Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali
*Bu yazı, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali tarafından hazırlanan ve Şubat 2022’de yayımlanan Darağacındaki İstiklal Madalyası – 27 Mayıs Darbesi kitabında yer aldı.
Tarihte adalet önünde hesap ve baş vermiş devlet reisleri, hükümet azaları, parlamento mensupları çok görülmüştür. Her devrim, istikbale, maziden getirdiği kanla hazırlanmıştır.
Ancak o tarih, kansız başarılmış bir ihtilal sonunda, bütün bir iktidarın, evvelce de işaret ettiğimiz üzere, tam kadrosile mahkemeye sevkedildiğini kaydetmiş değildir.
Dava bu bakımdan da hususiyet ve ehemmiyet arzetmektedir.
Bu kabil davaların mukadder bir akıbeti olmuş ve milletlerin siyasi mukadderatına hükmedenler hakkında verilmiş kararlar, tarih tarafından daima ikinci bir muhakemeye tabi tutulmuşlardır. Bu sebepledir ki müdafaa makamı, omuzlarına ağır bir mesuliyet alarak yarın için tarihe de hitap ettiğini bilmektedir. Bu vazifeyi ifa ederken memleketin her zamandan daha çok bugün muhtaç olduğu huzur ve sükunu her endişenin önünde ve üstünde tutmağa, ayırıcı beyanlardan, vatan sathında iz bırakacak acı sözlerden kaçınmağa kararlı bulunuyor ve bu kararla Türk Milleti ve tarih önünde müdafaamızı yapıyoruz.
Verdiğimiz kararın icabı olarak savcının suç isnadı zarureti dışında zaman zaman müvekkillerimizin şahıslarına reva gördüğü ağır tavsiflerine, küçültücü beyanlarına yahut bir partinin müdafaasını andıran tek taraflı görüşlerine cevap vermemeyi tercih edeceğiz. Bunun içindir ki Halk evlerinin kapatılması, Halk Partisi emlakinin hazineye iadesi, 12 Temmuz Beyannamesi, iktidar ve muhalefet çatışmasında hangi tarafın kusurlu olduğu gibi hususlar, bu müdafaa ve cevaplarımızın dışında kalacaktır.
Ancak derhal ilave edelim ki, esas hakkındaki mütalaanın dayandığı fikirlere ve ileri sürülen mütalaalara, müdafaa zaruretinin hudutları içinde kısaca mukabele etmekten ve onu değerlendirmekten de geri kalmayacağız.
Savcı bize göre ilk yanlış adımı, nazari sahada kalmağa ve daima münakaşa mevzuu olmuş, leh ve aleyhinde çok söz söylendiği halde tam ve kati bir neticeye varılamamış olan bir fikri, esas almakla atmıştır.
[sayfa 82] Bu beyanımızla, Türk Anayasa sistemi içinde kazanın müstakil bir kuvvet olup olmadığı hakkındaki münakaşalara işaret etmek istiyoruz.
Şahsi kanaatimiz ne olursa olsun, memleket hukukçuları arasında bile içtihat ayrılıklarına sebebiyet vermiş bulunan bir anlayış tarzının, mutlak isabeti benimsenerek bu temel üzerinde idam sehpalarının kurulmasının istenmesini haklı ve isabetli bulmuyoruz.
Bunun içindir ki, büyük cezacı Carrara siyasi cürümlere cezai bir mahiyet vermenin doğru olamıyacağını söylemiş ve yine bunun içindir ki, siyasi suçlarda ölüm cezalarının kaldırılması lehinde köklü bir cereyan gittikçe gelişmekte bulunmuştur.
Çok ciddi ve esaslı temellere dayanan böyle bir anlayış ve temayülün devam edegeldiği bir zamanda nazari münakaşalara mütehammil bir fikrin, cezalandırma talebine esas ittihazında, aşırı bir mahiyet görmekteyiz.
Milli hakimiyet ve irade mefhumlarına layık olduğu değeri vermiş görünen savcının, 954 ve 957 seçimlerinde ifadesini bulan milli iradeyi ve bunun delalet ettiği hukuki neticeyi değerlendirmemiş olduğuna işaret etmeden geçmek de mümkün olamıyacaktır.
“Kanaatimizce, alelade bir kanunun teşkilatı esasiye ile mahdut bulunduğu prensibi mevcuttur ve bu prensip gayet doğrudur. Fakat bunun müeyyidesi kazai değil, ancak siyasidir. Teşrii uzuv, halkın ihtiyaç ve temayüllerine ve kanaatlerine uymıyacak şekilde hareket eder ve bu ihtiyaç, temayül ve kanaat hilafına harekette ısrar eylerse, halk da mebuslarını intihap etmemek ve kendi kanaatlerini hakiki bir surette ifade edecek kimseleri seçmek suretiyle buna mukabelede bulunur. Yani mebuslar da teşkilatı esasiyeye mugayir gördükleri kanunları derhal meriyetten kaldırır.”
Ordinaryüs Prof. Sıddık Sami Onar’dan nakledilen bu satırlar, teşrii uzvun, Anayasaya mugayir kanunlarla yaptığı hareketlerin seçimle cezalandırılacağının açıkça ifade etmek suretiyle seçim neticelerinin delaletini ortaya koymuş bulunmaktadır.(74)
Nitekim huzurunuzda şahadet mevkiine geçmiş bulunan Prof. İlhan Arsel de aynı mütalaayı benimsemiş olarak şöyle demektedir:
“Şunu da ilave etmek icabeder ki memleketimizde demokratik zihniyetin gelişmesi neticesi olarak halkın irade ve arzusu, seçimler vasıtasiyle gittikçe artan bir tazyik halinde kendisini gerek Büyük Millet Meclisinin umumi heyeti halindeki çalışmalarına gerekse milletvekillerinin ferdi faaliyetlerine tahmil etmeye başlamıştır. Hatta 1954 seçimleri esnasında iktidar partisinin seçimlerden önce takip etmekte olduğu siyaseti (Mesela Cumhuriyet Halk Partisinin mallarının müsaderesi meselesi, petrol kanunu, yabancı sermayeyi teşvik kanunu ve saire) halkın tasvibine sunmuş olduğu ve böylece bir nevi plebisit yoluna başvurduğu hatırlardadır.”(75)
[sayfa 83] Profesör Süheyl Derbil’e göre: “Millete aşağı yukarı dört yılda bir hüküm verme sırası gelir. Millet bu dört yıl içinde iktidarın yaptıklarını öğrenir, muhalefetin tenkitlerini işitir, iktidarın savunmalarını dinler ve ulaştığı kanaate göre hükmünü verir yani oyunu kullanır.” (76)
Bir siyasi iktidarın ve partinin umumi seçimler sonunda iş ve mesuliyet mevkiinde bırakılmış olması, reyleriyle hüküm verme mevkiinde bulunan ve demokrasi icabı ekseriyeti teşkil etmeleri bakımından milli irade olarak kabulü gereken vatandaş topluluğunun, tutumu tasvip ettiği manasını taşır. Bu seçimlerin gayri meşru yollarla kazanıldığı ve hakiki iradeyi temsil etmediği iddiasının isbat edilmiş olması hali elbetteki bu kaidenin dışındadır ve bu takdirde elbetteki milli iradeden bahse imkan yoktur.
Ancak bilhassa 1954 seçimleri hakkında zamanın muhalefeti tarafından bir ademi meşruiyet iddiasının ortaya atılmamış ve 1957 etrafındaki şikayetlerin daha çok seçim kütüklerine tevcih edilmiş olması muvacehesinde, esas görüş üzerinde durmanın ve ona kıymet vermenin zarureti derkardır.
Seçimlerin yapılması imkansızlaştığı yahut seçimlerde milli iradenin kemaliyle tecelli etmiyeceğine inanıldığı andadır ki, milli irade direnme hakkı yoliyle harekete geçerek ihtilal yapar ve iktidarı tavsiye eder. bu netice 27 Mayıs 1960 hareketiyle tahakkuk ettiğine göre, buna takaddüm eden son seçime kadar olan iktidar tasarruflarını bu anlayışın ışığı altında mütalaa etmekte fayda vardır.
Bir iktidarın suçlandırılması bahasına, fazilet ve feragatleri tarihin bitaraf ve adil şahadetiyle sabit bulunan Türk hakimlerine reva görülen haksız taanlara cevap vermek mecburiyeti; bizim için cidden bir talihsizlik teşkil etmektedir.
Esas hakkındaki mütalaada kullanılan ifade ve beyanlardaki umumi suçlandırma temayülünü haksız ve isabetsiz bulmaktayız.
Mütalaa dikkatle okunduğu zaman, geniş bir hakimler kitlesine teveccüh eden suçlandırmaların büyük bir yer aldığı görülecektir. Biz, bizzat başsavcının dahil bulunduğu adalet camiası içinde vicdanlarının sesini iktidarın tazyikine göre ayarlayanların bir elin parmaklarını geçmediğine inanmaktayız.
Millet Partisinin kapatılması hakkındaki Sulh Mahkemesi kararının “hakimler üzerinde baskı yapılmağa devam suretiyle sağlanan bir ekseriyet tarafından tasdikinin temin edildiği” iddiası kadar hazin bir isnadın emsalini bulmak çok zordur.
Bahis mevzuu karar 9 muhalefet reyine karşı, 24 ekseriyet reyi ile tasdik edilmişti.
Başsavcıya inanırsak iktidarın bu 24 güzide hakimi tazyik ile rey vermeğe icbar ettiği neticesine varmak mevkiinde kalırız ki, ekseriyetini yakından tanımış olmağı müstesna bir talih saydığımız bu büyük hakimleri bu ağır isnattan bütün kuvvetimizle tenzih etmeği şerefli bir vazife telakki ederiz.
[sayfa 84] Bu noktada derhal ilave etmek isteriz ki, hakimlere mutlak bir istiklal bahşeden ve onları her türlü teminat altına alan bir kanun ve müessesenin geçmiş iktidarlar tarafından yaratılmamış olmasını esefle karşılamakta ve kendilerini bu bakımdan kusurlu bulmaktayız.
Ancak bu noktada bir diğer müşahedeyi Yüksek Divanın insaf ve takdirine sunmaktan da fariğ olamayız.
Hatırlanacağı üzere 1949 yılında her türlü tehditleri izale edecek ve millete hakiki bir seçim yapmanın imkanlarını hazırlayacak bir kanun projesini tesbit etmekle görevlendirilen ilim heyeti, tesis edilen adli murakabenin gereği gibi işlenmesini teminen hakimler kanununun değiştirilmesini, hakimlerin icranın murakabesinden kurtarılmasını ve bu maksatla da bir hakimler yüksek şurasının kurulmasını tavsiye etmiş ve bu tutanakların yüksek hakimlerden müteşekkil bir kaza heyeti tarafından tetkikini faydalı bulmuştu.
Ne o zamanın iktidarı ve ne de müteakip iktidar, imkanlarını, tavsiyeyi gerçekleştirmek için kullanmadı, kullanamadı.
Bize çok kolay ve başarılması mümkün gibi görünen bu değişikliklerin her iki iktidar tarafından niçin tahakkuk ettirilmediği üzerinde durmak ve olayları bu zaviyeden mütalaa etmek yersiz sayılmamak lazımdır.
“Hükümetleri sıkıca murakabe eden meclisler yerine, hükümetlerin dinamik ve yapıcı hareketlerini kanunlariyle destekleyen meclisler temayülünün benimsendiği” hakkında dermeyan edilen bir fikrin, murakabeden kaçmak arzusunun delili olarak kıymetlendirilmesini doğru ve isabetli bulmamaktayız.
Netice vermiyecek nazari münakaşalara girmeden kısaca işaret edelim ki, modern demokrasilerde, iktidar için yapılan disiplinli mücadelelerin neticesi olarak iktidara gelen partiler, hükümetleri lehine fedakarlıkta bulunmakta ve onu desteklemeyi zaruri görmektedir.
Bakınız hukukçu Turan Güneş parlamenter rejimin bugünkü manası ve işleyişi adlı yazısında neler söylüyor: “İngiliz siyasi partileri çok mütekamil disiplinli bir teşkilata sahiptirler. Hatta İngiltere Kırallığı içinde devletler gibidirler… seçimler tamamiyle onların inhisarı altında cereyan eder. İngiliz seçim sisteminin neticesi olduğu umumiyetle kabul edilen bir hususiyet, siyasi hayata, hemen hemen daima esas itibariyle iki partinin hakim olmasıdır. Bu ikiliğin parlamenter rejim bakımından ilk neticesi devlet reisinin başbakanı tayin yetkisinin bir formalite haline gelmiş olmasıdır. Seçimler neticesinde ekseriyet kazanan parti, hükümet partisi olarak meydana çıkmakta ve lideri de başbakanlık mevkiine geçmektedir. Başbakanın parti arkadaşları arasından seçeceği kabine tabiatiyle çok sıkı bir insicam ve bağlılık arzetmektedir. Seçenlerin tasvibine mazhar olmuş bir politikayı tatbik edeceği için de hareket ve faaliyetlerindeki vahdet aşikardır.
Başbakan aynı zamanda iktidar partisinin de lideri olduğuna göre, hem parlamento ekseriyetine hem de icra organına hakim bulunmaktadır.
Partilerin büyük mikyasta liderlerin şahsında tebellür etmesi sebebiyle İngiltere [sayfa 85] umumi seçimleri, iki liderden hangisinin Başbakan olacağı hakkında bir plebisit mahiyeti arzeder.
Tek partiden müteşekkil ve çok disiplinli ekseriyet sebebi ile kabineye ademi itimat reyi verilmesi İngiltere’de pek nadir bir vakıa haline gelmiştir.
Görülüyor ki normal şartlar altında bir kabinenin parlamento tarafından düşürülmesi beklenilmeyen bir hadisedir. Bu sebepledir ki kara Avrupa’sında pek korkulu olan Gensoru, İngiltere’de nadiren vuku bulmuştur. Bunun neticesi parlamentonun kül olarak hükümetin politikasını murakabesi hakikatte mevcut değildir. Binaenaleyh klasik parlamenter rejim nazariyesinde ve meclise tanınan en mühim fonksiyonlardan biri de ortadan kalkmış ve ananevi teşrii ve icra fonksiyonları ekseriyetin elinde toplanmış bulunmaktadır.”(77)
Dikkate şayan bir müşahede olarak arzedelim ki Fransa’nın 5. Cumhuriyet anayasasının kabul ettiği bir hükme göre parlamento bir adi içtima yılı içinde 5,5 aydan fazla normal içtima yapamamaktadır. Eskiden 7 ay olan bu müddetin indirilmesi suretiyle, hükümetin serbest kalıp iş görme imkanı sağlanmış olmaktadır.(78)
Görülüyor ki hakim fikir, hükümetin rahat çalışması ve partinin hükümeti desteklemesidir. Bu itibarla bu görüşü savunan bir mütalaanın diktaya gidişin bir ifadesi olarak kıymetlendirilmesini yadırgamaktayız.
Elbetteki parlamento, gerektiğinde murakabe hakkını kullanacaktır. Fakat sadece bu hakkın istenilen genişlikte tatbik edilmemiş olmasını, bir gidişin işareti olarak kabul etmek, her zaman için haklı ve doğru olmıyacaktır.
Bu noktada başsavcı ile ihtilaf halinde bulunduğumuz bir diğer mevzua intikal etmek lazım gelecektir.
İddia makamım milletvekillerinin mesuliyetini, murakabe vazifelerini yapmamak şeklinde tecelli eden fiillerinde bulmakta ve ceza isteğini rey ve mütalaa hürriyeti dışında telakki ettiği bu ihmalleri sebebi ile haklı görmektedir. Bunun içindir ki, birtakım milletvekillerinin de “gayrı meşru iktisapları olmadığı” yolundaki müdafaalarını isabetli görmiyerek kendilerinin “ben Büyük Millet Meclisindeki kontrol ve murakabe vazifemi şu suretle ifa ederek kötülükleri önledim, hükümetin ve kamu organlarının doğru yolda vazife görmelerini sağladım” demişi bulunmalarını beklemektedir.
İhmal hatta kendi tabirleriyle suiistimal şeklinde tecelli eden bu menfi fiilin, ne sebeple ve hangi kanun anlayışı yolu ile mefruz bir anayasayı tağyir ve tebdil ve ilga suçuna iştirak manasını tazammun ettiği hakkındaki ilmi sebeplerin izahının yapılmamış olması üzerinde durmayacağız. Ancak burada ilişmek istediğimiz keyfiyet, suçluluğu kaldıran murakabe ile başsavcının neyi kasdettiğinin açıklanmamış olmasıdır.
Filhakika bilhassa davaya kesif şekilde zemin teşkil eden hadiselerin inkişafı sırasında herhangi bir fiili murakabesi olmamış, sadece tenkitten ibaret kalmış ve fakat müspet bir maceraya intikal etmemiş ve hatta tamamen sukut edilerek alakasızlık şeklinde tecelli [sayfa 86] eylemiş bulunan tezahürlerin suçsuzluk sebebi olarak kabul edilmiş olması muvacehesinde, hükümeti düşürme hedefinde tecelli eden ve murakabenin tam kendisi olan faaliyetlerin, aynı zaviyeden mütalaa edilmemiş bulunmasını, bir fikir tenakuzu olarak mütalaaya mecbur kalmaktayız.
Kaldı ki murakabenin sadece soru, gensoru vermek veya tenkitte bulunmak suretiyle tezahür edeceği hakkındaki mütalaayı da parlamento hukuku ve anlayışı bakımından ilmi ve kanuni bulmağa imkan göremiyoruz.
Başsavcının “arzuhal encümenine dilekçe ile vaki müracaatların önlenmesi hareketine” tevcih ettiği mütalaanın cevabını; Sıddık Sami Onardan vermekle yetineceğiz: Ordinaryüs Prof der ki: “Büyük Millet Meclisi iç tüzüğünün arzuhal komisyonuna tanıdığı salahiyetleri ve komisyonun buna istinaden takip ettiği usulü ve yaptığı muameleleri icra uzvunun salahiyetlerine tecavüz ve binaenaleyh anayasaya aykırı sayıyoruz. Arzuhal encümeni gereken tetkikleri yapmakta, hükümete sual sormakta, o işe ait dosyayı getirerek tetkik etmektedir. Bunlar tamamen doğrudur. Fakat bundan sonra komisyon hükümet ve idarenin muamelesini yanlış görürse onu bozmakta yerine kendisi sübjektif bir karar vermek suretiyle bizzat idari bir muamele yapmaktadır.”(79)
Mütalaanın sivri noktalarına taalluk eden görüşümüzü ikmal etmeden evvel, yapılmış bir maddi hataya işaret etmek istiyeceğiz.
Savcı, Anayasanın 103. maddesini ele aldığı sırada, Napadano’nun fikirlerini naklettiğini beyan ederek, bu müellife ait kitabın sahife numarasını bildirmekte ve tırnak içine alıp iki nokta il ayırdığı kısımda, şunları söylemektedir: “Esas teşkilat Kanununda ifadesini bulan ana prensipler çiğnenmeden bu kanundaki usuller dairesinde anayasanın tadili elbetteki mümkündür. Esasen teşkilatı esasiye kanununun hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tadil olunamaz. hiçbir kanun teşkilatı esasiye kanununa muhalif olamaz diyen 130. maddesi bu esası teyid etmektedir.”
“Caiz ve mümkün olmıyan husus bu prensip ve usullerin dışına çıkılmak suretiyle aynı neticelerin elde edilmesine matuf hareketlerde bulunulmasıdır. Korunan hukuki değer ve menfaatin gerek idare edilenler, gerekse idare edenlerden gelen her türlü ihlallere karşı himaye edildiği neticesine varmak zaruri olur. Zira hükümeti ve iktidarı bu suretle hatta meşru yollardan ellerine geçirenlerin dahi, aynı hukuki değer ve menfaati sonradan ihlal eylemeleri mümkün ve vakidir.”
Derhal belirtelim ki, bu mütalaa kısmen varit ve doğru olmakla beraber, Napadano’nun fikri değildir. Bu satırlar, aynen 7.7.1960 tarihli kararda vardır ve kararı yazanların görüşü olarak yer almaktadır.
Napadano’nun fikri aynen şöyledir: “İktidarı elinde bulunduran anayasayı tebdil ve tağyir etmek suretiyle bunu suiistimal edebilir. Baskına uğrayan ve ıstırap duyan halk ise, [sayfa 87] anayasanın müdafaasını ancak zulme karşı mukavemet hakkında bulabilir.”
İşte ihtilali meşrulaştıran hukuki sebep de bundan ibarettir. İhtilal ayaklanan millet iradesinin fiile inkılap etmesi ve meşruiyetini muvaffakiyetinde bulmasıdır.
Ancak burada, dikkate şayan olan hakim fikir şudur ki, iktidar tarafından yağılan ve anayasayı tağyir ve tebdil şeklinde tecelli eden suiistimalim müeyyidesinin ihtilal oluşu ve müstebit idarenin bu suretle bertaraf edilmiş bulunmasıdır. Tek müeyyide budur. Ve iktidarın suiistimaline karşı, ceza kanunları tatbik edilmemektedir.
(74) Amme Hukukunda hukuki tasarruflar ve kazai murakabe, Cemil Bilsel’e Armağan, 1939 s. 300.
(75) Türk Anayasa Hukuku, Ankara, s. 959.
(76) Süheyl Derbil, Söz Hürriyeti, Ulus gazetesi.
(77) Turan Güneş, 956.
(78) Yeni Fransız Anayasası üzerine bir seminer, Prof. Bahri Savcı, Dr. Doçent Fahri H. Armaoğlu, Dr. Bülent Daver, Ankara.
(79) S. S. Onar; Kuvvetler Birliği ve Vazife Ayrılığı ile Cumhuriyet Rejimi; İdare Hukukunun Umumi Esasları, 1952, s. 566-568.