FARK*

0
42

Prof. Dr. Kudret Bülbül / TBMM Dış İlişkiler ve Protokol Başkanlığı Başkanı

*28 Şubat 2022 tarihinde İstanbul Üniversitesinde düzenlenen Tekrar ve Fark Sempozyumunda sunulmuştur.

Rahmetli Aliya İzzetbegovic Bosna savaşında Sırplar’ın yaptığı onca şeyden sonra şunu söylemiştir, “Evlat ne yaparsan yap soykırımı unutma, Unutulan her şey tekrarlanır.” Türkiye’de dönem dönem 15 Temmuz’lar, 28 Şubat’lar bitti denir. Aslında Aliya’nın sözüne referansla, olanların unutulduğu takdirde tekrar gelebileceğini görmemiz gerekir. 

28 Şubat döneminin ruhunu psikolojisini gayet iyi yansıtan Constantiono Kavafis’in meşhur şiirini sizle paylaşmak isterim: 

Barbarları Beklerken; 

“Neyi bekliyoruz böyle toplanmış Pazar yerine 
Bugün barbarlar geliyormuş buraya 
Neden hiç kıpırtı yok senatoda 
Senatörler neden yasa yapmadan oturuyorlar 
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün 
Senatörler neden yapsın yasalar 
Barbarlar geldi mi bir kez yasaları onlar yapar 
Neden öyle erken kalkmış imparatorumuz 
Şehrin en büyük kapısında neden kurulmuş tahtına 
Başında tacı törene hazır 
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün 
Onların başbuğunu karşılamaya çıkmış imparatorumuz 
Birde koca ferman hazırlatmış ona rütbeler unvanlar bağışlayan 
İki konsülümüzle yargıçlarımız neden böyle 
İşlemeli kırmızı kaftanlar giyip gelmişler neden böyle yakut bilezikler parlak 
Görkemli zümrüt yüzükler takınmışlar ellerinde neden böyle altın gümüş 
Kakmalı asalar var 
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün” 

Bu şiiri gerçekten anlamlı kılan, inşallah bir daha böyle bir gündem ne Türkiye’nin ne de dünyanın olur, 28 Şubat psikolojisini bize çok iyi bir şekilde yansıtmasıdır. Ülkenin yargıçlarının, ülkenin generallerinden emir aldığı, talimat aldığı, ülkenin beşli çetesinin emre hazır olduğu dönemi çok iyi yansıtmaktadır. 

Bugün 28 Şubat 2022, dün 27 Şubat’tı. Dün akşam, benim de katıldığım, rahmetli Erbakan Hocamızı anmaya yönelik bir program vardı. Allah’u Teala şöyle bir şeyi herhâlde takdir etti ki Erbakan Hoca 27 Şubat’ta dünyadan ayrıldı. Sanki her 28 Şubat gelişinde bir gün öncesinde mutlaka beni anın bana yapılanı, ben her ne kadar içime gömsem de, ne kadar bana yapılanları yansıtmasam da siz bunu asla unutmayın diyerek dünyaya veda etti. 

Darbeleri tek başına ele almamız, değerlendirmemiz çok doğru değildir. 28 Şubatlar, 15 Temmuzlar, 27 Nisanlar, 1960 darbesi… tüm bunları tek başına anlamamız pek mümkün değildir. Aralarında süreklilikler, örtüşmeler vardır. Bu anlamda 28 Şubat bana göre soğuk savaş vesayetinin son darbesidir. Veya soğuk savaş vesayetinin son kalkışmasıdır da diyebiliriz. 

Darbeleri ülkelerle birlikte değerlendirmek gerekir. Türkiye gibi ülkeler oyun kurucu veya oyun bozucu ülkelerdir. Biz dönem dönem kendi birikimimizi, hasletlerimizi unutsak da küresel aktörler bunu asla unutmazlar. Türkiye gibi, Almanya gibi ülkeler kendi başlarına bağımsız bırakılamazlar. Almanya Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir kez daha küresel kalkışmaya girince, İkinci Dünya Savaşı meydana geldi ve savaş sonrasında mağlup Almanya’ya şimdiki anayasası dayatıldı. Kendisine dayatılan sistemde şu kadar askeriniz, şu kadar polisiniz olacak, şöyle yönetileceksiniz diye kanunlar da dayatıldı. Ben bunun Türkiye’de 1960 darbesinde yapıldığını düşünüyorum. Rahmetli Menderes’le birlikte bu milletin iradesiyle siyasal irade birleştiği zaman neler yapılabileceği görüldüğü için, 1960 anayasası ile Türkiye’de vesayet kurumsallaştırıldı. İlk kez 1961 Anayasası ile tanzim edilen Yüksek Hâkimler Kurulu, Millî Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlarla o günün ruhu ile uyumlu bir kombinasyon oluşturuldu. Burada ki amaç neydi? Eğer millî irade bir şekilde küresel aktörlerin iradesinin dışına çıkacak olursa gereken gerekildiği gibi yapılsındı. Dolayısıyla 28 Şubat’ı sadece Türkiye bağlamında değil Türkiye’deki önceki gelişmeler ve küresel ilişkilerle birlikte değerlendirmek gerekir. 

28 Şubat niye soğuk savaş döneminin son vesayetidir? Vesayetçiler için esas olan vesayetin kendisidir. Vesayetin dayanağı, meşruiyet kaynağı değil. Soğuk savaş döneminin daha laikçi, daha ulusalcı görünümlü olması vesayetçiler için çok anlam ifade etmiyordu. Önemli olan vesayetin kendisiydi. Küreselleşme ile birlikte daha açık, şeffaf, çoğulcu bir dünya söz konusu olunca, soğuk savaş vesayeti katlanılamaz, sürdürülemez ve çok yüksek maliyetli hâle geldi. Ulusalcı, laikçi ve Batıcı görünümlü 28 Şubat vesayeti millete tepeden bakan, milletin değerlerini hor gören, halka zulüm ve baskıyla yaklaşan bir vesayetti. Küreselleşme süreçlerinde bu tür vesayetlerin sürdürülmesi artık zordu. O zaman ne yapılması gerekiyordu? Soğuk savaş vesayetinin geri çekilerek Ergenekon vesayetinin yerine Fergenekon vesayet sisteminin inşa edilmesi gerekiyordu. Milletin değerleri ile daha barışık görünümlü bir yapılanma üzerinden, perde arkasında yine aynı küresel emperyalist güçlerin uzantısı olan, içerikte aynı vesayet sisteminin, farklı bir görünümle sürdürülmesi gerekiyordu. Aslında yakın dönemde yaşadığımız şey tam olarak budur: Bir taraftan o eski soğuk savaş vesayet sistemi adına darbe girişimleri ile siyasal iktidar tehdit edilirken, kurtarıcı, koruyucu gibi, milletin değerleri ile barışık gibi görünen FETÖ/Ergenekon vesayetinin, Ergenekon vesayetinin yerine sisteme yerleştirilmesiydi. 

Buraya kadar bahsettiğim hususlarla ilgili olarak hızlıca alınması gereken beş temel dersten bahsedebiliriz: 

Birincisi, Türkiye’de darbeler, vesayet arayışları hiç bitmez. Türkiye, dünyanın uzak coğrafyalarında kendi başında etkisi olmayan bir ülke değildir. Türkiye farklı coğrafyalarda oyun kurucu bir ülkedir. Türkiye’nin izleyeceği politikalar kendisi kadar bölgesini ve küresel ilişkileri etkileyici niteliktedir. Bu potansiyeli nedeni ile küresel aktörler tarafından daima kontrol altında tutulmak istenecek bir ülkedir. Bu çerçevede, ben “artık Türkiye’de darbe, vesayet arayışları olmaz” argümanlarına asla katılmıyorum. Bu nedenle sürekli uyanık, her zaman tetikte olmamız gerekiyor. 

Allah’a şükürler olsun, başkanlık sistemi ile, Türkiye yakın döneminde olmadığı kadar, kendisi için yönetilebilir bir ülke hüviyetine kavuşmuştur. Önceleri askerî, yargısal, bürokratik vb gerek anayasal gerekse fiili vesayet odakları üzerinden, Türkiye kendisi için değil, küresel aktörler için daha rahat yönetilebilir bir ülke idi. Küresel aktörler tarafından istenmeyen bir siyasal iktidar bu iç ve dış vesayet odakları tarafından rahatlıkla değiştirilebiliyordu. Böylelikle Türkiye, oyun kurucu değil muti bir ülke hâlinde tutuluyor, kendisine verilen rolün dışına çıkamıyor, buna izin verilmiyordu. Şimdi başkanlık sistemi ile Türkiye yakın tarihinde olmadığı kadar kendisi için yönetilebilir bir ülke hâlindedir. 

İkincisi, habis örgütlü azınlıklar örgütsüz topluluklara galebe çağırırlar, üstün gelirler. Örgütsüz toplulukları mahkûm ederler. Yakın tarihimizde bu durumun çok ağır örneklerine şahit olduk. Bunu her zaman aklımızda tutmamız gerekir. O nedenle mutlaka kötü niyetli örgütlü azınlıkların sürekli bir şekilde demokratik gözetim ve denetim içinde tutulması gerekir. Türkiye 15 Temmuz sonrasında askerî, bürokratik, yargısal vesayeti zaptü rapt, kontrol altına almak için, çok ağır bedeller ödeyerek çok önemli mesafe kat etti. Ama o eski vesayet odaklarının boş durduklarını, o illegal yapılanmalarından ve amaçlarından vazgeçtiklerini düşünmek çok safdillik olur. Bu nedenle gerek bu tür yapılanmalara ve gerekse askerî, bürokratik, yargısal kurumlar gibi işleyiş bakımından yeterince şeffaf olmayan kurumlar üzerindeki demokratik meşruiyeti, bu kurumların kapalı yapılar hâline gelmesini önlemeyi asla ihmal etmemek, gerektiğinde sivil gözetim ve denetimi aktif tutmak, bu gözetimi yapısal hâle getirmek gerekir. 

Üçüncüsü, 28 Şubat döneminde başlayan İslami geleneğe sahip kurumların, vakıfların, tarikatların, derneklerin tehdit olarak görülmesi gafletine düşülmemesi. Aslında doğrusu tam tersidir. Meşru köklü, geleneksel İslami oluşumlar yeni üretilmiş köksüz oluşumların panzehirdir. Eğer siz bin yıllık bir gelenek içerisinden gelerek toplumla bütünleşmiş, yaşadığı toplumla son derece barışık, huzuru, çoğulculuğu amaçlayan iyi niyetle topluma katkıyı veren kuruluşları ortada kaldırırsanız, üretilmiş hormonlu yapılara toplumları teslim edersiniz. Türkiye’de bu durumun alçakça örneği FETÖ’dür. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, 28 Şubat sürecinde birçok geleneksel islami kuruluş FETÖ’nün önünü açmak için kapatılmış, pek çok güzel insan yurt dışına sürülmüştür. Bu köksüz, hormonlu, bir geleneğe dayanmadığı için içeriği istenildiği gibi doldurulup şekillendirilen örgütlerin Afrika’daki örneği Boko Haram’dır. Ortadoğu’daki yansıması DAEŞ’dir. Tüm bu yapılar, bir tarihe, bir geleneğe, bir medeniyete referans vermeyen; bütün bir oluşumunu, varlığını yeni türemiş bir lidere borçlu olan yapılardır. Tabii ki siz bütün bir İslam geleneğini, İslam medeniyetini, bu medeniyetin geleneksel kurumlarını ortadan kaldırdığınızda bu tür gayri meşru/terörize hareketlere İslam adına yol vermiş olursunuz. Onların da amacı tam da budur. Çünkü onlar için en büyük engel bu köklü, test edilmiş, güvenilir kurumlardır. Nevzuhur, türedi, köksüz oluşumlara karşı panzehir veya olması gereken, tarihî kökleri olan, bir kişiye/örgüt liderine sorgusuz itaate, bu yoldan mankurtlaşmaya davet eden değil, bir geleneğe dayanan ve o geleneğe davet eden geleneksel kurumlara sahip çıkmaktır. 

Dördüncüsü, 28 Şubat Türkiye’de herkese bir şey öğretti; kendi meşrebinde, kabuğunda, çeperinde kalarak bir siyasal söylem iktidar olamaz! AK Partili yıllarda bize bir şey öğretiyor, sadece Türkiye için politikalar üreterek, Türkiye yönetilemez. Türkiye’nin iddiası son derece büyüktür. Nedir o iddia? Dünya beşten büyüktür. Bu küresel sistem için çok büyük tehdittir. Eğer küresel sisteme böyle devrimci bir itirazınız varsa, dünyanın her tarafındaki oluşumlarla ve gelişmelerle mutlaka yakın ilişki içinde olmamız gerekir. Nasıl Irak’ın işgali için işgal politikaları olarak küresel koalisyonlar kuruluyor; bu ülkelere yöneticiler, iş adamları, gazeteciler burslarla, özel programlarla küresel aktörler tarafından yetiştiriliyorsa bizim de çok benzer bir şekilde bunları yapmamız gerekmektedir. Sadece Türkiye için politikalar geliştirerek Türkiye yönetilemez. Çünkü Türkiye kendi başına bırakılabilir bir ülke değil. Türkiye’nin küresel bir vizyonu, iddiası varsa ki Allah’a şükür var dolayısıyla tüm dünyada buna dair buna uygun politikalar geliştirilmelidir. Batılı güçler kendi şer/emperyal amaçları için küresel işgal koalisyonları kuruyorlar. Bu düzeni sürdürmek için tüm ülkelere yönelik elitler yetiştiriyorlar. Buna karşı daha adil bir dünyada yaşamak istiyorsak Türkiye ve benzer ideale sahip ülkeler de küresel adalet koalisyonları kurmalı, tüm dünyada küresel adaleti savunan elitlerin (yönetici, gazeteci, yazar, akademisyen … ) yetiştirilmesi için çaba sarf etmelidirler. 

Beşincisi, gerek 28 Şubat sürecinde gerekse sonrasında her an ulusal ve küresel düzeyde çoğulcu demokratik özgürlükçü kesimlerle koalisyonlarımız, yakın ilişkilerimiz olmalıydı/olmalıdır. Kimseyle alsa köprüleri atmamalıyız. Türkiye’de ve uluslararası arenada farklı düşünce, ideoloji, inanç ve yaşayış biçimlerine sahip ama özgürlükçü ve çoğulcu, insanlığı tahakküm altına almaya çalışan değil, birlikte yaşamayı hedefleyen kesimlerle yakın diyaloglarımız olmalı. Yine bu durumla ilişkili olarak, küresel bir vizyonumuz olduğuna göre bizim inşa etmemiz gereken şey, tüm dünyada küresel adalet komisyonları olmalıdır. Adaletsizliğe, dünyadaki zulme, dünyada ki yanlışa karşı, gidişata karşı yapılara karşı eleştirimiz varsa bunu tek başına yapabilmemiz mümkün değildir. O nedenle dünyanın her tarafında bizim gibi düşünen insanlarla iş birliği hâlinde olmamız gerekir. Gerçekten ben insanlığın özü itibarıyla bireysel düzeyde iyi olduğunu düşünüyorum. Dünyanın her tarafında iş birliği yapabileceğimiz her tarafında iyiliğe güzelliğe katkıda bulunacak insanlar var. Bu bağlamda sivil toplum örgütlerimiz, düşünce kuruluşlarımız, esnaf odalarımız, sendikalarımız, hukuk platformlarımız sadece Türkiye’de bu tür programları değil küresel düzeyde bu tür programları düzenlemeli ki her taraftan adaleti, huzuru, barışı isteyen küresel adalet komisyonları kurabilelim.