VESAYET KURUMU ARACI OLARAK STK’LAR- İdris Kardaş

0
28

Sivil toplum kuruluşlarını darbeci olarak ya da darbeci olan ya da olmayan olarak kod­layabiliriz. Bunu böyle bir paketin içine yerleştirebiliriz ama mesele darbeci olup ol­mamaları değil esasında. Darbe girişimlerine destek veren sivil toplum kuruluşlarının temel meselesi, vesayet rejimini sürdürebilme kaygısıdır. Yani onlar kendilerince dar­beye destek verdikleri zaman, demokrasiyi tesis etmek için bir şey yapmış olduklarını düşünüyorlar. Bu kendi yanılsamalarıdır.

1921 Anayasası, egemenlik meselesi, vesayet meselesi üzerinden konuyu anlatmak ge­rekir. Burada 1921 Anayasası’nın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, “bila kay- dü şart milletindir.” maddesi esasında bir yönetim şeklinin değiştiğinin habercisi ve sonuçta bir vurgulayıcısıdır. 1921 Anayasası’ndan sonra Cumhuriyet kurulmuş ve 24 Anayasası’nda bu madde tekrar benzer bir şekilde devam etmiştir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” daha sade bir Türkçeyle, “Milleti TBMM temsil eder”, egemen­lik hakkını yalnız meclis kullanır. Dolayısıyla da burada yeni Cumhuriyet, egemenli­ğin tanımını çok net bir şekilde yapmaktadır. İki anayasada da kurucu anayasalarda da bu durum ortaya net bir şekilde konmuştur. Bu süreçte tek partili bir meclis vardır. Cumhuriyet Halk Fırkası nezdinde, Atatürk ve İsmet İnönü dâhil kurucu kadro henüz hayattadır. 1950’lere kadar bu durum böyle devam etmiştir. Ama sonra onlar açısından bir kaza gerçekleşmiş ve “Yeter söz milletindir” diyen bir parti ortaya çıkmıştır. Malu­munuz olduğu üzere Demokrat Partiden söz ediyorum. Burada da esasında egemenlik vurgusu var. Ayrıca 1921 ve 1924 Anayasalarımızda egemenliğin millete ait olduğu söy­lense de gerçeğin böyle olmadığının çarpıcı bir ifadesidir bu.

Arada benzer birkaç farklı yeni parti deneyimi gözümüze çarpmaktadır. Bu partiler kapatılmıştır. Farklı akıbetlere uğramışlardır. Esasında Demokrat Parti cumhuriyeti kuran elitler için bir yol kazasıdır. Bu yol kazasını 27 Mayıs’ta 60 darbesiyle kendileri açısından bitirmişler ve süreci sonlandırmışlardır.

Hemen akabinde tekrar bir anayasa hazırlanmıştır: 1961 Anayasası. Bu anayasada ilk mesele yine egemenlik meselesi olmuştur. Anayasa’da egemenlik meselesi benzer şe­kilde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, millet egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.” şeklinde ifade edilmiştir.. Burada dikkat çeken farklılık şu ki artık meclis ya da 1921’deki gibi doğrudan “halk” denmemekte, “yetkili organlar eliyle kullanır” denmektedir. İşte vesayetin başladığı hikâye burada başlıyor. Bu noktadan itibaren vesayetten bahsetmeye başlıyoruz. Burada önceki ana­yasalarda bu ibarenin neden olmadığını, neden kurumsal bir vesayete veya kurumsal egemenliği tesis etmeye ihtiyaç duyulmadığını anlamak güç değil. Çünkü tek partili bir meclis vardı. Yani farklı bir rakip yok, başka bir siyasi parti yok, başka bir siyasi fi­kir yok. Dolayısıyla da zaten partili meclis hükümeti var. Hükümet de meclisin içinden seçiliyor. Böyle bir durumda bu noktada bir problemin yaşanması mümkün değildi. Ne zaman ki çok partili hayata geçildi, farklı bir parti ortaya çıktı ve bu parti iktidara taşın­dı, çok da yüksek oy oranlarıyla, o zaman iktidarı, yani egemenliği meclise vermenin onlar açısından iyi bir fikir olmadığı anlaşıldı. Milletin farklı bir tercihte bulunması söz konusu olabiliyor. Cumhuriyeti kuran askeri, sivil bürokratları ve elitleri bu düşünceye iten neden kendilerinde hasıl olan toplumun henüz olgunlaşmadığı, demokrasi fikrine hazır olmadığı, gerçek anlamda bir cumhuriyet olgusunu sindiremediği düşüncesidir. Bu toplum bir şekilde yönetilemezse, kurumlar ihdas edilmezse ve bu kurumlar eliy­le de bu toplum dönüştürelemezse cumhuriyetin kazanımları elden gider düşüncesi hâkim olmuştur. “Toplum buna hazır değil, cahil bir toplum var” bakış açısı bugüne kadar gelen bir zihniyetin ürünüdür.

Demokrasiye geçiş için bir modernleşme hamlesi lakin bu modernleşme hamlesinde de sivil kurumları, hükümeti, kamusal özgürlüklerin tamamını yönetme ihtiyacı duy­muşlardır. Bunun sonucu olarak da vesayet dediğimiz şey ortaya çıkmıştır. Bu vesayet sistemi 1961 Anayasası’nda artık bazı kurumlara devredilmiştir. Kurumlar eliyle ege­menlik kullanılmaya başlıyor. Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi, YÖK, BİK gibi diğer anayasal kurumlar ihdas edilmiş, bu kurumlar vesayetin, vesayet rejiminin koruyucusu ve kollayıcısı olmuşlardır. Bu noktada Anayasa Mahkemesinin her fırsatta halkın iradesiyle ilgili meselede aksi yönde açıklama yapması hafızalarımızdaki taze­liğini korumaktadır.

Burada Milli Güvenlik Kuruluna ayrı bir parantez açmak gerekir. Bütün kurgu MGK üzerinedir. Ama burada vesayet rejimindeki ana aktör, cumhurbaşkanlığı makamıdır. Cumhurbaşkanlığı makamı bütün bu vesayet rejimini sürdürebilecek, koruyup kolla­yabilecek, bunun devam etmesi için garanti olabilecek bir makamdır. Dolayısıyla da bu makamın her ne pahasına olursa olsun korunması gerekmektedir. Darbe yapılması gerekirse yapılır, muhtıralar verilmesi gerekirse verilir, meclisin basılması gerekirse basılır, milletvekilleri tehdit edilecekse edilir. Nitekim cumhuriyet tarihi boyunca bir­kaç cumhurbaşkanı haricinde bütün cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanlığından gelmedir. Darbe tehdidiyle veya darbe sonucu seçilmiştir cumhurbaşkanı. Yani dola-

yısıyla da bütün bu darbelerin, muhtıraların ve diğer siyasi krizlerin çoğunun cumhur­başkanı seçimi esnasında ortaya çıktığını biliyoruz.

Yukarıda izah ettiğimiz ağın tamamlanması için şimdi bir tek nokta kalmıştır. Bu nok­ta da toplumun kılcal damarlarına inmek meselesi. Yani vesayeti, toplumun bütün en alt birimine kadar nasıl taşıyabiliriz, kontrolü nasıl sağlayabiliriz meselesi. Burada da örnek olarak Mussolini’nin mesleki kuruluşlar yani meslek örgütleriyle ilgili fikri­ni, siyasi dizayn yöntemini taşımışlardır. Onu örnek alarak mesleki kuruluşları 1961 Anayasası’nda kamu kurumu statüsüne getirdiler. Onu da korumaya ve kollamaya al­dılar. Kastettiğimiz meslek odaları yani Mimarlar-Mühendisler Odası, TOBB, Tabipler Odası, KESK 1961 Anayasası’nda bir şekilde artık kamu kurumu niteliği kazandı. Bu bahsettiğim kurumlar devamla 82 Anayasası’ndan sonra genişletildi. 82 Anayasası’n­da diğer mesleki örgütler, diğer mesleki kuruluşlar da dâhil edildi. Toplum dediğiniz zaten meslek erbabı insanlardan oluşan bir yapı. Bunun içinde avukatı olan, doktoru olan, sendikaya bağlı işçisi olan, emeklisi olan, memuru olanlar mevcut. Bütün bun­ların hepsine bir şekilde ulaşılmış oldu. Bütün bu sendikalar, odalar, barolar, Tabipler Birliği vs üzerinden toplumun en kılcal damarlarına kadar bu vesayeti indirmeyi sağla­ma imkânı buldular. Bunları anayasal koruma statüsüne de aldılar. Bunlar, bunun içine alındığı andan itibaren de vesayetin taşıyıcıları oldular. Bu durum, bunu yaparak ger­çek sivil toplumun gelişmesini bir şekilde engellemiş olması açısından önemli. Çünkü gerçek sivil toplum, işin felsefesi, doğası gereği çoğulcu, özgürlükçü, bağımsız ve ruhu da daha muhaliftir. Bu türde bir sivil toplum yapısının, bu toplumda ortaya çıkması bu yolla geciktirilmiştir. Bu konuda ciddi bir başarı da elde ettiklerini kabul etmek gere­kir. Toplumun tamamı vesayet kurumlarının parçası hâline geldi ve bu vesayet rejimi bu kurumlar üzerinden sürdürüldü. Bütün bu darbelerde, muhtıralarda bu söz konusu meslek kuruluşları vesayet rejiminin devamı yönünde açıklamalar yaptılar, darbeleri, muhtıraları desteklediler. Bu da kaçınılmaz olarak bu ayrıcalıklı durumlarının ortadan kalkmaması için böyle bir duruşu sürdürmeyi zorunlu kıldı. Örnek verecek olursak, 27 Mayıs’ta Mimarlar-Mühendisler Odası bir bildiri kaleme almıştır. Bu bildiride 27 Ma- yıs’ı özlenilen hürriyeti getiren bir inkılap olarak nitelemişlerdir. Kahraman Türk or­dusuna ve idealist Türk gençliğine şükranlarını sunmaktan ve kendilerine verilecek her türlü göreve de hazır olduğunu bildirmekten imtina etmemişlerdir. 12 Mart sonrası da DİSK, muhtırayı ilk gün tamamen desteklemiş ve net bir şekilde “DİSK, Atatürk devrimlerinin ve anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında, geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar.” demiştir. 14 Mart’ta da Türk-İş Başkanlar Kurulu bir açıklama yapmış ve memleketimizin geleceği bakımından bir dönüm noktası teşkil eden muhtıra ve bu muhtıranın siyasal sonuç­larının benimsendiği yönünde bir görüş bildirmiştir. 12 Eylül’de TÜSİAD, TİSK, Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyeti, Odalar Birliği, Türkiye Barolar Birliği, Mimarlar-Mühendisler Odası Birliği, Türk-İş , Hak-İş kapatıldı ama bunlar ondan sonraki anayasa tekliflerinde, anayasa hazırlığında, temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının kısmen veya tamamen durdurulabilir yönünde görüş bildirmişlerdir. Burada TÜSİAD’ın da içinde bulunduğu bütün bu sivil toplum kuruluşlarının durumu bu. Bu sivil toplum ku­ruluşlarının tamamı 90-94 yılları arasında, yani yeni anayasa döneminde, 82 Anaya- sası’nın değiştirilmesi için çalışan yapılar içerisindedir. Bunların tamamı olağanüstü hâl kurumunun yeni anayasaya yerleştirilmesi, etkin ve işler hâle getirilmesi yönünde görüş bildirmişlerdir.

28 Şubat’ı, beşli çeteyi hepimiz biliyoruz. Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Türk-İş, TOBB, DİSK ve diğerleri, esnaf ve sanatkârlar içinde yine aynı şey devam etmiştir. Bu sendikaların bu yapılarla vesayetin devam etmesi için nasıl çalıştıklarını biliyoruz. Bu beşli çete, MGK kararlarını uygulama, izleme komitesi kurmuştur. 28 Şubat’ta da sivil toplumun hâli bu şekilde özetlenebilir.

27 Nisan muhtırasında da o dönemde Cumhuriyet mitingleri vardı ve bu mitingleri ADD, AKUT, Cumhuriyet Kadınları Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, DİSK, İstanbul Barosu, KESK vs gibi yapılar desteklemiştir. Bunlar işte darbeyi, muhtıraları destekleyen, vesayet rejiminin sürdürülebilmesi için canla başla çalışan tırnak içinde sivil toplum kuruluşları. Bu noktada 2. baronun kurulması gibi adımlar son derece önemli. Bir şekilde bunları aşma yolunda atılan önemli bir adım. Yeni anayasayla da umarız bunların üstündeki o statü kaldırılıp, artık gerçek sivil toplum örgütleriyle muhatap olabiliriz. Bu açıdan da bu kurumları vesayet rejiminin son kaleleri olarak adlandırıyorum. Cumhurbaşkanlığı artık onlar açısından bir kale değil. Bizatihi hükümetin doğrudan halk tarafından se­çilmesi zaten onlar için çok büyük bir kayıp oldu. O yüzden parlamenter sisteme geçişi hâlâ istiyorlar. Meslek odaları ve sivil toplum örgütleri bu açıdan onlar için çok değerli, çok kıymetli. Bu da sağlanırsa yani bu vesayet kırılırsa büyük devrim gerçekleşmiş olur.