TOPLUMUN ORTAK SORUMLULUĞU OLARAK DARBELERLE HESAPLAŞMA VE VESAYETLE MÜCADELE – Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş

0
67

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş – Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi

Giriş Yerine: Demokrasinin Naturası ve Darbeler

Askeri darbelerin, demokratik yönetim ile siyasal özgürlüklerin en ciddi düşmanlarından biri olduğu açıktır. Ancak darbelerin demokratik sistem üzerinde meydana getirdiği bundan daha önemli tahribat, her bir darbenin bir başkasına kapı aralamasıdır. Daha açık bir ifadeyle, her zaman oyunu kurallarına göre oynamanın gerekmeyebileceğini gösterir darbeler. Demokrasilerin başlıca özelliği, sürecin en başından en sonuna her aşamasının sınırlarını hukukun çizmesidir (Beriş, 2015: s. 85). Yönetilen durumundan çıkarak yönetici olmak isteyen herkes bunun için ne yapması, hangi yolları izlemesi gerektiğini bilir. Demokratik yönetimlerde seçimle gelinen kamusal görev ve pozisyonlar için herkese fırsat eşitliği tanıyan adil bir rekabet mekanizması işletilmeye çalışılır. Elbette demokrasinin uygulamadaki karşılığı her zaman siyasal ilkelerin yansıttığı türden ideal bir düzen oluşturmaz. Ancak alternatifi olan siyasal düzenleme ve mekanizmalarla karşılaştırıldığında demokrasi muhtemelen en iyi sistemdir. Bu durumun nedenini anlamak için üretilen cevap siyaset felsefesinin ilk çıktığı dönemlerden günümüzde kadar çok da değişmemiştir aslında.

İnsanların toplum halinde yaşamaya başlamalarıyla birlikte iktidar ilişkileri de doğar. Bu açıdan iktidar toplumsallaşmayla yaşıttır. Üstelik bu, aynı zamanda evrensel bir olgudur. Dünyanın her yerinde ve her zaman toplum hâline geçen insanlar, az sayıda yönetici tarafından yönetilirler. Bu süreç, aynı zamanda yöneticilerinin yetkilerinin nereye kadar uzanabileceğini sorgulama çabalarını içerir. Doğal olarak yöneticiler kendi alanlarını genişletmeye çalışırken insanlar özgürlüklerine mümkün olduğunca fazla yer açmak ister. Toplumun yöneticilerin, hayatlarının her aşamasına müdahale etmesinden ve özgürlüklerini sınırlandırmasından alıkoyacak yegâne unsur ise hukuktur. En başta belirlenen hukuk kurallarına tüm toplum üyeleri gibi yöneticilerin de uymayı kabul etmesi toplumu koruyacak başlıca unsurdur.

Diğer taraftan toplumsal düzenin korunması ve güvenliğin sağlanması için soyut hukuk kurallarının dışında gücün somutlaşacağı, insanları kurallara uymaya zorlayacak belirli araçlara, başka bir ifadeyle maddi güce de ihtiyaç vardır. Burada devletin silahlı unsurları devreye girer. Yani her devlet, düzeni sağlamak, yönettiği insanların özgürlüklerini ve güvenliklerini güvence altında tutmak için temel işi bu olan bir grup profesyonel görevli istihdam eder. Tam bu noktada siyaset felsefesinin en kadim sorularından biri devreye girer: “Peki koruyuculardan kim koruyacak?”

Romalı şair Iuvenalis’in bu sorusu, Platon’un ideal devletindeki koruyucular sınıfına gönderme yaparak toplumu korumakla görevli insanların ellerindeki gücü, iktidarı doğrudan kendi kontrollerine alacak şekilde kullanma risklerinin olduğunu anlatır. Zira Platon’un bizatihi kendisi, kurmaya çalıştığı bu mükemmel yapının sonunun, kendileri için en baştan belirlenen sınırların dışına çıkacak olan koruyuculardan geleceğini söylemiştir. Devletlerin büyümesi, dolayısıyla koruyucuların hem sayılarının çoğalması hem de profesyonelleşme düzeylerinin yükselmesiyle bu ihtimalin daha da arttığını söylemek yanlış değildir.

Modern devlet yapısının gelişmesi ve kurumsal yapısının büyümesiyle güvenlik işlevi de ikiye ayrılır. İlk olarak ülke içinde genel asayişi sağlayacak kolluk güçleri bulunur. İkinci ve daha büyük güvenlik unsuru ise ordulardır. Dış güvenlikten sorumlu olan ordular, kolluk birimlerine göre çok daha büyük bir güce hükmederler. Her şeyden kurumsal yapıları ve hiyerarşileri kolluktan daha gelişmiştir, bu açıdan diğer bürokratik mekanizmalarla ile kıyaslamazlar bile. Hiyerarşi doğrultusunda ilerleyen emir-komuta ilişkisi de devletin diğer kurumlarından çok daha nettir. Yukarıdan aşağıya doğru silsile halinde verilen emirlerin sorgulanmadan uygulanacağı bir sistem oluşturulmuştur. Askerler, görevlerinin gerektirdiği hallerin dışında üstlerinin baskıları nedeniyle veya cezalandırılma korkusundan dolayı onların istedikleri türden davranışlar da sergileyebilirler (Huntington, 2007: s. 121). Bunun yanında, ordunun yaptığı iş aslında belirli ölçülerde “siyasî” bir nitelik taşır. Dost ve düşman ayrımına dayalı bir görev alanı, kaçınılmaz şekilde diğer devletlerden hangileriyle, nasıl ve neden bir ilişki kurulacağının belirlenmesine dayanır. İlke olarak ordu, bu konularda teknik uzmanlığı doğrultusunda karar alıcılara bir tür danışmanlık da sunar. Ancak çoğunlukla politika belirleme sürecine etkide bulunma arayışının bulunduğu söylenebilir. Uluslararası ilişkiler alanına yansıyan faaliyetler ideolojik bir bakış açısının öne çıkmasını beraberinde getirebilir. Bunun yanında, iç düşman nosyonu da ordunun mücadele etmek zorunda kaldığı unsurlar arasına eklenebilir (Serra, 2011: s. 119). Dolayısıyla ordunun siyasete karışması için başvurulan gerekçeler de artmış olur.

Üstelik tüm bu süreçte ordu toplumun uzağında kalır. Bu durum, görevi gereği sürekli toplumla iç içe olan kolluğun aksine ordunun toplumsal dinamikleri gözden kaçırmasını beraberinde getirebilir. Toplumsal farklılaşma, aslında dünyanın hemen her yerinde ordu mensuplarının ayrıcalıklı konuma yükselmesine neden olur. Vatan için ölmeyi ve öldürmeyi göze alan insanların toplumun gözündeki saygınlıklarının da yüksek olduğu açıktır. Askerler kendilerini düzenin garantörü olarak görür ve sivil toplumun sahip olduklarından daha fazla değere dayandıklarını düşünür (Serra, 2011: s. 116). Dolayısıyla ordunun sistem içindeki gücünü belirli sınırlar içinde tutmak aslında tüm ülkeler için önemli bir sorun alanıdır. Bu anlamda, Juan J. Linz’in ifadesiyle “herhangi bir devletin, darbeye karşı, hele ordunun baskısıyla gerçekleşen bir hükümet değişikliğine karşı bağışık olduğunu söylemek tehlikelidir; ancak, şüphesiz silahlı kuvvetlerin siyasal liderliğe bağımlılıklarının devamı olasılığı bakımından, siyasal sistemler arasında büyük farklar vardır” (Linz, 2012: s. 222). Samuel Huntington da özellikle demokrasilerini konsolide edemeyen rejimlerde, eğer ordu, ülkenin dış güvenliğini sağlama amacına bağlı profesyonel bir topluluk haline getirilemezse askerî müdahale ihtimalinin her zaman var olacağının altını çizer (Huntington, 1996: s. 224). Ancak aşırı profesyonelleşmenin de orduyu iyice kapatma ve toplumla bağını azaltma ihtimalinin bulunduğuna dikkat çekilmelidir. Bu nedenle, profesyonelleşme derecesi kadar ordunun asker sayısı, askerlerin nitelikleri, eğitim süresi ile müfredatı, tayin ve terfi usulleri gibi hususlarda asıl belirleyici demokratik yollarla iş başına gelmiş yöneticiler olmalıdır.

Bunlara ek olarak dünyanın pek çok yerinde ordu mensuplarının kendilerine modernleştirici bir misyon atfettiği de görülür (Hale, 1996: s. 276). Türk modernleşmesi de en baştan itibaren askerî unsurlarla doğmuş ve gelişmiştir. Ordunun kendisi için biçtiği modernleştirici rol, aynı zamanda topluma duyulan güvensizlikle paralel gider. Toplumun geri kalanından farklılaşmış bir aydın grubunun gerekirse zorlayıcı yöntemler kullanarak kapsamlı bir dönüşüm projesi yürütmesi modernleşme anlayışının en önemli unsurlarından biridir. Böylesi bir proje ise demokrasiden uzaklaşılmasını adeta zorunlu kılar. Zira insanların çoğu, hayatlarını derin şekilde etkileyecek bu denli kapsamlı bir projeyi kabullenmekte istekli davranmaz. Burada, modernleştirici iradenin zorlayıcı yöntemleri devreye girer ve aslında son tahlilde yararlarına olduğu iddiasıyla tasarlanan proje baskıyla uygulamaya alınır.

Öte yandan demokrasinin ve hukuk devletinin gelişmiş olduğu ülkelerde askerler kaçınılmaz olarak kendi görev sınırlarına riayet etmek konusunda daha dikkatli olacaklardır. Bu durumun ilk nedeni, ülke içinde hâkim olan demokratik kültürün tüm toplum tarafından içselleştirilmesidir. Bir diğer neden devletin kurumsallaşma kapasitesidir. Böyle bir mekanizmada sistem içindeki tüm unsurlar somut görev alanlarını bilecek, bunun dışına çıkmadıkları gibi başkalarının da kendi alanlarına girmesine izin vermeyeceklerdir. Son olarak hukukî süreçlerin tam anlamıyla işlemesinden söz edilmelidir. Askerler, görev ve yetki alanlarının dışına çıktıklarında hukukî müeyyidelerle karşılaşacaklarını kesin olarak bilirlerse kurallara tam olarak uyacaklardır.

Elbette ordu-siyaset ilişkilerini düzenlemenin her yerde aynı olumlu sonuçları doğuracak tek bir yolu yoktur. Tüm bürokratik yapılanmalar gibi ordunun da sistem içindeki ağırlığını artırmaya çalışması doğaldır. Ayrıca bu durum, yalnızca demokrasisi yeterince gelişmeyen ülkelerle de sınırlı değildir. En gelişmiş demokrasilerde bile bu yönde çabalarla karşılaşılması muhtemeldir.  Askerlerin ulusal güvenlik üzerine odaklanan bakış açılarının ve bu kapsamda politika önceliklerinin sivillerden farklı olması kaçınılmaz bir olgudur. Buradan hareketle, hem siyasal kültürün hem de hukukî mekanizmaların sistemi kendi içinden gelen müdahalelere karşı koruyacak unsurlarla güçlendirilmesi gerekir.

Türkiye’de Darbelerin Tarihine Kısa Bakış

Türkiye’de ordunun geleneksel olarak siyaset üzerinde bir etkisi olduğu söylenir. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan modernleşme süreci büyük oranda askerî motiflidir. Bunun yanında aynı süreçte, askerî bürokrasinin sistem içinde etkisinin önemli ölçüde arttığı görülür. İttihat ve Terakki dönemi aslında bu sürecin doruk noktasına çıkmasını yansıtır. Kurtuluş Savaşının lider kadrosunun büyük oranda asker olması, savaş sonrası ilan edilen yeni rejimin de aynı kişilerin kontrolünde şekillenmesini sağlar. Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün bu konuda oldukça dikkatli bir strateji izlediği görülür. Mustafa Kemal Paşa, cumhurbaşkanı seçildikten sonra siyasal iktidarı tamamen kendi kontrolüne alır ve ordu da dâhil hiçbir kurum ya da kişinin bunun bir parçası olmasına izin vermez. Ordu, bu süreçte hayata geçirilen modernleşme süreçlerinin en önemli destekçisi durumundadır. Öyle ki reformlara karşı yükselen toplumsal muhalefet hareketleri ve ayaklanmalarda ordu rejimin koruyucusu olarak devreye girer. Atatürk sonrasında cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü’nün uzunca süreler “ikinci adam” durumunda bulunmasından ötürü ordu içinde önemli bir ağırlığı vardır. Zaten çok fazla tartışma yaşanmadan cumhurbaşkanı seçilmesini biraz da ordu içindeki bu ağırlığı sağlamıştır.

Çok partili hayata geçiş sürecinde iktidar değişikliği ordu içinde en başta çok ciddi bir etki yaratmaz. Uluslararası etkiyle alınan bu karar, muhtemel bir müdahale durumunda Batı dünyasıyla ilişkilerin kopması anlamına da gelecektir. Bu nedenle, askerlerin önemlice bir kısmı iktidar değişikliğine sıcak bakmasa da demokratik işleyişe dönük aktif bir müdahale gerçekleşmez. Ancak Kemalist bir endoktrinasyon sürecinden geçmiş olan askerlerin büyük kısmının bu değişiklikten fazla hoşnut olmadıkları kolayca tahmin edilebilir. Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelir gelmez ezanın yeniden Arapça okutulmasıyla başlayan din özgürlüklerinin genişletilmesi politikaları, laikliğe karşı adımlar olarak görülüp tepki çeker. Ancak askerleri darbeye yönelten asıl motivasyon kaynağı aslında Türkiye dışında yaşanan bir hadisedir.

Mısır’da 1952 yılında Cemal Abdünnasır öncülüğünde örgütlenen bir grup genç askerden oluşan Hür Subaylar Hareketi bir darbeyle yönetime el koyar. Cuntanın başına General Muhammed Necib getirilmesine rağmen aslında ülkenin yönetimi başında fiilen Nasır’ın olduğu Devrim Komuta Konseyi’nin elindedir. Ordu içinde genç subaylardan oluşan bir grup, siyasal istikrarsızlıktan yararlanarak iktidarı ellerine almış, meşruiyet zeminini güçlendirmek başlarına bir general getirmişlerdir. Mısır darbesi, DP iktidarından hoşnut olmayan Türk subaylar için de ilham kaynağı durumuna gelmiştir. Öyle ki 1950’lerde DP iktidarına karşı ordu içinde çok sayıda gizli örgütlenme olduğu bilinir. 1960 yılında ise en yükseği albay rütbesindeki bir grup subay yönetimi kendi ellerine alır. Kendisini Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak niteleyen grup içerisindeki liderlik sorunu da aynı Mısır’da olduğu gibi çözülür. Kısa bir süre önce emekli olan eski Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, gerçekleşmesinden sonra haberi olduğu darbe yönetiminin başına getirilir. Türkiye’nin darbelere dair makûs talihinin de bu dönemde başladığı söylenebilir. Gerçekten de 27 Mayıs darbesinin başarılı olması, zaten yeni kurumsallaşma aşamasında olan demokrasinin sürekli şekilde rafa kaldırılacağı bir darbeler döneminin başlamasına neden olmuştur.

27 Mayısçıların Mısır darbesini yapan Nasır cuntası ile benzerlikleri bununla da sınırlı kalmaz. Darbeci askerler, Mısır’da sosyo-ekonomik güçlerini artırmak için ticari şirketler yoluyla ekonomik faaliyetlere yönelirler (Cook, 2007: s. 111). Türkiye’de 1960 darbesinden sonra kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun da (OYAK) bu modelden ilham aldığı söylenebilir. Böylece “merkantalist militarizm” denebilecek bir anlayış ortaya çıkar (Parla, 2009: s. 201). OYAK’a tanınan hukukî ayrıcalıklar kısa sürede bu kuruluşun Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri durumuna gelmesini sağlamıştır.

Her darbenin bir başkasına zemin hazırlamasının Türk siyasal hayatındaki ilk önemli örneği, Talat Aydemir’in iki ayrı darbe girişimidir. En baştan itibaren DP’ye muhalif bir tavırla cunta eğilimleri içindeki subaylarla birlikte hareket eden, ama 1960 yılında yurt dışında görevli olan Aydemir, darbeye fiilen katılmadığı için Milli Birlik Komitesine alınmaz. Dönüşünde Kara Harp Okulu Komutanlığına atanan Aydemir, buradaki genç potansiyeli ve kendisi gibi cunta dışında kalan bazı subayların desteğini kullanarak 22 Şubat 1962’de yeni bir darbe girişiminde bulunur. Başarısız olacağının anlaşılmasıyla dönemin başbakanı İnönü’nün affedileceği güvencesini vermesinden sonra girişimini sonlandırır. Bir sene sonra yeniden aynı girişimde bulununca bu kez idamdan kurtulamaz. Ancak bu idam da ileride ortaya çıkacak darbeleri engelleyemeyecektir. Aynı dönemde, Aydemir’in dışında başka cunta girişimlerinin de ortaya çıktığı ve ordu üst kademesinin bu tür yeni girişimleri önlemek için Silahlı Kuvvetler Birliği’ni kurduğu görülür (Zürcher, 2018: s. 282).

27 Mayıs sisteminden sonra demokrasi henüz konsolide edilmeden 12 Mart 1971 tarihinde başka bir darbe girişimi, muhtıraya dönüştürülerek daha hafif şekilde atlatılır. Daha doğrusu bu olay sonunda hükümet işbaşından uzaklaştırılır, ancak parlamento kapatılmaz. 9 Mart günü ordu içinde sol eğilimli bir grup tarafından Yine hiyerarşi dışında bir darbe yapılacağını öğrenen Silahlı Kuvvetlerin üst komuta kademesi bu süreci kendi kontrolüne alır. Ancak sonuç yine demokratik yollarla işbaşına gelen hükümetin istifası ve ülke çapında sıkıyönetim ilanıdır. Hem en baştaki darbe girişimi hem de muhtıra artık demokratik sistemin dışarıdan müdahalelere oldukça açık olduğunun en açık göstergesidir. Bu süreçte, muhtıra metninin parlamentoda okunmasına yalnızca bir milletvekili karşı çıkar. Askerlerin hazırladığı muhtıra meclis kürsüsünden okunur, Demirel başbakanlığındaki hükümet istifa eder ve sivil siyaset bir kez daha mağlubiyeti kabullenir. Askerlerin zımnen onayladığı Nihat Erim başbakanlığında teknokratlardan oluşan bir hükümet göreve gelir. Buna benzer her bir gelişme, sivil siyasetin ordu karşısında yeni bir mevzi kaybetmesi anlamına gelir.

12 Mart Muhtırasının üzerinden daha on yıl bile geçmeden yaşanan 12 Eylül 1980 darbesi ise tamamen emir-komuta zinciri içinde gerçekleşir. Darbenin bütün ordunun katılımıyla yapılması, cunta tarafından bir anda tüm devlet mekanizmasının ele geçirilmesini beraberinde getirir. Üstelik darbeciler 27 Mayıs’ın aksine oldukça hazırlıklıdır. Ayrıca darbenin öncesindeki toplumsal şiddet olayları ve dönemde siyasete güvensizliğin had safhada olması halkın da yeni durumu sorgulamaksızın kabul etmesini sağlar. Böylece Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, parlamentoyu kapatarak iktidarı kendi ellerine alırlar. Üstelik bu sefer demokrasiye geçiş süreci de hayli uzamış ve üç yılı geçmiştir. Tıpkı 1960 sonrasında olduğu gibi yeni bir anayasa yapılan bir süreçte Milli Güvenlik Konseyi olarak adlandıran bir yapıyla darbeciler konumlarını da kalıcı hale getirirler. Hatta daha da bunun daha da ötesine geçilerek anayasaya darbecilere hukukî koruma sağlayan bir madde eklenir. Bunun yanında kimlerin siyasete geri dönebileceğine de yine darbeciler karar verir. Siyasete müdahalenin son aşaması seçimlerden hemen önce Evren’in eski asker olan Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) için oy istemesidir. Ancak bu istek ters teper, seçimlerden Turgut Özal’ın liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) galip ayrılır. Ancak demokrasiye geçiş süreci hiç de rahat geçmeyecek Özal sivil siyasetin alanını genişletmek için olağanüstü çaba harcayacaktır.

1997 yılında başlayan ve “postmodern darbe” şeklinde anılan 28 Şubat Süreci, aradan geçen uzun yıllara rağmen askerlerin siyaset üzerindeki etkilerinden vazgeçme niyetinden vazgeçmediklerini gösterir. Hükümetin işbaşından uzaklaştığı ve iktidarın ortağı Refah Partisi’nin kapatıldığı bu süreç çok sayıda siyasetçinin de “yasaklı” duruma düşmesini beraberinde getirmiştir. Aynı süreç, Türkiye’de dinî ve siyasî özgürlüklerin ciddi anlamda baskılanmasını beraberinde getirir. Üniversitelere girişte katsayı uygulamasından başörtüsü yasağına kadar kısıtlama toplum üzerinde ciddi etkiler meydana getirir. Ayrıca bu sürecin toplumda kutuplaşmayı tetikleyen ayrıştırıcı bir yüz de taşıdığı söylenebilir.

15 Temmuz 2016 günü ise ülke tarihinin en kanlı darbe girişimi yaşanmıştır. FETÖ’nün güdümünde hareket eden bazı askerler iktidarı değiştirmek için darbeye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a suikast girişimine kalkışır. Ancak bu sefer toplum, ne ülkeyi ne de kendi seçtiği yöneticilerini darbecilere teslim etme niyetindedir. Sokağa dökülen millet, direnme çağrısı yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı takip ederek darbecilere karşı koymuş ve yeni bir cunta yönetimine rızasının olmadığını göstermiştir. Nitekim akşam saatlerinde başlayan darbe girişiminin 16 Temmuz sabah saatlerinde tam anlamıyla bastırıldığı görülür. 251 emniyet görevlisi ve sivil vatandaşın şehit olduğu bu süreç, Türkiye’de demokrasiyi savunmak için kanla ödenen bedelin tarihidir. Ancak kaderin bir cilvesi olarak bir darbe girişimiyle hesaplaşmanın da en önemli örneği olmuştur. Kısa sürede başlatılan, bir kısmı halen devam eden bir kısmı ise sonuçlanan yargılamalar yalnızca kamu otoritesinin değil, sivil toplum örgütlerinin ve halkın da katılımıyla hukuk tarihimizin en önemli milatlarından biri olmuştur.

Darbe Sonrası Vesayet Sistemlerinin Kurulması

Her darbe yalnızca siyasete değil aynı zamanda toplumun ve bireylerin hayatına da müdahaledir. Darbeciler, adeta insanların ne şekilde yaşamaları gerektiğine, siyasal düşüncelerinin, dinî inançlarının nasıl şekilleneceğine karar verirler. Zaten her darbe, kendilerine toplumun üstünde bir akıl atfeden darbecilerin yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu yönündeki düşüncelerinin, başkaya bir ifadeyle toplumu “hizaya getirme” arayışlarının sonucudur. Demokrasi, doğası gereği, toplumdaki her türlü sesin duyulmasını sağlar. Siyasetçiler ise toplumsal destek elde edebilmek için farklı toplumsal kesimlerin beklentilerine cevap vermek zorundadır. Bu açıdan, siyasetçilerle bürokratların olaylara yönelik yaklaşımları her zaman paralel gitmeyebilir. Demokratik sistemlerin en temel özelliği bu noktada belirir: Politikalara ve bunların nasıl uygulanacağına karar verecek olan nihaî merci, halkın seçilmiş temsilcileri durumunda bulunan siyasetçiler olmalıdır. Zira siyasetçiler bu konuda halktan doğrudan yetki aldıkları gibi yine halka kendileri hesap verecektir. Yani işlerin istendiği gibi ilerlememesi ya da olumsuz sonuçlar doğurması durumunda bunun bedelini ödeyen siyasetçiler olacaktır. Bürokratların tek yükümlülüğü ise kendilerine verilen görevleri, hukuk kuralları çerçevesinde yerine getirmektedir. Dolayısıyla bunların halka doğrudan hesap verme yükümlülüğü bulunmaz. Oysa özellikle askerî bürokratların kendileri için çizilen bu sınırı benimsemek açısından yeterince istekli olmayabildikleri görülür. Bu konuda onlara güç veren, silah unsuru kadar içinde bulundukları örgütlü yapıdır. Bu noktada, darbenin kendisi kadar tehlikeli olgu ise sorasında yaşanan vesayetin kurumsallaşması sürecidir.

Öte yandan askerî darbe sonrası en önemli aşamalardan biri geri çekilme süreçleridir. Türkiye’de ise söz konusu geri çekilme süreci hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmemiştir. Başka bir ifadeyle, darbeciler, sistemin kendileri işbaşından uzaklaştıktan sonra bile kontrollerinde kalmasını sağlayacak, en azından kendi ideolojik anlayışlarının iktidarını kalıcı kılacak birtakım mekanizma ve düzenlemeleri de hayata geçirirler. Mesela 1961 Anayasası ile oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK)  sivil hükümetlerde üzerinde kurulan gözetim mekanizmasının en önemli araçlarından biri olur (Hale, 1996: s. 273). Hatta kurulun adının başlangıçta düşünüldüğü şekilde “savunma” değil “güvenlik” şeklinde belirlenmesi bile söz konusu müdahale anlayışının sınırlarını göstermesi bakımından anlamlıdır. Daha dar ve spesifik “savunma” yerine günlük hayatın farklı boyutlarına uzanan çok sayıda alanı kapsayacak “güvenlik” teriminin seçilmesi bilinçli bir tercihtir. Aynı dönemde, Genelkurmay Başkanının siyaset kurumu ve başbakan karşısında bağımsız hareket etmesini sağlayacak düzenlemeler hayata geçirilir (Bayramoğlu, 2009: s. 76). Böylece görünür ve görünmez ağlarla sistem üzerinde vesayet örülür.

Darbelerin kısa vadeli sonucu, meşru siyasi iktidarın işbaşından uzaklaştırılması ve yerine askerî cunta yönetiminin gelmesidir. Orta ve uzun vadeli etkiler ise toplumun askerî bakış açısını benimsemesi ve farkında olmadan kabullenmesini sağlayacak bir militerleştirme sürecinin işlemesidir. Militerleştirme, askerlikte geçerli kural ve uygulamaların toplum hayatına yerleşmesidir. Bir disiplin ve hiyerarşi mesleği olan askerlik, doğal olarak pek çok kural ve düzenlemeyi içerir. Üstten gelen talimatların sorgusuz şekilde uygulanması, kuralların eleştirilmemesi, düzenlemeler izin vermediği sürece inisiyatif kullanılmaması ve itaat kültürünün içselleştirilmesi gibi hususlar bu anlayışın somut tezahürü durumundadır. Bu davranış kalıplarının benimsenmesi kendiliğinden gelişecek bir süreç değildir. Küçük yaşlardan itibaren işleyecek bir doktrin aşılama süreci, bireylerin otorite tarafından dayatılan ve aslında daha az özgürlük kullanmalarını beraberinde getiren bu anlayışı içselleştirmelerine neden olur. Böylece askerlikte geçerli kurallar geniş toplumsal kesimlerin gündelik pratiklerine yansıyan bir hayat tarzı haline gelir (Belge, 2011: s. 150).

Buradan hareketle, darbelerin yalnızca siyasal iktidarı zorla değiştiren bir mekanizma olmadığı, toplumsal doku üzerinde de ciddi tahribatta bulunduğu söylenebilir. Demokrasinin çoğulcu mantığının aksine militarizm, tek tip bir insan idealinden yola çıkar. Demokratik yönetimlerin faydalarından biri insanlara baskıdan azat şekilde özgürce yaşama imkânı sunması, Alain Touraine’nin ifadesiyle insanın “olmak istediği kişiyle olduğu kişiyi birleştirmesi”dir (Touraine, 2000: 25). Oysa tüm vesayetçi yönetimler gibi askerî cuntalar da kişiyi kendi belirledikleri kalıplara hapseder. Toplumsal dinamikler göz ardı edilir ve insanların hayatı kendiliğinden bir akışa bırakılmaz.

Darbelerle Hesaplaşmak

Darbecilerin işini kolaylaştıran en önemli unsurlardan bir cezalandırılmayacaklarını bilmeleridir. Yukarıda da değinildiği gibi Talat Aydemir’i ikinci kez darbe yapmaya yönlendiren temel saik, başarısız olan ilk girişiminden sonra affedilmesidir mesela. Demokrasiye geçildikten sonra bile 27 Mayıs darbecilerinin yargılamasının gündeme gelmemesi daha sonraki darbeleri de kolaylaştırıcı bir etki meydana getirmiştir. Elbette bu durum, darbe tehdidinin demokratik siyasetin üzerinde kendisini sürekli hissettirmesiyle ilişkilidir. Hatta her bir darbe veya müdahale, askerlerin sistem içindeki rolünü tahkim eden bir nitelik taşır. 1960 darbesinin başına geçirilen Cemal Gürsel’den sonra üç cumhurbaşkanı da asker kökenlidir. Dolayısıyla eğer darbe sonrası, siyasetçiler ve kamuoyu tarafından kapsamlı bir muhasebeye girişilmezse sistem sürekli kendini üreten bir nitelik gösterir. Burada en önemli tehlikelerden biri ise darbecilerin sisteme yerleştirdikleri değerlerle ilkelerin toplumsal kesimler tarafından içselleştirilmesidir. Türkiye’nin darbe sonrası demokrasiye geçiş ve normalleşme bağlamında belirli bir tecrübesi olduğu açıktır.

Darbelerle hesaplaşmanın edebiyat eserlerinden sinema filmlerine, sözlü tarih çalışmalarından bilimsel araştırmalara kadar çok sayıda aracı vardır. Elbette tüm bu araçlar, maşerî vicdana hitap eden ve darbeleri insanların vicdanlarında mahkûm etme açısından oldukça yararlıdır. Sinema filmleri, belgeseller, romanlar, röportajlar ve bunlar gibi daha pek çok eser, darbenin etkilerinin toplumsal hafızada sürekli canlı kalmasını sağlar. Darbenin mağdurlarının tek tek hikâyeleri belki tüm demokratik sistemde ortaya çıkan sonuçların en hazin bir özeti durumunda olacaktır. Aynı durum, toplumun yeni bir darbe girişimine yönelik teyakkuzda olması ve gereğince tepki göstermesine yardımcı olacaktır. Ancak geçmişle hesaplaşmanın yalnızca bu alanla sınırlı kalmaması ve hukuk düzlemine yansıması gerekir. Bu kapsamda, ilk olarak darbecilerin çıkardıkları düzenlemelerin ayıklanması, bu süreçte olağanüstü usullerle oluşturulmuş mahkemeler tarafından yargılamaların iptal edilmesi ve masum oldukları anlaşılan insanlara itibarlarının iade edilmesi de önemlidir. Söz konusu sürecin en önemli faydalarından biri, darbenin sistemde yarattığı olumsuz izlerin silinmesi ve bundan sonra hayata geçirilmeye çalışılacak girişimlerin önünün en başta kesilmesidir.

Hesaplaşmanın başka bir unsuru ise sistemin içine yerleştirilen vesayetçi ve militarist bileşenlerin ortadan kaldırılmasıdır. Bu süreç, devletin yasama, yürütme ve yargı organlarının kendi içlerinde sergileyecekleri ayıklama çabalarına medyadan sivil topluma farklı kesimlerin destek vermeleriyle mümkün olur (Yılmaz, 2020). Ancak bunların tamamının ötesine geçen ve adaletin gerçekten tecelli etmesini sağlayacak olan durum, darbecilerin bağımsız mahkemeler karşısında hesap vermesinin sağlanmasıdır. Yargılamalar darbeyi toplum vicdanında mahkûm eden tüm diğer ögelerin hukuk düzenine yansımasıdır adeta. Mağdurlar başta olmak üzere tüm toplumda adaletin gerçekten tecelli ettiği düşüncesiyle manevî tatmin sağlayacak asıl unsur da yargılamalardır. Yukarıda değinildiği gibi eninde sonunda yargı karşısına çıkacağını bilmek darbe girişiminde bulunmanın en önemli caydırıcısı olacaktır. Zira tarihsel tecrübenin gösterdiği gibi darbelerden sonra demokratik sisteme dönülmesi ve olağan hukuk yollarının işlemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla darbeciler de iktidarları ne kadar sürerse sürsün normal hukuk düzenine geçilince yargılanacaklarını bildikleri takdirde siyasal alana girme konusunda çok daha ihtiyatlı davranacaktır.

12 Eylül darbecilerinin yargılanması, 2010 yılında yapılan referandum aracılığıyla Anayasadaki engelleyici hükümlerin kaldırılmasından sonra mümkün olmuştur. Söz konusu referandumla darbe sonrasından oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanamayacağını hükme bağlayan Anayasanın geçici 15. maddesi yürürlükten kaldırılır. Ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının hazırladığı iddianamenin kabul edilmesiyle Konseyin hayattaki iki üyesi Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve anayasa ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek” suçundan dava açılır. 2012 yılında başlayan dava sonucu, her iki sanık üzerlerine atılı suçlardan müebbet hapis cezasına çarptırılmış ve rütbeleri geri alınmıştır.  

Söz konusu yargılama, Evren ve Şahinkaya’nın oldukça ilerlemiş yaşta olmaları ve Yargıtay sürecinde hayatlarını kaybetmeleri nedeniyle sanıklar açısından bir sonuç doğurmasa da sembolik olarak önemli bir anlama sahiptir. Zira bu örnekle, aradan kaç yıl geçerse geçsin darbe suçunun cezalandırılacağı gösterilmiştir. Bundan sonra benzer girişimlere tevessül edilmemesi için bu yargılamaların ve mahkûmiyet kararlarının caydırıcı bir niteliğe sahip olduğu açıktır.

Aynı bağlamda bir başka yargılama 28 Şubat Sürecinin faillerine ilişkindir. Demokratik yollarla göreve gelen hükümeti işbaşından uzaklaştırmanın yanında pek çok insan hakları ihlaline kapı açan 28 Şubat yargılamaları 2018 yılı içinde sonuçlanmıştır. 12 Eylül yargılamalarına göre daha fazla sayıda aktörün yargılandığı davada toplam 21 sanık müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır. Ancak sanıkların ilerlemiş yaşları ve sağlık durumları göz önünde bulundurularak adli kontrol kapsamında serbest bırakılmaları hükme bağlanmıştır. 28 Şubat sürecinde uğranılan hak kayıplarını telafi edecek çok sayıda yasal düzenlemenin yapıldığı bilinir. Bu sürecin sorumluların cezalandırılmasıyla sonuçlandırılması geç de olsa adaletin yerini bulmasını sağlar.

Darbe yargılamaları açısından en kapsamlı örnek ise 15 Temmuz darbe girişiminde bulunan FETÖ mensuplarına ilişkin yargılamalardır. Darbenin bastırılmasından kısa süre sonra Türkiye’nin farklı yerlerinde başlayan yargılamalar, Türk Ceza Kanununun anayasal düzeni, yasama organını ve hükümeti cebir ve şiddet kullanarak ortadan kaldırmaya yönelik teşebbüsleri düzenleyen 309, 311, 312. maddeleri ekseninde ilerlemektedir.  15 Temmuz gecesi halkın sokağa dökülerek verdiği tepkinin yanı sıra darbe girişiminde bulunanların aldıkları cezalar da gelecekte bu tür eylemlere girişilmemesinin en önemli güvencesi durumundadır.

Burada tekrar belirtilmesi gerekirse darbelerle hesaplaşma topyekûn bir süreçtir. Bilimsel, edebî, sanatsal vb. çok sayıda faaliyet, hem darbe döneminde çekilen acıları ve mağduriyet hikâyelerini toplumsal hafızada diri tutmalı hem de demokratik kültürün yerleşmesini sağlamaya çalışmalıdır. Bu bakımdan, darbelerle hesaplaşma, yalnızca hukukçulara ait bir görev değildir, tüm toplumsal kesimlerin ortak sorumluluğu durumundadır.

Sonuç

Demokrasinin herkesin her türlü talebinin karşılanması gibi bir iddiası yoktur. Ancak en azından her türlü görüşün özgürce yarışması ve toplum tarafından en çok itibar edilenlerin belirli süreler için uygulanma imkânı bulması söz konusudur. Bu durumun ima ettiği hiçbir kişi ya da grubun fikirlerinin kendinden menkul nedenlerle diğerlerininkinden üstün görülemeyeceğidir. Her bir toplum üyesinin dünya görüşü, ideolojisi, inançları, kanaatleri ve tecrübeleri eşdeğerlidir. Buna karşılık, darbeci zihniyet kendi doğrularının toplumdaki herkesin doğrularının üstünde olduğu anlayışından beslenir. Bu bakımdan, demokrasiye karşı güvensizlik duyulması darbecilerin ortak özelliğidir. Dolayısıyla darbe sonrası süreç, sistem üzerinde bir vesayet ağının kurulmasını beraberinde getirir. Gerek oluşturulan kurumlar gerekse hazırlanan düzenlemelerle toplum üzerindeki kontrol sürekli kılınmaya çalışılır. Tüm bu süreç, topluma ve seçilmiş siyasetçilere duyulan güvensizlikten beslenir.

Tekrar altını çizmek gerekirse demokrasilerin her türlü toplumsal sorunu çözmesi veya tüm insanların beklentilerine aynı anda cevap vermesi gibi bir durum mümkün değildir. Demokrasi, farkı görüş ve alternatiflerin yarışması için bir ortam sağlar. Toplumun tüm üyeleri de beraber hareket ettikleri ya da aynı düşünceyi paylaştıkları grupların büyüklüğüne göre bu süreçten pay alırlar. Önemli olan gerekli koşulları taşıdığı takdirde en küçük grupların bile belirli ölçülerde kendi amaçlarına ulaşabilecek olmasıdır. Oysa vesayet kurumları, sistemi tek bir rengi göstererek ya da tek bir sesi duyuracak şekilde kapatır. Bunlar toplumun zenginlikleri olan farklı yönlerini ortadan kaldırmayı ve kendi doğrularını tüm topluma dayatmayı amaçlar. Böylece tüm kurumsal mekanizmalar belirli bir toplumsal kesimin maddi ve manevi çıkarlarını hayata geçirecek şekilde örgütlenir.

Darbelerin ilk etkisi meşru siyasal iktidarın yönetme hakkını gasp etmektir. Bu elbette başlı başına hukuk dışı bir durumdur. Ama en az bunun kadar önemli bir sorun, sistemin her yerine vesayet kurumlarının yerleştirilmesi ve toplumun militarize edilmesidir. Türkiye örneğinde geçmişte sıkça yaşandığı gibi, demokrasiye geçiş sürecinin ardından seçim yoluyla iktidar yeniden seçilmiş siyasetçilere geçebilir. Ancak bu durum siyasetçilerin tam anlamıyla muktedir olması sonucunu doğurmaz. Sistemin içine yerleşmiş olan vesayet mekanizmalarıyla düzenlemeleri, demokrasinin gerçekten hayata geçmesini engeller. Bunlar adeta sistemin her yerine yerleştirilmiş mayın tarlalarıdır. Seçilmiş siyasetçi, mayına basmamak için ihtiyatlı hareket etmek zorunda hissettikçe belirli bir cendereye girecektir. Dahası militarize edilmiş bir toplumsal yapı, demokratik değerlerle ilkelerin uygulanmamasını kendince haklılaştıran bir anlayış geliştirir. Böylece en temel hak ve özgürlük talepleri bile toplumsal meşruluğunu yitirebilir.

Vesayetle baş etmenin en iyi yolu, daha en başta kurulmasına hiç izin vermemektir. Bu açıdan, demokrasinin konsolidasyonu yolunda çabalardan vazgeçilmemesi önem taşır. Ayrıca sistem içindeki geçmişten kalan ve belki çoğu insanın farkında bile olmadığı vesayet unsurlarının ayıklanması için hukukî düzenlemeler yapılmaya devam edilmelidir. Oldukça yakın bir tarihte gerçekleşen 15 Temmuz tecrübesinin de gösterdiği gibi askerî darbe, hâlâ millet iradesini ve demokratik yönetimi ortadan kaldırabilecek muhtemel tehditlerden biridir. Buna karşılık, 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimine karşı toplumun geniş kesimlerinin gösterdiği tepki, aynı zamanda darbecilerin hukuk karşısına çıkarılması, böylece meşru hükümeti devirmeye çalışmanın bir bedelinin olduğunun anlaşılması Türkiye’de demokrasinin kalıcı kılınması ve güçlenmesi için en umut verici göstergelerden biri olarak kabul edilebilir.

Kaynaklar

Balcı, Ali (2011). Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi. Ankara: Orient Yayınları.

Bayramoğlu, Ali (2009). “Asker ve Siyaset”. Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu. Der. Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu. 4. Baskı. İstanbul: Iletişim Yayınları, ss. 59-118.

Belge, Murat (2011). Militarist Modernleşme: Almanya, Japonya ve Türkiye. İstanbul: İletişim Yayınları.

Beriş, Hamit Emrah (2015). Siyasal Düzenin Sınırları: Demokrasi, Demokratikleşme ve Katılımcı Siyaset. İstanbul: Tezkire Yayınları.

Cook, Steven A. (2007), Ruling but not Governing: The Military and Political Government in Egypt, Algeria and Turkey. Baltimore: Johns Hopkins University Press.

Hale, William (1996). 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset. Çev. Ahmet Fethi. İstanbul: Hil Yayınları.

Huntington, Samuel P. (1996), Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratikleşme, çev. Ergun Özbudun, Ankara: Yetkin Yayınları.

Huntington, Samuel P. (2007), Asker ve Devlet: Sivil-Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, çev. K. Uğur Kızılaslan, İstanbul: Salyangoz Yayınları.

Linz, Juan J. (2012), Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev. Ergun Özbudun, Ankara: Liberte Yayınları.

Parla, Taha (2009). “Türkiye’de Merkantalist Militarizm: 1960-1998”. Bir Zümre, Bir Parti: Türkiye’de Ordu. Der. Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu. 4. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 201-223.

Serra, Narcis (2011), Demokratikleşme Sürecinde Ordu: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler, İstanbul: İletişim Yayınları.

Touraine, Alain (2000), Demokrasi Nedir?, çev. Olcay Kunal. 2. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Yılmaz, Murat (2020). “Yargı Dışındaki Aktörler Neler Yapabilir? Darbelerle Hesaplaşma”. Star Açık Görüş, 18.09.2020

Zürcher, Erik Jan (2018). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. çev. Yasemin Saner. Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 4. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları.


* Prof. Dr. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi.