DARBELERE KARŞI SİYASİ PARTİLERİN MÜCADELE YÖNTEMLERİ – Av. Levent Bülbül

0
28

Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili Sakarya Milletvekili olarak siyasi partile­rin darbelerle mücadeledeki rolü başlığı altında düzenlenen bu toplantıda bize de böyle bir imkân tanındığı için teşekkür ediyorum.

Bizim hafızamızı devamlı canlı tutmamız gerekiyor. Yeniden farklı boyutlarda, farklı şekillerde demokrasiye müdahaleler söz konusu olabiliyor. Begoviç’in “Unutulan soy­kırım tekrarlanır.” sözünde ifade edildiği gibi darbelerin de işte bu noktada hafıza açı­sından sıkıntı doğurmaması önemlidir.

Darbe kavramı klasik manada bir hükümeti, siyasi iktidarı anayasanın ve hukukun ön­gördüğü ve demokrasinin öngördüğü kuralların dışında bir şekilde değiştirmeye çalış­mak olarak ifade edilebiliyor.

Bu zamana kadar bunun pratiği mutlaka içinde askerî unsurların olduğu bir darbe şek­linde olduğu için bunları askerî darbeler veya daha hafifi mesela; muhtıra döneminde 12 Mart 1971’de olduğu gibi müdahaleler veya 28 Şubat sürecinde, 27 Nisan sürecinde olduğu gibi daha yumuşak bir ifade ile müdahaleler olarak değerlendirilebilir ama bun­lar mutlaka Türkiye’nin iç dinamiklerinde, siyasetinde, iktidarında etkiler doğurmuş antidemokratik ve vesayet odaklı darbeler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türk demokrasisinde; tabii olarak demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak ifade edi­len siyasi partilerin sicilinde bu noktada darbelere karşı mücadele eden, karşı duruş gösteren yapıların varlığından bahsedebileceğimiz gibi sicili parlak olmayan siyasi oluşumların varlığı da tartışmasız bir şekilde karşımızda durmaktadır.

Oysa darbenin hedefi anayasal düzendir. Anayasal düzenin, demokrasinin, cumhuri­yetimizin kurucu değerlerinin asli savunucusu olarak siyasi partilerimizin bu konuda antidemokratik bir müdahaleye, askerî darbeye doğal olarak karşı çıkması, onurlu bir duruş göstermesi beklenir fakat ne yazık ki geçmişimizde buna dair kötü örnekler ile karşı karşıya gelmekteyiz.

Bunlar siyasi partilerin vesayet ve darbe süreçlerine zemin hazırlayıcılığı şeklinde ola­bildiği gibi siyasi partilerin darbe girişimi veya darbe, askerî darbe sonrasında oluşan siyasi ortamda darbeyi ve darbe uzantısı yapıları ibra eden, aklayan ve onları tamamen bu antidemokratik ve askerî müdahale noktasında, demokrasiye karşı yapmış oldukları faaliyeti aklayan bir durumda da ne yazık ki görebiliyoruz.

Bugünkü siyasal düzlemde birtakım beylik ifadelerle demokrasi, insan hakları, huku­kun üstünlüğü gibi kavramları ağzından düşürmeyen yapıların geçmişteki faaliyetle­rine baktığımızda aslında bu vesayet odaklarını her daim besleyen, onları âdeta müda­haleye çağıran bir yaklaşımları olduğunu da açık bir şekilde görmekteyiz.

Bu kavramları ağzına dolayan siyasi partiler noktasında parti ismi vermek belki uygun olmayabilir ama şu an muhalefeti gerçekleştiren partileri ve onun başında olan partiyi yani Cumhuriyet Halk Partisini de ifade etmek gerektiği kanaatindeyim.

Burada önemli olan demokrasinin ve sistemin tıkanmaması meselesidir yani demok­ratik işleyişin aksamaması son derece önemlidir.

Siyasi partiler sorumluluk duygusuyla hareket ettiği takdirde, ülkesine ve milletine karşı sorumluluk duygusuyla hareket ettiği takdirde mutlaka sistemsel birtakım tıka­nıklıkları açmakta fedakârlıklar göstererek o sıkıntıların bertaraf edilmesi söz konusu olabilir fakat geçmişimizde Türkiye’de özellikle birtakım askerî müdahalelerin, askerî darbelerin oluşumunda bu tarz demokratik ve sistemsel tıkanıklıkların bir vesile ola­rak, bir araç olarak kullanıldığına da şahit olmaktayız.

Bu noktada Türkiye’de özellikle 27 Mayıs darbesi sürecinde rahmetli İnönü’nün pozisyo­nuna, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ifa ettiği role baktığımızda darbenin içerisinde kendi tabirleri ile “Başında yoksak dahi sonunda mutlaka olduklarını” itiraf eden ki başında da varlıklarını, teşvik ediciliklerini ifade etmek bugün itibarıyla son derece mümkündür, sonunda da var olduklarını zaten itiraf ettikleri bir ortamda 27 Mayıs gibi bir darbenin içerisinde meşru bir siyasi partinin hatta cumhuriyeti kuran siyasi parti olduğu iddiasıyla siyaset yapan bir anlayışın bulunması son derece üzücü bir gelişmedir.

Darbelere karşı siyasi partilerin bakış açısı son derece net olmalıdır. Bugüne kadar ya­şadığımız sıkıntıların temelinde belki bu netliği yakalayamamamız, bu sıkıntıların te­melinde yer almaktadır.

Süreç olarak sondan başlayacak olursak 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında özellikle 7 Ağustos’ta oluşan görüntü çok olumlu bir görüntüydü, yani Yenikapı ruhu­nu, Yenikapı mitingini kastediyorum.

Oraya birçok siyasi parti, muhalefet partileri de dâhil olmak üzere, CHP de dâhil olmak üzere katılmıştı hatırlarsanız.

Fakat o gün ifade edilenlerin dışında, bu anlamlı görüntünün hemen arkasından; dar­beyi âdeta hükümsüzleştiren, darbenin varlığını sanki tartışmalı hâle getiren bir üslu­bun, bir dilin benimsenip bunun üzerinden sözüm ona iktidarın yıpratılmaya çalışıldığı bir sürecin içerisine girdik.

Burada özellikle alenen, ayan beyan Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu büyük tehdide ve bu hain girişime karşı, her türlü somut delile rağmen, Türkiye’nin ikinci partisi çıkıp “bu bir senaryodur” diyebilmiştir, “bu kontrollü bir darbedir” diyebilmiştir.

15 Temmuz direnişinin etkisini azaltmak ve itibarını düşürmek için “Siz 15 Temmuz’a değil olağanüstü hâlin ilan edildiği tarih olan 20 Temmuz’da gerçekleşen sivil darbeye bakın.” ifadesi çok büyük bir rahatlıkla kullanılabilmiş, özellikle FETÖ ve PKK gibi terör örgütleriyle âdeta ağız birliği yapılarak Türkiye’de demokrasiye ve hukuka aykırı bir şekilde halkımız manipüle edilmeye çalışılmış, bundan siyasi bir kazanç beklenmiştir. Bu son derece vahim bir durumdur.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak bizler; milliyetçilik ve demokrasiyi ikiz kardeş olarak gören bir anlayışa sahibiz.

Milliyetçi Hareket Partisinin sahip olduğu düşünceler devlet-i ebed müddet anlayışı çerçevesinde bakıldığı zaman; sanki devlet içerisinden böyle birtakım hareketlerde her zaman millî bir damarın, milliyetçi bir damarın olduğu düşünülse de bugün geriye doğ­ru baktığımızda aslında o darbelerin içerisinde öyle milliyetçi bir damardan, öyle millî bir damardan değil; dış kaynaklı, dış odaklı birtakım düzeneklerin etkisiyle bu müda­halelerin gerçekleştiği anlaşılmakta böylelikle Milliyetçi Hareket Partisinin bu darbe­lere karşı duruşunun da niye bu şekilde olduğunu anlamak mümkün hâle gelmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi, Başbuğumuz Alparslan Türkeş’ten bu yana liderimiz Devlet Bahçeli Bey de dâhil olmak üzere; demokrasiye, meşruiyete, hukukun üstünlüğüne her zaman büyük önem atfetmiştir.

Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in 27 Mayıs ve sonrasında yaşanan tecrübeler ile alakalı olarak bizzat yaşadığı hususlar da kendisi açısından bu noktada son derece önemli ol­muştur anladığımız kadarıyla.

Çünkü 1963 yılında kendisi “En iyi ihtilale karşı en kötü demokrasinin her zaman daha iyi olacağını” vurgulamak suretiyle demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve askerin vesayet sistemi içerisinde demokrasiye ve sivil iktidara baskı yapmasının yanlışlığı noktasında her zaman bir karşı duruş sergilemişlerdir.

Genel başkanımızın da en son malumunuz olduğu üzere 15 Temmuz darbe girişiminde gö­rüldüğü gibi bu tür müdahalelere karşı kimden, nereden ve nasıl geliyor diye bakmaksızın, çünkü o saat itibarıyla birtakım belirsizliklerin olduğu da malumunuz, 15 Temmuz’un akşa­mında Türkiye’de sayın başbakan, sayın cumhurbaşkanı dışında tavrını hemen ortaya koyan ilk siyasi parti lideri olarak; hükümete, devlete ve seçilmiş iktidara desteğini açıklayan bir si­yasi parti lideri olarak, aynı zamanda bir siyasi parti olarak burada kuşkusuz darbelere karşı net ve tartışmasız bir karşı duruş içerisinde olduğumuzu ifade etmek gerekiyor.

Hedef alınan, darbelerin hedef aldığı yer mutlaka anayasal düzendir ve anayasamızdır; darbeyi planlayan veya gerçekleştiren yapılar mutlaka yeni bir hukuk yaratma ve kendi düzenlerini kurma noktasında bir tavır içerisine girmişlerdir.

Geçmişten bugüne baktığımızda 15 Temmuz direnişiyle darbe girişiminin engellen­mesinin ardından Türkiye’de birileri: “Mücadele nasıl yapılacak? Bundan sonra ne tür adımlar atılacak?” dediğinde;

Sayın genel başkanımızın 11 Ekim 2016 tarihinde hukuki, anayasal bir değişikliğin el­zem olduğu noktasında bir çıkışı olmuştu ve özellikle şu an Türk tipi başkanlık siste­mi dediğimiz bir anayasal değişikliğin zaruri olduğu noktasındaki çıkışı olduğu zaman yine birileri dediler ki:

“Türkiye’de bir terör faaliyeti, bir darbe girişimi olmuş, bunların yakalanması, yargılan­ması, bunlarla mücadele edilmesi varken şimdi bir anayasa değişikliği nereden çıktı?”

Bu sözler ifade edildiğinde; biz onlara o zaman da söylediğimiz gibi burada Türkiye’nin demokrasisinde, özellikle parlamenter sistemle birlikte aksayan noktaların tedavi edilmesinin, sistemin krizleri davet eden bir sistem olmaktan çıkıp istikrarı sağlayan bir sistem hâline gelmesinin zaruri olduğunu ve özellikle siyasi meşruiyetin tartışma­sız hâle gelmesinin gerekliliğini, yürütmenin sandıktan millet iradesiyle bizzat çıkıp kesintiye uğramadan kendi faaliyet dönemi içerisinde hükmünü devam ettirmesi ge­rektiğini ifade etmiştik. Bunun temin edilmesi son derece kıymetlidir.

Dünyadaki gelişmelere bakıldığında; tırnak içinde “siyasi meşruiyeti olmadığı için” batının ve Amerika’nın Venezuela’da yaptıklarını hatırlarsınız. Venezuela’yla Türkiye’yi tabii ki karşılaştırmak mümkün değil ama Batı’nın yaklaşımı açısından önemli görüyorum.

Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun katılım oranı düşük bir seçimde almış olduğu oy oranlarını meşru olarak görmeyip, meşru kabul etmeyip muhalefet liderini ülke­nin lideri olarak tanıyan bir anlayış bu noktada Türkiye gibi üzerinde son derece bü­yük planların, programların döndüğü ve özellikle 15 Temmuz gibi açık seçik bir darbe girişiminin yaşandığı bir ortamda, Türkiye’nin bu noktada millî güçlerinin, Yenikapı ruhuyla bir araya gelen yapıların, birtakım tedbirleri almasını da mecbur kılmıştır.

Yani %80’ler, %90’lar seviyesinde katılımın gerçekleştiği seçimlerimizde en az %50+1 oy alan bir iktidarın, yürütmenin başta olması, bir cumhurbaşkanının yürütmeyi tem­sil etmesi son derece önemliydi. Biz bunu temin etmekle yönetimde istikrar noktasın­daki eksiklikleri büyük ölçüde giderdik.

Bu sistem kriz yaratır mı? Yaratabilir ama diğerlerinden çok daha minimum seviyede ve çok daha az bir ihtimalle. Yine aynı şekilde meşruiyeti yönetim krizlerinin önlenmesi gibi fonksiyonları yerine getirecek olan bu sistemle birlikte Türkiye önüne çok daha güvenle bakabilecek noktaya gelmiştir.

Sona doğru şunları ifade etmek gerekiyor: Bunlar kamuoyunda çok fazla konuşulup tartışılan hususlar değil ama Milliyetçi Hareket Partisi her zaman uzlaşıdan yana ve sistemsel anlamda, demokratik anlamda tıkanıklıkları, sıkıntıları gidermeye gayret eden, bu konuda özveri içerisinde olan bir anlayışa sahiptir.

Bugün Cumhur İttifakındaki beraberliğimiz de bu anlayışımızın bir yansıması olarak mutlaka görülebilecektir. Bunun geçmişine bakıldığında Milliyetçi Hareket Partisinin tutarlı bir devamlılık içerisinde bu faaliyetlerini sürdürdüğünü görebiliriz.

1977 yılında TBMM başkanının bir kriz hâline gelen seçilememesi durumunda, Türkiye’de o zaman en yüksek milletvekili sayısına sahip olan Cumhuriyet Halk Par­tisi ki 1977 atmosferini düşünün, sağ-sol çatışması, MHP ile CHP arasındaki gergin­liğe rağmen, Milliyetçi Hareket Partisi 16 milletvekili ile 213 milletvekiline sahip olan Cumhuriyet Halk Partisinin TBMM başkanlığı için çıkarmış olduğu Cahit Karakaş isimli adayına destek vermek sureti ile o dönemde yaşanan tıkanıklığı giderme cihetine git­miş ve yaklaşık 5 ay süren TBMM başkanlığı seçimi, MHP’nin 16 milletvekilinin desteği ile 38. turda çözülebilmiştir.

Çünkü ortaya çıkacak en ufak bir kriz, bir vesayeti bir askerî darbeyi beraberinde geti­rebilecektir, bunun şuuruyla buna engel olunmuştur.

Aynı şekilde 12 Eylül 1980’de bir cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin de var olduğunu asla ve asla unutmamak gerekir.

Yine 12 Eylül sonrası 1983’te meydana gelen seçimler ve 1987’de yapılan referandumla siyasi yasakların kalkmasının akabinde yavaş yavaş normalleşmeye geçilmesiyle bir­likte 1991 yılında yapılan seçimlerde Milliyetçi Hareket Partisi, Refah Partisiyle ittifak yaparak 19 milletvekiliyle meclise girmiş, oluşan meclis tablosunda hükûmet krizinin çözülmesi noktasında ve Türkiye’de istikrarın temini doğrultusunda DYP-SHP koalis­yon hükûmetine güvenoyu vererek yönetimde istikrarın sürdürülebilmesine ve top­lumsal uzlaşıya katkı sağlamıştır.

1999 yılında yapılan seçimlerde ise parlamenter sistemin şartları gereği oluşan mec­lis tablosu koalisyon hükûmeti kurmayı gerektirmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi de­mokratik düzen ve siyasal istikrarın tesisi için sayın genel başkanımızın öncülüğünde sorumlu siyaset anlayışı ve uzlaşı kültürüne yakışır bir tavırla siyaseten karşıt kulvar­da bulunan DSP ile koalisyon hükûmetinin kuruluşu sürecinde ve koalisyonun devamı noktasında çeşitli tahriklere kapılmadan büyük katkılar sağlamıştır.

2007 yılında meydana gelen 367 krizini hatırlarsınız. Cumhurbaşkanlığı seçimi süre­cinde TBMM’de meydana gelen 367 krizinde bizler o dönem mecliste değildik fakat daha sonra yapılan genel seçimlerde milletimizin verdiği yetkiyle meclisin içerisine gi­rerek o dönemde muhalefette olmamıza rağmen “Türkiye’de sistemin tıkanmasına asla ve asla müsaade etmeyiz” diyerek o noktada cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oylamaya katılarak Türkiye’nin önünü açan hamleyi de gerçekleştirmiş bulunmaktayız.

Yine bunun devamında Türkiye’ye müdahale niteliğinde olabilecek, gerginlik sebebi teşkil edebilecek hususlarda özellikle başörtüsü meselesinin halli noktasındaki net ve kesin tavrımız her ne kadar birileri tarafından “411 el kaosa kalktı” şeklinde manşetler atılsa da biz çok emin ve kararlı bir şekilde bu desteğimizi temin ederek oradaki duruş sayesinde Allah’a şükürler olsun, Adalet ve Kalkınma Partisi ile birlikte bu meselenin de ortadan kalkmasında katkı sağlamaya çalıştık.

Yine 15 Temmuz’a gelen süreçte memleketin millî anlamda sıkıntı sebebi olarak karşı­mıza çıkan her meselesinde bizler olumlu tavır içerisinde olmaya gayret etmekteyiz.

Bugün çok ciddi bir yalan ve kara propaganda üzerinde yürüyen bir siyaset anlayışı ile karşı karşıyayız. Özellikle muhalefet yalanlar üzerinden, iftiralar üzerinden bir siyaset kurgu­suyla Türkiye’de çok sıkıntılı, çok vahim birtakım faaliyetler içerisinde görünmektedir.

Bugün yalanları ve yanlışları ortaya çıkmasına rağmen bir özrü dahi kendilerine fazla gören bir anlayışla karşı karşıyayız.

Dolayısıyla bugün ve bundan sonrası açısından; darbelerle alakalı olarak mesele sade­ce askerî darbelere karşı olmak değil, dijital birtakım müdahale girişimlerine karşı da Türkiye’nin teyakkuzda olmasını temin etmektir.

Bütün siyasi partilerin bu sorumluluk duygusuyla hareket etmesi bizim temennimizdir. Türkiye’de millî meselelerde son derece önemli bir duruş gösteren Cumhur İttifakı anla­yışı içerisinde bunu görebiliyoruz fakat ne yazık ki karşı tarafta bu sorumluluk duygusunu görememek bizi ve hepimizi üzmektedir.

Türkiye’de en azından millî meselelerde, demokrasinin, hukukun üstünlüğü gibi mese­lelerde ortak paydada buluşulabilecek bir anlayışın hâkim olması temennisi ile konuşmama son veriyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.