnsani Gelişim Raporu, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, 2009. https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/library/human_development/human_development_report_2009.html, Erişim Tarihi 20.03.2021.

[6] Michael Allen, “Al-Jazeera’s ‘ideological warfare’ reflects Arab Spring’s tensions?” 2011, http://www.demdigest.net/blog/2011/09/al-jazeera%E2%80%99s%E2%80%98ideologicalwarfare%E2%80%99-reflects-arab-spring%E2%80%99stensions/. Erişim Tarihi: 20.03.2021.

[7] Mustafa Yalçıner, Arap Dünyasında Ayaklanma: Nedenler-Olasılıklar-Sonuçlar, 2011, İstanbul: Evrensel Basım Yayım

[8] Paul Salem, “Turkey’s image in the Arab world” TESEV Foreign Policy Programme Report, 2011.

[9] Tarık Ramazan, İslam ve Arap Uyanışı, 2013, İstanbul: Açılım Kitap, s.21-22.

[10] Veysel Kurt, Tunus, Mısır, Libya ve Suriye Orduları’nın Arap Baharı’na Etkisi”, SETA Analiz, Temmuz 2014, Sayı. 102.

[11] Sami Zubaida, “The ‘Arab spring’ in historical pers­pective” 21 Ekim 2011. http://www.opendemocracy.net/sami-zubaida/arab-spring-in-historical-perspective. Erişim Tarihi: 22.03.20201.

[12] Salman Sayyid, “Mukhabarat Winter” MnM Commentary No. 11, 18 Ocak 2012. https://www.unisa.edu.au/siteassets/episerver-6-files/documents/eass/mnm/commentaries/sayyid-mukhabarat-winter.pdf,  Eri­şim Tarihi: 22.03.2021.

[13] Mete Çubukçu, Yıkılsın Bu Düzen! Fel Yaskut Ennizam!: Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, 2012, İstanbul: İletişim Yayınları, s.25-26.

[14] Ramazan, İslam ve Arap Uyanışı, s.20.

[15] Hamit Bozarslan, Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi: Arap İsyanlarından Önce ve Sonra, 2012, İstanbul: İletişim Yayınları.