Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali
*Bu yazı, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali tarafından hazırlanan ve Şubat 2022’de yayımlanan Darağacındaki İstiklal Madalyası – 27 Mayıs Darbesi kitabında yer aldı.
DOSYA 1960/1
YÜKSEK ADÂLET DÎVÂNI BAŞKANLIĞINA
[sayfa 36/1]
E. 491 SAYILI VE 20 NİSAN 1924 TARİHLİ TEŞKİLÂTI ESASİYE KANUNUMUZUN 17 NCİ MADDESİ MUVACEHESİNDE DURUM:
İşlendiği iddia olunan suçun ikaı zamanında, mezkûr 17. madde kemaliyle mer›iyette idi. Gerçi 12.6.1960 tarih ve 1 No. lu Geçici Kanun, 24 üncü maddesiyle 17. maddeyi de yürürlükten kaldırmıştır; ancak Geçici Kanun 27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir (Mad. 26); bu itibarla, eğer varsa, suçun ikaı tarihlerinde eski 17. maddenin mer›i ve muteber olduğunda şek ve şüphe olamaz.
17. Madde iki kaideli bir sistemi, teşriî masuniyet sistemini tanzim etmiştir. Birbiriyle karıştırılmaması iktiza eden ve hattâ birçok Anasayalarda, bizim 1876 Kanunu Esasisinde olduğu gibi ayrı maddelerde ifade edilmiş bulunan bu iki kaide:
1) Mebus Meclisteki rey ve mütalâasından gayrimes’uldür;
2) Mebus Meclis dışında herkes gibi mes’uldür, ancak bazı kayıt ve şartlar altında bu mes’uliyet tecil olunur;
kaideleri olup, birincisine umumî, daimî ve istisnasız bir mes’uliyetsizlik mânasına ‘mutlak masuniyet’ veya ‘sorumsuzluk’, İkincisine de mes’uliyetin başka bir zamana taliki mânasına ‘muvakkat masuniyet’ yahut ‘dokunulmazlık’ denir.
Teşriî mesuliyetsizlik (İrresponsabilite Parlementaire) de tesmiye olunan mutlak masuniyet müessesesi, mebusların, vicdanî kanaatlerine ve akıllarının erdiğine göre teşriî faaliyetlerini, her türlü endişe ve tazyikten âri olarak yürütebilmeleri için kendilerine tanınmış ve onları, rey ve beyanlarından ötürü, gerek hükümetçe ve gerekse eşhas tarafından yapılacak cezaî ve hukukî takibata karşı korumak maksadiyle tesis olunmuş bir esas teşkilât müessesesi ve kanunî himaye sistemidir. Mahiyet ve muhtevası itibariyle, mebusun Meclis dahilindeki suç veya haksız fiil teşkil ve rey ve beyan suretinde tezahür eden ef’alinden dolayı hiçbir zaman cezaî veya hukukî takibat yapılamamasını ifade eder.
Menşei İngiltere olan bu müessese XVIII asır sonlarında Fransa’ya intikal etmiş, Fransa kanaliyle Avrupa memleketlerine yayılmış ve bu meyanda 1876 Kanunu Esasisi ile de memleketimize girmiştir. Ancak 1924 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzda yer alan sorumsuzluk müessesesi, İngiliz, Fransız sistemlerine nazaran, Fransa’da “Meclis dahilinde” takyidi bulunmaması müstesna, daha şümullü ve geniştir. İstitraten hemen kaydediverelim, buna rağmen misalleriyle izah edildiği gibi, garbın zikrettiğimiz bu demokratik memleketlerinde sorumsuzluk, çok geniş, âm ve şamil bir anlayışla ifade oluna gelmiştir.
[sayfa 36/2] Yukarda nakledilen İngiliz, Fransız Anayasalarının sorumsuzluğa mütedair ahkâmıyla 17. maddenin 1. fıkrası hükmünün mukayeseli tetkikinden anlaşılacağı üzere 1924 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzun teşriî mes’uliyetsizlik hakkındaki hükmü çok daha geniş bir mâna ve mahiyet taşımaktadır. Çünkü bizim maddemizde İngiliz Anayasasından farklı olarak reyin de ademi mes’uliyet şümulüne dahil olduğu tasrih edildiği gibi, hattâ Meclisteki rey ve beyandan mes’uliyetsizlik, Fransız Anayasasının aksine “vazifenin ifası zımnında, görevin yapılması sırasında” gibi kayıtlarla takyit edilmemiş ve cümlenin sonunda her türlü tereddüdü bertaraf eden bir katiyetle “mes’ul değildir” ibaresi kullanılmıştır.
23 Mayıs 1949 tarihli Alman Federal Cumhuriyeti Anayasasının sorumsuzluk ve dokunulmazlığa dair hükümleri müdafaamız bakımından pek büyük ve hususi bir ehemmiyet arzetmektedir. Zira bu hükümler mebusların Parlâmentoda, esas teşkilât nizamına tecavüz kastıyla dahi olsa verdikleri rey ve serdettikleri beyan ve mütalâadan ötürü mesul olmadığının, teşriî mesuliyetsizliğin böyle gelmiş bir mâna taşıdığının delilidir.
Bu Anayasanın 46 ncı maddesinin (1) 1 inci fıkrası sorumsuzluk müessesesini tanzim ediyor ve diyor ki:
Madde 46/1:
“Milletvekilleri Federal Parlâmento veya onun komisyonlarında vermiş oldukları oylar veya sarfettikleri sözler dolayısiyle hiçbir zaman adlî veya inzibatî takibata maruz bırakılmaz. Aynen, bunlar hakkında, Parlâmento haricinde hesap vermeğe çağrılmaz. Bu hükümler hakaret ve sövmeye tatbik edilmez.”
Bu hükümle Alman kanunu vazıı, sorumsuzluk müessesesini çok geniş tutmuş, ancak hakaret ve sövmeyi, yalnız ve yalnız bunu, sorumsuzluğun dışında bırakmak istediği içindir ki, bu yolda tecelli eden iradesini tek ve münhasır bir istisna vaz’etmek suretiyle açıkça izhar eylemiştir.
Birinci fıkrasında, böylece teşriî mes’uliyetsizliği derpiş eden 46. madde, 2,3 ve 4. fıkralarında da dokunulmazlığı ele alıyor. Dokunulmazlık dâvamızla ilgili olmamakla beraber, yapılacak tahlil ve varılacak neticenin zihinlerde tebellürü için, bu fıkraları da aynen nakletmek mecburiyetindeyiz.
Madde 46/2:
“Meşhut suç ve fiilî takip eden günde yakalanmaları hali müstesna, Milletvekilleri, Federal Parlâmentonun izni olmaksızın cezaya müstelzim fiillerinden dolayı takibata maruz bırakılamaz veya tevkif edilemez.”
Madde 46/3:
“Bundan maada Milletvekillerinin şahsi hürriyetine karşı143 [sayfa 36/3] ittihaz edilecek sair her nevi kısıntı ve haklarında 18. maddede derpiş olunan usulün tatbiki için de Parlâmentonun izni lâzımdır.”
Madde 46/4:
“Bir Milletvekiline karşı girişilen her cezaî kovuşturma ve 18. maddeye istinaden hakkında tatbik edilecek her nevi muamele, her tutma ve şahsi hürriyetine vuku bulacak her nevi kısıntı Federal Parlâmentonun talebi üzerine durdurulur.”
Naklettiğimiz 3 ve 4. fıkralarda atıf yapılan Anayasanın 18 inci maddesinde144 (2) Alman kanun vazıı, müesses esas teşkilât nizamı aleyhine teşebbüs maksadına matuf temel hak ve hürriyet suiistimalini önlemek istemiş ve şu hükmü sevketmiştir:
Madde 18:
“Her kim ki hür ve demokratik Anayasa düzenine tecavüz etmek için fikirlerin ifadesi hürriyetini, bahusus basın hürriyetini (Mad. 5, F. 1), eğitim hürriyetini (Mad. 5, F. 3), toplanma hürriyetini (Mad. 8), dernek kurma hürriyetini (Mad. 9), posta, telgraf, telefon muhaberatının gizliliğini (Mad. 10), mülkiyet hakkını (Mad. 14), veya sığınma hakkını (Mad. 16, F. 2) kötüye kullanırsa bu temel hakları kaybeder. Hakkın kaybına ve bu kaybın şümulüne Federal Anayasa Mahkemesi karar verir.”
İmdi, Federal Alman Anayasasının 46 ve 18. maddeleri gösteriyor ki, Nazi rejiminin ıstırabını çekmiş ve bu itibarla kurduğu demokratik nizamı korumak hususunda çok hassas ve titiz olan bir milletin Anayasasına göre, hür ve demokratik esas teşkilât nizamına tecavüz kasdiyle dahi olsa, mebus Parlâmentoda verdiği rey ve sarfettiği sözden dolayı, değil Ceza Kanununun müeyyidelerine, bu mütecavizane fikirlerini izhar hürriyetini kaybetmek müeyyidesine bile maruz değildir. Çünkü 18.madde, yalnız dokunulmazlık mevzuubahis olan hallerde, bir başka deyişle, mebusun esasî nizama karşı tecavüz mahiyeti taşıyan rey ve beyan izharı Parlâmento dışında vaki olmuş ise, kabili tatbiktir.
O takdirde dahi Parlâmentonun izni şarttır.
Bu netice, bizim mantığımızla vardığımız netice olsaydı kabili münakaşadır denilebilirdi. Ama, Federal Anayasanın şekli tatbikine dair Alman Esas Teşkilât Hukuku otoritelerinin müşterek eseri Bon Şerhi’nde Alman hukuk âlimleri de aynı neticeye varmışlardır. Bakınız, Bon Şerhinde bu büyük hukukçular teşriî sorumsuzluğa temasla ne diyorlar:
“Mebusun sorumsuzluğu reyinde ve fikrinin izharında [sayfa 36/4] bahis mevzuudur. Başkalarının iradesini tesir altında bırakmağa matuf fikir izharları da sorumsuzluk şümulüne girer. Hattâ meselâ bu fikir izharları, kanunlara karşı itaatsizliği teşvik, sınıf mücadelelerini tahrik vesaire gibi suçları teşkil etseler bile, yine sorumsuzluk (hareket ve sövme hali hariç) mutlaktır.”(145)
Kanunlara karşı itaatsizliği teşvik, hele sınıf mücadelelerini tahrikin Anayasa düzeniyle telif edilemiyeceği aşikârdır ama, ne yapalım ki Bon Şerhinin şarihleri, hakaret ve sövme müstesna, teşriî sorumsuzluğun mutlak olduğu fetvasını veriyorlar. Zaten Alman Esas Teşkilât Kanununun sistematiği de aynı neticeye götürmekte, 46.maddenin sorumsuzluğa mütaallik 1. fıkrasında yalnız hakaret ve sövme istisna edildiği halde, Bon Şerhinde de sarahaten işaret edildiği veçhile, ancak dokunulmazlığa taallûk eden 2, 3 ve 4. fıkralarda hakkın suiistimalinden münbahis 18. maddenin tatbikine cevaz verilmektedir.
Alman Anayasası bahsinde maruzatımızı bitirmeden beynelmilel şöhreti haiz hukukçu Anschutz’un da Bon Şerhi şarihleri ile hemfikir olduğunu söylemeden geçemiyeceğiz. Anschutz, Devlet Anayasası (Reichsverfassung) adlı eserinin 207.sayfasında, sorumsuzluğun cezaî mes’uliyeti kaldırdığını, Federal Anayasanın 46.maddenin 1. fıkrasında sorumsuzluğun, 2, 3 ve 4. fıkralarında ise dokunulmazlığın derpiş olunduğunu açıkça göstermiştir. 18. maddedeki, suiistimali halinde temel haklardan mahrum bırakılmak müeyyidesinin, diğer cezaî müeyyidelerle beraber, mutlak olan sorumsuzluğa bir hudut koymadığı, mutlak vasfını bertaraf etmediği, sadece dokunulmazlığa taallûk ettiği Anschutz’un mütalâasiyle de müeyyettir. Kısaca mebus, Parlâmentodaki rey ve beyanında hudutsuz bir serbestiye sahiptir. Bunun da sebebi, keza Bon Şerhinde ifade edildiğine göre146 Federal Anayasanın 38. maddesinde yer alan, “Mebusun, mebusluğu müddetince yalnız vicdanına tabi olacağı” prensibidir.
Şurası da şayanı dikkattir ki, 1924 Teşkilâtı Esasiye Kanunu Lâyihasını hazırlayan Kanunu Esasi Encümeninin teklifinde sorumsuzluk, Kanun metnindekinden de geniş tutulmuştu. Teklifte aynen:
“Hiçbir mebus Meclis dahilinde ve haricindeki rey ve mütalâasından dolayı mes’ul olamaz.”
denilmişti. Fakat, Heyeti Umumiyedeki müzakere sırasında Meclis haricindeki mes’uliyetsizlik, mebusun Meclisteki rey ve mütalâasının ve beyanatının Meclis haricinde irat ve izharına inhisar ettirilmiş, ancak Meclisteki rey ve mütalâas[sayfa 36/5]ından dolayı ademi mes›uliyet teklifi hiçbir itirazla karşılaşmadan ve tasvipkâr mütalâalarla teyid edilerek kanunlaşmıştı.(147)
Müessesenin doğup geliştiği memleketlerin ve memleketimizin hukuk otoriteleri ademi mes’uliyetin mutlak mahiyeti hakkında hemfikirdirler. Burada, hukuk âleminde esasen mahlûl olan bu meselede Yüksek Mahkemeyi fazla işgal etmiş olmamak için bir misal daha vermekle iktifa edeceğiz.
Fransız Ceza Hukuku otoritelerinden Charles Chouckroun Ceza İlmi ve Mukayeseli Ceza Hukuku Mecmuasının 1959 senesi Ocak-Mart nüshasının 31. sayfasında148 teşriî mesuliyetsizliğin vatan hiyanetine şâmil olduğunu apaçık ifade etmiş ve Chouckroun tarafından mezkûr mecmuaya yazılan Muafiyet isimli makaledeki teşriî muafiyete dair bu beyan, Siyasal Bilgiler Fakültesi Kütüphanesinin B. 1171 sayısında kayıtlı, Metin Kıratlıya ait Parlamanter Muafiyetler başlıklı doktora tezinin 71. sayfasında şu suretle nakledilmiştir.
“Fransa’da sorumsuzluk sadece kürsüde söylenen hakaret ve sövmelere değil, sözle veya oyla ika edilen cürümlere, meselâ ihanete de şâmildir.”
Kanun metinlerinde tereddüt ve ihtilâfa yer vermeyen bir vuzuh ve sarahatle vaz’edilmiş ademi mes’uliyet müessesesini, ilk nazarda, daha dar ve bir takım kayıt ve şartla telâkkiye mütemayil görünen Prof. Duguit ve Ord. Prof. Başgil gibi müellifler dahi, mebusun, Meclisteki rey ve beyanından mes’ul olmadığını kabul, ancak bu rey ve beyana inzimam eden ve rey ve beyanın hakikî saik ve maksadını teşkil ile, suç olan fiilleri varsa, bundan dolayı, yalnız ve yalnız fiillerinden dolayı mes’uliyetini iddia etmişlerdir. Bu müelliflere göre, meselâ bir mebus, Mecliste müzakere olunan bir imtiyaz mukavelesi hakkında lehte veya aleyhte rey vermek için rüşvet almış ve bu suretle satılmış rey kullanmışsa, verdiği reyden dolayı sorumsuzluğu devam etmekle beraber, munzam ve memnu fiilinden, yani irtikâbından dolayı mes’ul olmalıdır.(149)
17. maddenin ilk fıkrasındaki mutlak masuniyet o kadar geniştir ki, Milletvekilleri Meclisteki rey, mütalâa ve beyanlarının Meclis haricindeki irat ve izharından dolayı dahi mes’ul değildirler.
Keza, mebusların, rey, mütalâa ve beyanda bulunurken ifadelerine kuvvet vermek, noktainazarlarını takviye ve müdafaa etmek için müracaat edebilecekleri hareketlerinden dolayı da mutlak masuniyetleri vardır.150 Filhakika, dünya Parlâmentolarında, maddî hareketler şeklinde tecelli eden sevinç, teessür veya kuvvet tezahürleri ara sıra görülen ve işitilen hâdiselerdir ve bu kabil hareketlere Meclis Dahilî Nizamnamelerinde derpiş edilen inzibatî cezalar dışında ceza müeyyideleri tatbik olunmaz.
[sayfa 36/6| Acaba, mutlak masuniyetten istifade edebilmek için, rey, beyan ve mütalâanın teşriî vazife ile alâkalı olması şart mıdır?
Bu sualimizin cevabını biz vermiyelim de, sözü iki profesöre, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku kürsüsünde Ord. Prof. Sulhi Dönmezer ve Prof. Sahir Erman’a bırakalım.
Adı geçen müellifler; Nazarî ve Ticarî Ceza Hukuku adını taşıyan telif eserlerinin 1 inci cildinin 247. sayfasında diyorlar ki:
“Aşağıda izah olunacak mahallerde yapılan ve rey, mütalâa ve beyan şeklinde ifade edilen hususların teşriî vazife ile doğrudan doğruya veya dolayısiyle alâkalı olup olmadığı veya teşriî vazife ile alâkasının hiç bulunmadığı gibi tefrikler yapılamaz. Mebus tarafından, aşağıda izah edilecek mahallerde dermeyan edilen rey, mütalâa ve beyanlar, ne olursa olsun teşriî vazife ile alâkalı kabul edilmek lâzım gelir; aksi tarzda yapılacak bir tefrik mutlak masuniyet müessesesinin tekabül eylediği maksat ile kabili telif olamaz… 17. maddenin gerek maksadı ve gerek mutlak ifadesi aksi tarzda bir görüşün kabulüne manidir.”
Sorumsuzlukla ilgili meselelerden biri de, 17. maddenin dâvamıza mütaallik fıkrasındaki “Meclis dahilinde” ibaresinden hangi mahallerin anlaşılması lâzım geldiği problemidir. Meclis Dahilî Nizamnamesinin 214. maddesinin
“Meclise silâhla girilemez” hükmünden Meclis müştemilâtına silâhla girilebileceği neticesi çıkarılamıyacağına, aynı Nizamnamenin 188. maddesindeki “Meclis binaları ve müştemilâtı dahilinde” memnu bir fiil irtikâp eden mebuslar hakkında ne muamele yapılacağına dair hükmün dahi müştemilâtı Meclisten saymasına ve nihayet mes’uliyetsizliği, mebusun Meclisteki rey ve mütalâasının ve beyanatının Meclis haricinde irat ve izharına da teşmil eden Teşkilâtı Esasiye Kanunu (Mad. 17/1) muvacehesinde aynı fıkrada “Meclis dahili” tabirinin dar mânada kullanıldığını düşünmeğe mantıkan imkân bulunmamasına göre, bu tabiri mutlak masuniyet müessesesinin mâna ve muhtevasına uygun olarak geniş şekilde anlamak lüzumu aşikârdır. Binaenaleyh, Meclis binası içinde olan her mahal, bu meyanda Meclis müzakere salonları, komisyonlar hep Meclis dahilidir. Ve yine, Parti Meclis Grupları da Meclis Dahilî Nizamnamesinin 22. maddesinin 4. fıkrası gereğince Meclis dahili sayılmak iktiza eder. Çünkü adı geçen fıkra:
“Türkiye Büyük Millet Meclisinde adedi mürettebin %5 i nisbetinde mebusa malik bulunan her siyasi partinin yalnız mebuslardan kurulan ve Büyük Millet Meclisi içinde onun çalışmalariyle ilgili faaliyette bulunan Meclis Grupları vardır.”
demek suretile, bu grupların Meclis dahilinde, Meclis çalışmaları ile ilgili faali[sayfa 36/7]yette bulunan teşekküller olduğunu açıkça belirtmiştir.
Ademi mes’uliyetin hukukî neticelerine gelince:
Mebusun mutlak mes’uliyete dahil fiillerinden mes’uliyetsizliği:
1) Umumi ve daimidir. Yani mebusluk sıfatının zevalinden sonra da mesuliyet avdet etmez.(151)
2) Cezaî ve hukukî bilcümle takibata mani olur.(152) Böyle bir dâva veya talep ile karşılaşan mahkeme resen vazifesizlik kararı vermeğe mecburdur.(153)
3) Mebusun şahsına mahsustur. Fiilen hukuka aykırılık vasfı devam eder,binaenaleyh mebus olmayan şeriklerin takibi mümkündür. Netekim Alman Federal Mahkemesi içtihadı da bu merkezdedir.(154)
4) Mebus iradesiyle bu mesuliyetsizlikten vaz geçemez.(155)
5) Hiç bir şekilde kaldırılamaz.(156)
Bu mevzudaki maruzatımızı ikmal ederken Sayın İddia Makamının 17 nci madde ile ilgili iddialarını da cevaplandırmak isteriz:
İddialar:
1) Anayasayı ihlâl edenler 17. maddedeki muafiyetten istifade edemezler.
Cevap:
146. maddedeki suçun hâdisemizde tekevvün etmediği bir yana, rey, mütalâa ve beyan suretiyle işlenen suçlar bakımından teşriî mesuliyetsizlik prensibine istisna vaz’eden ve meselâ Ceza Kanunumuzun 146. veya başka bir maddesini mutlak masuniyetin dışında bırakan bir hüküm 1924 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununda mevcut değildir.
İddia:
2) Teşriî mes’uliyetsizlik, hukuku umumiyeyi, Türklerin hukuku âmmesini koruma ve himaye maksadına matuf bir Anayasa müessesesidir. Maksadı hilâfına bu müesseseye istinat edilemez.
Cevap:
Kazaî tefsir, Türk Hukuk Lûgatındaki tarifi ile “mahkemeler tarafından
muayyen hâdisenin tetkiki esnasında, kanunun müphem bir hükmüne verilen mânadır.”
157 Mutlak masuniyete mütedair 17. madde [sayfa 36/8] hükmü ise mevzuatımızın en açık, en berrak ahkâmı meyanındadır. Bu hükmün âm ve şâmil mânası muvacehesinde, bir ipham da mevzuu bahis olmadığına göre tefsir yolu sureti mutlakada kapalıdır. Tasrih mukabelesinde delâlete itibar yoktur. Mutlak kemaline masruftur ve ıtlâkı üzere icra edilir. Millî hâkimiyetin ana müesseselerinden birini tesis eden 17.maddenin 1. fıkrası gereğince mebus, Meclis dahilinde reyini kullanır ve beyanda bulunurken lâyüseldir, Meclis Dahilî Nizamnamesinin inzibatî hükümleri ve şahsî formasyonu onun mutlak masuniyetinin yegâne hududunu teşkil eder.
Amme Hukuku literatüründe, mebusun Parlâmentodaki rey ve beyanınından mes’uliyetsizliği kanaati umumidir dersek, hiç de hata etmiş olmayız, Muhterem Hâkimler. Bu dâvada, fikirlerine aleyhimize istinat edilmek istenen Manzini bile bu umumi kanaatin dışında kalmamış, ancak Milletvekilleri Parlâmentoda beyanda bulunurken Parlâmento dışındaki üçüncü şahıslara hakaret eder veya söverse, işbu hakaret veya sövme, beyanın mevzuuna aşikâr surette yabancı kaldığı takdirde, yalnız ve münhasıran bundan dolayı sorumsuzluktan istifade edemezler mütalâasında bulunmuştur.158 Manzini görüşüne mesnet olarak, bu kabil isnatların fikir olmadığını, mebusun bu suretle yaptığı hakaret ve sövmenin en geniş mânada ilân edilmiş olmasına rağmen, mağdur olan kimsenin aynı derecede yaygın şekilde müdafaasını duyurabilmesi imkânsızlığını ileri sürmüştür. Maahaza, Manzininin bu görüşü İtalyan Anayasasına uygundur. Çünkü İtalyan Anayasasında, Parlâmento üyelerinin mes’uliyetsizliği, vazifelerini yaptıkları sırada izhar edecekleri düşüncelere inhisar ettirilmiştir. (159)
Türk müellifleri arasında, sorumsuzluğun mutlak olduğu yolundaki umumi kanaate, bizim tesadüf edebildiğimize göre tek istisna tek aykırı fikir, Profesör Faruk Erem’in fikridir. Erem’e göre, sorumsuzluktan faydalanabilmek için üç şarta ihtiyaç vardır. Bunlardan birincisi suçun mevcudiyeti, İkincisi bu suçun teşriî vazife ile alâkalı olması, üçüncüsü de teşriî vazifenin kasden suiistimal edilmemiş bulunmasıdır.(160)
Suçun mevcudiyeti şartında Erem’le ihtilâfımız yoktur. Hiç şüphesiz ortada rey ve beyan suretile ika edilmiş bir suç olmalıdır ki sorumsuzluk mevzuubahis edilebilsin. Suç yoksa tabiatiyle mes’uliyetten bahsedilemez. 17 maddenin suça rağmen mes’uliyeti bertaraf eden bir hüküm mâna ve karakteri taşıdığı şüphesizdir.
İşlenmiş suçun teşriî vazife ile irtibatı meselesine gelince, bu mevzuda düşüncelerimizi yukarıda arzetmiş ve mebus tarafından Meclis dahilinde istimal edilen rey ve serdedilen mütalâa ve beyanın, ne olursa olsun, teşriî vazife ile alâkalı kabul edilmek lâzım geldiği hakkında Ord. Prof. Sulhi Dönmezer ve [sayfa 36/9] Prof.Sahir Erman’ın görüşünü aynen nakletmiş idik. Mamafih, Kararnamede, Anayasaya aykırılığı ileri sürülen kanunlar ve tahkikat kararı ile Anayasayı tebdil, tağyir veya ilgaya cebren teşebbüs edildiği iddia olunmasına göre, müsnet suçun teşriî vazife ile rabıtası zahirdir. Çünkü gerek kavanin vaz’ı ve gerekse Meclis tahkikatı teşriî vezaif cümlesindendir (Teşkilâtı Esasiye Kanunu md. 26 ve 22).
Prof. Erem’i sorumsuzluk bahsinde diğer müelliflerden ayıran fikir, onun, sorumsuzluktan istifade edebilmek için vazifenin kasden suiistimal edilmemiş olmasını şart koşan fikridir. Biz, bu fikrin temelinde yanlış olduğu kanaatindeyiz. Kabahatler dışında kalan suçlarda cürmî kasdın suç unsuru olduğu malûmdur. Suç teşkil eden fiili, neticeleriyle birlikte bilerek, isteyerek işleme iradesi demek olan kasıt yoksa suç da yoktur. Mebusun rey ve beyanı, maddi ve mânevi unsuruyla bir suçun tekevvününe yeterli olan ahvalde, yani suç mevcut olduğu takdirde ise, suça müteferri olarak, bizzarur teşriî vazife de suiistimal edilmiş demektir. Aksini iddia, suç ikanını teşriî vazifenin hüsnüistimali kabul etmek olur ki, böyle bir iddianın ileri tutar tarafı olamıyacağı bir bedahattir.
Eğer Sayın Profesör, suçun mevcudiyetine rağmen teşriî vazife kasden suiistimal edilmemiş olabilir gibi garip bir görüşü savunuyorsa, hemen cevaplandıralım ki, bir mebus olsa olsa cürüm teşkil eden fiili bilerek, isteyerek işleyebilir ama, eğer deli değilse, teşriî vazifeyi suiistimal etmek için suç işlemez. Bir başka deyişle suç, teşriî vazifenin suiistimaline değil, ancak ve daima teşriî vazifenin suistimali suça müteferridir. Öyleyse Profesör Faruk Erem, sorumsuzluktan bahsedebilmek için bir taraftan teşriî vazifeye murtabıt bir suçun mevcudiyeti şartını ararken, diğer taraftan vazifenin suiistimal edilmemiş olmasını nasıl şart koşuyor? Nasıl bilmiyoruz! Anayasa vazıı, 17 nci madde ile, Prof. Erem ne derse desin, hakkın suiistimalini bizzarur himaye etmiştir.
Prof. Erem’in sorumsuzluğa dair fikrinin çok tehlikeli bir netice tevlit etmek istidadına da işaret edelim. Erem’e göre, suç teşkil eden rey ve beyanın milletvekilliği vazifesiyle alâkalı olup olmadığı ve bu vazifenin suiistimali suretile suçun işlenmiş olup olmadığını dâvayı gören mahkeme halledecektir.(161)
Demek oluyor ki, Erem’in fikri kabul edilirse, mebuslar rey ve beyanlarından ötürü mevhum isnatlarla sık sık mahkemeler huzuruna gönderilebilir, maznunen isticvap ve hattâ tevkif edilebilirler. Böyle bir imkânın, bizatihi mahiyetinden ötürü, siyasi heyetler tarafından ne derece suiistimale müsait olduğu ve bir yandan sorumsuzluğu bertaraf ederken, öte yandan da dokunulmazlığı zedeliyebileceği aşikârdır.
Hulâsaten, Muhterem Profesörün görüşü, kanaatimizce, hatalı olduğu kadar tehlikelidir ve tehlikeli olduğu kadar da hatalıdır.
“491 sayılı ve 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzun 17. maddesi muvacehesinde durum” başlığı altındaki izahatımızdan anlaşılmıştır ki, bir mebusun, Meclis dahilindeki rey, mütalâa veya beyaniyle dâva mevzuu suça iştirak eylediği iddia edilerek mes’uliyeti ve tecziyesi cihetine gidilmesi [sayfa 36/10] hukuken mutasavver değildir, muhaldir. Gerçi İddia Makam buyuruyorlar ki, sanık mebusların mes’uliyeti Meclisteki rey, beyan veya mütalâalarından ötürü değil, fiillerinden dolayıdır. Halbuki duruşma safhalarından da anlaşıldığı veçhile, Milletvekillerine yapılan isnat ve ithamlar münhasıran teşriî faaliyetleriyle ilgilidir. Murakabeyi de içine alan teşriî faaliyet ise mutlaka rey, beyan veya mütalâa, yahut rey, beyan ve mütalâadan, bir neticenin istihsaline müessir imtina (obstruction) şeklinde tecelli eder.
Anayasayı ihlâl eylediği ileri sürülen kanunlara ve karara müsbet rey vermiş veya bu kanunlar ve karar hakkında tasvipkâr mütalâa veya beyanı sebketmiş bir mebusun, 17. madde barajı muvacehesinde, rey, beyan ve mütalâasından dolayı değil ve fakat bunlara inzimam eden selbî fiilinden, yani ihmalinden mes’ul olduğu ve bu suretle suça iştirak ettiği de düşünülemez. Zira, bir mevzuda iradesi icraî bir fiille ve meselâ rey, mütalâa, şifahî veya yazılı beyanla tezahür eden bir insanın, aynı mevzuda bu fiiline munzam ve aynı iradeye mütaallik bir de selbî fiilinden, diğer bir deyişle, ihmal suretile icrasından bahsetmek akla ve mantığa sığmadığı gibi, işbu rey, mütalâa ve beyandan mes’uliyete müncer olur.
İmdi, Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülen kanunlara ve karara müsbet rey vermiş ve gerek bunlar, gerekse Uşak, Topkapı, Üniversite vesair olaylarla ilgili Hükümet politikası ve keza liderlerin umumi tutumu hakkında, Meclis Heyeti Umumiyesinde, Grupta veya Komisyonda tasvipkâr hattâ teşvikkâr konuşmuş bir mebusun sorumsuzluğu 17. madde sebebiyle zahir ve bedihi iken; işbu tasarrufların aleyhinde değil de müstenkif rey kullanmış veya rey kullanmamış bir mebusun ve yine mezkûr tasarruflar, politika ve tutum leh veya aleyhinde beyan ve mütalâası sebketmemiş bir milletvekilinin, mücerret selbî fiil isnadiyle, murakabe vazifesini ihmal ithamiyle sorumluluğundan bahsedilemiyeceği muhakkaktır, evleviyetle aşikârdır.
1924 Anayasasının 17. maddesini tamamen objektif bir açıdan bütün çıplaklığıyla ortaya koyduktan sonra, artık aşağıdaki suali cevaplandırmanın sırası gelmiştir:
O halde nasıl oluyor da Yüksek Soruşturma Kurulu, “Devletin idaresini hukuk dışı diktaya sürükleyenlere “reyleriyle” Milletvekillerinin yardımcı olduklarını ve binnetice, işbu reyleriyle müsnet suça iştirak ettiklerini ve mesuliyetlerini iddia ediyor? Bu iddianın mesnedi nedir?
Kararnamenin “Milletvekillerinin Sorumluluğu” parağrafından anlaşıldığı üzere bu iddianın mucip sebepleri şunlardır:
1) Tahkikat Encümeni ve bilhassa bunun tatbikatiyle, Meclis Tahkikat Encümenlerinin Vazife ve Salahiyetleri hakkında kanun ve tatbikatı rejimi temelinden sarsacak şekilde Anayasanın ihlaline müncer olmuştur. Bu vahim netice mutlak masuniyetin maksat ve hudutlarını aşar.
2) Teşrii masuniyet müessesei mebusların İcra Organını murakabesini temin içindir; halbuki murakabe işlememiş ve masuniyet kullanılamaz hale gelmiştir.
[sayfa 36/11]
3) Meclis Tahkikat Encümeni teşkiline dair kararı vermekle ve buna inzimamen salahiyet Kanununu çıkarmakla meşruiyet vasfını kaybederek, milli iradeyi temsilden uzaklaşarak fiili bir topluluk haline gelmiş ve meşruiyet çerçevesinde kabili istifade olan mutlak masuniyet imtiyaz ve muafiyeti zail olmuştur.
4) İlk iki mucip sebep üzerinde uzun boylu durmağa mahal görmüyoruz. Bu hususlar hakkındaki maruzatımızı yukarıda tafsilen arz etmiştik. Saniyen, Yüksek Soruşturma Kurulu dahi, Kararnamedeki bir pasaja göre Vazife ve Salahiyet Kanununu kabul etmekle, diğer bir pasaja göre de Tahkikat Encümeni teşkiline dair kararı vermek ve bilahare malum kanunu çıkarmakla Meclisin meşruiyetini taybettiğini ve işte bu anda ademi mes’uliyet muafiyetinden tecerrüd eylediğini ileri sürmüştür; bu iddia ise mantıkan meşruiyetin ziyaı anından önce teşrii mes’uliyetsizliğin mevcudiyetini tazammun eder, her halükarda, hiç değilse Tahkikat Encümeni kurulduğu zaman, yani bu komisyonun teşkili için verilmiş reyler bakımından masuniyetin mevcudiyeti, mezkur iddianın mantıki ve zaruri neticesidir.
1 ve 2 numara tahtındaki mucip sebeplerle alakalı olarak burada şu kadarına işaret edelim ki:
a) 17. maddenin ilk fırkasında rey ve beyanın icrayı murakabe vazifesine taalluk etmeyi, rey ve beyandan doğacak neticenin sübjektif hatta objektif ölçülerle vahim olmaması gibi kaydüşart vaz’edilmemiştir. Maddenin vuzuh ve sarahatı karşısında aksini düşünmek hukuk dışı olur. Mezkur fıkra hükmü kat’i, mutlak, daimi ve umumidir.
b) Or. Prof. Dönmezer ve Prof. Erman’ın müdafaanamemize yukarıda aynen dercettiğimiz mütalaaları veçhile, Meclisteki rey ve beyanın teşrii vazife ile doğrudan doğruya alakalı olduğu, dolayısıyla alakası bulunduğu veya hiç ilgisi bulunmadığı gibi tefrikler yapılamaz. Milletvekilinin Meclis dahilindeki her rey, mütalaa ve beyanı mutlak masuniyetten istifade eder.
c) Bu müessese, mebusun yalnız Hükümeti murakabe değil, bilcümle teşrii faaliyetlerinde, bu meyanda kanunları çıkarırken ve teşrii kararları alırken her türlü endişe ve korkudan âri olmasını istihdaf eder. Ve bir vazifenin ifası kadar bir hakkın da istimalinin yegane şart ve imkanıdır.
Kararnamedeki, teşrii mes’uliyetsizliği bertaraf eden diğer iddia, Meclisin meşruiyetini kaybettiği, milli iradeyi temsilden uzaklaştığı ve meşruiyeti kaybettiği, milli iradeyi temsilden uzaklaştığı tarihten itibaren de sorumsuzluktan artık istifade edilemiyeceği iddiası bizi meşruiyet meselesinin tetkikine sevk etmektedir. Şimdi bu mevzuu kısaca münakaşa edelim:
F. MEŞRUİYET MESELESİ:
Seçimle iş başına gelmiş bir teşriî meclis, nasıl ve ne zaman meşruiyetini kaybeder?
[sayfa 36/12] Sualin cevabı basittir. Böyle bir meclis mer’i mevzuatla muayyen süre hitamında seçime gitmez veya seçim yapmakla beraber, bu seçimin butlanının sübutuna rağmen iş başında kalmakta ısrar ederse meşru olmaktan çıkar. Çünkü seçmen, mümessiline temsil yetkisini, oyunu kullanırken malûm süre için vermiştir.
Bu basit hakikat C.H.P. Genel Başkanı İsmet İnönü tarafından Amasya C.H.P. İl Kongresine gönderilen ve 11 Nisan 1960 tarihli Ulus Gazetesinde intişar eden mesajda pek güzel ifadesini bulmuştur. İsmet İnönü mesajında, 4 senelik normal seçim süresini kastederek diyor ki:
“Seçimleri şimdi tehir etmiş olsalar bile bilmeleri lâzımdır ki, 27 Ekim 1961 akşamı güneş battığında, seçimleri yenilememişlerse gayrimeşru olacaklardır.”
Dâvamızda iddia edildiği gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir karar ve buna inzimamen kanun ısdariyle, farzı muhal bu karar ve kanun Anayasanın ağır ihlâlini teşkil etseydi bile, millî iradeyi temsil vasfını kaybettiği nasıl iddia edilebilir ki, karar ve kanunu takiben ne bir milletvekili seçimi yapılıp da kaybedilmiş ne de mevzuat gereğince seçim yapılmak lâzım gelirken yapılmamak yoluna gidilmiştir.
Anayasaya aykırı kanun çıkaran, tasarrufta bulunan bir iktidarın meşruiyetin! kaybedeceği kabul edilirse, Anayasa uygunluğun kazaî murakabesi sisteminin tatbik edildiği memleketlerde, yetkili mahkemenin, bu kanun Anayasaya aykırıdır hükmüne vardığı her hâdisede, iktidar meşruiyetini kaybetmiş olmayacak mıdır? Bu ölçü ile hareket edilirse dünya yüzünde meşru iktidar bulmanın ne derece güç olduğu olup bitenleri takip eden bir münevver için kolayca kabili tasavvurdur.
18.4.1960 tarihinde veya 27.4.1960 tarihinde Büyük Millet Meclisinin, artık teşriî meclis olmaktan çıkarak fiilî bir topluluk derekesine düştüğünden nasıl bahsedilebilir ki, meşrutiyet kaybının sebebi hikmeti sayılan 7468 sayılı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerinin Vazife ve Salâhiyetleri hakkındaki Kanun, keenlemyekûn addedilmeyerek, 27 Mayıstan sonra da mevkii mer’iyette kalmış ve ancak 22.11.1960 tarihli Resmî Gazetede münteşir 133 sayılı Kanunla ve işbu 133 sayılı Kanunun neşri tarihinden itibaren kaldırılmıştır. Daha da mühimi, meşrutiyetin ziyama mebde gösterilen tarihlerden 27 Mayıs İnkılâbına kadar Meclisten sadır olmuş kanunlar, misal olarak 10. 5. 1960 tarih ve 7469 sayılı. Belediye Kanununun sınırlar hakkındaki 7. maddesinin Tadiline dair Kanun ve yine 10. 5. 1960 tarih, 7370 sayılı Turizm Bankası Kanunu keenlemyekûn addedilmemiş ve halen dahi mer’iyettedir. Fiilî bir topluluğun kanun yapmak sıfat ve salâhiyetini haiz olamıyacağı, kanun adıyla yaptığı tasarrufların kanun hüküm ve kuvvetini taşıyamıyacağı, batıl da değil keenlemyekûn olduğu gayri kabili münakaşa bir hakikat ve bedehattir. Bu kabil tasarruflar doğmamıştır ki, eskinin yerine kaim olan yeni teşriî [sayfa 36/13] organ tarafından her hangi bir kanun gibi usulü veçhile ilga edilene değin mevcudiyetinden bahsedilebilsin.
Mezkûr tarihler arasında keza Hükümetin de bir takım tasarruflarda bulunduğu şüphesizdir. Meselâ bugün de tatbik edilegelmekte olan 1273 sayılı, 16-18 yaşlarındaki İşçiler Hakkında Kararname 7.5.1960 tarihini taşımaktadır.
Gayrimeşru bir meclisin Hükümeti meşru ve o Hükümetin tasarrufları muteber olabilir mi?
Şimdi bir an için Yüksek Soruşturma Kurulunun görüşüne ittiba ile, Kurulun iddia ettiği tarihte Meclisin meşruiyetini kaybettiğini farzedelim. Bu takdirde şöyle bir durum hasıl olacaktır: Meclisin meşruiyeti zail olmuş, fiilî bir topluluk haline gelmiştir ama çıkardığı kanunlar, yani teşriî faaliyetinin neticeleri muteberdir, hukukî değer taşır. Bu demektir ki, gayrimeşru Meclisin 1924 Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzun 26. maddesi dairesinde teşriî faaliyet icrası, ezcümle kavaninin vaz›ı pek âlâ caizdir. Öyle ise, Muhterem Hâkimler, 26. madde kendisine kabili tatbik görülen Büyük Millet Meclisi 17. maddedeki masuniyet ve muafiyet imtiyazından tecerrüt etmiştir iddiası hukukî mesnetten mahrum, hukuk mantığına yabancı değil de nedir?
Bütün bu maruzatımızla 27 Mayıs İnkılâbımızın meşruiyetinden şüphe ettiğimiz sanılmasın. İnkılâba ve İnkılâp Hükümetinin meşruiyetine inanç ve kanaatimiz tamdır. Esasen İnkılâba takaddüm eden günlerde siyasi iktidarın icra tarzını değiştirme zarureti apaşikârdı ve memleketimizin maddî ve psikolojik menfaati bakımından inkılâp yapmağa yeter mihraklar mevcuttu. Bizim iddiamız, hukukî yönden 27 Mayıs 1960 a kadar Büyük Millet Meclisinin ve D.P. Hükümetinin, o tarihten itibaren de Millî Birlik Komitesi ve Hükümetinin meşru olduğu iddiasıdır.
Büyük Millet Meclisinin 27 Mayıs 1960 a kadar meşruiyetini muhafaza ettiği müdafaasının bir başka delili de sabık milletvekillerinden iadesi talep edilen yolluk ve tahsisatların ıskat edildikleri tarihten öncesine ait yolluk ve tahsisatlar olmayışıdır. Eğer Tahkikat Komisyonu kuruluşu veya Salâhiyet Kanunu ısdariyle Meclis meşruiyetini kaybetmiş olsaydı, o tarihten ilerisi için mebusların önceden çektikleri bu kabil paraların da iadesi talep edilmek ve 172 sayılı Kanun ona göre tedvin edilmek lâzım gelirdi.
Hulâsa edecek olursak, biz, 27 Mayıs 1960 dan önce Büyük Millet Meclisinin şu veya bu tasarrufla hukukî meşruiyetini kaybettiğine ve binnetice mebusların 17 nci maddedeki sorumsuzluk müessesesinden istifade edemiyeceklerine kani değiliz.
G. TEŞRİÎ MURAKABE MESELESİ VE DEMOKRASİNİN BAZI GERÇEKLERİ:
İddiaya göre Milletvekillerinin mes›uliyeti bilhassa, hattâ münhasıran teşriî murakabe vazifelerinin ademi ifasına veya bu vazifenin ifasında gecikmeye bağlanmakta ve böylece selbî fille suça iştirak ettikleri ileri sürülmektedir. 17 nci madde hakkında maruzatta bulunurken mebusların ihmal suretiyle [sayfa 36/14] icrasının mümkün olamıyacağını izaha çalışmıştık. Burada bir nebze murakabe vazifesine temas edeceğiz. Eski Anayasanın 7 nci maddesinde Meclisin Hükümeti murakabe hakkından, 14 üncü maddesinde de Meclis âzasının murakabe vazifesinden bahsedilmekle beraber, 1924 Anayasası hiçbir maddesinde murakabe hak ve vazifesinin sureti icrasma dair takyidî ve tahdidî bir hüküm vaz’etmemiş ve bir tarif vermemiştir.
Binaenaleyh, murakabe fonksiyonu bizzarur, modern parlmantarizm ve parlamanter teamüllerin gerçekleriyle ve o gerçeklerden doğan amprik ölçülerle mânalandırılmak ve kıymetlendirilmek lâzım gelir.
Klâsik demokrasinin müessiriyet ve karar sür’atinden yoksunluğu sebebiyle, hukuka bağlı iktidar tarzı içinde, Devlet faaliyetini daha müessir kılacak bir otorite ile teçhiz imkânları aramış ve böylece icra kuvvetinin üstünlüğüne dayanan ‘rasyonalize demokratik Hükümet’ şekline, bir başka deyişle klâsik parlmantarizmden modern parlmantarizme intikal edilmiş olması demokrasi tarihinin kaydettiği bir vakıadır. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisinin XII nci cildinin Aralık 1957 tarihli 4 üncü sayısında bu vakıayı tahlil eden Esas Teşkilât Hukuku Profesörü Bahri Savcı modern parlmantarizmin tablosunu şu satırlarla çizmektedir. Bahri Savcı diyor ki:
“Bugün, modern demokraside, kabine, bir çoğunluğa dayanıyorsa -ki dayanmaktadır-teşriî hususta icra kuvvetinin rolü kanunları hazırlamaktır. Meclisin rolü de, Hükümetin hazırladığı bu projeleri tasdik ve tasvibe inhisar eder. Demek ki, bugün, teşrîe dahi icra kuvveti hâkimdir ve bu suretle mutena bir mevkidedir.” (Sayfa 92)
“Hükümet, artık bir partinin merkezî organı haline gelmiştir ve bu merkezî parti icra organı parti disiplini yolu ile de Meclise hâkim ve müessir olacak bir duruma yükselmiştir. Binaenaleyh, kendisi için ciddi bir Meclis kontrolü ve sorumluluğu da bahis konusu olamaz. Artık iktidar, siyasi bakımdan teşrîe de hâkim olan bir Hükümet şekli altında, bir partinin merkez organlarına, liderlerine, bu liderlerin teşkil ettiği bir oligarşiye hem de kontroldan uzak olarak geçmiştir. (Sayfa 96).
Bu tablo, bu vakıa, mahiyet itibariyle, parlmantarizmin beşiği ve demokrasinin en mütekâmil örneği addedilen İngiltere’de ne ise, Türkiye’de de odur. Şu farkla ki, İngiltere 7 asra yaklaşan bir demokrasi tecrübesine sahip iken, Türkiyemiz, demokrasinin gerektirdiği uzun çıraklık pratiğinden henüz yoksundur.
Bugün İngiltere’de bir “Başvekil”, Ali Fuad Başgil’in dediği gibi “yalnız kabineye değil, Parlâmentodaki ekseriyet grubu vasıtasiyle ve bu grubun şefi olmak itibariyle Parlâmentoya da hâkimdir. Parlâmentodan Başvekilin istemediği [sayfa 36/15] bir kanun çıkamaz; istediği bir kanun da çıkmamazlık edemez.”(162)
Meşhur İngiliz müellifi, Siyasî İlimler sahasında bir otorite sayılan, Londra Üniversitesi Profesörlerinden müteveffa Laski, Büyük Britanya Parlmanter Hükümet adlı eserinde Başbakanın ehemmiyetini şöyle anlatıyor:
“Parti onun şahsiyeti etrafında kurulmuştur ve partinin lideri bulunduğu müddetçe kimse onun yanında ehemmiyet taşımaz… Avam Kamarasında beyan edeceği fikir, verilecek karar üzerinde mutlak bir tesir icra eder. Başbakan, aynı zamanda iktidar partisinin de lideri olduğuna göre, hem parlâmento ekseriyetine, hem de icra organına hâkim bulunmaktadır.”(163)
Prof. Laski ve diğer müellifler, bu meyanda Chastenet, daha da ileri giderek Parlâmentoyu sadece “Kanunların kayıt odası” olarak görüyorlar.(164)
Bir başka İngiliz müellifi Jenks, İngiliz Parlâmentosu (Parlament of England) adını taşıyan kitabının 409 uncu sayfasında İngiliz kabinesini şöyle tasvir ediyor:
“Kabine realitede, hukukçuların Devlet hâkimiyeti dedikleri muazzam ve kapsayıcı kuvveti elinde bulundurmaktadır. Tabiatiyle iktidarı bütün beşerî iktidarlar gibi beşerî imkânlarla sınırlanmıştır, fakat yalnız bu imkânlarla sınırlanmıştır.”
Jenks’in tasvir ettiği bu durum karşısında, Fransız Siyasî İlimler Profesörü Duverger, İngiltere’de bir kabine diktatörlüğünden bahsetmiştir.165 Lâkin bu fevkalâde kuvvetli organ aynı zamanda demokratik bir mahiyet taşımaktadır.
Çünkü menşeini seçimlerde bulmaktadır.
Yine İngiliz müelliflerinden, William Edwards, Taç, Halk ve Parlâmento (Crown, People and Parliament) adlı eserinde İngiliz kabinesinin Parlâmentoya hâkim durumuna işaret ederek, “Bugün Parlâmento, kabine ve idarenin icraat ve teşebbüsatım tescilden gayri pek az iş yapıyor yolundaki şikâyetin haklı sebepleri vardır.” (Say. 180, Bristol 1937) dedikten sonra Parlâmentodan geçen birçok kanunların Anayasa kaidesi olan ‘Parlâmentonun üstünlüğü’ prensibine mugayir hükümler ihtiva ettiğini anlatmakta ve misaller vermektedir.
[sayfa 36/16] Diğer taraftan Parlmantarizmin Reformu adlı makalesinde Törne’nin de işaret ettiği üzere, bugün İngiltere’de milletvekillerinin kanun teklif edebilmeleri ve bu kanun tekliflerinin kabulünü sağlayabilmeleri imkânı hemen hemen mevcut değildir.(166)
Acaba modern parlmantarizmde iktidar mebuslarının teşriî murakabesinden bahsetmek siyasî vakıa ile ne derece bağdaşır?
Müsaade buyrulursa sualimizin cevabını, fikrimizi ifade etmek suretiyle değil de, bu müdafaada takip ettiğimiz metoda sadık kalarak bir profesörümüzün kaleminden naklen verelim. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisinin XIII cildinin Eylül 1958 tarihli 3. sayısında münteşir makalesinde Profesör Bahri Savcı, murakabe kimindir sualini soruyor ve cevaben diyor ki:
“Anayasa nazariyemize göre Meclisin, fakat parlmanter sistemimizin dünyadaki gelişmeye de muvazi olarak aldığı modern şekle göre öyle değil. Mevcut şartlar içinde Anayasa nazariyemiz siyasî realiteyi ifade etmez. Çünkü bu, içinde çok parti olmayan bir Meclisi düşünmüştür. Onun mantığından gidersek bugünkü çok partili Meclisimizde, fiilî ve hukukî neticeler doğuracak bir murakabeden bahsedilemez. Çünkü, bugün, Meclis bir parti çoğunluğunun müessiriyeti, hâkimiyeti altındadır. Bir çoğunluk partisi, Meclisteki grubu ile teşrîyi, Hükümet halinde toplanan siyasî liderleri ile de icrayı yapar. Yani Meclis çoğunluğu (ki Meclise hâkimdir, karar almada Meclisi ikame etmiştir) ile Hükümet aynı siyasî realitedir.” (Sayfa 266-267).
“… bugün bir başka mânada kontrol vardır, kontrol için ikilik lâzımdır. Ve bugün, bu ikilik, Meclis -Hükümet ikiliği değil, çoğunluk- muhalefet ikiliğidir.
a) Teşrî ve icrayı ifade etmek üzere, Hükümet etmek çoğunluğa aittir. Parlmanter rejim eşittir çoğunluğun hâkimiyeti.
b) Bu parlmanter rejim içinde de murakabe, azınlığın murakabesi haline gelmiştir…” (Sayfa 267)
Aynı fikri ısrarla ve muhtelif yazılarında savunan Profesör Bahri Savcı, yine Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisinin, cilt XIV Mart 1959, 1 numaralı nüshasında, Demokrasi Üzerine Tartışanların Ortaya Çıkardığı Meseleler mevzuundaki yazısında,
“… bir bütün halinde Meclis murakabesi, sadece XIX uncu yüz yıl parlmantarizminden kalma nazarî bir fikirden ibaret kalmıştır. Ve gerçekte, Meclis çevresin[-sayfa 36/17]deki murakabe muhalefetin bir fonksiyonu haline gelmiştir.” (Sayfa 269)
Aynı görüşe, C.H.P. kontenjanından Temsilciler Meclisi üyesi Doçent Turan Güneş, Parlmanter Rejimin Bugünkü Mânası ve İşleyişi mevzuundaki doçentlik tezinin (İstanbul Üniversitesi Yayınları, No. 661, 1956) 107. sayfasında İngiltere’de Parlmanter Rejim’den bahsederken, şu satırlarla işaret ediyor:
“Tek partiden müteşekkil ve çok disiplinli ekseriyet sebebiyle kabineye ademi itimat reyi verilmesi İngiltere’de pek nadir bir vak’a haline gelmiştir. 1876 dan 1907 ye kadar Anson’a göre, dört kabine Avam Kamarası tarafından düşürülmüştür. Bu tarihten beri ise ancak 1923 de Baldwin ve 1924 de de Mac Donald kabineleri böyle bir âkibete maruz kalmışlardır. Bu tarihler ise, İngiltere’de üç partili bir Parlâmentonun mevcut olduğu zamanlara rastlamaktadır. Bu üç partili devir İngiliz parlmantarizminde bir buhran doğurmuş, neticede Liberal Parti hakiki bir kuvvet olmaktan çıkarak yerini İşçilere bırakmış ve yine iki partili sistem avdet etmiştir. Görülüyor ki, normal şartlar içinde bir kabinenin Parlâmento tarafından düşürülmesi beklenilmeyen bir hâdisedir. Bu sebepledir ki, kara Avrupa’sında pek korkulu olan gensorular İngiltere’de nadiren vukubulmaktadır. Bunun neticesi, Parlâmentonun kül olarak Hükümetin politikasını murakabesi hakikatte mevcut değildir.”
Siyasi realitenin bir ifadesinden başka birşey olmayan bu realist görüş 16-20 Eylül 1958 tarihleri arasında Roma’da toplanan Milletlerarası Siyasi İlimler Derneğinin 4 üncü Kongresinde Genel Raportör Prof. Vedel’in ortaya koyduğu meseleler meyanında da lâyık olduğu ehemmiyetle yerini almıştır.
Prof. Vedel, hukukî ve siyasi bakımdan mevcut teşri-icra münasebetleri sistemlerini izah ederken,
a) Eğer iktidarda tek parti varsa ve teşri ile icra bu partinin faaliyetinin iki dalı ise, teşri-icra münasebetleri bu partinin bir iç hayatı meselesi halini veya çoğunluk, muhalefet münasebeti halini alır.”
dedikten sonra devamla, İngiltere, Türkiye ve kısmen de Federal Almanya’da durumun bu olduğunu ve bu münasebet tipinde Hükümet ile Meclis arasında artık ihtilâf olamıyacağını ve önderliğin icraya ait bulunduğunu belirtmiştir.(167)
[sayfa 36/18] Bu beynelmilel kongrede,
“… bir Türk delegesi de (Prof. Balta) Türkiye’deki durumu tavsif ederken, nazariyede Parlâmentonun üstün olduğunu, fakat pratikte, majoriter seçim sisteminin ve parti disiplininin icrayı teşrie hâkim kaldığını söylemiştir. Bir İsveç delegesi (Hecksc.her) Prof. Balta’yı kendi memleketinde teyid ederek durumu, her iki memleket için şöyle vuzuhlandırmıştır: Türkiye’de ve İsveçte Parlâmento. Hükümet faaliyetlerine çok mukavemet edemez. Bu memleketlerde teşri-icra münasebetlerinin böyle bir yönü vardır. Fakat, teşri ve icra fonksiyonlarına gelince, bu noktada, her iki memlekette, Parlâmento, teşriin teferruatına ve bütçeye oldukça müdahale edebilir.”(168)
demektedir.
Görülüyor ki, iktidar milletvekillerinin mes’uliyetine mesnet olarak, Sayın İddia Makamı tarafından ileri sürülen, murakabe vazifesini yapmama ve mevhum bir diktaya yardım isnatları, demokrasinin gerçeklerini ve bugünkü parlmantarizmin icaplarını görmemezlikten doğmuş romantik bir görüş mahsulü ithamlardan ibarettir ve Siyasi İlimlerin realiteleriyle de taban tabana zıttır.
“Gerçekten, demokrasinin işleme tarzına baktığımız zaman orada, âdeta tabii olarak mevcut bazı aksaklıklar görmek mümkündür: Demokrasi makinesi, mahiyeti icabı ağır işlemektedir; demokrasi makinesi parti kanaliyle işlemektedir; ve bu iki âmil demokrasinin, bizzat prensibinde uğradığı buhranı arttırmıştır.”(169)
diyen Profesör Bahri Savcı çok haklıdır.
Gerek müdafaanın aslı gerek bu eki resmî ve meslekî ihtiyaç nisbetinde, Örfi İdare Makamlarının nezareti altında 625 adet basılmış ve baskıyı mütaakıp kurşun kalıplar İstanbul Emniyet mensupları huzurunda imha edilerek keyfiyet zabıtla tesbit olunmuştur.
143 Yeni Anayasalar, Kitap I, s. 50, Ankara 1935 (Türk Hukuk Kurumu, Telif ve Tercüme Serisi: 21).
144 Yeni Anayasalar, Kitap I, s. 42-43.
145 B. G. G., Kommentar zum Bonner Grundgesetz (Bon Şehri), mel. 46, s. 3 ve 2, Hamburg 1954.
146 Yukarıdaki dip notunda adı geçen Bon Şehri, md. 46, s. 3.
147 A. Şeref Gözübüyük ve Zekâi Sezgin, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri, s. 140 ve müt., Ankara 1957, Necip Âli Küçüka, Mebusların Teşriî Masuniyeti (Adliye Ceridesi, 1941, no. 24. s. 523).
148 Chouckroun, Immunite, Revue de Science Criminelle et de Droit Penal Compare, Nouvelle Serie 1959, no.1, Janvier – Mars, s. 31.
149 Duguit, Traite de Droit Constitutionnel, Cilt IV, s. 208; Ali Fuad Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri,s. 233, İstanbul 1946.
150 Sulhi Dönmezer ve Sahir Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, Umumî Kısım, Cilt I, s. 246, İstanbul 1959.
151 Burdeau, Droit Constitutionnel et Institutions Politique, s. 391, Paris 1957; Ali Fuad Başgil, Hukukun Ana Mesele ve Müesseseleri, s. 236, İstanbul 1946.
152 Burdeau, yukarıdaki dip notunda adı geçen eser, s. 391; Ali Fuad Başgil, yukarıdaki dip notunda adı geçen eser, s. 236; Sahir Erman, Teşriî Masuniyetin Hukukî Mahiyeti ve Şumulü (İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası,1951, s. 455).
153 Ali Fuad Başgil, yukarıdaki dip notunda adı geçen eser, s. 236.
154 Sulhi Dönmezer ve Sahir Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, Umumî Kısım, cilt I, s. 245-246, İstanbul 1959.
155 Sulhi Dönmezer ve Sahir Erman, aynı eser, s. 245.
156 İlhan Arsel, Türk Anayasa Hukuku, s. 186, Ankara 1959.
157 Türk Hukuk Lügati, s. 329, Ankara 1944.
158 Manzini, Trattato di Diritto Penale italiano, Cilt VI1, n. 2493, s. 243 (Faruk Erem, Hakaret ve Sövme, s. 89, Ankara 1958 den naklen).
159 Yeni Anayasalar, Kitap III, s. 921, Ankara 1954 (Türk Hukuk Kurumu Telif ve Tercüme Serisi: 21).
160 Faruk Erem, Hakaret ve Sövme, s. 90-91, Ankara 1958.
161 Faruk Erem, Hakaret ve Sövme, s. 91, Ankara 1958.
162 Ali Fuad Başgil, İlmin Işığında Günün Meseleleri, s. 121, İstanbul 1960.
163 Laski, Gouvernement Parlementaire en Grande Bretagne, s. 153, 1950 (Turan Güneş, Parlamanter Rejimin Bugünkü Mânası ve İşleyişi, İstanbul 1956, s. 107 den naklen).
164 Laski, yukarıdaki dip notunda adı geçen eser, s. 119 (Turan Güneş’in adı geçen eserinin s. 109 undan nakil); Chastenet, La Revolution de la Grande Bretagne, Revue Politique et Parlementaire, Nisan 1949, s. 7.
165 Duverger, Les Partis Politiques, 1952, s. 180.
166 Törne, La Reforme du Parlemantarisme, R. d’H. Pol. et Con., 1938, s. 619 (Turan Güneş, Parlemanter Rejimin Bugünkü Mânası ve İşleyişi, s. 108, İstanbul 1956’dan naklen).
167 Bahri Savcı, Teşri – İcra Münasebetleri Meselesinin Tartışılmasından Ortaya Çıkan Gerçekler, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, cilt XIV, Temmuz 1959, no. 2-3, s. 211-212.
168 Bahri Savcı, bir önceki dip notunda adı geçen eser, s. 216.
169 Bahri Savcı, İktidarı Hukukla Bağlama Çabasının Geçirdiği Seyir, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt
XII, Aralık 1957, no. 4 s. 80.