Darbeler konusunda çok şey söyleniyor, çok şey söylüyoruz. Hatta çok şey yazıyoruz. Ben sadece darbelerle ilgili okuyucuları kısa bir zaman tünelinden geçirmek istiyorum.
Devletlerde devamlılık esastır diye genel bir kabul vardır. Aslında devlette devamlılık esasken, devleti meydana getiren konularda da devamlılık esastır. Kurumların bizatihi yaşanmış olayların mekanlara sirayet etmesi ve mekanların o olayları bize hatırlatması gibi işlevleri de vardır. İnsan ve mekân arasında bir geçişkenlik vardır. Darbeler bağlamında konuya bakarsak darbe ve mekân arasında da bir bağ görürüz. Dünyanın her yerinde darbelere rastlamak mümkündür ama çok nadir ülkelerde ise darbeler adeta bir gelenek veya kültürün parçası olur. Bunda elbette ülkelerin siyasi ve sosyal özellikleri de etkendir. Rejimleri demokrasi olmayan az gelişmiş toplumlarda darbelere siyasi hayatın parçasıdır. Demokratik rejimlerde, gelişmiş toplumlarda ise darbenin bir kültür bir alışkanlık veya bir beklentiye dönüşmesi çok çok nadir ülkelerde görülür. Bu ülkeler sınıfına giren ülkelerde biri de maalesef Türkiye Cumhuriyetidir. Bizde neden darbeler devamlı olmuştur, bir gelenek haline gelmiştir, adeta bir siyasi kültüre dönüşmüştür hatta onun da ötesinde 10 yılda bir olur hale gelmiştir ona bakmamız gerekir. Nitekim 15 Temmuz öncesinde artık Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır, herkes göğsünü gere gere özgüvenle darbeler dönemi bitmiştir diye noktayı koymuştu. Ama öyle olmadığını gördük. Herhâlde bunda sonra öyle olmayacağını da biliyoruz.
Bizde darbeler tarihi aslında cumhuriyetle, 27 Mayıs’la beraber başlamadı. Pek çok konuda olduğu gibi darbeler bahsinde de Osmanlı’dan gelen bir gelenek olduğunu görüyoruz. Osmanlı’dan gelen bu geleneği de ikiye ayırabiliriz; birincisi gelenek yeniçerilerin “istemezük” anlayışı ile ortaya çıkan padişahın hâl edilmesi yani tahttan indirilmesi veya öldürülmesi. Aslında bu çok gelenekçi bir yaklaşım. Bizim bugünkü darbe tanımını yaparken ilişkilendirdiğimiz nokta daha ziyade, İkinci Mahmut dönemi ile başlayan modern devlet ve modern devlete bağlı kurumların genişlerken yeni kurumların ihdas edilmesi, yeni insan kaynaklarının sisteme girmesi ve bu yeni durum zamanla bürokratik sınıfsal bir yapıya dönüşerek kendisini devletin üstünde görmesine neden olur. Bu yaklaşımda hükümdar artık sembolik bir hal alıyordu. Bürokrasi kendi içinde sınıfsal bir sistem kurarak kendi düzenini kendisi işletiyordu. Bu durum zaman zaman padişah ile sadaret ve bürokrasiyi karşı karşıya getiriyordu. Bunların ilki Sultan Mahmut döneminde kendini gösterse de asıl olarak Sultan Abdülaziz döneminde bunu en belirgin şekilde görüyoruz.
Klasik dönem Osmanlı yönetim şekli ilim erbabından oluşan ilmiye, eli silah tutan asker sınıftan oluşan seyfiye ve daha ziyade kalem işleriyle uğraşan bürokratik yapıyı ifade eden kalemiye diye üç sınıfa ayrılır. Modern devlete geçişle beraber özellikle yeniçerilerin ortadan kaldırılması ve modern orduya geçişle birlikte, bürokrasi tek bir çatı altında toplanmıştı. Osmanlı Bürokrasisi yüz elli yıldır duraklayan, gerileyen bir devletin padişah tarafından yönetimsel olarak eksiklerinin tamamlanması ve zamana uyum sağlaması amacıyla genişletilmiş bir kurumsal yapıydı. Bu yapı içerisinde çok önemli şahsiyetler yetişmiştir. Tanzimat’ın önemli isimlerini örnek olarak verebiliriz. Zamanla bürokrasinin gelişmesi ve kendi içinde bir gelenek oluşturmasıyla bürokratlar ile hükümdar arasında bir güç çatışması alanı oluştu. Tanzimat döneminde genişleyen Osmanlı bürokrasisi karşısında yetkileri sınırlanan padişah arasında ciddi bir çatışma olmadığı gibi bu dönemin devlet adamları ve bürokrasisi devletin çöküşünü yavaşlatmak için büyük gayretler sarf eder. Lakin bürokrasideki bu seçkinlik devam ettirilememiştir. Özellikle Sultan Abdülaziz döneminde ihtiras sahibi devlet adamlarının padişah ile karşı karşıya gelmesi bu örtülü meydan okumada genişleyen bu yeni sınıfın büyük kesimi padişahın karşında olmuştur. İlk modern darbe aslında Sultan Abdülaziz’e yapılmış ve Abdülaziz tahttan indirilmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde Osmanlı Devleti kara devletinden deniz devletine geçmiştir. Deniz devletine geçerken de Akdeniz’de ve Karadeniz’de mutlak hakimiyet olması gerekmektedir. Abdülaziz’e kadarki duraklama döneminde, dönemin tamamında denizlerde Ruslara karşı yenildik. Hiçbir zaferimiz yoktur. Ruslar o dönem Ege’de Çeşme Limanına kadar, Karadeniz’de Sinop’a kadar gelmiştir. Kırım’da Batılıların yardımıyla beraber Rusları geri püskürttük. Olayın dramatikliği bu noktada başlamaktadır. Osmanlı donanmasını dünyanın üçüncü büyük donanması haline getiren, deniz harp okullarının ve bahriye nazırlığının kurulmasında öncülük yapan Bahriye mekteplerini gerçek anlamda modern denizcilik ile buluşturan Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde Mektebi Bahriye öğrencilerinin rol almıştır. Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren ve sonrada onu öldüren anlayış nedir? Bürokrasinin egemenliğini elinde bulunduran Sadrazam Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ile arasında güç çatışmasına girebilecek derecede kendinde bir güven hissediyordu. Bunu nerden alıyordu? Bürokrasiden alıyordu. O bürokrasi Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmiştir. Dönemin fetva emini siz donanmadan haber verin ben size sayfa sayfa padişahın tahttan indirilmesi için hal fermanı yazarım. Bu darbe sadece padişahın tahttan indirilmesi ve öldürülmesi ile sonuçlanmadı. Bu siyasi cinayetin devlet hayata neden olduğu sebepler imparatorluğun yıkılışına kadar devam edecek bir zincirleme kazalara da sebebiyet vermiştir. Peki bu olayın sonrasında neler oldu? Osmanlı Devleti deniz devleti olma hüviyeti Sultan Abdülhamid’in tahta geçmesiyle tekrar kara devleti vasfına dönüştü. Deniz devletinden kara devletine dönerken denizlerdeki hakimiyet alanının tamamını İngilizlere terk etmek zorunda kaldık. Çünkü Osmanlı donanması siyasi darbenin merkezi olmuş tamamen politikleşmiştir. Abdülhamid böylesi bir donanma ile yoluna devam etmek istemeyerek uzun bir süre donanma adeta unutuldu.
Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlara karşı deniz kuvvetlerimizin hiçbir şey yapamayışı nedeniyle Akdeniz’de tamamen kabuğumuza çekilmek zorunda kaldık. Sultan Abdülhamid deniz devletinden kara devletine geçerken bunu bir tercih olarak mı kabul etmiştir? Hayır. Zorunluluk olarak görmüştür, çünkü Osmanlı Donanması bir padişahı tahttan indirmiş, öldürmüş ve başka bir yabancı ülke ile kendi denizlerindeki egemenlik alanlarında ortak politika belirler hale gelmiştir.
Sultan Abdülhamid bir hususu çok iyi fark etmiştir. Osmanlı Padişahları içinde modern dönemde, yani İkinci Mahmut sonrasında, en fazla yaver kullanan İkinci Abdülhamid’tir. 400’e yakın yaveri vardır. Hatta 400’den fazla olduğu da söyleniyor, peki neden? Osmanlı ordusunun ve bürokrasinin siyasete karışması karşısında padişah sarayında adeta Bab ı Ali’ye rakip kendi bürokrasisini yaverleri üzerinden inşa etmeye çalışmıştır. Mesela Arabistan’da isyan çıktığında ordu içinden komutan atamaktansa yaverlerinden seçtiklerini birliklerin komutasına getirir. Yaverlerinden seçtiği isimlerden birisi de Fatin Rüştü Zorlu’nun babası İbrahim Rüştü Paşa’dır. Akabede İngilizleri ilk bozguna uğratan İbrahim Rüştü Paşa’dır. Tesadüf mü? Sonrasında İbrahim Rüştü Paşa ittihatçılar tarafından sürgün edilmiş ve sürgünde ölmüştür. Mezarı da bugünkü sınırlarımız içinde değildir. Aynı sivil-asker bürokrasisi en nihayetinde Abdülhamid’i de tahttan indirmiştir.
Tüm bunlara bakıldığında Atatürk aslında bir şeyi idrak etmiştir; ordu ve siyaset kesinlikle birbirinden ayırt edilmesi gereken iki kurumdu. Bu iki kurumun kesinlikle birbiriyle geçişken olmaması gerektiğini fark etmiştir. Atatürk, cumhuriyetin temeline bu anlayışı koymuş ve altını çizmiştir. Ama 27 Mayıs gelmiş ve Atatürk’ün bu çizgisini silmiştir. Aslında Atatürk’ün cumhuriyet ile inşa ettiği ordu siyaset ilişkisini ortadan kaldıran anlayış, yine Atatürk’ün izinden gittiğini söyleyen askerler tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Demokrat Parti’ye, 27 Mayıs günü darbe gerçekleştiğinde darbeyi gerçekleştirenlerce Demokrat Parti ve özellikle de Celal Bayar ve Adnan Menderes için diktatör yakıştırılması yapılmıştır. Darbeciler o dönem için demokrasi dışı bir rejim arayışındadır. Darbecilerin ikinci cumhuriyetçiler gibi olma fikri vardı. O zamanda Fransa’da Charles de Gaulle gibi yeni siyasi oluşumları örnek göstermeye çalışmışlardır. Darbecilerin hükümeti itham ettiği hususlardan diğerleri yolsuzluk iddiaları ve Amerika ile olan ilişkilerdir. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu devlet bakanlığı ve dışişleri bakanlığı döneminde Amerika’ya yaptığı ziyaretlerden daha fazlasını Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreteri Kasım Gülek yapmıştır. Neredeyse ziyaretlerinin tamamında Amerika’nın en saygın Time Dergisinde kendisine yer verilmiştir. Gerek darbeci subaylar gerekse ana muhalefet partisi iktidarı Amerikancılıkla suçlarken kendileri demokrat partinin yolundan aynen devam etmiştir. Bu ilişkiler Demokrat Parti dönemindeki gibi Türkiye’nin menfaatine olmayacaktı. Nitekim Lozan’da kabul ettiğimiz Kıbrıs adasının İngiliz hakimiyetini, DP iktidarı döneminde özellikle de Fatin Rüştü Zorlu’nun büyük gayretleri sonucunda Amerika ile yürütülen ilişkiler ve ikna sonucunda Türklerden ve Rumlardan oluşan bağımsız bir Kıbrıs doğmuştur. 1876-1877 de terk ettiğimiz adaya tekrar Türk askeri çıkmıştır. 1965 yılında Kıbrıs’ta siyasi gerginliklerin arttığı kanlı Noellerin yaşandığı sırada dönemin başbakanı İsmet İnönü sessiz kalmak zorunda kalmıştır.
Bahsi geçen hususlar “Amerika da darbenin içindedir” anlayışı değildir. Böyle bir algıda oluşabilir ki böyle kabul gören genel bir anlayış da var. Buradaki yaklaşım daha çok 1959’un sonunda başlayan Ankara- Moskova’ya yakınlaşmasından kaynaklı 27 Mayıs Darbesi gerçekleşmiştir gibi bir anlayış vardır. Bu durumdan rahatsız oldukları için Amerikalılar darbenin perde arkasında yer aldı denmektedir. Son belgeler ışığında görünüyor ki Türkiye-SSCB arasındaki yakınlaşmadan 2 yıl önce yapılacak bir darbede Yassıada’nın kullanılması için haritalar hazırlanmış.
1958 yılında Yassıada’nın bir hapishane olarak planları çizilmiştir. Ayrıca darbecilerin ağzından edindiğimiz bilgilere göre ilk darbe teşekkülü 1955’te planlanmıştır. Darbecilerin söylemi, 1955’de darbe gerçekleştirildiği zaman gözaltına alınanları nerede tutacağız olmuştur. Sadece üç-beş kişi değil, Yassıada’da darbe sonrası 592 sanık tutulmuştur. Tutuklu bulunanlar, Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, milletvekilleri ve bürokratlardır. O kadar insanı güvenli bir şekilde bir arada tutmak için akıllarına Yassıada gelmiştir. Bunun için ilk çizim 1958’de harita olarak yapılmıştır. Haritada hapishaneler, mahkeme salonları şekillenmiştir.
Cuntacılar neden Yassıada’yı seçmişlerdir? ABD’de bir roman yayımlanmış ve çok meşhur olmuştur. Ünü ABD dışına çıkıp dünyada o kadar yayılmıştır ki, meşhur olmasının üzerinden 7 yıl geçtikten sonra da filmi de çekilmiştir. Film ilgi görmüş ve dünyanın en çok izlenen filmleri arasına girmiştir. Clint Eastwood’un başrol oynadığı “Alkatraz Kuşcusu” yani Alkadraz Hapishanesi, Amerika’nın en büyük şehirlerinden San Francisco’ya 2.5 km uzaklıkta bulunan adada yer almaktadır. Amerika’nın en cani suçlularının, Al Capone dahil, orada tutulduğu, hapsedildiği bir hapishanedir. Bu hapishane ile ilgili bir roman yazılmıştır. Romanı okuyanlar şunu farketmektedirler ki dünyanın en güvenli hapishanesi ancak bir adada olabilir, yani Yassıada.
Tarihsel olarak baktığımızda 1955’te romanın yayınlanması 1958’de Yassıada haritasının çizilmesi tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde bazen hiçbir şey tesadüf değildir. Her olayın bir sebep ve sonucu vardır. Bazı olayların birden fazla sebep ve sonucu vardır. Bunlardan biri de darbelerdir. Darbelerin birden fazla sebep ve sonucu vardır ki bunu ancak zaman ve belgeler ortaya çıkartır.
Onun için belirtmek isterim ki 15 Temmuz’la ilgili de zamanla ortaya daha çok bilgi, belge çıkacaktır. Bu belgeler, bilgiler çıktıkça meseleyi daha geniş açıdan görebileceğiz. Ancak görmemiz sorunu çözmemize yeterli midir? Bunun kararını millet verecektir…