DARBELERE KARŞI MÜCADELEDE SİYASİ PARTİLER VE SİVİL TOPLUMUN ROLÜ – Av. Cahit Özkan

0
75

Darbelere karşı mücadelenin kuşkusuz pek çok yöntemi vardır. Medya, akademi, eko­nomi, sivil toplum ilk planda akla gelen mücadele araçlarıdır. Ancak sivil toplum bu mücadele yöntemlerinden öylesine farklıdır ki hem darbecilerin darbe şartlarını oluş­turmasının hem de darbeyle mücadelenin vasıtasıdır.

Sivil toplum, devletten ayrı ve bağımsız yapısı olan, gönüllülük esasına göre hareket eden ve toplum menfaatleri doğrultusunda çalışan kuruluşlar olarak ifade edilebilir. Tabii sivil toplum sivil bireylerden oluşur. Bu nedenle sivil toplum dendiğinde mutlaka bir kuruluş olması da gerekmez. Herhangi bir inisiyatif duruş, düşünce, yaklaşım da si­vil toplumun görünümleridir. Bazen bir hak arama mücadelesi vesilesiyle İstanbul’dan Ankara’ya yürümek, el ele tutuşarak bir durumu protesto etmek için örgütlü ya da ör­gütsüz vatandaşlarımızın söz, eylem veya eylemsizlikleri sivil toplumun görünüm bi­çimleridir. Bu nedenle algı oluşturma kabiliyeti nedeniyle sivil toplumun kendisi, söylem ve eylemleri hem demokratik hayatın korunması hem millî iradeye sahip çıkılması için hayati ehemmiyete haizdir. Diğer taraftan da sözde sivil toplum görünümlü mizansenler de darbecilerin darbe şartlarını olgunlaştırmak için kullandıkları mekanizmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Darbelerle mücadelede sivil toplumun rolüne girmeden önce darbelerin amacı ve darbe çeşitleri üzerine birkaç hususu izah etmek gerektiğini düşünüyorum. Zira darbe de­nince akla hemen doğrudan silahlı kuvvetler içerisinde oluşmuş bir kısım cuntacının milletin silahını millete doğrultarak seçilmiş hükümeti ve parlamentoyu kısmen veya tamamen faaliyetinden men etmeye teşebbüs olarak ifade edilir. Doğrudur ancak siyasi tarihimize baktığımızda demokratik mekanizma içerisinde kritik karar alma süreçleri­ni etkilemeye dönük her türlü gayrimeşru yöntem aslında atipik darbe görünümleridir:

•         Siyasi suikastler

•         Terör eylemleri

•         Yaygın şiddet içeren toplumsal gösteriler

atipik darbe görünümleridir.

Gerçekten siyasi tarihimize baktığımızda 1993 yılı içerisinde arka arkaya 16 Nisan’da dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, 17 Şubat’ta Jandarma Genel Komutanı Orge­neral Eşref Bitlis’in pek de anlaşılamayan ve aydınlatılamayan ölümü; 24 Ocak’ta Uğur Mumcu suikastı.

2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak olaylarında 33 vatandaşımızın katledilmesi, he­men 3 gün sonra 5 Temmuz 1993’te Başbağlar’da 33 vatandaşımızın katledilmesi, 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de 33 askerimizin silahsız bir hâlde PKK terör örgütü tarafından katledilmesi, meşru hükümetlerin atipik darbelerle görevini yapmaktan men edilme süreçleridir. Demokratik ortamın tamamen ortadan kaldırıldığı 1993 yılı bu bağlamda âdeta Türkiye’nin farklı bir istikamete evrilmeye başladığı, hükûmetlerin politikalarını hayata geçirmekten, görevlerini kısmen yapmaktan men niteliğinde darbe süreçleridir.

Atipik darbe süreçleri ile hükûmetlerin görevlerini gereği gibi yapmaktan men eden de­rin ve paralel yapılar ülkenin ekonomik kaynaklarını kendi istekleri doğrultusunda kul­lanmışlar, Türkiye IMF’ye mahkûm edilmiş bankalar hortumlanarak peşkeş çekilmiş, fakruzaruret içerisine düşürülmüştür. Tipik, atipik darbe süreçlerinin doğrudan mağdu­ru halktır, sivil toplumdur, milletin ta kendisidir.

Baktığımızda hem askerî darbe hem atipik darbe süreçlerinden sonra Türkiye açlık ve sefalet yıllarını yaşamıştır. 1960 darbesinden sonra gelen yokluk ve kardeş kavgası ile geçen yirmi yıl. 1980 darbe sürecinde dünyaya kapanan Türkiye ve daralan ekonomi, 1990’larda hem terör hem 28 Şubat döneminde hortumlanan bankalar hep milletin kaynaklarının sömürüldüğü süreçlerdir.

Tüm bunların üzerinden niçin geçtik? Çünkü darbelerin bir numaralı mağduru halktır, millettir. İradesiyle, ekonomisiyle, toplumsal barışıyla tüm vatandaşlarımız darbelerin doğrudan mağdurudur. Darbelerin mağduru halk ise bu durumda darbelerle mücade­lede öne çıkıp inisiyatif alması gereken yine kendisi olmalıdır. Teşkilatlı ya da teşkilat­sız tüm vatandaşlar ve sivil toplum, meydan okuyup iradesine sahip çıkarak darbelerle mücadele edilebilirdi.

Sivil siyasetin amacı demokrasiyi, millî iradeyi hâkim kılmak, milletin ekonomik kaynak­larını emperyalistler tarafından değil de millet tarafından kullanılmasına hizmet etmektir. Bu anlamda siyaset, sivil toplumun maddi manevi tüm varlığını güvence altına almak, ge­liştirmek ve artırmaktır. Burada korunan menfaat net olarak görülmektedir ki sivil siyaset varlığı ile koruduğu ve geliştirdiği tüm vatandaşların, milletin maddi manevi varlığıdır. Onun içindir ki demokratik siyasetin alaşağı edildiği sivil toplumun kendi iradesinin arka­sında duramadığı darbe ve vesayet süreçlerinin bedelini, ekonomide geri kalmışlık, kardeş kavgası, gençlerimizin darağaçlarında idamı, yokluk ve fakirlik olarak hep birlikte ödedik.

Darbeciler de tam bu nedenle her zaman sivil toplumdan yani halktan korkmuşlardır. Zira onun maddi ve manevi varlığına göz dikmişlerdir. Bu nedenle darbeciler eyleme geçtiklerinde halkın nasıl hareket edeceğini düşünerek bir planlama yaparlar. Darbeci­lere karşı sokağa inecek halk, darbeciler için en büyük tehdittir. Bu nedenle darbeciler de halkın arasından sözde sivil görünümlü kişi veya grupları kullanarak âdeta halkın daveti üzerine yönetimi ele geçirdiklerini iddia ederler.

Malum bu durum 1980 darbesinin ele başısı Kenan Evren tarafından “şartların olgun­laşmasını bekledik” denilerek şiddet eylemlerinin yine darbeciler tarafından alttan alta desteklendiğini göstermektedir. Askerî müdahaleye karşı durulması hâlinde şiddet eylemlerinin daha da yaygınlaşacağı konusunda gözdağı verilmiştir. Gerçekten halk, yaygın şiddet eylemleri ile öylesine bezdirilmiş ve Stockholm sendromu gibi darbeciler sözüm ona halk tarafından göreve çağrılmış anayasal düzen alaşağı edilmiştir.

Cumhuriyet tarihimizin ilk darbesi olan 1960’ta darbeciler, her ne kadar toplumsal yapıyı algı operasyonları ile hazırlamışlarsa da halkın nasıl tepki vereceğinden ha­bersizdiler. Harbiye’deki TRT radyosunu ele geçiren darbeciler, duymuşlar ki Şişli is­tikametinde bir grup vatandaş ellerinde pankartlar ile TRT Harbiye radyosuna doğru yürüyorlar. Tabii darbecileri esaslı bir telaş alır. Ne yapacaklardı, halka kurşun mu sı­kacaklar yoksa kışlasına dönüp demokratik yönetimin tekrar göreve gelmesine müsa­ade mi edeceklerdi? Böylesi bir çıkmaz ortamında korkuya kapılan darbeciler çok geç­meden, Şişli istikametinden gelen pankartlı kalabalığın Harbiye radyosuna darbecileri tebrik için gelen CHP Şişli örgütü olduğunu öğrenirler ve rahatlarlar. Belki de bu, ken­dilerine meşruiyet sağlamak ve siyasi destek için darbecilerin planladığı bir mizansen­di. Bu ihtimal birinci durumu ortadan kaldırmadığı gibi birlikte de düşünülebilir.

Aynı şekilde, kulaktan kulağa herkesin darbe yapılacağı yönünde söylentilerin arttığı 27 Mayıs sürecinde darbe hazırlıklarının başladığını bilen İsmet İnönü, darbecilere mey­dan okumak, meşru hükümetin yanında durmak yerine Başbakan Adnan Menderes’e “Menderes, Menderes bendine gir Menderes yoksa seni ben bile kurtaramam.” diyerek darbecileri cesaretlendirmiş, alenen desteklemiştir.

Darbeden sonra, İsmet İnönü imzası ile meclise bir kanun tasarısı gönderilerek 27 Mayıs darbesi “hürriyet ve anayasa bayramı” adı altında millî bayram ilan edilerek kutsanmıştır. Yeni bir bayram ilave edilmiştir. Bu bayram, 26 Mayıs öğleden sonra başlamakta ve 27 Mayıs gününü kapsamaktadır. Yani darbe tarihi, millî bayram ilan edilmiştir.

Kanun tasarısının gerekçesinde yer alan

“Türk milleti çetin mücadeleler sonunda elde ettiği anayasalara kavuşmuş olduğu kutsal haklarını demokratik nizamın içine girdiği sandığı bir zamanda, yanlış yolda olduklarını bir türlü anlayamamış olan ve yapılan ikazlara rağmen bu yolda yürümeye devam eden bir zümrenin karşısında tekrar kaybetmek tehlikesiyle yüz yüze geldi. İşte o zaman Türk istiklal ve cumhuriyetinin koruyucusu olan gençlik ve ordu, direnme hakkını kullanmak lüzumunu duyduğu ve 27 mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri asilane bir müdahalede bulunarak devrim ilkelerine dönüşü ve hukuk devletinin yeniden kuruluşunu sağlamak amacıyla ihtilal hakkını kullandı.”

ifadelerine bakıldığında İsmet İnönü hem yaptığı tehdidi âdeta tevilen ikrar ediyor hem de bu müdahalenin askerî bir darbe olmadığını, sözde gençlik ve sivil toplumun inisi­yatifi ile ordu marifetiyle gerçekleştiğini ima ediyordu.

28 Şubat kararlarına gelindiği zaman orada da aynı durumu görüyoruz. Merhum Baş­bakan Necmettin Erbakan, cuntacıların hazırladığı MGK kararlarına karşı direnmek için siyasi partileri ziyaret ettiğinde hükûmet ortağı DYP Genel Başkanı Başbakan Yar­dımcısı Tansu Çiller ve BBP Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu hariç hiçbir si­yasi partiden destek alamamış ve hükûmet düşmüştür.

Postmodern darbenin sivil ayağı olarak aczmendiler, Ali Kalkancı, Fadime Şahin mi­zansenleri hazırlanmıştır. Bu mizansenlerle “sözde gericilik geliyor” bahanesi uydu­rularak kamuoyu hazırlanmış, iş bitirilmiştir. Darbelerin vazgeçilmez siyasi aktörü CHP 28 Şubat’ta, “laiklik” adına askerleri “sivil toplum” olarak nitelendirip ne yazık ki darbecilerin yanında yer almıştır. 28 Şubat’ın insanlık dışı “ikna odalarının” kurucusu Nur Serter’i ise milletvekili yapmıştır.

Darbelere Karşı Sivil Alanın Genişletilmesi

Siyasi tarihimizden çıkardığımız derslerle, AK Parti olarak 2002 sonrası dönemde ger­çekleştirdiğimiz bütün anayasal ve yasal reformların amacı işte bu noktada yoğunlaş­maktadır. Sivil siyasetin ve sivil toplumun önünün açılması anayasal kurumların da demokratik denetime açılmak suretiyle cunta ve vesayet kapılarının kapatılması ol­muştur.

Bu bağlamda

2003 -2004 yıllarında, AB 6, 7 ve 8. Uyum Paketleri ile; asker-sivil ilişkileri alanların­da önemli düzenlemeler getirdik ve Milli Güvenlik Kurulunun yapısı ve işleyişi ile ilgi önemli reformları hayata geçirdik.

2010’da 28 Şubat mahsulü olan EMASYA Protokolünü kaldırdık.

2010 Anayasa Değişikliği ile;

  •       YAŞ kararlarına itiraz yolunu açtık
  •       Askerî yargının müdahale alanlarını sınırlandırdık
  •       Darbecilerin yargılanmasının önündeki engelleri kaldırdık.

2013’te İç Hizmet Kanunu’nda yaptığımız değişiklikle; Mehmetçiğimizin meslek tanı­mını yaparak, vesayet düşüncesine kapılmadan sadece asli vazifesine odaklanmalarını sağladık.

27 Nisan E-Muhtırasında Sivil Toplumun Rolü

Sivil toplum ve sivil vatandaşların muhtıra, darbe ve vesayet anlayışına karşı duruş ser­gilediği toplumsal bilinç ilk olarak en net şekilde 27 Nisan 2007 e-muhtıraya karşıydı.

İşte bu reform süreçleri ile güçlenen sivil toplum ve sivil siyaset, 2002 sonrası AK Par­ti hükümetlerine karşı girişilen muhtıra ve vesayet süreçlerinde kendini göstermiştir. Güçlü AK Parti hükûmetleri milletin kaderini kendi kaderi olarak görmüş ve millî ira­deyi güçlü şekilde temsil etmiştir. Böylece oy versin vermesin meşru hükümetin des­teklenmesi bilinci gelişmiştir. Darbecilere karşı da saflar sıklaştırılmıştır.

Yapılan bu reformlar, güçlenen sivil siyaset ve toplum 2002 sonrası dönemde 27 Nisan e-muhtırasında kendisini göstermiştir. Muhtıraya karşı ilk defa seçilmiş hükûmet, de­mokratik siyaset, bu bildiriyi hazırlayıp gönderenlere karşı gelmiş ve 27 Nisan E-Muhtırasını Cumhurbaşkanımızın liderliğindeki hükûmet yırtıp çöpe atmıştır.

Hükûmet adına Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yapa­rak hükûmetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Muhtıracıların beklemediği şekilde daha önceki askerî müdahalelerin ardından hükûmetlerin takındığı tavırların aksine muhtıraya sert bir tepkiyle cevap vermiştir. Cemil Çiçek konuşmasında Genel­kurmay Başkanının resmî olarak Başbakana bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başba­kana karşı sorumlu olduğunu belirtmiştir. Bu durum elbette milletin vicdanında büyük karşılık bulmuş, sözde sivil toplum görünümlü darbe destekçisi yapıları susturmuştur.

27 Nisan E-Muhtıranın Destekçisi Sözde Sivil Yapılar

27 Nisan e-muhtırasına doğru darbeciler, yine sözde sivil toplum görünümlü yapılar harekete geçirilmiştir. Önce %34 oy oranıyla seçilmiş meşru hükûmete karşı cumhuri­yet mitingleri tertip edilmiştir. Çağdaş Yaşam Derneği, Atatürkçü Düşünce Dernekle­ri, medya uzantıları ile İstanbul ve Ankara’da mitingler düzenlemişlerdir. Mitinglerde alenen “ordu göreve” pankartları açılmıştır.

Ne yazık ki vesayetten beslenen CHP, aynı dik duruşu sergileyememiştir. Cumhuriyet mitinglerindeki motivasyonu taşıyan YÖK mensupları CHP grup toplantısında konuş­turulmuş ve e-muhtıraya giden sürecin siyasi ayağı tamamlanmıştır.

CHP Parti Sözcüsü Mustafa Özyürek (Muhtıranın yayımlanmasından hemen son­ra NTV’ye telefonla bağlanarak): “Tabii bu bir muhtıradır. Hükûmetin bunun gere­ğini yerine getirmesi gerekir.”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen muhtıradan bir gün sonra “Genelkurmay’ın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. Altına imzamızı atarız. ‘Ne mutlu ‘Türk’üm.’ diyene!’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız. Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz.” CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “Bu tablonun değişeceğini meydanlar gösterdi. Müdahaleye uğrayan yönetimlere halk sahip çıkmadı. Halkımız devlet organlarıyla çatışanlara sahip çıkmaz. Bu ortamda mağduriyet yok dayatma var. Anayasa Mah­kemesi 367 kararını onaylamazsa ülke çatışmaya gider.”

CHP Genel Sekreteri Önder Sav, Muhtıranın ardından Anayasa Mahkemesi’nin ver­diği 367 kararından sonra; “Gözümüz aydın, Türkiye’nin gözü aydın.”

Nur Serter Cumhuriyet Mitingi’nde Genelkurmay Başkanı’na “memur” diyen bir zihniyete karşı Türk Silahlı Kuvvetlerinin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa. Türk ordusu, 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. 27Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek iradesine sahip çıkmıştır.

TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ: “AKP toplumda git gide artan ve TÜSİAD’ın da paylaştığı laik rejimi koruma kaygısını yeterince dikkate almıyor. Laikliği ve demokrasiyi korumak için bir an önce genel seçimlere gidilmeli.” Oktay Ekşi “Bu adı konmamış bir muhtıradır. Genelkurmay Başkanı’nın sözleri ga­yet açık, eğer demokrasinin kavram ve kuramlarını kullanarak bu cumhuriyetin laik karakterini tahrip etmek onu yıkmak istiyorsanız biz buna müsaade etmeyiz diyor.” Tufan Türenç “Tabii ki bu bir muhtıradır. Bu muhtıranın özü AKP’nin çıkardığı cumhurbaşkanı adayına Türk Silahlı Kuvvetlerin karşı olduğunu açıklıyor.”

Ertuğrul Özkök “Demokrasi kaygısıyla sadece askeri eleştirmek, ne adil ne yararlı ne de sonuç verici bir girişim olacaktır. Çünkü o bildiride savunulan görüşler, toplumun önemli bir bölümü tarafından paylaşılmaktadır.”

Yılmaz Özdil “Hâlâ deniyor ki bundan sonraki adım ne olur? Bundan sonraki adım, tank olur. Gücüm var diye dayatırsan, gücü olan sana dayatır.”

ODTÜ Rektörü Ural Akbulut “Bu ikinci 28 Şubat’tır. TSK her şeye rağmen soğukkanlı dav­ranmıştır.”

Nuray Mert “Şimdi Genelkurmay bildirisini öne çıkarıp, bu fetihçi zihniyetin arka­sında durmak istemiyorum.”

şeklinde bir taraftan siyasi parti görünümlü diğer taraftan da sivil toplum görünümlü yapılarla e-muhtıra süreci desteklenmiştir. 27 Nisan e-muhtırasının içeriğine bakıldı­ğında cumhuriyet mitingleri ile başlayan, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve parti yöneticilerinin, anayasal vesayet odaklarının söylemle­rinin özeti mahiyetinde olduğu açıkça görülmektedir.

27 Nisan Tecrübesi İle Güçlenen Sivil Toplum ve Sivil Siyaset

27 Nisan e-muhtırasına karşı hükümetin kesin ve net tavrı demokrasimiz adına önemli bir dönüşümü de beraberinde getirdi. Sivil siyaset ve sivil toplum iradesine sahip çıka­rak darbe ve muhtıraların durdurulabileceği görülmüştür. Milletin gücünün üstünde bir gücün olamayacağı, bütün anayasal kurumların milletin ve seçtiği meşru temsil­cilerinin emrinde olduğu, olması gerektiğini net bir şekilde göstermiştir. İşte 27 Nisan e-muhtırasına karşı meşru hükümetin ve sivil toplumun gösterdiği bu tavır bundan sonraki süreçlerde bir mücadele yöntemi olarak kullanılacaktır.

17-25 Aralık yargı darbesine karşı meşru hükûmet ve meclisin gösterdiği tavır milleti­mizden destek görmüş, 3 ay sonra yapılan yerel seçimlerde AK Parti cumhuriyet tarihi­nin en yüksek oy oranına ulaşmıştır.

15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsü, bu anlamda demokrasinin, millî iradenin sahibi ve muhafızının millet olduğu, millet iradesinin üzerinde beşer planında hiçbir güç olama­yacağı görülmüştür. Demokrasiye kast ve millî iradeyi gasp girişimi saatler içerisinde milletin kendi hükûmetine ve parlamentosuna sahip çıkmak suretiyle bir demokrasi zaferine dönüştürülmüştür. 15 Temmuz, geçmişteki tarihi hafızayla, tecrübeyle muka­yese edildiğinde, gerçekten ilklerin yaşandığı bir tarih olmuştur.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, teslim olmak yerine, “halkın gücünün üs­tünde bir güç tanımadım” diyerek millî iradenin yanında yer almış ve darbecilere di­renmiştir. Darbecilere karşı durması gereken en büyük gücün millet ve sivil halk oldu­ğu bilinciyle milletimizi şehirlerin meydanlarına ve havalimanlarına toplanmaya davet etmiştir. Bu davete icabet eden her toplum kesiminden halk, meydanlara toplanmış ve tankların üzerine çıkmış, çıplak elleriyle tankları durdurmuş ve ölüm kusan jetlere kafa tutarak çok büyük bir kahramanlık ortaya koymuştur. 251 vatandaşımız şehit, 2734 va­tandaşımız da gazi olmuştur.

Millet Meclisi açılmış, darbecilere meydan okunmuştur. Uçaklarla bombalanan millî mec­liste, meydanlara inen vatandaşlarımızla birlikte dünyaya demokrasi dersi verilmiştir.

Tabii darbelerin aranan siyasi partisi CHP o gece yapacağını yapmıştır. CHP Genel Baş­kanı, Atatürk Havalimanına Ankara – İstanbul uçağı ile gelmiş, darbe başladıktan son­ra inişi gerçekleşmiştir. Havalimanı çıkışında darbecilerin kullandığı tanklar Kemal Kılıçdaroğlu’nun serbest geçişi için havalimanı önünden çekilmiş ve Kılıçdaroğlu Bakırköy Belediye Başkanının evinde kahvesini yudumlayarak vatandaşlarımızın şehadetini televizyondan izlemiştir. Bununla da kalmamış çok geçmeden 15 Temmuz darbesinin, hükûmetin kendi politikalarını istediği şekilde hayata geçirmek için kur­guladığı bir “tiyatro” olduğunu dahi iddia edebilmiştir.

15 Temmuz 2016’da ordumuza sızmış FETÖ’cü hainlerin bu darbe kalkışması sonrası Türk Silahlı Kuvvetlerimizi darbecilerden arındırmak, devlet içindeki derin ve paralel yapıları temizlemek için düzenlemeleri hayata geçirdik. Bu düzenlemeleri hayata ge­çirirken ortaya koyduğumuz temel ilke yine sivil iradenin güçlenmesini ve âdeta üzüm salkımı gibi bütün anayasal kurumların seçilmiş meşru hükûmet ve parlamentonun denetimine açılması hedefinde olmuştur.

Netice itibarıyla, darbeleri siyasi tarihin tozlu raflarına gönderen ne anayasal ne ya­sal reformlardır ne de yargısal süreçlerle darbecilerin yargılanmasıdır. Evet darbeleri sonlandıran ve tekrar cuntacıların darbeye cesaretlerini kıran doğrudan sivil toplum ve milletin ta kendisi olmuştur. Ancak yapılan reformların sivil toplumu güçlendirmesi ve güçlenen, özgüven kazanan sivil toplumun ve milletin de kendi iradesine kastedenlere karşı bir meydan okuma içerisine girmesi bu anlamda çok önemli olmuştur.

Demokratik Hukuk Devleti İçin Yeni Dönem

Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi

Özellikle 15 Temmuz hain FETÖ darbesinden sonra darbelerle mücadelenin en önem­li düzenlemesi 16 Nisan 2017 Anayasa reformu ile hayata geçirilen Cumhurbaşkanlığı hükûmet modelidir. Zira değiştirdiğimiz darbe ürünü parlamenter sistem, gelişmiş de­mokrasilerde gördüğümüz bir parlamenter sistem değildi. Eklektik, kendi içinde bü­tünlüğü olmayan, ne istikrar sağlayan ne de temsil adaleti getiren bir sistemdi. Sürekli devlet içerisindeki derin ve paralel yapıları güçlendiren bir sistemdi. Gerçekten derin ve paralel yapılar, çeteler, mafya yapılanmaları, çıkar amaçlı suç örgütleri güçlü hükûmet istemezler. Kim hükûmet ederse etsin ama yasaları uygulamaya gücü olmasın biz yö­netebilelim isterler.

İşte bunca darbeden sonra siyasi tarihimizden çıkardığımız derslerle ve yine geçmiş si­yasi liderliklerin önerileri çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi darbelerle mücadele bağlamında sivil alanı genişletmek, vesayet odaklarının alanını daraltmak üzere hazırlanmış ve AK Parti Milliyetçi Hareket Partisi tarafından hayata geçirilmiştir. Zira bu reform ile anayasal kurumlar demokratik denetim altına alınmış. Demokratik şekilde seçilmiş hükûmet etme görevi ile donatılan Cumhurbaşkanlığı ile parlamento­nun etkinliği artırılmıştır.

Gerçekten 2018 seçimlerinden sonra tam anlamıyla yürürlüğe giren Cumhurbaşkan­lığı hükümet sistemi normal şartlar altında başarılamayan pek çok askerî, diplomatik, ekonomik, teknolojik başarılara ülkemizi taşımıştır. 2020 yılı sonrası başlayan hem covid-19 salgını hem küresel ısınmaya bağlı pek çok doğal afete rağmen ülkenin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları giderilebilmiştir. Gelişmiş demokrasilerde ekonomi ve sağlık ba­kanları bir bir istifalarını verirken salgının ekonomik ve sosyal etkileri dizginlenmiş ve ortadan kaldırılabilmiştir.

Güçlü Sivil Toplum, Demokrasi, Hukuk ve Toplumsal Barış İçin Yeni Anayasa

Darbelerle mücadele bağlamında demokrasinin tahkim edilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasi olarak gelişimi, sivil alanın genişletilmesi ve güçlendirilmesi için yapılması ge­reken en önemli reform sivil demokratik özgürlükçü bütüncül bir anayasa ihtiyacıdır. Elbette yirminin üzerinde değişiklik görmüş ve darbeci niteliği azaltılmış olsa da mevcut anayasanın kendi iç bütünlüğü ve darbeci ruhu nedeniyle sorunları mevcuttur. Bu ne­denle kriz üretme potansiyeli olan mevcut anayasa hâlâ demokrasimiz açısından büyük riskler barındırmaktadır.

Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında milletimize en büyük hizmet vaadimiz olan sivil de­mokratik anayasa çalışmasını tüm siyasi partilerin katılımı ve sivil toplumun müzake­resine açmak suretiyle hayata geçirmeye mecburuz. Bir toplumsal uzlaşı metni olarak yapılacak anayasanın Türkiye’nin ortak aklının eseri olması ve her bir vatandaşımızın “evet benim anayasam” diyerek sahipleneceği bir anayasa olması en büyük hedefimiz­dir.

Bunun için demokrasimizi güçlendirecek, ülkemizi tamamen vesayetten arındıracak, yerli, millî ve sivil bir yeni anayasa yapmamız elzemdir. 1982 Anayasası’nın ruhuna si­nen vesayetçi ruhtan kurtulmamız gereklidir.

Kim gelirse gelsin, dönemlere, konjonktüre göre demokratik değil, bu ülkede bundan sonra hiçbir kimsenin vesayetin önünü açmadığı, hiç kimsenin düşüncesine, inancına, kılık kıyafetine, yaşayışına, mezhebine, siyasi düşüncesine karışmadığı bir temel hak­kı anayasal güvence altına almak hepimizin ortak sorumluluğudur. Bize göre vesayetle mücadele, anayasayla taçlanmalı ve bu mücadele başarıyla sonuçlanmalıdır.

Bu vesileyle; tüm darbeleri ve darbecileri lanetliyor, özellikle 15 Temmuz’da ve bu va­tan için hayatını kaybetmiş tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Gazilerimi­ze sıhhat ve afiyet diliyorum. Rabbim bu millete bir daha darbeler gibi zor zamanlar yaşatmasın.