Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili Sakarya Milletvekili olarak siyasi partilerin darbelerle mücadeledeki rolü başlığı altında düzenlenen bu toplantıda bize de böyle bir imkân tanındığı için teşekkür ediyorum.
Bizim hafızamızı devamlı canlı tutmamız gerekiyor. Yeniden farklı boyutlarda, farklı şekillerde demokrasiye müdahaleler söz konusu olabiliyor. Begoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır.” sözünde ifade edildiği gibi darbelerin de işte bu noktada hafıza açısından sıkıntı doğurmaması önemlidir.
Darbe kavramı klasik manada bir hükümeti, siyasi iktidarı anayasanın ve hukukun öngördüğü ve demokrasinin öngördüğü kuralların dışında bir şekilde değiştirmeye çalışmak olarak ifade edilebiliyor.
Bu zamana kadar bunun pratiği mutlaka içinde askerî unsurların olduğu bir darbe şeklinde olduğu için bunları askerî darbeler veya daha hafifi mesela; muhtıra döneminde 12 Mart 1971’de olduğu gibi müdahaleler veya 28 Şubat sürecinde, 27 Nisan sürecinde olduğu gibi daha yumuşak bir ifade ile müdahaleler olarak değerlendirilebilir ama bunlar mutlaka Türkiye’nin iç dinamiklerinde, siyasetinde, iktidarında etkiler doğurmuş antidemokratik ve vesayet odaklı darbeler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türk demokrasisinde; tabii olarak demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak ifade edilen siyasi partilerin sicilinde bu noktada darbelere karşı mücadele eden, karşı duruş gösteren yapıların varlığından bahsedebileceğimiz gibi sicili parlak olmayan siyasi oluşumların varlığı da tartışmasız bir şekilde karşımızda durmaktadır.
Oysa darbenin hedefi anayasal düzendir. Anayasal düzenin, demokrasinin, cumhuriyetimizin kurucu değerlerinin asli savunucusu olarak siyasi partilerimizin bu konuda antidemokratik bir müdahaleye, askerî darbeye doğal olarak karşı çıkması, onurlu bir duruş göstermesi beklenir fakat ne yazık ki geçmişimizde buna dair kötü örnekler ile karşı karşıya gelmekteyiz.
Bunlar siyasi partilerin vesayet ve darbe süreçlerine zemin hazırlayıcılığı şeklinde olabildiği gibi siyasi partilerin darbe girişimi veya darbe, askerî darbe sonrasında oluşan siyasi ortamda darbeyi ve darbe uzantısı yapıları ibra eden, aklayan ve onları tamamen bu antidemokratik ve askerî müdahale noktasında, demokrasiye karşı yapmış oldukları faaliyeti aklayan bir durumda da ne yazık ki görebiliyoruz.
Bugünkü siyasal düzlemde birtakım beylik ifadelerle demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi kavramları ağzından düşürmeyen yapıların geçmişteki faaliyetlerine baktığımızda aslında bu vesayet odaklarını her daim besleyen, onları âdeta müdahaleye çağıran bir yaklaşımları olduğunu da açık bir şekilde görmekteyiz.
Bu kavramları ağzına dolayan siyasi partiler noktasında parti ismi vermek belki uygun olmayabilir ama şu an muhalefeti gerçekleştiren partileri ve onun başında olan partiyi yani Cumhuriyet Halk Partisini de ifade etmek gerektiği kanaatindeyim.
Burada önemli olan demokrasinin ve sistemin tıkanmaması meselesidir yani demokratik işleyişin aksamaması son derece önemlidir.
Siyasi partiler sorumluluk duygusuyla hareket ettiği takdirde, ülkesine ve milletine karşı sorumluluk duygusuyla hareket ettiği takdirde mutlaka sistemsel birtakım tıkanıklıkları açmakta fedakârlıklar göstererek o sıkıntıların bertaraf edilmesi söz konusu olabilir fakat geçmişimizde Türkiye’de özellikle birtakım askerî müdahalelerin, askerî darbelerin oluşumunda bu tarz demokratik ve sistemsel tıkanıklıkların bir vesile olarak, bir araç olarak kullanıldığına da şahit olmaktayız.
Bu noktada Türkiye’de özellikle 27 Mayıs darbesi sürecinde rahmetli İnönü’nün pozisyonuna, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ifa ettiği role baktığımızda darbenin içerisinde kendi tabirleri ile “Başında yoksak dahi sonunda mutlaka olduklarını” itiraf eden ki başında da varlıklarını, teşvik ediciliklerini ifade etmek bugün itibarıyla son derece mümkündür, sonunda da var olduklarını zaten itiraf ettikleri bir ortamda 27 Mayıs gibi bir darbenin içerisinde meşru bir siyasi partinin hatta cumhuriyeti kuran siyasi parti olduğu iddiasıyla siyaset yapan bir anlayışın bulunması son derece üzücü bir gelişmedir.
Darbelere karşı siyasi partilerin bakış açısı son derece net olmalıdır. Bugüne kadar yaşadığımız sıkıntıların temelinde belki bu netliği yakalayamamamız, bu sıkıntıların temelinde yer almaktadır.
Süreç olarak sondan başlayacak olursak 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında özellikle 7 Ağustos’ta oluşan görüntü çok olumlu bir görüntüydü, yani Yenikapı ruhunu, Yenikapı mitingini kastediyorum.
Oraya birçok siyasi parti, muhalefet partileri de dâhil olmak üzere, CHP de dâhil olmak üzere katılmıştı hatırlarsanız.
Fakat o gün ifade edilenlerin dışında, bu anlamlı görüntünün hemen arkasından; darbeyi âdeta hükümsüzleştiren, darbenin varlığını sanki tartışmalı hâle getiren bir üslubun, bir dilin benimsenip bunun üzerinden sözüm ona iktidarın yıpratılmaya çalışıldığı bir sürecin içerisine girdik.
Burada özellikle alenen, ayan beyan Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu büyük tehdide ve bu hain girişime karşı, her türlü somut delile rağmen, Türkiye’nin ikinci partisi çıkıp “bu bir senaryodur” diyebilmiştir, “bu kontrollü bir darbedir” diyebilmiştir.
15 Temmuz direnişinin etkisini azaltmak ve itibarını düşürmek için “Siz 15 Temmuz’a değil olağanüstü hâlin ilan edildiği tarih olan 20 Temmuz’da gerçekleşen sivil darbeye bakın.” ifadesi çok büyük bir rahatlıkla kullanılabilmiş, özellikle FETÖ ve PKK gibi terör örgütleriyle âdeta ağız birliği yapılarak Türkiye’de demokrasiye ve hukuka aykırı bir şekilde halkımız manipüle edilmeye çalışılmış, bundan siyasi bir kazanç beklenmiştir. Bu son derece vahim bir durumdur.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak bizler; milliyetçilik ve demokrasiyi ikiz kardeş olarak gören bir anlayışa sahibiz.
Milliyetçi Hareket Partisinin sahip olduğu düşünceler devlet-i ebed müddet anlayışı çerçevesinde bakıldığı zaman; sanki devlet içerisinden böyle birtakım hareketlerde her zaman millî bir damarın, milliyetçi bir damarın olduğu düşünülse de bugün geriye doğru baktığımızda aslında o darbelerin içerisinde öyle milliyetçi bir damardan, öyle millî bir damardan değil; dış kaynaklı, dış odaklı birtakım düzeneklerin etkisiyle bu müdahalelerin gerçekleştiği anlaşılmakta böylelikle Milliyetçi Hareket Partisinin bu darbelere karşı duruşunun da niye bu şekilde olduğunu anlamak mümkün hâle gelmektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi, Başbuğumuz Alparslan Türkeş’ten bu yana liderimiz Devlet Bahçeli Bey de dâhil olmak üzere; demokrasiye, meşruiyete, hukukun üstünlüğüne her zaman büyük önem atfetmiştir.
Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in 27 Mayıs ve sonrasında yaşanan tecrübeler ile alakalı olarak bizzat yaşadığı hususlar da kendisi açısından bu noktada son derece önemli olmuştur anladığımız kadarıyla.
Çünkü 1963 yılında kendisi “En iyi ihtilale karşı en kötü demokrasinin her zaman daha iyi olacağını” vurgulamak suretiyle demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve askerin vesayet sistemi içerisinde demokrasiye ve sivil iktidara baskı yapmasının yanlışlığı noktasında her zaman bir karşı duruş sergilemişlerdir.
Genel başkanımızın da en son malumunuz olduğu üzere 15 Temmuz darbe girişiminde görüldüğü gibi bu tür müdahalelere karşı kimden, nereden ve nasıl geliyor diye bakmaksızın, çünkü o saat itibarıyla birtakım belirsizliklerin olduğu da malumunuz, 15 Temmuz’un akşamında Türkiye’de sayın başbakan, sayın cumhurbaşkanı dışında tavrını hemen ortaya koyan ilk siyasi parti lideri olarak; hükümete, devlete ve seçilmiş iktidara desteğini açıklayan bir siyasi parti lideri olarak, aynı zamanda bir siyasi parti olarak burada kuşkusuz darbelere karşı net ve tartışmasız bir karşı duruş içerisinde olduğumuzu ifade etmek gerekiyor.
Hedef alınan, darbelerin hedef aldığı yer mutlaka anayasal düzendir ve anayasamızdır; darbeyi planlayan veya gerçekleştiren yapılar mutlaka yeni bir hukuk yaratma ve kendi düzenlerini kurma noktasında bir tavır içerisine girmişlerdir.
Geçmişten bugüne baktığımızda 15 Temmuz direnişiyle darbe girişiminin engellenmesinin ardından Türkiye’de birileri: “Mücadele nasıl yapılacak? Bundan sonra ne tür adımlar atılacak?” dediğinde;
Sayın genel başkanımızın 11 Ekim 2016 tarihinde hukuki, anayasal bir değişikliğin elzem olduğu noktasında bir çıkışı olmuştu ve özellikle şu an Türk tipi başkanlık sistemi dediğimiz bir anayasal değişikliğin zaruri olduğu noktasındaki çıkışı olduğu zaman yine birileri dediler ki:
“Türkiye’de bir terör faaliyeti, bir darbe girişimi olmuş, bunların yakalanması, yargılanması, bunlarla mücadele edilmesi varken şimdi bir anayasa değişikliği nereden çıktı?”
Bu sözler ifade edildiğinde; biz onlara o zaman da söylediğimiz gibi burada Türkiye’nin demokrasisinde, özellikle parlamenter sistemle birlikte aksayan noktaların tedavi edilmesinin, sistemin krizleri davet eden bir sistem olmaktan çıkıp istikrarı sağlayan bir sistem hâline gelmesinin zaruri olduğunu ve özellikle siyasi meşruiyetin tartışmasız hâle gelmesinin gerekliliğini, yürütmenin sandıktan millet iradesiyle bizzat çıkıp kesintiye uğramadan kendi faaliyet dönemi içerisinde hükmünü devam ettirmesi gerektiğini ifade etmiştik. Bunun temin edilmesi son derece kıymetlidir.
Dünyadaki gelişmelere bakıldığında; tırnak içinde “siyasi meşruiyeti olmadığı için” batının ve Amerika’nın Venezuela’da yaptıklarını hatırlarsınız. Venezuela’yla Türkiye’yi tabii ki karşılaştırmak mümkün değil ama Batı’nın yaklaşımı açısından önemli görüyorum.
Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun katılım oranı düşük bir seçimde almış olduğu oy oranlarını meşru olarak görmeyip, meşru kabul etmeyip muhalefet liderini ülkenin lideri olarak tanıyan bir anlayış bu noktada Türkiye gibi üzerinde son derece büyük planların, programların döndüğü ve özellikle 15 Temmuz gibi açık seçik bir darbe girişiminin yaşandığı bir ortamda, Türkiye’nin bu noktada millî güçlerinin, Yenikapı ruhuyla bir araya gelen yapıların, birtakım tedbirleri almasını da mecbur kılmıştır.
Yani %80’ler, %90’lar seviyesinde katılımın gerçekleştiği seçimlerimizde en az %50+1 oy alan bir iktidarın, yürütmenin başta olması, bir cumhurbaşkanının yürütmeyi temsil etmesi son derece önemliydi. Biz bunu temin etmekle yönetimde istikrar noktasındaki eksiklikleri büyük ölçüde giderdik.
Bu sistem kriz yaratır mı? Yaratabilir ama diğerlerinden çok daha minimum seviyede ve çok daha az bir ihtimalle. Yine aynı şekilde meşruiyeti yönetim krizlerinin önlenmesi gibi fonksiyonları yerine getirecek olan bu sistemle birlikte Türkiye önüne çok daha güvenle bakabilecek noktaya gelmiştir.
Sona doğru şunları ifade etmek gerekiyor: Bunlar kamuoyunda çok fazla konuşulup tartışılan hususlar değil ama Milliyetçi Hareket Partisi her zaman uzlaşıdan yana ve sistemsel anlamda, demokratik anlamda tıkanıklıkları, sıkıntıları gidermeye gayret eden, bu konuda özveri içerisinde olan bir anlayışa sahiptir.
Bugün Cumhur İttifakındaki beraberliğimiz de bu anlayışımızın bir yansıması olarak mutlaka görülebilecektir. Bunun geçmişine bakıldığında Milliyetçi Hareket Partisinin tutarlı bir devamlılık içerisinde bu faaliyetlerini sürdürdüğünü görebiliriz.
1977 yılında TBMM başkanının bir kriz hâline gelen seçilememesi durumunda, Türkiye’de o zaman en yüksek milletvekili sayısına sahip olan Cumhuriyet Halk Partisi ki 1977 atmosferini düşünün, sağ-sol çatışması, MHP ile CHP arasındaki gerginliğe rağmen, Milliyetçi Hareket Partisi 16 milletvekili ile 213 milletvekiline sahip olan Cumhuriyet Halk Partisinin TBMM başkanlığı için çıkarmış olduğu Cahit Karakaş isimli adayına destek vermek sureti ile o dönemde yaşanan tıkanıklığı giderme cihetine gitmiş ve yaklaşık 5 ay süren TBMM başkanlığı seçimi, MHP’nin 16 milletvekilinin desteği ile 38. turda çözülebilmiştir.
Çünkü ortaya çıkacak en ufak bir kriz, bir vesayeti bir askerî darbeyi beraberinde getirebilecektir, bunun şuuruyla buna engel olunmuştur.
Aynı şekilde 12 Eylül 1980’de bir cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin de var olduğunu asla ve asla unutmamak gerekir.
Yine 12 Eylül sonrası 1983’te meydana gelen seçimler ve 1987’de yapılan referandumla siyasi yasakların kalkmasının akabinde yavaş yavaş normalleşmeye geçilmesiyle birlikte 1991 yılında yapılan seçimlerde Milliyetçi Hareket Partisi, Refah Partisiyle ittifak yaparak 19 milletvekiliyle meclise girmiş, oluşan meclis tablosunda hükûmet krizinin çözülmesi noktasında ve Türkiye’de istikrarın temini doğrultusunda DYP-SHP koalisyon hükûmetine güvenoyu vererek yönetimde istikrarın sürdürülebilmesine ve toplumsal uzlaşıya katkı sağlamıştır.
1999 yılında yapılan seçimlerde ise parlamenter sistemin şartları gereği oluşan meclis tablosu koalisyon hükûmeti kurmayı gerektirmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi demokratik düzen ve siyasal istikrarın tesisi için sayın genel başkanımızın öncülüğünde sorumlu siyaset anlayışı ve uzlaşı kültürüne yakışır bir tavırla siyaseten karşıt kulvarda bulunan DSP ile koalisyon hükûmetinin kuruluşu sürecinde ve koalisyonun devamı noktasında çeşitli tahriklere kapılmadan büyük katkılar sağlamıştır.
2007 yılında meydana gelen 367 krizini hatırlarsınız. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde TBMM’de meydana gelen 367 krizinde bizler o dönem mecliste değildik fakat daha sonra yapılan genel seçimlerde milletimizin verdiği yetkiyle meclisin içerisine girerek o dönemde muhalefette olmamıza rağmen “Türkiye’de sistemin tıkanmasına asla ve asla müsaade etmeyiz” diyerek o noktada cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oylamaya katılarak Türkiye’nin önünü açan hamleyi de gerçekleştirmiş bulunmaktayız.
Yine bunun devamında Türkiye’ye müdahale niteliğinde olabilecek, gerginlik sebebi teşkil edebilecek hususlarda özellikle başörtüsü meselesinin halli noktasındaki net ve kesin tavrımız her ne kadar birileri tarafından “411 el kaosa kalktı” şeklinde manşetler atılsa da biz çok emin ve kararlı bir şekilde bu desteğimizi temin ederek oradaki duruş sayesinde Allah’a şükürler olsun, Adalet ve Kalkınma Partisi ile birlikte bu meselenin de ortadan kalkmasında katkı sağlamaya çalıştık.
Yine 15 Temmuz’a gelen süreçte memleketin millî anlamda sıkıntı sebebi olarak karşımıza çıkan her meselesinde bizler olumlu tavır içerisinde olmaya gayret etmekteyiz.
Bugün çok ciddi bir yalan ve kara propaganda üzerinde yürüyen bir siyaset anlayışı ile karşı karşıyayız. Özellikle muhalefet yalanlar üzerinden, iftiralar üzerinden bir siyaset kurgusuyla Türkiye’de çok sıkıntılı, çok vahim birtakım faaliyetler içerisinde görünmektedir.
Bugün yalanları ve yanlışları ortaya çıkmasına rağmen bir özrü dahi kendilerine fazla gören bir anlayışla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla bugün ve bundan sonrası açısından; darbelerle alakalı olarak mesele sadece askerî darbelere karşı olmak değil, dijital birtakım müdahale girişimlerine karşı da Türkiye’nin teyakkuzda olmasını temin etmektir.
Bütün siyasi partilerin bu sorumluluk duygusuyla hareket etmesi bizim temennimizdir. Türkiye’de millî meselelerde son derece önemli bir duruş gösteren Cumhur İttifakı anlayışı içerisinde bunu görebiliyoruz fakat ne yazık ki karşı tarafta bu sorumluluk duygusunu görememek bizi ve hepimizi üzmektedir.
Türkiye’de en azından millî meselelerde, demokrasinin, hukukun üstünlüğü gibi meselelerde ortak paydada buluşulabilecek bir anlayışın hâkim olması temennisi ile konuşmama son veriyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.