Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali
*Bu yazı, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali tarafından hazırlanan ve Şubat 2022’de yayımlanan Darağacındaki İstiklal Madalyası – 27 Mayıs Darbesi kitabında yer aldı.
27 Mayıs 1960 darbesi Yassıada’da kurduğu mahkemede Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı idama mahkum etmek istiyordu. Bayar 1 numaralı “sanık” ve 1 numaralı idamlıktı. Ancak cumhurbaşkanını yargılamanın önünde bir engel vardı: Cumhurbaşkanı ancak vatana ihanet suçuyla yargılanabilirdi. Bu sebeple ve akıl almaz bir biçimde Celal Bayar vatana ihanetle suçlanmıştı. Ayrıca, idam edilmek istenen Celal Bayar o tarihte 77 yaşındaydı, kanuna göre o yaştaki insan idam edilemiyordu. Yaş haddini kaldırıp kanunu geriye dönük işleterek idamı kararını mümkün hale getirdiler.
Yassıada avukatlarından Süreyya Ağaoğlu’nun öncülüğünde Ekrem Korkut, Sakıp Güran ve Cevat Edige “Vatan Hıyaneti” başlıklı bir mütalaa hazırlamışlar, bu mütalaa ortak savunma metni olan Müdafaa ile birlikte mahkeme heyetine verilmişti.2 Bu metin, Müdafaa metninin 124. sayfasına ek olarak tasarlanmış ve numaralandırılmıştı.
Hukuk dışı ve silahla mücehhez bir ortamda Bayar’a idam kararı verilmişti. Darbeci kadro idamın kılıfını hazırlamıştı. Bayar’ın son anda infaz edilmemesi; Cumhurbaşkanı oluşu, Milli Mücadeledeki rolü, Atatürk’ün son başbakanı oluşu, mahkemedeki duruşu gibi sebeplere bağlanabilir.
Metin şöyledir:
IX – Vatan Hıyaneti
A. İDDİAYA GÖRE
B. MEVZUATA GÖRE
1 – Hıyaneti Vataniye Kanunu
2 – Askeri Ceza Kanunu
3 – Türk Ceza Kanunu
4 – 15 sayılı Kanun
Son Söz
[sayfa 124/1]
IX – VATAN HIYAMETİ
A. İDDİAYA GÖRE:
Huzurunuzda sanık sıfatı ile bulunanlara isnat edilen suç vatana hıyanet cürmü asli fail veya fer’an zimethal olarak işlemekten ibarettir. Haklarında Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin vatana hıyanet suçunu teşkil eylediği ifade ve iddia edilmiştir.
Vatana hıyanet ittiham ve şaibesinin yarattığı ıstırapların büyük akislerini, buna muhatap olanların vicdan ve ruhlarının derinliklerinde hissetmemeleri ve aynı elem ve azabı müdafilerin de duymaları mümkün değildir.
Vatan mefhumunun milletimize ifade ettiği kutsal mana düşünülünce bütün mevcudiyet ve gönlünün her teli ile bu mübarek vatana bağlı bulunan bir insan için vatana hıyanet töhmeti altında bulunmak kadar büyük bir bahtsızlık ve felaket tasavvur olunamaz.
Bu sebeplerden ötürü (hıyaneti vataniye) tabiri ve suçu üzerinde bir an durmak lüzum ve zarureti, bütün ehemmiyeti ile ortaya çıkmıştır.
Yüksek Soruşturma Kurulu kararnamesi ve bunun dayanağı olan 7 Temmuz 1960 gün ve 2 sayılı karar, vatana hıyanet suçunun tarif ve tavsifini vermeden, sadece Türk Ceza Kanununun 146. maddesi “vatana ihanet” suçudur, demekle yetinmiş ve istisnasız bütün sanıkları vatana hıyanet etmekle suçlandırmıştır.
Kararnamenin vardığı neticenin hukuk kurallarımıza ve kanunlarımıza uygun ve muvaffak bir sonuç olmak üzere kabulüne imkan bulunmadığını ifade ve izah etmemize müsaade buyurmanızı istirham eyleriz:
İddiaya göre:
“1924 tarihli ve 491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu, vatana hıyanet suçunu tavsif ve tayin ve bu suça verilecek cezayı tespit etmekten, bilerek ve isteyerek kaçınmıştır.”
Her şeyden evvel şunu arz etmek isterim ki bir anayasa kanununun vatana hıyanet mahiyetinde de olsa bir suçu “tavsif ve tayin etmesi” ve bu suça verilecek “cezayı tesbit etmesi” mutad değildir.
Hele bizim anayasa sistemimiz, böyle bir tavsife asla müsait bulunmadığından Teşkilatı Esasiye Kanununun bu tavsiften bilerek ve isteyerek kaçındığı da bahis konusu edilemez.
Merhum Celal Nuri’nin 2 sayılı kararda tekrar edilen sözlerinden kararda yazılı olduğu gibi bir mana çıkarmak mümkün değildir. Celal Nuri adı geçen konuşmasında sadece muhakeme usül ve mercii üzerinde mütalaa beyan etmiştir. Konuşmaları münhasıran bu maksadı ifade etmek için vuku bulmuş[sayfa 124/2]tur. Zira 491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu, İcra Vekilleri Heyeti, Temyiz ve Devlet Şurası reis ve azası ve Başmüddeiumuminin vazifelerinden doğacak hususlarda muhakeme merciini Divanı Âli olmak üzere tayin eylemiş bulunduğu halde Devlet Başkanı hakkında muhakeme mercii bakımından sakıt bulunmakta idi.
Devlet Başkanının vazifesinden ötürü muhakeme etmek gerekirse ne yapılacaktır celal Nuri işte bu suali mukadderin cevabını veriyor: Bu mercii meclis tayin ve tesbit edecektir diyor. İfadesinde geçen “tarzı muhakeme”, “nasıl tesviye edileceği” ve “müstelzimi mücazat bir hareketten dolayı ne suretle mes’ul tutulacağını tedbir etmek” terkip ve cümleleri konuşmasının münhasırran muhakeme mercii ve usulüne mütedair bulunduğunun açık beyan ve delilleridir.
Dikkatli nazarlarınız önüne sermek isteriz ki bu sözlerde fiilin “suç olmak mahiyetinin tayin ve tesbiti” veya “cezasının tayini” gibi bir düşünce ve tek kelime mevcut değildir.
Celal Nuri’nin naklolunan sözleri Türkiye Büyük Millet Meclisinin 13.4.924 günlü toplantısında söylenmiştir. O günkü müzakereler esnasında Teşkilatı Esasiye Kanununun 41. maddesi üzerinde konuşan mebuslardan bazılarının ve tahsisen Saruhan mebusu Reşat Bey’in “Hıyaneti vataniye halinde mes’ul olmayacak kimse yoktur. Binaenaleyh bu fıkra haşivdir, tay edilmeli…” şeklindeki mütalaalarından sonra mes’uliyetin şümulü tesbit ve yeniden ifade edilmek için Erzurum mebusu Rüştü’nün verdiği takrir kabul edilerek 41. maddenin Kanunu Esasi Encümenine iadesine karar verilmiştir.
O zamanki Büyük Millet Meclisinin Büyük Atatürk’e sonsuz sevgi ve bağlılığı olduğuna şüphe yoktur. Memlekete olan eşsiz hizmetlerini takdir etmiş ve bizde milli kahramanlık rütbesi olan GAZİ ünvanını o meclis tevcih etmiştir. Fakat yine aynı meclis Atatürk sevgisi kadar büyük bir sevgi ile İstiklal ve Hürriyet mefhumlarına da bağlı bulunuyordu. Netekim 491 sayılı kanunun müzakereleri esnasında Cumhurbaşkanına verilmek istenen meclisi fesih salahiyeti asla kabul edilmemiş ve veto ve hususi af müesseseleri de son derecede tahdit edilerek kabul edilmiştir.
Encümende kabul olunan son metin B.M.M nin 20.4.1024 günlü toplantısında tekrar müzakereye konularak hiç itiraza uğramadan kabul edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Bu suretle cezai mesuliyetin hududu ancak vatana hıyanet suçu ile mahdut olmak üzere sınırlanmıştır. Suçun tarifi ve cezası o tarihte yürürlükte bulunan ceza kanununda belli edilmiş bulunmakta idi. Bu sebeplerle Celal Nuri’nin sözlerine dayanılarak, vatana hıyanet suçunun mevzuatımızda tarif ve tesbit edilmiş olmadığını, ifade ve iddia etmek doğru ve isabetli addolunamaz.
Celal Nuri zikrolunan konuşması ile sadece Teşkilatı Esasiye Kanununun [sayfa 124/3] muhakeme mercii bakımından bir hüküm getirmesine lüzum olmadığı tezini savunmuştur. Halbuki bu tezin de isabetli olmadığı ve Teşkilatı Esasiye Kanununun bu noktada sükut etmesi, bir noksanlık teşkil ettiği anlaşılmış bulunduğundan 27.5.1961 günlü Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 147. ve mütaakıp maddeleri, Cumhurbaşkanının muhakeme mercii ve usullerini tayin ve tesbit etmek suretiyle Eski Teşkilatı Esasiye Kanunundaki boşluğu şimdi doldurmuş bulunmaktadır. Bu itibarla kararda yazılı bulunan ve:
“Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun tedvin edildiği sıralarda dahi hıyaneti vataniye tabiri muayyen bir suçu ifade maksadı ile sevk edilmemiş, halin icaplarına göre meclise bu vasıfta olabilecek suçu ve cezasının tayin ve tesbit salahiyeti tanınmıştır.”
diyen mütalaada isabet farz ve tasavvur olunamaz. Zira hıyaneti vataniye hali sadece Cumhurbaşkanlarının inhisarları altında ve yalnız onlar tarafından işlenebilecek bir suç değildir. Yerli ve yabancı lalettayin her şahıs tarafındna irtikab olunabilir. Bundan başka, dünyanın her memleketinde hıyaneti vataniye fiili par ekselans bir cürüm sayılmıştır. Memleketimizde de eski tabirle “cürmü ekber” olmak üzere kabul ve telakki edilmiştir. Bu en büyük suçun kanuni mevzuatımızda tarif, tayin ve tesbit edilmemiş bulunduğu düşünce ve mütalaası fahiş ve maddi bir hatadır. Çünkü Teşkilatı Esasiye Kanunun tedvin tarihi olan 1924 senesinde yürürlükte bulunan 1274 tarihli Kanunu Cezanın birinci babında “Devleti Âliyenin emniyeti hariciyesini ihlal eden cinayet ve cünhalar” başlığını taşıyan birinci fasıldaki -48 ila 54 dahil- maddelerinde vatana hıyanet cürmü, tekmil unsurları ile tayin ve tesbit edilmiş bir halde açıkça yazılı bulunuyordu.
Bir hukuki gerçeğe daha işaret etmek isteriz:
Yeni Anayasanın 99. maddesi, cezai sorumluluk bahsinde, mülga Teşkilatı Esasiye Kanununun 41. maddesindeki hükmü aynen kabul ve tekrar etmekle iktifa eylemiştir. Ayrıca vatana hıyanet halinin tarif ve izahına girişmemiştir. Zira bu fiilin tarif ve cezası, yürürlükte bulunan Türk Ceza Kanununda yazılı bulunmaktadır.
“Halin icaplarına göre, meclise suçu ve cezasını, tayin ve tesbit salahiyeti tanınmıştır.”
Mütalaasının, eski ve yeni ceza kanunlarımız muvacehesinde, yeri ve değeri bulunmadığı aşikar olmuştur. Şurasını da ilave etmek isteriz ki suç ve cezaların kanuniliği prensibi, hukuki mevzuatımıza Türk Ceza Kanunu ile birlikte 1926 senesinde girmiş değildir. 1927 tarihli Ceza Kanununun 1. ve bilhassa 15. maddesinin taşıdığı “Her cinayet ve cünha ve kabahatin tarafı hükümetten zahire ihraç olunduğu veya müddeisi zuhur eylediği zamanda mer’i olan kanun ve nizam ile tedibi icra olunup muahhar kanun ile mücazatı icra olunamaz” şeklindeki hüküm, suç ve cezaların kanuniliği kuralının bugünkü anlamda ifadesinden başka bir şey değildir.
[sayfa 124/4] Hıyaneti vataniyeden dolayı, doğrudan doğruya kaza mercilerine karşı mes’ul bulunmamak ve sorumluluğun mütekaddem bir mesele olmak üzere, meclis tarafından tesbit edilmesi gerekli bulunduğu vakıası da, ifade edilmek istendiği gibi, suç ve cezanın, sonradan meclisçe takdir ve tesbit edileceği manasında kabul olunamaz. Çünkü, Teşkilatı Esasiye Kanunu, sorumluluğu “vatana hıyanet suçu ile sınırlandırmak sureti ile” meclisi takyid etmiştir. Meclisin tesbit edeceği husus fiilin, ceza kanununda yazılı bulunan, vatana hıyanet suçunu hakikaten teşkil edip etmediğini araştırmak ve şayet vatana hıyanet cürmünün kanuni unsur ve delilleri mevcut görülür ise, muhakemesi için bir merci tayın ve tesbit etmekten ibarettir. Başka türlü düşünmek suçta ve cezada kanunilik kuralını red ve inkar etmek demek olur.
“Halin icaplarına göre meclise suçu ve cezayı tayin ve tesbit etmek salahiyeti tanınmıştır.” mütalaası, ortaya ikinci ve pek önemli bir konu daha getirmektedir:
Bu mütalaanın varit bulunduğu bir an için kabul edilsin; u takdirde devlet reisi tarafından yapılmış olan bir fiil, vukuundan çok sonra vatana hıyanet hali olarak vasıflandırılacak ve tecrim ve tecziye edilebilecektir. Bu neticenin hukuki anlayışa uygun bulunmadığı hemen görülmektedir. Çünkü bir ceza hükmü makabline şamil edilmiş bulunuyor. Sonradan çıkarılan bir kanun ile getirilen ceza hükmünün kendinden evvelki hadiselere tatbik edilemeyeceği ise ceza hukukunun temel kurallarındandır. Milletin istisnasız her ferdinin istifade ettiği bu emniyet kaidesinden, devlet reisinin mahrum edildiği ve bu bakımdan devlet başkanının ahâdı nasa nazaran daha teminatsız bulunduğu düşünülemez. Geçmişteki fiil ve hareketinin günün birinde, vatan hıyaneti hali olarak tavsif ve tecziye edilebileceği ihtimali, bir Cumhurbaşkanını başı üstünde Demokles kılıcı gibi asılı durursa, böyle bir tehdit altında selametle vazife görmesine imkan ve ihtimal tasavvur olunamayacağından, bu düşünce tarzının sakatlığı aşikar olmaktadır.
Ferdin hak, hürriyet ve emniyetinin korunması vazifesi ile mükellef kılınmış bulunan devletin en büyük makamını işgal eden bir zatın, en basit bir vatandaştan hatta bir yabancıdan daha az hak ve emniyeti sahip olacağı, anayasanın ve İnsan Hakları Beyannamesinin herkese tanıdığı hürriyet ve emniyet içinde çalışmak ve yaşamak hak ve yetkisinin, devlet başkanından kıskanıldığı ve mez’ edildiği düşüncesinin hukuk ve adalet kaidelerine uygun bulunduğunu ifade etmek imkansızdır.
Bundan başka, Teşkilatı Esasiye Kanununun 41. maddesinde ve bunun yeni anayasada mütenazırı olan 99. madde açıkça yazılı olduğu gibi, cezai sorumluluk hakkında, meclis bir KARAR verecektir.
Lütfen dikkat buyurulsun! Kullanılan tabir KARAR kelimesidir. Teşrii bir heyetten de satır olsa karar, kanun demek değildir. Halbuki bir fiil ancak kanun ile suç sayılabilir. Ceza da kezalik kanun ile konulabilir. Görülüyor ki [sayfa 124/5] anayasanın kullandığı tabir dahi, tahlilini yaptığımız mütalaanın varit ve kabule şayan bulunmadığının, kanuni bir delilini teşkil etmektedir.
B. MEVZUATIMIZA GÖRE:
Yürürlükte bulunan mevzuatımız karşısında ne gibi suçların vatana hıyanet mefhumuna girdiklerinin tesbiti bahsinde 2 sayılı karar, Hıyaneti Vataniye Kanununda yazılı suçlardan mâda Askerî Ceza Kanının 3. babında “Hıyanet” matlabını taşıyan fasıldaki cürümlerin de vatana hıyanet suçunu teşkil eylediklerini ifade ettikten sonra Türk Ceza Kanununun ikinci kitabının birinci babının birinci ve ikinci fasıllarında yazılı cürümlerin de vatana hıyanet fiilleri olduklarını beyan eylemiştir.
Bu kabul tarzına göre, hıyanet başlık ve matlabı altında yazılı suçlar, kayıtsız ve şartsız vatana hıyanet suçları olmak gerekiyor. Bu görüş tarzı hakikatin ifadesi olmaktan uzaktır. Çünkü suçun vasfını, korunan değerde aramak lazımdır.
Vatana hıyanet suçunu, devletin hayatına, istiklaline, birlik ve mülki tamamlığına karşı işlenen fiiller arasında bulmak mümkün olur. buna mukabil devletin dahili ve siyasi teşkilatına taalluk eden cürümler ise, devlet kuvvetleri aleyhinde suçlar olarak mütalaa edilmek icabeder. Bu sonucular, vatana hıyanet mefhumunun dışında kalırlar.
Vatan mukaddes bir mefhumdur. Gerekirse milletin bütün fertleri bu uğurda ölmeğe mecburdur. Halbuki, devlet kuvvetleri için, yani teşrii, icrai veya kazai kuvvetler ve hatta matbuat uğrunda milletten böyle bir fedakarlık istenemez ve düşünülemez, bu tek misalden sonra mevzuatımıza giriyorum:
1. – “Hıyaneti Vataniye Kanunu”:
Bu kanunun ismi bizi yanıltmamalıdır. Bu kanunda yazılı suçun mana ve mahiyetini tayin etmek için kanunun hangi hal ve şartlar altında ve ne maksatla kabul edildiğini, sür’atli bir tetkike tabi tutmak faydalı olacaktır…
Vatan parça parça olmuş ve kısım kısım düşman işgali altına girmiş bulunuyordu. İşgal mıntıkalarından kaçabilen mebuslarla bazı vilayet ve sancaklardan yeniden intihab edilen mebuslar Türkiye Büyük Millet Meclisini kurmuşlar ve ilk toplantı 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. Birinci T.B.M.M. si, Yüksek Heyetinizin de malum olduğu gibi hukuki olmaktan ziyade fiili bir teşekkül olarak doğmuştur. İlk Teşkilatı Esasiye Kanunu bu tarihten bir sene sonra çıkarılmıştır.
Hıyaneti vataniye kanunu Birinci Meclisin ilk kanunlarındandır. 2 sayılıdır, 29 Nisan 1920 tarihlidir. Meclisin ilk toplantısından altı gün sonra kabul ve ısdar edilmiştir.
O hamaset günlerini, birkaç dakika, birlikte yaşamamıza müdaade buyurunuz; siyasi tarihimizin en kıymetli kitabı olduğunda şüphe bulunmayan Birinci Büyük Millet Meclisi zabıtlarına bir göz atalım. Yalnız, zabıtname hak[sayfa 124/6]kında incelemeye başlamadan evvel, bir nokta hakkında hafızalarınızı tazelemek isteriz:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir hususiyeti de teşri ve icra faaliyetlerinin bir arada yürütülmesi olmuştur. Meclisin birinci reisi Büyük Atatürk’tür. Bu sıfatla aynı zamanda Hükümetin de Devletin de başkanıdır. İcra Vekillerinin salahiyetini haiz bulunan arkadaşları ile birlikte mecliste bulunur, bir taraftan teşrii çalışmalar devam ederken, diğer taraftan icra ve idare işleri birlikte yürütülür. B.M.M.sinin idaresi ikinci reislere bırakılmıştır; Müzakere safahatında bu hususlar açıkça görülmektedir.
Şimdi zabıtlara geçiyoruz:
Birinci B.M.M. sinin üçüncü toplantısı; tarih 25 Nisan 1920, öğleden sonra, altıncı celse:
Reisi Sani Bey – (Meclise hitab ediyor) Meclis dağılmağa başladı. Müsaade buyurunuz daha bir müzakeremiz var efendim. Müstacel olmak üzere verilen bir takrir vardır. Müsaadenizle dinleyelim. Gayet mühim bir mes’ele hakkındadır.
Karahisarsahip mebusu Şükrü Bey’in takriri okundu:
(B.M.M sinin maksadı teşekkülü malum olduğundan istihdaf eylediği gayei muallayı tekrara lüzum yoktur. Ancak, gayei matlubaya vusul için B.M.M sinni ittihaz edeceği mukarrerata bütün efradı Osmaniyenin mütavat eylemesi lazımdır. Bu ecelden, meclisi millinin mukarreratı aleyhinde bulunanlar veya mutavaat eylemeyenler, ancak haini vatan olabilirler. Bu gibilerin de hıyaneti vataniye ile ittiham edilmeleri lazımdır.)
(Bu dibaceden sonra takrir devam ediyor.)
Birinci madde: Halifemiz ve padişahımız efendimiz hazretleri ile –müsaadenizle buna hepimizin adına haşa diyoruz- memaliki Osmaniyeyi yedi ecanibten tahlis maksadına matuf bulunan millet meclisi mukarreratına itaat eylemeyenler ihaneti vataniye ile ittiham olunurlar.
İkinci madde: Hıyaneti Vataniye hakkındaki kanunu mahsus, bu gibiler hakkında tatbik olunur.
Takririn kıraatını mütaakıp, (pek iyi, muvafık, aynen kabul sesleri).
Bir Mebus: Müzakere edilsin, bir şekil verilsin.
Reisi Sani Bey: Efendim takrir sahibi Şükrü Bey yok mu?
Şükrü Bey (Karahisar): Muhterem efendiler, görüyoruz ki her yerde her tarafta ifsadat var. Bu ifsadaata bilmeyerek peyrev olanlar var. Bu gibi ifsadaata bilerek peyrev olanla elbette haini vatandırlar. Haini vatanların cezası da kanunu mahsusunda idamdır. Kanunu mahsus heyeti muhteremlerinden belki çoklarının malumudur. Hıyaneti vataniyenin cezası bütün düveli mütemeddinede idamdır. İşte bilerek hıyaneti vataniyede bulunanları bu meclisi âli ol baptaki hıyaneti vataniye hakkındaki kanunu mahsus mucibince ki bu seferberlikte [sayfa 124/7] ilan edilmiş ve divanı harplerce tatbik edilmiştir, ahvali adiyede adliye tarafından tatbiki kanunu mahsusunda muharrerdir….Bu takririn heyeti aliyelerince kabulünü istirham ederiz.
Reis Sani Bey: (Müzakeratı keserek Atatürk’e hitab eder).
Paşa hazretleri, bir telgraf gönderiyorlar, efendim. Yabanabad’dan geliyor. Kaymakam Hakkı imzası ile.
Telgraf okunur. Günlük işlerden birine ait olduğu için mealini tekrar etmeyi lüzumsuz görüyorum. Atatürk söz alır. Kürsüye çıkarak telgrafa yazılan cevabı okur. “Muvafık sedaları” ile kabul edilir. Mesele böylece halledildikten sonra meclis müzakerelerinin kaldığı yerden devamına başlanır.
Reisi Sani: Okunan takrir hakkında ne buyurulur, efendim. Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsınlar.
(Gürültüler), (Layiha encümenine sesleri)
Reis sani layiha encümenine göndermeye taraftar değildir. Bu kanaatını izhar edince “hiç alakası yoktur” sesleri ile karşılaşır. Bu arada, layiha encümeninin, heyeti muvakata’i idarenin, takib edeceği yolu tayin etmek için, kurulduğu ve meclisi mebusanda olduğu gibi telakki edilemeyeceği izah edilir.
Reis sani müzakeratı tekrar keser, bir telgraf daha gelmiş. Bunun da cevabı halledildikten sonra, takrir sahibi Şükrü Bey tekrar söz alarak, takririnin hemen müzakere ve kabul edilmesini ister. Konuşanlar, kabulü mütalaasındadırlar.
Lütfen şimdi dikkat buyurulsun!
Refik Şevket (Saruhan): Mevcut kavaninimizin içinde bir Hıyaneti Vataniye Kanunu yoktur.
Bir Mebus: Hıyanette bulunanları ezmeli ve vaktiyle ne yapılacaksa yapılmalıdır.
(Müzakere kafidir sesleri)
Refik Şevket Bey: (Devamla) Mevzubahis kanunun, Hıyaneti Harbiye ve Casuslar hakkında olup bendeniz bu noktayı arz etmek isterim. Mukarreratımızın hepsi harbe ve casusluğa müteallik değildir.
Diye müdahale etmiş ve müdahelesi semere vererek teklifin encümene havalesi kabul edilmiştir.
Safahatını kısaca arz ettiğimiz müzakerelerden çıkan netice vuzuhla anlaşılıyoru0
a) Şükrü Bey’in maksadı milli meclisin mukarreratını muta kılmaktan ibarettir.
b) Bu maksatla yeni bir kanun getirmiyor, mevcudiyetini farz ettiği bir hıyaneti vataniye kanununun tatbikini teklif ediyor.
c) Şükrü Bey’in maksadını temin edecek bir kanunun mevcut bulunmadığı anlaşılmıştır.
[sayfa 124/8]
d) Vatan ve milletin hayatı tehlikededir. Bunları kurtaracak tek ümit B.M.M. sinin faaliyet ve kararlarıdır. Kararlara itaat edilmez ise milli mücadelenin devam ettirilmesine imkan yoktur.
e) Milli meclisin meşruiyetini tesbit ve ilan eden bir Teşkilatı Esasiye Kanunu henüz mevcut ve mer’i değildir.
Hıyaneti Vataniye Kanunu işte bu ahval ve şartlar altında teklif olunmuştur. Birinci B.M.M. tek gayesi emeli vardı; yurdumuzu düşman işgal ve istilasından kurtarmak ve korumak! Bunun dışında kalan her türlü düşünceler ikinci derecede ehemmiyeti haiz bulunuyordu. O günler normal esas ve kuralların ince hukuk meselelerinin bahse konu olabileceği ve nazara alınacağı zamanlar değildir. Layihanın havale edildiği layiha encümeni de bir mebusan meclisinin normal encümeni değildir. “Hey’eti muvakkata’i idare veya Hey’eti temsiliye” diye adlandırılan o zamanki İcra Vekilleri Hey’etinin vazife ve salahiyetlerini tayin ve tesbit etmek için kurulmuş bulunuyordu. Layiha, bu encümende müstacelen görüşülüp hazırlanarak dört gün içinde meclise arz edilmiş ve hemen hemen müzakeresiz olarak o gün -29 Nisan 1920- kanunlaştırılmıştır.
Şükrü Bey’in teklifi iki maddeden ibaret bulunuyordu. Bu kanun 14 madde olarak kabul edilmiştir. Ancak, maksat ve gayesi, ilk teklifin birinci maddesinde yazılı olduğu gibi B.M.M. sinin meşruiyetini teyid ve ilan etmekten ibaret kalmıştır.
Bu kanunun bazı hükümlerine işaret etmeden geçemeyeceğiz:
B.M.M. sinin meşruiyetine isyanı mutazammın fiil ve hareket yapan ve söz söyleyen halini vatan addolunur ve idam edilir. Fer’an zimethal olanlar ile müteşebbisleri 1274 tarihli ceza kanununun 45 ve 46. maddesi mucibince tecziye edilirler. Başkalarını bu fiillere tahrik ve teşrikte bulunanlar küreğe konulurlar.
Başkalarına bu fiilleri ligarzin isnad edenler, isnat ettikleri cürmün cezası ile cezalandırılırlar. Yani, isnadın herhangi bir mağduriyete sebep olup olmadığı araştırılmaksızın, mücerret iftiranın cezası idam veya on seneden aşağı olmamak üzere kürek cezasıdır.
Mahkemelerden verilecek kararlar B.M.M. since ya tasdik edilir veya başka bir kararla değiştirilebilir.
Kanunun yürütülmesine B.M.M. si memurdur…
Bilahare B.M.M. azasından mürekkep istiklal mahkemeleri teşkil olundu. İstiklal mahkemelerinin kararları kat’i idi. Hıyaneti vataniye kanununun tatbiki ve verilecek hükümlerin tenfizi salahiyeti 26 Eylül 1920 gün ve 28 sayılı kanunla istiklal mahkemelerine verildi.
İstiklal mahkemeleri kanunu ve tadilleri 5384 sayılı kanunla kaldırılmışlardır.
Bundan başka, Türk Ceza Kanunun 585. maddesinin ihtiva eylediği: “Hususi kanunlarda men olunup da cezası 1274 tarihli ceza kanununun bir fasıl veya maddesine matuf bulunan ahvalde bu kanunun o cürme veya kabahata taalluk [sayfa 124/9] eden maddesi tatbik olunur.” Ve yine Türk Ceza Kanununun 590. maddesinin getirdiği: “1274 tarihli ceza kanunu ve zeyilleri ilga edilmiştir. Sair kanunların da bu kanuna muhalif ahkamı mülgadır.” hükümleri muvacehesinde, bahsimize konu olan Hıyaneti Vataniye Kanununun, hala mer’i bulunduğu mütalaasında isabet bulunup bulunmadığını Yüksek Hey’etinizin takdirine arz ediyoruz.
2. – “Askerî Ceza Kanunu”
Askerî Ceza Kanununun 3. babında “Hıyanet” matlabını taşıyan birinci faslındaki cürümlere gelince:
Bu fasılda yazılı cürümler harb hıyaneti, milli müdafaaya hıyanet, milli mukavemeti kırmak vesaire adları ile ayrı ayrı tavsif edilerek cezalandırılmış bulunmaktadırlar. Vatana hıyanet suçu ise “Vatan aleyhindeki cürümler” matlabı altında diğerlerinden ayrılmış ve Askerî Ceza Kanunu, vatan aleyhinde bir cürüm işleyen askerî şahıslar hakkında, 54. maddesinde, Türk Ceza Kanununun 125. den 145. maddesine kadar olan maddeleri hükümleri tatbik olunur demekle iktifa etmiştir.
Vatan hıyanet fiilini işleyen şahsın, bir sivil veya asker olması, suçun mahiyeti, vasıf ve cezasını değiştirmeyeceğinden, Askerî Ceza Kanununun bu kabul ve izah tarzını tabii olarak karışlamak icabeder. Türk Ceza Kanunu vatana hıyanet suçlarını 25 ila 145. maddelerinde gereği gibi tesbit ve tayin ederek cezalandırılmış bulunduğu için bunların bir ikinci kanunla tekrar edilmesi hakikaten haşivden başka bir şey olmazdı.
Ancak, Askerî Ceza Kanununun 54. maddesi aynı zamanda pek mühim bir esası ortaya koymaktadır ki o da yürürlükte bulunan mevzuatımızda vatana hıyanet suçlarının Türk Ceza Kanununun 125 ila 145 maddeleri arasında mevcut bulundukları ve bu maddeler içinde aranmaları lazım geldiği, hakikatinin tekrarından ibarettir. Bu maddeler T.C.K. nun ikinci kitabı, birinci bab, birinci faslında yazılı bulunmaktadırlar. İddianın bu hakikatten teami ederek T.C.K. nun aynı kitap ve babının, ikinci faslında yazılı suçları da vatana hıyanet fiilleri olarak göstermesi, bir zühul eserinden başka bir şey değildir. Zira, bu ikinci faslın matlabı “Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler” ibaresini taşımakta olup bu nevi suçların, vatana hıyanet fiili olarak vasıflandırılmaları, hukuka ve kanuna uygun değildir. Devlet kuvvetleri, vatan mefhumunun ve tarifinin dışında kaldıkları için, bu kuvvetler aleyhinde işlenen fiiller ancak, devlet kuvvetleri aleyhinde işlenmiş sayılırlar, vatan aleyhinde işlenmiş olmak üzere vasıflandırılamazlar.
3. – “Türk Ceza Kanunu”
Türk Ceza Kanununa göre vatana hıyanet suçlarına gelince:
Türk Ceza Kanununda “Vatana Hıyanet Suçları” unvanı altında bir faslın mevcut bulunmadığı iddia edilmektedir. Filhakika T.C.K. nun bu günkü şekli tetkik edildiği zaman “Vatan aleyhinde cürümler” matlabı altında bir faslın [sayfa 124/10] mevcut bulunmadığı görülür. Askerî Ceza Kanununun atıf yaptığı 125 ila 145. maddelerin yazılı bulundukları T.C.K. nun ikinci kitap, birinci bab, birinci faslının başlığında “Devletin arsıulusal şahsiyetine karşı cürümler” ibaresi yazılı bulunmaktadır.
Yüksek Hey’etinizin malumu bulunduğu gibi T.C.K. nu esas itibariyle İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilmek ve lisanımıza aktarılmak suretiyle tertip edilmiştir. Kanunun ilk şekli 1926 senesinde yürürlüğe girmiş, ilk tadiller 2275 sayılı kanunla 1933 yılında ve ikinci ve mühim tadiller ise 3038 sayılı kanunla 1936 senesinde yapılmışlardır.
3038 sayılı kanun kabul edilinceye kadar ikinci kitap, birinci bab, birinci faslın matlabı “Vatan aleyhinde cürümler” ibaresini, aslı İtalyan Ceza Kanununda da yazılı olduğu gibi, aynen taşıyordu. Bu matlabın 3038 sayılı kanunun getirdiği tadiller ile birlikte değişmiş ve “Devletin arsıulusal şahsiyetlerine karşı cürümler” şeklini almış olduğunu görüyoruz. Bu ibare, hukuki terimler arasında yerini almış ve hukuk lehçemizde tutunmuş değildir; ölü doğmuş bir tabirdir.
Kanunlarda yazılı başlık ve matlablar metni kanun hükmündedir. Bu itibarla kabul ve tadilleri de aynen kanun maddelerinin usul ve merasimine uygun bulunmak lazımdır. Halbuki, 3038 sayılı kanunun esbabı mucibesi layihasında bu fasıl başlığının değiştirilmesi hakkında lüzumlu bir mucip sebep zikredilmiş bulunmadığı gibi, encümen mazbatasında bir sebep gösterilmemiştir. Bundan başka millet meclisindeki müzakereler esnasında da bu başlık ve matlab müzakereye konulmuş ve reye arz edilmiş değildir. (Meclis zabıt ceridesi, c: I, 11/6/1936, İ: 78)
Şimdi, arz ettiğimiz gibi, kanuni usul ve merasimine uygun olmadan fiilen yapılmış bulunan bu değişikliğin muteber sayılıp sayılmıyacağını Yüksek takdirinize terk ediyoruz.
Bu izahlarımıza rağmen fasıl başlığının değiştirilmiş olması tamamiyle sebepsiz ve manasız telakki edilemez… Ceza hukukunu nazari bir tetkike tabi tutunca devlet aleyhindeki suçların üç gurupta toplandıklarını görüyoruz:
1– Devletin dış emniyetine veya milletlerarası şahsiyetine karşı cürümler; bunlar devletin müstakil bir şahsiyet olarak mevcudiyetine, yani istiklaline, birliğine ve toprak bütünlüğüne karşı işlenen suçlardır ki bunların başında vatana hıyanet cürmü gelir.
2. grup – Devletin dahili emniyetine karşı tecavüzler; devletin iç emniyet ve nizamının nelerden ibaret bulunduğu anayasada yazılı olarak tesbit edileceği gibi, devlet bunlara fiilen de malik bulunabilir. Bu anayasa kaidesi yalnız devletin iktidar sahasını tesbit etmekle iktifa etmez; aynı zamanda kuvvetler birliği veya ayrılığı sistemi kabul edilmiş bulunduğuna göre, iktidarı kullananları da ihtiva eder. İşte bu sebepledir ki bu guruba giren suçlar, devletin iç emniye[sayfa 124/11]tine karşı veya devlet kuvvetlerine karşı işlenen suçlar diye adlandırılmışlardır. Anayasa kanunu ve müesseseleri bu faslın himayesi altına konulmuşlardır.
3. gurup – Yabancı devletlere ve elçilerine karşı tecavüzlerdir.
Çağdaş ceza hukukunun muhtelif memleketlerdeki tatbikat şekilleri olan ceza kanunlarının umumiyetle kabul tarzı da undan ibarettir. Nitekim İtalyan, Fransa, Federal Almanya, Avusturya, Finlandiya ve Yunanistan ceza kanunlarının arz ettiğimiz tasnif şekline riayet ettikleri görülür. Türk Ceza Kanununda da bu tasnif mevcuttur.
Yüksek Hey’etinizin malumudur ki İtalyan ceza kanunu 1930 senesinde İtalya’da hemen hemen yeniden tedvin edilir gibi esaslı şekilde tadil edilmiştir. İşte bu sırada ikinci kitap, birinci babının başlığı “Devletin emniyetine karşı cürümler” yerine “Devletin Şahsiyetine karşı cürümler” başlığını almış ve birinci faslın matlabı da “Vatan aleyhindeki cürümler” yerine “Devletin arsıulusal şahsiyetine karşı cürümler diye adlandırılmıştır. Bu suretle çağdaş ceza kanunları ile birer temazur temin edilmiş olmaktadır. 3038 sayılı kanunun kabulü sırasında da aslı olan İtalyan kanunu ile ilmî bakımdan ahenk birliğini temin etmek maksadıyladır ki bab ve fasıl başlıklarındaki arz ettiğimiz yeniliklerin getirilmesi istenmiştir. Başka izah sebebi mevcut değildir.
Ancak bu değişikliğin bizde mesut bir sonuç doğurduğu iddia edilemez. Zira bu fasıl başlığının değiştirilmiş olması tatbikatta pek mühim yanlışlıkların zuhuruna ve mesela 2 sayılı kararda: “Vatana hıyanet halinin ne olduğu mevzuatımızda belirtilmemiştir.” şeklinde mütalaa ızharına sebeb olduğu gibi, Yüksek Soruşturma Kurulu kararnamesinin 25. sahifesinde: “Türk Ceza Kanununda vatana hıyanet suçları diye bir faslın bulunmaması bu kabil fiillerin suç sayılmadığı ve cezasız bırakıldığı manasını tazammun etmez” gibi pek garip ve kanuni gerekçelere aykırı neticelere varılmasına sebebiyet vermiştir.
Herhangi bir suçun mahiyet ve vasfının tayini için behemehal o suçun adı ile adlandırılmış bir faslın bulunması icab etmiyeceği şöyle dursun, suçun vasıf ve mahiyeti ve cezası, kanun maddesi ile tayin ve tesbit edilir.
Nitekim 1274 tarihli Ceza Kanununun 48 inci ve mütaakıp maddelerin de yazılı olduğu gibi, Türk Ceza Kanununun 125 inci ve müteakip maddelerinde de vatana hıyanet suçları eski tabirle efradını cami ve ağyarını mâni şekilde tayin ve tesbit ve tecziye edilmiş ulumaktadırlar. Bunları metin halinde veya kanuni unsurlarını ele alarak yüksek huzurunuza sermek, muhakeme adab ve teamülüne aykırı düşeceğinden, dikkatle çekinmeyi vazife sayıyoruz.
4. – “15 sayılı Kanun”
Vatana hıyanet suçunun tayin ve tesbiti bakımından 2 sayılı kararda aradığını bulamayan Yüksek Soruşturma Kurulu kararnamesi 4.4.4960 gün ve 15 sayılı kanundan istiane etmektedir.
Kararname, sanıklara isnad edilen fiil Türk Ceza Kanunun 146 ncı mad[sayfa 124/12]desinin şümulü içinde gördükten sonra, 5 sayılı kanunun 3. maddesi ile bu kabil fiiller vatana ihanet suçu olarak tavsif ve kabul edilmiştir demektedir.
15 sayılı kanunun maksat ve gayesi vatana hıyanet suçlarının tarif ve tavsifini yapmak değildir. Su kanunun tedvin sebebi başlığında açıkça gösterilmiş olup 146. maddeye bir fıkra eklenmesi ve 56. maddenin kaldırılması mülahazasından ibarettir. Şayet böyle olmasaydı 15 sayılı kanun ile 2 sayılı karar aynı makam tarafından aynı tarihte ısdar edilmiş bulunduğuna ve kanun hükmü, kararı imzalayanlar tarafından malum bulunduğuna göre bu hükmün 2 sayılı karada yer almaması için herhangi bir sebebin mevcudiyeti tasavvur olunamaz.
Kanunun 3. maddesinin gayesi de 56. maddedeki yaş haddinin kaldırılması keyfiyetinin, ceza kanununun muayyen maddelerini ihlal edenler hakkında tatbik olunabilmesini temin etmektir.
Ceza Kanununun 2. Maddesi ve İnsan Hakları Beyannamesinin getirdiği:
“Kanun cidden ve hakikaten lüzumlu olan cezalar koymalıdır, hiçbir kimse sonradan vaz ve neşir ve ilan olunan bir kanunla suç sayılan fiilden dolayı cezalandırılmamalıdır.” hükümleri muvacehesinde, makabline teşmil bakımından münakaşa kapılarını ardına kadar açmış bulunan kanunun 3. maddesi, nihayet vatana hıyanet veya bu derece ağır cürüm işleyenler hakkında da 2. madde uygulanır” demekten başka bir hüküm getirmiş değildir. 3. madde vatana hıyanet suçları şunlardır diyerek bir tarif ve tavsif yapmıyor. Maddede yazılı rakamların işaret ettikleri suçlar malum ve muayyen bulunduklarına göre bunların tesadüfen bir arada sayılmış olmaları, suçların vasıf ve mahiyetlerini değiştirerek cümlesinin vatana hıyanet suçu olarak kabul edilmeleri için kafi bir sebep teşkil etmez. Nitekim 3. maddede bir arada sayılan 149, 150 ve 163. maddelerde yazılı suçlar vasıf ve mahiyetleri itibariyle vatan aleyhinde olmak şöyle dursun kanununuzun aslı olan İtalyan ceza kanununda, devlet kuvvetleri aleyhinde cürümlerden dahi sayılmayarak başka fasıllar dahilinde tedvin edilmişlerdir.
Bazı hukuk allamelerinin (!) neşir yolu ile iddialarına rağmen 15 sayılı kanunun, ceza kanunun 146. maddesine bir fıkra ekleyen 1. maddesinin makabline teşmil mümkün değildir. Ceza kanunlarının makabline teşmili yalnız iki lahde caizdir:
Birincisi yeni hükmün muhaffifi ceza olması, ikincisi de yeni usuli bir kaide getirmiş bulunması halidir. Halbuki bu 1. madde, gerçi ceza kanununun 146. maddesinin 2. fıkrasında yazılı cezaya nazaran daha hafif bir ceza getirmekte ise de 2. fıkrasında yazılı cezaya nazaran daha hafif bir ceza getirmekte ise de 2. fıkranın hükmü aynen muhafaza edilmiş olmasına ve yeni hüküm 146. maddeye 3. fıkra halinde eklenmiş bulunmasına ve fiilin işleniş tarzı bakımından yepyeni hükümler ihtiva eylemesine nazaran muhaffifi ceza olduğu bakımından yepyeni hükümler ihtiva eylemesine nazaran muhaffifi ceza olduğu söylenemez. Bundan başka yeni fıkra usule değil esasa mütedair bulunmaktadır.
15 sayılı kanun, neşir ve ilah tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun makable şamil hükmü 3. maddesindeki sarahata binaen yalnız yaş [sayfa 124/13] haddinin kaldırıldığına ait bulunan hükmüdür. 1. maddesinin makable teşmili için hiçbir kayıt ve sarahat ihtiva etmemektedir. Binaenaleyh gerek 1. maddenin makable teşmil edilebileceği ve gerekse 3. maddenin vatana hıyanet suçlarını tayin ve tesbit eylediğine dair mütalaa ve iddialar, arz ettiğimiz sebeplerden ötürü, böylece kabul ve tefsire müsait değildirler. Aleyhteki bu tefsir tarzı kanun hükümlerini zorlamadan mümkün olamaz.
Birinci Dünya Harbinde Fransa’yı mağlup ve perişan olmaktan kurtarıp zafere ulaştıran şahsiyetlerin başında bulunan, cumhurbaşkanı ve Avukat Puankare, bir müdafaasında kanun zorlamasına işaret ederek Fransız adaleti karşısında “Şimdi kanunlara zulmediliyor, ta ki insanlara da zulmedilebilsin” demiştir. Bur Türk avukatı olarak böyle düşünce ve sözlerin Türk adaleti önünde yeri ve değeri bulunmadığına inanıyoruz. Çünkü Türk adaletinin ifadesini, Yüksek Heyetinizin kararlarında, bütün dünya hukuk efkarını tatmin edici şekilde bulacağımıza imanımız vardır.
2 “Vatan Hıyaneti”nin ne olabileceği üzerindeki hukuki mütalaa Müdafaa kitabı ile aynı formattadır, Baha matbaasında basılmış olmalıdır. Yine Müdafaa kitabında olduğu gibi