Darbeler maalesef Türk siyaset hayatının önemli kırılma noktalarından bir tanesi. Her on yıllık sürede bir darbe beklentisi alametifarikamız noktasına gelmiş durumda. Kaçınılmaz bir şekilde bundan korkan da var, nerede kaldı diyen de. Bu korkuyla ve kırılmayla mücadele etme konusunda 1995’lere kadar bir mazimiz yoktu. Genelde darbeye karşı mücadelenin azimli ve şanlı sayfaları ya adaletsiz bir şekilde hüküm giyerek med – rese-i yusufiyelerde ya da yurt dışına kaçarak yazılırdı.
Ancak 28 Şubat süreci bu anlamda bir uyanış dönemi olmuştur. Orada ortaya konan direniş felsefesi ile arkasından gelen 27 Nisan 2007 Muhtırasına karşı yapılan hamle, bu tarihî çizgiyi değiştirdi ve bu süreç 17/25 Aralıklar, MİT krizi ve nihayetinde 15 Temmuz şanlı direnişine kadar geldi. Artık “darbeye karşı direniş” diye bir kavram var, siyaset dimağımızda.
90’lardan itibaren bu direniş öyküsünde Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini özellikle vurgulamamız gerekiyor. Bu hakkaniyetin bir gereği. Burada önemli bir payın da STK’ların olduğunu önemle belirtmeliyiz. 28 Şubat sürecinde aslına bakarsanız birkaç kurum vardır sahnede; MÜSİAD ve MAZLUMDER gibiler. Daha sonra AK Parti iktidarıyla birlikte MÜSİAD, ASKON, TÜMSİAD vb. dernekler ve İLİM YAYMA, ENSAR gibi vakıfların ortak kuruluşu olan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı şemsiyesi altında çok önemli direniş hikâyeleri yazılmıştır.
Bu sadece açık darbe hadiselerinde değil zaman zaman vesayet ve darbe kokulu gündemlerde de karşı duruş ve dikkatli seziş Türkiye’nin demokrasi tarihine önemli katkılar sunmuştur. Ancak darbelere karşı mücadele yapmaktan daha önemli olan bu darbe mekanizmasının nasıl yürüdüğünü çözmektir. Bizim konuştuğumuz hep darbelerin sonuçları ve mağduriyetleri; çok şükür son zamanlarda nasıl karşı duruş sergilediğimiz. Ancak sebepler konusunda alınacak derslerin şu an notlarını dahi çıkarabilmiş değiliz. “Mekanizma nasıl yürür, nasıl vücud bulur, nelerden beslenir?” soruları bence her şeyden önemli.
Bu besleme hattında; “darbe nerede kaldı?” diye bekleyenlerin olduğunu özellikle vurgulamak lazım. Türkiye’de “aydın çevreler” diye kendilerine tabela yaptıranların başında her zaman üniversite kurumlarının ve medyanın gelmesi en büyük handikabımız olmuştur. Elbette bu çevrelerin iş dünyasından destek bulmadan meydanlara ve manşetlere çıkmaları mümkün değildir. Bu anlamda 28 Şubat süreci turnusol kâğıdı vazifesi gören bir zaman aralığıdır. Son çeyrek asırda yaşadığımız darbe sahnelerinde, bu dönemin aktörlerinin yer aldığını görmek ayrı incelenmesi gereken bir hadisedir. Burada yer alan birçok aktörün 15 Temmuz’a uzanan ince yolda hep rollerini korudu – ğunu görebiliriz.
28 Şubat’ın asker kanadının Ergenekon, Balyoz, Ayışığı gibi darbe senaryolarında adlarının geçmesi; manşetleri atanların her zaman demokrasiyi nalıncı keseri gibi kendilerine göre şekillendirmeleri; vesayete ve darbelere karşı durmaya çalışanların ise bu karışık senaryo içinde zaman zaman yalnızlığa ve kafa karışıklığına düşmeleri yakın tarihimizin karakteristik özellikleridir.
Ben bu 30 yıllık süre içinde MÜSİAD çatısı altında demokrasi ve hukuk mücadelesine katkı sunmaya gayret etmiş biriyim. O dönemlerde yaşadığımız hadiselere karşı büyük bir mücadele sergiledik, MÜSİAD camiası olarak. Hem ekonomik hem de sosyal sahada verdiğimiz bu mücadelenin çok önemli kahramanları var. Bunların bazılarını biliyorsunuz bazılarını ise tanımıyorsunuz. Verilen direniş mücadelesinde Erol Yarar başta olmak üzere bütün başkanlarımız ve yönetim kurulu ile üyelerimizi büyük bir saygıyla anıyor, teşekkürlerimi sunuyorum.
Değerli dostlarım,
Darbeler teşebbüs hâlinde kalsa bile büyük bir tahribatı beraberinde getiriyor ekonomi açısından. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden beş yıl geçti. Milletin iradesine yapılan bu girişimin ekonomik faturası ağır oldu. Türkiye ekonomisinin güçlü altyapısı sayesinde hızla toparlanma yaşasa da tahribat hâlâ sürüyor. Darbe girişiminin ülkemize dolaylı olarak 350 milyar dolara mal olduğu ifade ediliyor.
Hatırlayacaksınız darbe girişimi sonrası piyasalar bir anda artan risk algısı sebebiyle zorlu bir döneme girdi. Ülkede yaşanan olağanüstü durum sebebiyle artan riskler, ekonomik göstergeleri negatif yönde etkilerken, bunun ilk emareleri döviz kuru üzerinde görüldü. 14 Temmuz 2016’da günü 2,8778’den kapatan dolar/TL, 15 Temmuz’daki FETÖ’nün hain darbe girişimi sonucu yurt dışı piyasalarda satış ağırlıklı bir seyir izleyerek yüzde 5,1’lik artışla 3,0250 seviyesini gördü ve bugünlere kadar kademeli bir şekilde sürdü geldi.
Hain darbe girişiminin bastırıldığı pazartesi günü, BİST100 endeksi 15 Temmuz Cuma günkü kapanışa göre yüzde 7,08 düşüşle 76.957,61 puandan tamamladı. Haftanın devamında da düşüş eğilimini sürdüren endeks, haftayı yüzde 13,39’luk değer kaybıyla kapattı. Darbe girişimi ekonominin her alanını etkiledi. Haziranda altı aylık bir yükseliş trendinin ardından 107,4 seviyesine yükselen sanayi üretim endeksi, Temmuzda 20 puandan fazla gerileyerek 86,9 seviyesine indi.
İhracat ve ithalat tarafı da darbe girişiminden olumsuz yönde etkilendi, ticari aktivi- tede önemli bir düşüş gözlemlendi. İhracat Temmuzda bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 11,5 azalırken, yavaşlayan tüketim harcamalarıyla birlikte ithalat da bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 19,4 düştü. Yılın ilk iki çeyreğinde sırasıyla yüzde 4,5 ve yüzde 4,7’lik büyüme oranını yakalayan Türk ekonomisi, darbe girişiminin yaşandığı üçüncü çeyrekte mevsimsellikten arındırılmış endekse göre yüzde 0,2 daraldı.
15 Temmuz sonrası piyasalarda oluşan tedirginlik asgari seviyeye indirilmesi için ekonomi yönetimi ve regülatörlerin aldığı birçok önlem sayesinde minimuma indirilmeye çalışıldı. Ekonomide kısa sürede eski seviyelere ulaşılması sağlanırken, BİST100 endeksinin darbe öncesi seviyelere yükselmesi 6 ay sürdü. Sonrasında bir yıl içinde yaklaşık yüzde 50 yükselen BİST100 endeksi, Ocak 2018’de 120 bin seviyesini gördü. CO- VID-19 pandemisinin etkisi de eklenince Türk ekonomisinin tedirginliği hâlâ sürüyor.
Ama 15 Temmuz Darbe Teşebbüsüne soyunanların besleme hattını da burada tespit etmemiz gerekiyor. 28 Şubat Sürecinde de tam tersi cephede yer aldığını zannettiğimiz bu ekonomik güç, 15 Temmuz’da gerçek yüzünü göstermiş oldu. FETÖ soruşturmaları kapsamında 796 şirket TMSF’ye devredildi veya TMSF bu şirketlere kayyum olarak atandı. Söz konusu şirketler Türkiye’nin 38 iline dağılmış durumdaydı. Açıklanana göre 10 milyar dolarlık bir güç darbe teşebbüsünün arkasındaydı.
28 Şubat’ta da Türkiye ekonomisi büyük “darbe” aldı. Bu sürecin 1994’te 5 Nisan kararları ile başladığını göz ardı etmemek gerekir. “Postmodern” darbe sürecinde 19972000 döneminde sermaye kesimine 34 milyar dolar fazladan faiz ödenirken, dolar/TL paritesi 5,5 kat, faiz giderleri 9,4 kat arttı. Bu çerçevede 28 Şubat 1997’de 122,1 lira olan dolar/TL paritesi 26 Aralık 2000 itibarıyla 5,5 kat artarak 675 liraya yükseldi.
Döviz kurundaki artış başta ara malı olmak üzere ithalatın maliyetini önemli oranda artırırken, buna paralel olarak özel sektörün dış borcuna önemli bir yük getirdi. 28 Şu- bat’ın muhtemel ekonomik etkilerinin 250 milyar doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Bu durumda 28 Şubat ve 15 Temmuz’un ekonomiye verdiği zarar 600 milyar dolar olarak gözüküyor kaba hesapla. Dolaylı etkilerini ve artçılarını düşündüğümüzde bu 1 trilyon dolarlık faturadır.
Elbette 41. yıl dönümüne geldiğimiz 12 Eylül 1980 darbesinin ise ekonomik faturasını çıkarmak hiç kolay değil. Bunun için 68’lerden başlamak gerekiyor. 71 Muhtırasını üstüne koyacağız ve 85’lere kadar götüreceğiz hesabı. “70 Cent”e Türkiye’nin muhtaç olduğu o dönemlerde her kuruşun maliyeti altınla ölçülmelidir. Bu hesabın kolay kolay yapılabileceğini düşünmüyorum.
Bu arada TÜSİAD gerçeği var; 1971 askerî müdahalesi öncesi Şarık Tara’nın ifadesine göre Süleyman Demirel’in kurdurduğu bir dernek. 28 Şubat sürecinde aktif rol oynayan TÜSİAD’ın, darbenin sermaye ayağını oluşturduğu herkesce malum. 80 ihtilalinde sergilemiş olduğu duruşun yine darbeciden yana olduğunu Vehbi Koç’un yazdığı hatıratta görüyoruz.
Kenan Evren’e yazdığı 3 Ekim 1980 tarihli mektupta diyor ki: “Bize ancak bizden hayır geleceğini bilmekteyiz. Millet hayrı için vereceğiniz mücadelede zatıâlilerine ve arkadaşlarına muvaffakiyetler temenni ediyorum.”
Ancak bir gerçek var ki şu ana kadar yaşadığımız darbe süreçlerinin ana pompa istasyonu 27 Mayıs darbesi olduğudur. Bu darbe Türkiye’nin siyasi dengelerini bir daha iflah olmaz şekilde tarumar etmiştir. Bir daha ne siyaset maya tutmuş ne de ekonomi ve sosyal hayat sağlam bir şekilde yere basabilmiştir. Orada dikkat çeken bir hususu hatırlatıp geçmek istiyorum: İhtilal Komitesi’nde yer alan Orhan Erkanlı’nın yazmış olduğu bir hatırat var, “Anılar, Sorunlar ve Sorumlular” diye. Bu darbeci diyor ki “Darbeyi yaptık. Sıra yönetmeye geldi. Ancak biz ekonomiyi bilmiyorduk. Sıkışıp kaldık.” Bunu 80 darbesini yapanlar da yaşadılar ve ekonomiyi Turgut Özal’a bırakmak zorunda kaldılar.
Bu arada OYAK’ın kuruluş hikâyesi de 27 Mayıs’tan sonra olmuştur.
“OYAK, üyelerinin karşılaşabilecekleri sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluşturmak amacıyla, 1 Mart 1961’deyaklaşık 65 bin daimi üyenin katılımıyla kuruldu.”
Darbelerin sonuçları içinde ekonominin mahvolması zaten mukadderat, kaçınılmaz sonuçtur. Ancak sebepleri içinde de ekonomik sebepler olduğunu görmemiz gerekiyor. Osmanlı da Sultan Abdülaziz’in bir darbe ile hal edilmesinin altında yatan sebep yine ekonomidir. Abdülaziz’in tahta çıktığı günlerde Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhran ile karşı karşıyaydı. Bâbıâli 1854-1875 arasında 21 yılda 15 kez dış borç almıştır. Bu yıllar hızlı borçlanma dönemidir. Bu dönemde alınan borçların büyük kısmı devletin cari harcamalarında, donanmanın kurulmasında ve bürokrasinin maaşlarının ödenmesinde kullanılmıştır. 1861 yılının sonlarında Osmanlı kâğıt parası “kaime”ler, büyük oranda değer yitirmiş ve piyasada kabul edilmemeye başlamıştı. Bu nedenle halk temel gıda maddelerini bile sağlayamaz duruma gelmişti.
Sultan Abdülaziz ise bu soruna duyarlılık göstermiş ve kurduğu hükümetlerden malî buhranın önlenmesini istemişti. Ancak bir türlü başarılı olunamamıştı. En nihayetinde 1874-1875 yıllarında bütçe dengesi tamamen bozulmuş, gelirler borç faizlerini bile karşılayamaz olmuştur. Bunun neticesinde 30 Ekim 1875 tarihinde “Ramazan Karar – nâmesi” ile maliyenin iflası ve borçların ödenmesi ile ilgili bir plan ilan edilmiştir. Nisan 1876 tarihinden sonra ise borç geri ödemeleri tamamen durdurulmuş ve paralarını alamayan Avrupalı bankerlerin Mithat Paşa ve avanesi ile birlikte yaptığı darbe ile Mayısta tahttan indirilmiştir.
Yine 1908 Meşrutiyetin ilanında da ekonomik faktörler çok daha baskındır. Sultan Abdülhamit zamanında da 1886’dan 1909’a kadar 21 borç anlaşması yapılmıştır. Elbette Hicaz ve Bağdat demiryolları gibi altyapı yatırımları için kullanılmıştır. Yapılan yatırımların uzun vadeye yayılan yapısı ve verimsizliği ise ekonomiye ve siyasete büyük bir yük getirmiştir.
27 Mayıs öncesinde de Menderes’in Fransız ve İngiliz piyasalarından borç aradığını ve en nihayetinde Rusya seyahatinden önce darbenin gerçekleştiğini görüyoruz. Anlıyoruz ki darbelerle mücadele önemlidir. Ancak darbe şartlarını oluşturan faktörlerle mücadele çok daha önemlidir.