BİR MÜDAHALE ARACI OLARAK EKONOMİK YAPTIRIMLAR – Dr. Sinan Kıyanç

0
70

Giriş

Ekonomik yaptırımlar, geçmişten günümüze kullanılan dış politika araçlarından birisidir. Bu kapsamda ekonomik yaptırımlar, diplomasi ve savaş arasında kabul edilmektedir. Ülkeler arasındaki itilafların silah kullanmadan giderilmesi amacıyla uygulanan ekonomik yaptırımlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir müdahale aracı olarak sık sık karşımıza çıkmaktadır. Geçmişten günümüze tartışılagelen ve birçok kez beklenen sonuçları vermeyen ekonomik yaptırımlar, uygulandığı ülkelerde özellikle yoksul halk üzerinde olumsuz sonuçlara neden olmaktadır.

Dünya 20. yy ile birlikte önemli bir değişim yaşamıştır. İnsanoğlunun o güne kadar gördüğü en büyük savaş olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya düzeni kurulurken, birçok dış politika aracı ortaya çıkmıştır. Yeni bir dünya savaşının yaşanmaması için Milletler Cemiyeti kurulmuş ve silahsızlanma için önlemler alınmıştı. Ancak kısa süre sonra bu çabaların yetersiz olduğu ortaya çıkmıştı. Dünyada artan gerginlik, Birinci Dünya Savaşı’ndan daha yıkıcı ve daha geniş alana yayılan İkinci Dünya Savaşı’na neden olmuştu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti yerine Birleşmiş Milletler kurulmuştur.  Bunun yanı sıra uluslararası kuruluşlar, küreselleşme hızını artırmıştı. Bu durum ekonomik yaptırımların etkisini artırırken, ülkeler tarafından daha sık başvurulmasına imkân yaratmıştır. Her ne kadar yaptırım kararların bazıları misyonuna uygun olsa da, Soğuk Savaş’ın gölgesinde bir müdahale aracı olarak da sık sık karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle araştırmada ekonomik yaptırımların bir müdahale aracı olarak nasıl kullanıldığı, beklenmedik sonuçları ve Türkiye üzerine etkisi örneklerle ortaya konulmaktadır.

Uluslararası Yaptırımlar

Bir dış politika aracı olarak diplomasi ve savaş arasında yer alana ekonomik yaptırımlar, ülkeler arasında itilafların silah kullanılmadan giderilmesidir. Ekonomik yaptırımlar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Avrupa Birliği gibi uluslarüstü bir organizasyon tarafından uygulandığı gibi, bir veya birkaç devlet tarafından da uygulanabilmektedir. Bu uygulamanın temel amacı bir devletin veya uluslararası örgütün devlet, yapı, organizasyon ve ilişkili kişileri davranış değişikliğine zorlamaktır. Ekonomik yaptırımlar, işgal ya da müdahalenin önlenmesi veya sonlandırılması, meşru hükümetlerin kurulması, insan haklarının korunması, silahsızlanma, barışın temini, terörün önlenmesi, iyi yönetim geliştirmek için hedef ülke ya da kuruluşları zayıf düşürmek, davranış değişikliğine zorlamak, cezalandırmak veya mesaj vermeği amaçlamaktadır. Ekonomik yaptırımlar devletlere yönelik uygulanmasının olumsuz sonuçlar vermesi ve tartışmalara neden olması sonrasında, özellikle 2000’li yıllardan sonra, gerçek kişilere, şirketlere, kar amacı gütmeyen kuruluşlara ekonomik yaptırımlar uygulanmaktadır. [1]  Ekonomik yaptırımlar bünyesinde birçok yaptırım aracı ve şekli bulunmaktadır. Bu yaptırım araçlarının ve şekillerinin belli başlıları aşağıda belirtilmektedir:[2]

  1. Ambargo, bir devlete karşı mal, hizmet, teknoloji sağlanmasını tamamen veya kısmen durdurmaktır.
  2. Boykot, bir devletten veya şirketten mal veya hizmet alınmasının tamamen veya kısmen yasaklanmasıdır.
  3. Yeniden ihraç ve yeniden ihraç yasakları konabilir.
  4. Ticaretin zarar görmesi için uygulanan ülkeye yönelik taşıma yasakları konabilir.
  5. Abluka veya uçuşa yasak bölge uygulanabilir.
  6. Ülke, kişi, şirket varlıkları uygulanan tarafından erişilen finans kuruluşlarındaki varlıklarına el konabilir.
  7. Ülke, kişi ve şirketlere kredi vermek, garanti vermek gibi finansal hizmetler yasaklanabilir.
  8. Ülke, kişi ve şirketlerin finans kuruluşları ile ilişki kurulması yasaklanabilir.
  9. Finans kaynakları uygulanan ülkenin finans, enerji, savunma, otomotiv vb. belirli endüstrilerini çökertecek şekilde kombine edilebilir.

Ekonomik yaptırımlar küreselleşen dünyada bir dış politika aracı olarak her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonrasında sıklıkla görülse de geçmişi çok daha eskiye dayanmaktadır. Küreselleşmenin etkisiyle ülkeler, gelişmeler karşısında dış politika aracı olarak boykot ve ambargolara başvurmuşlardır. Bu duruma dikkat çeken bir örnek ise 22 Eylül 1908 tarihinde yaşanmıştır. Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesini fırsat bilen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 08 Ekim 1908 tarihinde Bosna Hersek’i ilhak etmesi üzerine Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan ithal edilen feslere karşı boykot uygulamıştır.[3]   

Ekonomik yaptırımlar, Birinci Dünya Savaşı’na gelene kadar ülkeler nezdinde birçok kez görülmektedir. İnsanoğlunun o güne kadar gördüğü en şiddetli savaş sonrasında oluşturulan yeni dünya düzeninde, dünyanın yeniden bir savaşa girmemesi için adımlar atılmıştır. Bu kapsamda kurulan Milletler Cemiyeti, bu konuda önlem alacak uluslarüstü bir organdı. Dr. Isaiah Bowman, Milletler Cemiyeti’nin kamuoyunun baş edemediği durumlarda, ekonomik baskı ile sorunu halledeceğini şu sözlerle ifade etmiştir: “Disiplini gerektiren durumlarda, savaşın alternatifi boykottur: suçlu görülen devletle, posta ve telgraf hizmetleri dâhil tüm ticaret durdurulabilir.” Böylece ekonomik yaptırımların uluslarüstü bir organ tarafından uygulanması planlanmıştır. Ancak Milletler Cemiyeti beklentilerden uzak bir tutum sergilemiştir. Ekonomik yaptırımların uygulanmasında ülkelerin tavırlarındaki tutarsızlık, dünyanın yeni bir savaşa doğru yol almasına neden olmuştur.[4]

Milletler Cemiyeti’nin 16. maddesinde belirtilen ekonomik yaptırımları uygulayacak bir mekanizma yoktu. Bu durum ekonomik yaptırımların uygulanmasında farklı sonuçların alınmasına neden olmuştu. Milletler Cemiyeti nezdinde ekonomik yaptırımların uygulanamamasına dikkat çeken bir örnek 1931 yılında yaşandı. Japonya’nın Çin’in bir parçası olan Mançurya’yı işgal etmesi, Milletler Cemiyeti’nde infiale neden olmuştu. Ancak hiçbir ülke Japonya’ya ile savaşmaya hazır değildi. Ekonomik yaptırımlar uygulansa bile hiçbir devlet, ekonomik buhranın izlerinin sürdüğü o yıllarda Japonya ile ticareti kesme arzusunda değildi. Milletler Cemiyeti üyeleri bu çıkmazda gelişmeyi görmezden gelmeyi seçmişlerdi. Bir diğer gelişme ise İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesiyle yaşanmıştı. Bu gelişme karşısında Milletler Cemiyeti üyeleri arasındaki fikir ayrılıkları sonrasında ekonomik yaptırım kararı alınmışsa da bu karar İtalya’nın silahlanması karşısında etkisiz kalmıştı.[5]

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Paris’te (Paris Konferansı) büyük umutlarla inşa edilen yeni dünya düzeni, savaş öncesindeki sömürü düzeninden pek farkı yoktu. Yeni kavramlarla süregelen düzen yeniden adlandırılmıştı. Milletler Cemiyeti bekleneni verememişti. Bu durum diplomasi karşısında savaşın bir kez daha galip gelmesine neden olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir düzen ortaya çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında muhteşem yalnızlığına dönen ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni süper güç koltuğuna oturan Sovyetler Birliği’nin karşısında yer almıştı. Savaştan galip çıkmalarına karşın eski güçlerinden eser kalmayan İngiltere ve Fransa, ABD’nin bu süreçte en yakın müttefiki olmuştur. Böylece dünya ABD önderliğindeki Batı Bloku, Sovyetler Birliği önderliğindeki Doğu Bloku’na ayrılmıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan hataların tekrarlanmaması için yeni uluslarüstü kuruluşlar ortaya çıkmıştır.

Birleşmiş Milletler’in güvenlik ve barışı korumak için en güçlü organı Güvenlik Konseyi’dir. Birleşmiş Milletler’in diğer organları sadece tavsiye kararı alabilirken, Güvenlik Konseyi bağlayıcı karar alma yetkisine sahiptir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi beş daimi (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere), on seçilmiş üye olmak üzere on beş üyeden meydana gelmektedir. Savaşın galipleri olan ABD, Rusya (Sovyetler Birliği), İngiltere, Fransa ve Çin’e veto hakkı tanınmıştır. Bu yapı günümüze dek süren tartışmaların yanı sıra karar almada zorluklar ortaya çıkarmıştır. Her iki blokta kendi yanındaki ülkeye karşı ekonomik yaptırım tasarısını veto edebilmesi nedeniyle ikili bir tutum ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Birleşmiş Milletler, Soğuk Savaş yıllarında sadece Namibya’ya, Güney Afrika’ya ve Rodezya’ya kademeli olarak yaptırımlar uygulamıştı. Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, 6 Ağustos 1990 tarihli 661 sayılı kararı ile uzun yıllardan sonra ilk kez ekonomik yaptırım kararı almıştı. Bu karardan sonra Somali, Irak, Yugoslavya, Haiti, Liberya, Kamboçya, Libya, Kuzey Kore, Ruanda, Sierra Leone, Afganistan, İran, Kongo, Sudan gibi ülkelere Birleşmiş Milletler tarafından ekonomik yaptırımlar uygulanmıştır.[6]

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ekonomik yaptırım listesi gelişmeler karşısında yetersiz kaldığını göstermektedir. Bu konuda birçok örnek verilebilir. En dikkat çeken örneklerden birisi de İsrail hakkında verilen karardır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 20 Ağustos 1980 tarihinde, İsrail Parlamentosu’nun 30 Temmuz 1980 tarihinde Kudüs’ü başkent olarak kabul kararını, 478 sayılı kararı ile bozmuştur. Karar, ABD’nin katılmadığı Güvenlik Konseyi toplantısında alınmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar, başta ABD olmak üzere birçok ülke tarafından ihlal edilmiş, bu ihlal karşısında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tepkisiz kalmıştır. Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı Dönem Başkanlığı sıfatıyla, Yemen ise Arap Ligi Dönem Başkanlığı sıfatıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sunduğu karar tasarısında, ABD başta olmak üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 478 sayılı kararının ihlal edildiğini belirtmiştir. Kara tasarısı, 21 Aralık 2017 tarihinde yapılan oylamada 128 kabul, 35 çekimser, 9 karşı oy ile kabul edilmiştir.

Ekonomik yaptırımlara bir başka örnek ise 1973 yılındaki petrol krizidir. Gelişmiş ülkelerin enerji talebinin her geçen gün artması petrol yataklarının yer aldığı ülkeleri, bu ülkeler için ucuz hammadde sağlayan bölgeler haline getirmiştir. Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki petrol yatakları belirli bir gelir karşılığında “Yedi Kız Kardeş” adıyla anılan uluslararası petrol endüstrisinin hâkimiyetine verilmiştir. İran’da Musaddık’ın başbakan olması sonrasında bu yapı karşısında millileştirme politikası, Batı ülkelerini kaygılandırılmıştı. ABD himayesinde gerçekleştirilen darbe ile Musaddık iktidardan indirilmişti. Petrol zengini ülkelerin güç odağında nasıl bir rol oynadığını ve büyük güçlerin bu ülkelere bakışını, İngiliz gizli servis belgesindeki ifade şöyle özetlemektedir:[7]

“Özgür dünyanın güvenliği Ortadoğu kaynaklarında gelen büyük miktarlardaki petrole bağlıdır. Eğer İran’ın tutumu Suudi Arabistan ya da Irak’a sıçrarsa, kendimiz savunma yeteneğimizle birlikte bütün sistem çökebilir. Küçük ölçeklerde üretilmiş petrolü satın almanın sakıncası tehlikeli tepkiler doğurabilme olasılığıdır.”

Petrol ihraç eden ülkelerden Venezuela, İran, Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan öncülüğünde 14 Eylül 1960 tarihinde Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC) kurulmuştu. Böylece petrol şirketleri karşısında bir blok oluşturulmaya çalışılmıştı. OPEC ülkeleri, petrolü gelişmiş ülkelere karşı bir yaptırım aracı olarak kullanmaya başlamıştı. Arap devletleri Batı ülkelerinin İsrail’e destek vermesi nedeniyle 9 Ocak 1968 tarihinde Kuveyt, Libya ve Suudi Arabistan öncülüğünde Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü’nü kurdular. Bu örgüt Arap-İsrail mücadelesinde, İsrail’e destek veren ülkelere yönelik petrol yaptırımı uygulamaya başladı. Bunun ambargo halini alması 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı sonrasında gerçekleşti. 1973 Petrol Krizi, Arap ülkelerinin İsrail’i destekleyen ülkelere yönelik ambargosu, Batı ekonomisi üzerinde yıkıcı etkilere neden olmuştur. Ambargo ile petrol fiyatları hızla yükselmiş ve ambargoya maruz kalan ülkelerde petrol ürünlerinin bulunması zorlaşmıştır. Bu durum aşağıda belirtileceği üzere dış politikada yeni sonuçlar doğurmuştur.[8]

Ekonomik yaptırımların İkinci Dünya Savaşı sonrasında sık sık karşımıza çıkmasında önemli nedenlerinden birisi de yeni ekonomik kuruluşlardı. Bu süreçte Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası-International Bank for Reconstruction and Development-IBRD) kurulmuş, uluslararası ticaretin serbestleşmesi amacıyla Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (General Agreement on Tariffs and Trade-GATT) imzalanmıştı. Bu kuruluşlar hızla küreselleşen dünyada ekonomik bağlantıları güçlendirmiştir. Küreselleşme hızını artıran bu kuruluşlar, ülke ekonomilerini bağımlı hale getirdiğinden ötürü, ekonomik yaptırımların etkisini artırmıştır. Ekonomik yaptırımlar bu doğrultuda ülkeler açısından daha ağır sonuçlar doğurmaktadır.[9]

Uluslarüstü kuruluşların yanı sıra ABD’nin uyguladığı ekonomik yaptırımlar da dikkat çekmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı nedeniyle yaptırım kararı alınamayacağı ülkelere ABD, kendi çıkarları doğrultusunda yaptırım uygulamıştır. ABD Hazine Bakanlığı bünyesindeki Yabancı Varlıkların Kontrolü Ofisi (Office of Foreign Assets Control-OFAC) tarafından hükümetlere yönelik ve tüm ülkeyi kapsayan yaptırımlar ile gerçek ve tüzel kişilere yönelik yaptırımlar uygulanmaktadır.

Ekonomik yaptırımlar yeni dünya düzeninin barışçıl bir yapıda devam etmesini amaçlamaktadır. Ancak ortaya çıkan tablo farklı sonuçları da doğurduğunu göstermektedir. Demokrasinin can çekiştiği, silahlanmanın her geçen gün arttığı, kitle imha silah denemelerinin yoğun bir şekilde sürdüğü bu dönemde, uygulandığı ülkelerde yoksul kesimin üzerinde etkileri, ekonomi yaptırımların kimi zaman beklenen sonuçları vermediğini ya da başka amaçlarla yapıldığını göstermektedir.

Ekonomik Yaptırımların Beklenmedik Sonuçları

Ekonomik yaptırımların başarı oranları hakkında genelleme yapmak son derece zordur. Ancak yaptırımların beklenmedik sonuçlar ortaya çıkardığı görülmektedir. Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi, yaptırımların hedefinde yer alan kimi iktidarların davranışlarını değiştirmediği ve ülkede yoksulluğun arttığı görülmektedir. Ülkelerde zengin ve yoksul arasındaki farkın iyice artmasına neden olan yaptırımlar, yoksul kesim üzerinde büyük baskı oluşturmaktadır.[10] Bu durum devletlerin daha da merkezileşmesi ve belirli bir zümre tarafından yönetilmesine neden olmaktadır. Yöneticiler ile yönetilenler arasında sağlıklı bir diyaloğun oluşmasında iyi beslenme, yeterli okuma ve yazma oranına ulaşması gerekmektedir. Bu diyaloğun oluşmaması yoksul kesimde yöneticilere karşı ilgisizlik oluşturmaktadır.[11]  Bu durum mevcut demokratik yapının zarar görmesine, demokratikleşmenin engellenmesine neden olmaktadır.

Ekonomik yaptırımlar temelinde dünyayı daha güvenli ve yaşanabilir bir hale getirmek bulunmaktadır. Bu nedenle ekonomik yaptırımların uygulandığı ülkelerde amacının net bir şekilde ortaya konulması ve bu amaca uygunluğu denetlenmelidir. Güçlü bir ülke tarafından çıkarları doğrultusunda bir müdahale aracı olarak kullanılması sık sık karşımıza çıkmaktadır. Denetim eksikliği, yaptırım uygulanan ülkelerde ortaya çıkan sonuçlarının sağlıklı bir şekilde paylaşılmasını engellemektedir.

Buna en iyi örneklerden birisi de Venezüella’dır. 2006 yılından itibaren ABD tarafından, yöneticileri, üst düzey ordu subayları, polis kuvvetleri, üst düzey bürokratları kapsayan yaptırımları ülke ekonomisi üzerinde önemli bir baskı oluşturmuştur. Venezüella’nın geçim kaynağı olan petrol ihracına karşı uygulanan ekonomik yaptırımlar, ülkede beklenen yönetim değişimini gerçekleştirememiştir. Bu ekonomik yaptırımların yanı sıra birçok hamle ile iktidar değişimi peşinde olan ABD, istediği amaca ulaşamamıştır. Bu durum ülkedeki yoksulluğu tetiklemiş, enflasyon oranı 2019 yılında yüzde üç milyon seviyelerine çıkmıştır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında 6 Ağustos 1990 tarihinde yürürlüğe koyduğu ekonomik yaptırımlar, ülkenin işgal edilmesi ve Saddam Hüseyin’in devrilmesi sonrasında kaldırılmıştır. Ekonomik yaptırımlar, Saddam Hüseyin’in saldırgan tutumuna son vermek ve iddia edilen kitle imha silahlarının tasfiyesini amaçlamaktaydı. Yaptırımlar ülke insanı üzerinde yıkıcı bir etkiye neden olmuştu. Yetersiz beslenme, ilaç sıkıntısı, temiz su yokluğu ve salgın hastalıklar nedeniyle çocuk ölümleri hızla artmış, Hiroşima’ya atılan atom bombası sonrasında ölen çocuk sayısından çok daha fazlası, yaptırımlar sonucunda hayatını kaybetmiştir. Bağdat’taki Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinatörü Deniz Halliday, 1998 yılında istifa ettiğinde “soykırıma eş anlamda uygulanan bir program yönetmek istemiyorum” sözleri durumu en iyi şekilde özetlemektedir. İddia edilen kitle imha silahlarının bir türlü ortaya çıkarılamadığı işgal sonrasında ülke parçalanmanın eşiğine gelmiştir.[12]

Ekonomik yaptırımların uygulandığı dikkat çeken bir örnek ise Suriye ve Mısır ile İsrail arasında yaşanan Yom Kippur Savaşı sonrasında yaşanmıştı. Savaş sonrasında Arap ülkeleri savaşta İsrail’e destek verdiği gerekçesi ile ABD ve Hollanda’ya karşı başlatılan petrol ambargosu kısa sürede Batı Avrupa ve Japonya’yı kapsayacak şekilde genişletilmişti. Petrol Ambargosu, petrol fiyatlarının hızla yükselmesine ve petrol ihraç eden, ABD ve diğer ambargo uygulanan ülkelerin ekonomilerinde sarsıcı bir etkiye neden olmuştur. Bu durum ABD’nin ve Batı ülkelerinin bölgeye bakışını değiştirmişti. Ambargo sonlandırıldığında ABD, İran’da uygulanan politikanın bir benzerini Suudi Arabistan’da uygulamıştır. Artan petrol fiyatlarından elde edilen gelirin doğru kullanılması için Birleşik Devletler-Suudi Arabistan Ortak Ekonomi Komisyonu (JECOR) kurulmuştu. Komisyon bir daha ambargo yaşanmaması için Suudi Arabistan ekonomisini, ABD ekonomisine bağımlı hale getirmişti. Böylece Suudi Arabistan’ın diğer ülkelerle beraber İsrail’e destek veren ülkeleri cezalandırılmak için kullandıkları ambargo, dış politikada yeni bir dengeyi ortaya çıkarmıştı. ABD Ortadoğu’daki etkisini artırırken, Arap ülkeleri arasındaki ittifakı kırmıştı.[13]

Yaptırımların Gölgesinde Türkiye ile ABD İlişkileri

ABD tarafından ekonomik yaptırımların uygulandığı ülkelerin büyük kısmı Soğuk Savaş yıllarından başlamak üzere Batı Bloku karşısında yer almış ülkelerdir. Bu durum Batı Bloku’nun güvenlik kaygılarının bir tepkisi olarak ele alınmaktadır. Ancak bu genellemeden farklı olarak bir NATO ülkesi olarak Türkiye’ye uygulanan ekonomik yaptırımlar, ülkedeki demokrasiye ve iki ülke ilişkilerine zarar vermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı’na kadar dış politikasında başarıyla yürüttüğü denge politikasını, savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin tehditleri nedeniyle terk etmek zorunda kalmıştır. Soğuk Savaş’ın iki kutuplu yapısında Batı Bloku yanında yer alan Türkiye, 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya üye olmuştur. Böylece iki ülke stratejik ortaklık üzerinden ilişkilerini şekillendirmişlerdir. Bu kapsamda ülke topraklarında NATO ve ABD üs ve tesisleri kurulmuştur. Türkiye ise jeopolitik konumundan ötürü güvenliğini artıracak önlemler almıştır. Bu tablo Kıbrıs’ta yaşanan gerginlikler nedeniyle bozulmuştu. Kıbrıs adasında ENOSİS amacıyla adadaki Türklere karşı kapsamlı bir saldırı başlatılmıştır. Türkiye bu saldırıları önlemek için 11 Şubat 1959 tarihli Garanti Antlaşması (Zürich) doğrultusunda diplomatik adımlar atmıştır. Diplomatik adımlardan bir sonuç alamayan Türkiye, 8 Ağustos 1964 tarihinde adaya savaş uçakları ile bir operasyon düzenlemiştir. Bunun yanı sıra adadaki Türk nüfusu korumak için planlanan kara harekâtı, ABD Başkanı Lydon B. Johnson tarafından engellenmiştir. Bu engelleme Türkiye’de hayal kırıklığına neden olurken, iki ülke ilişkilerinde yeniden yorumlanmasına neden olmuştur.[14]

Kıbrıs’ta gerginlik azalsa da bir türlü son bulmaması karşısında Türkiye kaygılarını dünyaya duyurmaya çalışmıştır. 1974 yılına gelindiğinde adada Yunanistan destekli darbe sonrasında Türk nüfusa karşı sistematik saldırılar gerçekleşmiştir. Bunun üzerine bir kez daha diplomatik yolları deneyen Türkiye, diplomatik yollardan bir sonuç alamaması üzerine garantör ülke olarak adaya müdahale etmiştir. Kıbrıs Barış Harekâtı uluslararası kamuoyunda geniş yankı bulmuştu. ABD’deki lobilerin uzun süredir Türkiye aleyhine yürüttükleri propagandanın da etkisiyle Türkiye’ye üç yıldan fazla süreli bir ambargo uygulanmıştır.

ABD tarafından 5 Şubat 1975 tarihinde başlayan ve 26 Eylül 1978 tarihine kadar süren silah ambargosu Türkiye’de derin bir endişeye ve tepkiye neden olmuştur. Bu kapsamda ABD üs ve tesisleri kapatılmış, NATO üssü olan İncirlik Üssü’ne ABD askerlerinin giriş ve çıkışları yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’nin dış politikasında da değişikliğe neden olan ambargo ülkenin zaten zor durumda olan ekonomisine ağır darbe vurmuştur.[15] Ülke ekonomisinin ağır darbe aldığı bu dönemde, temel gıdalar bulunamaz hale gelmiştir. Toplumda da kargaşaya neden olan bu durum 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinde yaşanan olaylara ortam hazırlamıştır. Bu nedenle ambargo ülkenin sadece ekonomisine değil aynı zamanda demokrasisine de zarar vermiştir.

Türkiye ile ABD’nin stratejik ortaklığı Soğuk Savaş sonrasında da devam etmiştir. Stratejik konumundan ötürü Türkiye, ABD’nin politikaları açısından önemli bir noktada bulunmaktadır. ABD sık sık güvenlik kaygılarından ötürü dış politika araçlarını kullanmakta, kimi zaman askeri müdahaleden geri durmamaktadır. Bu müdahalelerden bazılarında Türkiye’den destek görmüştür. Son olarak 2003 yılındaki Irak saldırısı kapsamında destek talebi, TBMM tarafından 1 Mart 2003 tarihinde reddedilmiştir.

TBMM’nin aldığı bu karar Türkiye ile ABD ilişkilerinin gergin bir döneme girmesine neden olmuştur. ABD ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin güvenlik kaygılarını büyük oranda görmezden gelmektedir. Türkiye’ye yönelik yıkıcı faaliyetlerde bulunan PKK Terör örgütü ve uzantılarının desteklendiği iddiaları, belgeleriyle ortaya konulmuş; ancak ABD tarafından bu iddialar reddedilmişti.

Türkiye, Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında güvenlik stratejilerini yeniden gözden geçirmişti. Suriye’de yaşanan kaosun her geçen gün şiddetlenmesi ve Türkiye’ye yönelik füze saldırıları karşısında, Türkiye NATO’dan 2012 yılında hava savunma sistemi talep etmişti. Bu talep üzerine NATO, “Active Fence” görev gücü kapsamında Türkiye’ye yönelik hava ve füze tehditlerine karşı Patriot Hava Savunma Sistemi konuşlandırılması kararı almıştı. Böylece ABD, Almanya ve Hollanda tarafından yerleştirilen Patriot Hava Savunma Sistemleri daha sonra alınan kararla birlikte kaldırılmıştı. Türkiye, güvenlik kaygısı karşısında NATO’nun ve ABD’nin ikili tutumu nedeniyle Rusya ile S-400 Hava Savunma Sistemi satın alınması için anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşma Türkiye ile ABD arasındaki yeni bir gerginliğe neden olmuştur. Türkiye’nin savunma ihtiyaçlarına yanıt vermeyen ABD, bu adım karşısında yeniden yaptırım söylevlerini bir tehdit unsuru olarak ortaya koymuştur. Bu süre zarfından ABD’de Türkiye aleyhine kapsamlı bir propaganda süreci başlamıştır. Bunun bir neticesi olarak, ABD tarafından üretilen ve başından beridir projenin içerisinde yer alan Türkiye F-35 programından çıkarılmıştı. 13 Ağustos 2018 tarihinde alınan karar ile uçakların Türkiye’ye teslimini askıya almıştır. Bunun yanı sıra Pastör Andrew Brunson’un tutuklanması sonrasında ABD bu kez Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ü ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu OFAC yaptırım listesine aldı. ABD’nin bu ve buna benzer yaptırım kararları ülke ekonomisinde yankı uyandırmaktadır. ABD böylece birçok ülkede olduğu gibi ekonomik yaptırımları bir müdahale aracı olarak kullanarak, ülke yönetimini baskı altına almaya ve politikalarını uygulatmaya çalışmaktadır.[16]


[1] Musa Aygül ve Belkıs Vural Çelenk, Ekonomik Yaptırımlar ve Akreditif, Ticaret ve Fikri Mülkiyet Hukuku Dergisi, 4 (1), 2018, s. 3-4

[2] Serdar Acar, On Soruda Ekonomik Yaptırımlar, 21/12/2017, https://serdaracar.av.tr/yayinlar/171221.pdf/Erişim Tarihi: 21.03.2021.

[3] Y. Doğan Çetinkaya, 1908 Osmanlı Boykotu, Bir Toplumsal Hareketin Analizi, İletişim Yayınları, İstanbul 2004.

[4] Henry Kissinger, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2000., s. 262.

[5] A.g.e., s. 322 ve 339.

[6] Berat Lale Akkutay, “Birleşmiş Milletler Andlaşması Çerçevesinde Ekonomik Yaptırımların Hukuki Niteliği ve Yargısal Denetimi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 111, 2014, s. 418.

[7] Ervard Abrahamian, Modern İran Tarihi, Çev. Dilek Şendil, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019, s. 157.

[8] Fiona Venn, The Oil Crisis, Routledge Pub., London 2002.

[9] Mehmet Ali Göngen, “Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu Küreselleşmeyi Yöneten Üç Ana Kurum: IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü”, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 29, 2013, 117-134.

[10] Matthias Neuenkirch ve Florian Neumeier, The Impact UN and US Economic Sanctions on GDP Growth, University of Trier Research Papers in Economics No: 8/14. 1-34.

[11] Edward Luttwak, Bir Uzmanın Gözüyle Darbe, Yaba Yayınları, Ankara 1996, s. 28.

[12] Carl Conetta, The Wages of War: Iraqi Combatant and Nonbombatant Fatalities in the 2003 Conflict, Project on Defense Alternatives, Connomwalth Institute, Cambridge, Massachusetts- 20 October 2003. 

[13] John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, Çev. Murat Kayı, APRIL Yayıncılık, 2017 İstanbul, s. 125-127.

[14] Altan Aktaş, 1964 ve 1967 Kıbrıs Krizleri Sırasında ABD’nin Kıbrıs Politikaları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2009.

[15] Ali Rıza İzgi, Kıbrıs Barış Harekâtı Sonrasında Türkiye’ye Uygulanan Silah Ambargosu ve Sonuçları, Yüksek Lisans Tezi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli 2007.

[16] BBC NEWS, ABD’nin Yaptırım Kararı: İki Bakanın Malvarlıkları Donduruldu, Türkiye Sert Tepki Gösterdi, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45010090; Kasım İleri, ABD’den Türkiye’ye S-400 Yaptırım Kararı, Anadolu Ajansı, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/abdden-turkiyeye-s-400-yaptirim-karari-/2076666