Bir Darbe Girişimi Olarak 17 – 25 Aralık ve Siyasal Anlamı

0
60

Giriş: 

Gülen Hareketi kuruluşundan günümüze amaç açısından peyderpey dünyevileşen ve otoriterleşen, kapsam ve siyasi-toplumsal taban açısından giderek yerelliğini kaybeden ve hareket tarzı açısından ise zamanla çatışmacı ve açık bir iktidar odağı haline gelen bir hareket görüntüsü çizmiştir. 17–25 Aralık 2013 darbe girişimlerinin gölgesinde girilen 2014 yılı içerisinde yaşanan gelişmeler, Gülen Hareketi’nin kendi tarihçesi içerisinde geldiği son aşamayı ve yaşadığı son dönüşümü açıkça gözler önüne serdi. Sosyal hareketlerin evrimleşerek farklı formlara bürünmesi, amaçlarında ve hareket tarzlarında kayma olması sosyal bilimler açısından pek de şaşılacak bir durum değil. Bu durumu çarpıcı kılan, bir sosyal hareketin çok hızlı ve radikal bir şekilde form ve misyon değişimi gerçekleştirmesidir. Yaklaşık yarım asırlık bir hareket olan Gülen Hareketi, geçirdiği radikal dönüşüm ve başkalaşımlarla bu bağlamda iyi bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.  Gülen Hareketi kapsam ve siyasi-toplumsal taban açısından, 1980’lerin sonuna kadar “yerel” bir hareket olmaktan, 1990’larla birlikte “ulusal” bir harekete, 1990’ların sonundan itibaren de ulusal bir hareketten “küresel” bir hareket olmaya doğru evrilmiştir.

İktidarı değiştirme amacı taşıyan bir darbe girişimi olarak 17-25 Aralık operasyonları 2002’den beri birbirleri ile birlikte oldukça uyumlu bir çizgide hareket eden iki aktörün karşı karşıya gelmesinden ibaret değildir. Din-devlet ilişkilerinden Türk siyasal yapısına kadar geniş bir çerçevedeki tartışmaları yeniden gündeme getiren bu süreç, Türk siyasal hayatına birçok açıdan damga vurmuştur. Bu inceleme “rüşvet ve yolsuzluk operasyonları” ile başlayan bu süreci, iki aktör arasındaki bir kapışma olarak değil, bir bütün olarak Türkiye siyasetinin yakın geçmişteki ve hala devam etmekte olan değişim süreci ve nereye evrileceği bağlamında okumaktadır. Bu bağlamda bu kapışma uluslararası gelişmelerle birlikte, iç siyaset – dış politika birlikteliğini gözeten bir bakış açısı ile değerlendirilmiştir.

Gülen Hareketi, dağılan toplumsal yapıların yeniden inşası sürecine geçildiği 2009 yılından sonra, AK Parti ve temsil ettiği kitleler ile yolları ayrılmıştır. Yol ayrımının temel nedeni nasıl bir siyasi-toplumsal düzen inşa edileceği konusunda yaşanan fikir ayrılığıdır. AK Parti’nin ortaya koyduğu “Yeni Türkiye” birçok farklı düzeyde kapsamlı bir siyasi-toplumsal “değişimi” öngörmekteyken, Gülen Hareketi eski vesayet düzeninin başka bir formda “yeniden üretilmesi” yönünde hareket etmiştir. Buna göre AK Parti, 1- dini ve seküler cemaatlere parçalanmış ve içe-kapalı bir toplumsal yapıdan toplumsal gruplar arasında etkileşimin arttığı demokratik, dinamik ve açık bir toplumsal düzene; 2) parçalanmış, dışa-bağımlı ve otoriter bir bölgesel düzenden bütünleşmiş, bağımsız ve demokratik bir bölgesel düzene ve 3) dışlayıcı ve otoriter Batı-merkezci bir uluslararası düzenden temsil ve zenginliklerin bölüşümünde daha demokratik ve adil bir uluslararası düzene geçişi arzu etmektedir.

Bunun karşısında Gülen Hareketi ise, dışarıya karşı çizmeye çalıştığı imajın aksine 1) Janus-yüzlü söylemsel yapısının sağladığı imkânla,[1] görünürdeki liberal-demokratik söyleminin aksine toplumun etnik, dini-mezhepsel ve ideolojik cemaatlere parçalanmış, hiyerarşik ve kapalı yapısının farklı bir formda yeniden üretilmesi, 2) geleneksel ulus-devlet paradigmasına yaslanan pragmatist dış politika çizgisiyle bölgeyi küresel hegemonyaya bağımlı kılan otoriter ve dağınık statükonun korunması; 3) Türkiye’nin geleneksel Batı-eksenli ve güdümlü uluslararası siyasetinin aynen devam ettirilerek dışlayıcı ve adaletsiz küresel düzenin muhafazası yönünde irade koymaktadır. 17 Aralık süreci ile başlayan siyasal mücadele bu iki zihniyet biçiminin mücadelesidir.

17–25 Aralık Darbe Girişimi

17 Aralık 2013 tarihinde emniyet-yargı eliyle gerçekleşen operasyon Türk siyasal tarihine seçilmiş bir hükümete karşı yargı eliyle düzenlenen bir darbe girişimi olarak geçmiş durumda. Yakın tarihinde askeri darbelerle yüzyüze kalan Türk kamuoyu için bu durumun anlaşılması uzun sürmedi. Siyasi vesayetin bürokratik kurumlar eliyle sürdürüldüğü siyasi tarihimizde yargı, bu örtük işlevini görünür kılmaktan imtina etmedi. İşin yadırgatıcı kısmı bu kalkışmanın muhafazakar ve iktidara yakınlığıyla bilinen bir kadro tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. 17 Aralık sabahı gerçekleşen operasyonda aralarında bakanlar, partili belediye başkanları, ünlü işadamları ve bürokratların da bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. 25 Aralık’ta ise Başbakan Erdoğan’ın yakın çevresinden kişilerin de ifadeye çağrıldığı operasyonun ikinci dalgası gerçekleştirildi. Sonrasında ise oldukça seçmeci bir yöntemle belirlenmiş işadamlarının mal varlıklarına ihtiyati tedbir konuldu.

Operasyonların zamanlaması, soruşturmaların hükümeti “yolsuzluk” üzerinden yıpratma odaklı içeriği ve soruşturmalarda izlenilen kamuoyunda infial ve güven bunalımı yaratma amaçlı yollar bu sürecin siyasete müdahale amacı güttüğünü net bir şekilde gösteriyordu.[2] Siyasi etkisinin yıkıcılığını artırmak amacıyla üç farklı ve birbiriyle ilişkisiz dosyanın bekletilerek ve birleştirilerek ay anı anda tedavüle sokulması hukuki bir soruşturmanın siyasi bir operasyon olarak kurgulandığını göstermektedir. İlerleyen günlerde medyaya sürülen telefon kayıtları, binlerce kişiyi kapsayan “Selam-Tevhid” davası, MİT tırlarının durdurulması ve Gülen cemaatine yakın basın organları aracılığıyla propagandist bir dil kullanılarak yapılan haberler bu girişimin yalnızca bir iktidar değişimini değil; Türkiye’nin yaşamakta olduğu zihniyet dönüşümü sürecine ket vurma amacı taşıdığı aşikardır.

17–25 Aralık 2013 darbe girişiminin öncesinde, Gülen Hareketi ile kendileri dışındaki sivil toplum kuruluşları, dini cemaatler ve hükümet arasında derin bir görüş ayrılığı olduğu herkesin malumuydu ve bu durum oldukça doğaldır. Ancak yadırgatıcı olan şey, dini kimliğe sahip bir cemaatin elde ettiği güç birikimini, uluslararası aktörlerle uyum içinde kullanarak Türkiyenin siyasi atmosferini değiştirme hamlesi yapmasıdır. Bu bağlamda cemaat birkaç yılda organize bir şekilde gerilimi arttırma politikası yürüttü. Bu süreci sadece ulusal alanda yaşanan iktidar mücadeleleri ve fikir ayrılıklarıyla açıklamak eksik olacaktır. Küreselleşmiş devlet-dışı bir aktör olarak Gülen Hareketi’nin neşet ettiği toplum ve devletten farklı bir uluslararası siyaset gütmesi ve çıkar tanımı yapmasını hesaba katmak gerekir. Bunun yanında aynı zamanda mevcut uluslararası siyasetin gidişatı ve Türkiye’nin bu süreçte Türkiye’nin belirlediği siyasi çizginin dikkate alınması elzemdir.

Her ne kadar hukuki olarak eşit ve otonom devletlerden kurulu bir uluslararası sistemden bahsedilse de, cari uluslararası sistemde Batı-dışı toplumların egemenliklerini tam anlamıyla sağladıklarını söylemek pek mümkün değildir. Kolonyal dönemden şekilsel açıdan farklı olsa da, hiyerarşik olarak Batı ve Batı-dışı şeklinde düzenlenen uluslararası sistem, sürekli farklı formlarda yeniden üretilmektedir. AK Parti’nin uluslararası politikasının özü bu hiyerarşik uluslararası düzenin daha adil bir yöne evrilmesinin önünü açacak adımlar atılmasıydı. Ancak uluslararası siyasetin hegemonik yapısını göz önüne aldığımızda, Türkiye’nin küresel vesayetin çizdiği sınırların dışına çıkma eğilimi göstermesi kabul edilir bir durum değildi.

Bu reformist eğilim Erdoğan’ın Ocak 2009’da Davos’ta İsrail’in Gazze’ye yönelik politikalarını eleştiren çıkışında kendisini net bir şekilde hissettirdi. Merkezinde egemenlik mücadelesinin yattığı bu süreç, Mayıs 2010’daki Mavi Marmara saldırısıyla daha ileri bir boyut kazandı. Bu süreçte, küresel vesayet nezdinde AK Parti ile ters düşen Gülen Hareketi gerilimin fitilini ateşledi.[3] Fethullah Gülen Mavi Marmara kampanyasını İsrail’in onayı olmadığı için “otoriteye başkaldırı” olarak niteledi ve İsrail’le uzlaşma yolunun seçilmesi gerektiğini telkin etmekteydi.[4] Gülen, Türkiye’nin uluslararası politikasında “maceraya atılmaması”nı ve Batı’ya yönelimin sürmesi yönünde uyarıda bulunuyordu.[5] Ardından Şubat 2012’de “MİT krizi” yaşandı. 7 Şubat günü MİT Müsteşarı ve üst düzey yöneticileri şüpheli sıfatıyla emniyete ifade vermeye çağrıldı. Bu hamle açıkça siyaset kurumuna bir müdahale, Türkiye’nin bölgesine yönelik geliştirdiği otonom dış politikaya bir saldırı ve hükümetin başlatmış olduğu Çözüm Süreci’nin sabote edilmesi demekti.[6] Son olarak, Mayıs-Haziran 2013’te vuku bulan Gezi olayları, Gülen Hareketi’ni de kapsayan bir “darbe koalisyonu”nun varlığını açık bir şekilde ortaya koyduğuna yönelik genel bir kanaat oluşmaya başladı. 17 Aralık sürecinden sonra cemaate yakın bir çok ismin Gezi hareketine katıldıklarını itiraf etmesi, siyasi mücadelenin 17 Aralık soruşturmaları ile başlamadığını iddia etmek için bir veri niteliğindedir.

Bu gelişmeler üzerine hükümet, kendi siyasi varlığını, ülkenin egemenliğini ve demokratik siyaseti savunmak adına bu koalisyona yönelik karşı hamleler yaptı. Gülen Hareketi’nin temel insan ve finans kaynağı konumundaki dershanelere yönelik hükümetin düzenleme yapma kararı, Gülen Hareketi tarafından kendisine karşı bir meydan okuma olarak değerlendirildi. Hükümetin bu hamlesi, yaşanan son dört yıllık süreç topluca değerlendirildiğinde, 17–25 Aralık darbe sürecini hızlandıran bir işlev gördü. Yargı-emniyet yoluyla siyasete müdahale vaktinden, yani 30 Mart seçimlerine çok daha yakın bir zamandan önce yürürlüğe konuldu.[7]

Ancak yaratılmak istenilen “yolsuzluk” algısı kamuoyunda istenilen karşılığı bulamadı. Kamuoyunda ağır basan kanı, 17–25 Aralık operasyonlarının bir darbe girişimi olduğu yönündeydi. 2014 yılında yapılan iki seçimde de zafer kazanarak çıkan Erdoğan’ın ve hükümetin güven tazelemesi bunu net bir şekilde ortaya koydu. Bu süreçte, Gülen Hareketi medyasının ve Hareket’in önde gelen simalarının rengini belli etmesi ve açıkça taraf olması, Gülen Hareketi’nin devlet içerisinde otonom bir yapılanma olduğu ve demokratik siyasete müdahale etmeye çalıştığı düşüncesinin kamuoyunda yayılması ve derinleşmesi sonucunu doğurdu. Gülen Hareketi’nin artık daha açıktan rol aldığı Ocak 2014’te MİT’e ait tırların sınırda jandarma ekipleri tarafından durdurulması ve 30 Mart seçimlerinin hemen öncesinde Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan gizli bir toplantının dinleme kayıtlarının medyaya sızdırılması bu durumu teyit eden gelişmelerdi.[8] Sonuç olarak, kartlarını ilk defa bu kadar açık oynayan Hareket, bu algı operasyonunda başarısız oluyor ve operasyonun geri tepmesi de Gülen Hareketi’nin imaj ve güç kaybına uğrayacağı bir süreci başlatıyordu. Kendini kırk yıllık sivil-dini bir hareket olarak tanımlayan bir cemaat, siyasi bir iktidarı devirmek adına, uluslararası konjonktürle uyumlu söylemsel ve eylemsel çizgide hareket etmekten imtina etmemesi yerliliğini kaybettiği / yerli olmadığı algısını perçinledi. Bizzat Fethullah Gülen’in sergilediği hiçbir çekince göstermeden cemaatin yayın organlarında yer alan beddua seremonisi de, bu yabancılaşmanın önemli göstergelerinden birisi olmuştur.

2014 Yerel Seçim Stratejisi: “Büyük” Koalisyonda İlk Adım

17 Aralık sürecinin gölgesinde gerçekleştirilen 30 Mart yerel seçimleri, “darbe” ve “yolsuzluk” iddialarının kamuoyu nezdinde kapıştığı bir seçime dönüştü. Hareket’in yerel seçim stratejisi AK Parti’ye karşı güçlü olan parti kimse o bölgede o partiyi destekleyerek AK Parti’nin kan kaybetmesini sağlamaktı. Bu ister istemez Gülen Hareketi’ni bir zamanlar karşısında olduğu vesayetçi muhalefet partileriyle işbirliği yapmaya zorluyordu. Muhalefet partilerinin de Gülen Hareketi ile benzer bir strateji takip etmesi, AK Parti’ye karşı ortak adaylarla seçimlere girme taktiği izlemeleri koalisyonun kurulması için kolaylaştırıcı bir etki yapıyordu. Aynı zamanda, Hareket, sadece CHP ve MHP ile yakınlaşmakla kalmadı, Doğu ve Güneydoğu’da BDP ve Saadet Partisi’ne de destek verdi.[9] AK Parti’nin yalnızlığı üzerine yoğunlaşan bu koalisyonun elindeki en önemli koz ise Cemaat medyasında yer alan ve oldukça organize bir şekilde oluşturulan haberler ve montaj kayıtlardı.  Aynı zamanda, yapılan seçim anketleriyle de AK Parti’nin genel oy oranının 17–25 Aralık süreci neticesinde sert bir şekilde düşeceği yönünde kamuoyunda bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Diğer taraftan, Gülen Hareketi’nin potansiyel oy oranı da olduğundan fazla gösteriliyordu.[10] Dolayısıyla yerel seçimler, AK Parti iktidarı ve karşı koalisyon arasındaki kapışmanın kamuoyu önündeki ilk raund niteliğindeydi.

Yerel seçim sonuçları hiç de koalisyonun istediği gibi sonuçlanmadı. Büyük önem verilen İstanbul ve Ankarabaşta olmak üzere büyük şehirlerin bir çoğunda AK Parti adayları seçimleri kazandı.  Seçim sonuçlarının önemli bir başka boyutu ise, iddia edildiği gibi Gülen Hareketi’nin oy ve propaganda desteğini kaybetmek AK Parti’yi sarsmamıştı.[11] 30 Mart seçimleri için yapılan tüm yatırımların boşa çıkması Gülen Hareketi’ne iki seçenek sunuyordu: Ya bir muhasebe yapılarak doğal sınırlara çekilme yani sivil-dini bir cemaat olmayı tercih edecek ya da daha da sertleşerek açıktan hükümet karşıtlığına odaklanan iktidar kavgasını sürdürecekti. Hareket ikinci yolu tercih etti; artık tam anlamıyla ve açıktan ülkedeki vesayetçi koalisyonun vurucu bir unsuru olma işlevini üstlenmeyi kabullendi.

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri: AK Parti-Büyük Koalisyon Arasında İkinci Raund

10 Ağustos’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Gülen Hareket’i ve siyasi muhalefet adaylık öncesinden başlayarak Erdoğan ve AK Parti’yi yıpratmaya yönelik stratejiler izledi. İlk strateji Erdoğan’ın aday gösterilmesinin engellenmesini içeriyordu. Bu meyanda, diğer muhalif siyasi parti ve toplumsal gruplarla birlikte yerel seçimlerdeki “büyük” koalisyon yeniden canlandırıldı. Koalisyon Cumhurbaşkanı’nın siyasi olmaması ve tüm vatandaşları kucaklayan bir figür olması tezini işledi. Dolayısıyla, Erdoğan’ın “kutuplaştırıcı” ve “otoriter” bir figür olduğu ve Cumhurbaşkanlığı gibi devleti temsil eden bir konum için uygun kişi olmadığı tezi işlendi.[12]

Erdoğan’ın AK Parti’nin Cumhurbaşkanı olarak isminin açıklanmasından sonra ise strateji, muhalefeti Erdoğan’ın karşısında bütünleştirecek bir “çatı aday” bulma şeklinde gelişti. Buna göre, çatı adaylığı için muhalif grupların seçmen tabanlarını rahatsız etmeyecek ama aynı zamanda AK Parti tabanından da büyük oranda oy çekebilecek biri öngörülüyordu. Çatı adayının belirlenmesi sürecinde sahne arkasındaki aktörün Gülen Hareketi olduğu kamuoyunda tartışılmaktaydı. Neticede, “büyük” koalisyon, İslam İşbirliği Teşkilatı eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu adayı olarak ilan etti. İhsanoğlu, MHP lideri Bahçeli’nin daha önce açıkladığı “üçgen metaforu”ndaki milliyetçi, muhafazakâr ve manevi değerlere saygılı ideal aday olduğu açıktı.[13] Ayrıca bu özelliklere, İhsanoğlu’nun uluslararası elitler (özellikle uluslararası siyasette statükoculuğu savunan ve dolayısıyla AK Parti dış politika çizgisindeki elitler) nazarındaki imajı da eklendiğinde, Gülen Hareketi’nin maddi-manevi desteğini tam anlamıyla sunabileceği bir figür olduğu şüphesizdi. Gerçekten de Hareket, İhsanoğlu’nu farklı kesimleri birleştiren ve kutuplaşmanın yerine sevgi ve barışı tesis edebilecek bir lider olarak tanımlıyor ve destekliyordu.[14] Ancak İhsanoğlu’nu koalisyon için anahtar bir figür kılan husus, vesayetçi statükonun yeniden tesis edilmesini mümkün kılacak birisi olmasıydı.[15] Dolayısıyla seçim yalnızca adaylar arasında değil, zihniyetler arasında da bir yarıştı.

Sonuçta, bu stratejilerin hiçbirisi istenen sonucu vermedi. Erdoğan aday oldu, seçimi kazandı ve AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlık görevi Erdoğan ile dava birliği olan bir isme geçti. En önemlisi, yeni Genel Başkan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu, öncelikli gündem maddelerinin devlet kurumlarındaki “paralel yapı” ile mücadele olduğunu belirterek Hareket ile mücadelede kararlılığını ortaya koyuyordu.[16] Bu durum mücadelenin devlet nezdinde değerlendiriliş biçimini de göstermesi açısından önem taşımaktadır.

Çatışan Dış Politika Tasavvurları: “Küresel”liğe Karşı Yerellik

17-25 Aralık darbe girişimlerini cari uluslararası siyaset ve konjonktürden bağımsız olarak değerlendirmek eksik bir yaklaşım olacaktır. Bu süreçte Gülen medyasının kullandığı söylemler ve yaptığı haberlere bakıldığında, Türkiye’ye karşı hareket eden güç odakları ile oldukça paralel yürüdüğü gözlemlenir. Özellikle Suriye krizi bağlamında dile getirilen söylemler, ve gerçekleştirilen eylemler Türkiye’nin dış politikasını bütünüyle mahkum etmeye dönüktü. “AB çizgisinden kopuş”, “otoriterleşme”, “eksen kayması”, “MİT tırlarına yönelik operasyonlar, yurt dışında –özellikle ABD ve AB ülkelerinde- etkili olan lobi ve figürlerin Türkiye’ye karşı pozisyonlara doğru mobilize edilmesi başlıca konular olarak dikkat çekmektedir. Gülen Hareket’in dış politikadaki tutumunun anlaşılması için öncelikle şu hususa dikkat etmek gerekir: iç ve dış politika arasında organik bir ilişki söz konusudur ve iki alanın birbirinden ayrı düşünülmesi imkânsızdır. Her iki alanda da atılan adımlar birbirini etkileyerek anlamlı bir bütünlük oluştururlar. Gülen cemaati de içerde yürüttüğü kampanyaya paralel olarak uluslararası arenada da çaba gösterdi. Türkiye’nin Ortadoğu’da mevzi kazanmasının AK Parti’nin iç politikada elini güçlendirmesi ve iktidar alanını genişletmesi ve hayata geçirmeye çalıştığı “Yeni Türkiye” projesinin perçinleyecek olmasının Hareket nezdinde yarattığı bir rahatsızlık, çeşitli eleştiriler üzerinden dile getirildi. Bu bağlamda, hükümetin dış politikası Hareket tarafından teknik-stratejik bir zeminde eleştirildi. Hükümetin temkinli ve rasyonel davranmadığı[17] ve uyguladığı politikaların aceleye getirilmiş olduğu yönünde eleştiriler sıralandı.[18]

Öncelikli olarak Hareket, uluslararası arenada dış politikayla alakalı konularda AK Parti’yi demokrasiyi ve hukuk devleti prensiplerini hiçe sayan “otoriter bir yapı” olarak tasvir etme yoluna gitti. İç siyasette kullanılan AK Parti’nin ve özellikle Erdoğan’ın gittikçe “otoriterleştiği” tezi, uluslararası arenada da hükümetin dış politikasını eleştirmek için kullanıldı. AK Parti’nin demokrasi anlayışını sandıkla sınırladığı,[19] AK Parti’nin siyasal İslam anlayışının liberal demokrasiyi zedelediği ve toplumu kutuplaştırdığı argümanları gazetelerde yer aldı. Bu teze göre toplumsal kutuplaşmanın öncelikli sebebi AK Parti ve Erdoğan’ın tutumuydu.

İkincisi ise daha ideolojik-kimlik merkezli bir rahatsızlığı ortaya koyuyordu. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmak yönünde temellenen uluslararası politikasının yerini medeniyet merkezli bir uluslararası politika anlayışına bırakması Hareket’i tedirgin etti.[20] AK Parti’nin ilk iki dönemini şekillendiren AB eksenli politikalar Hareket’in Batı-eksenli dış politika anlayışına uyuyordu.[21] Arap Baharı’yla birlikte AK Parti’nin bölgedeki dış politikası, Türkiye’yi otonomlaştıran ve kendi bölgesiyle entegrasyonu önceleyen bir şekle büründü. Bu da Hareket’in dış politika hedef ve anlayışına ters düştü. Hareket, AB ve Batı ekseninde bir uluslararası politika geliştirilmesinin önemine vurgu yaparak[22] bu çizgiden kopuşun “otoriterlik” söylemi ile beslemeye yönelik bir kampanya yürüttü. Başbakanın şahsi karakteri üzerinden başlayan ve HSYK düzenlemesi ile İnternet yasası ve henüz tasarı halinde olan MİT yasası üzerinden üretilen otoriterlik söylemi yüksek perdeden devreye girdi. Fethullah Gülen’in 10 Mart 2014 tarihli Financial Times gazetesinde yayınlanan makalesi bu tür söylemler üzerine kurulmuş görünüyor. Hükümetin otoriterleştiği, yürütmenin askeri vesayetin yerini aldığı, AB’ye giden yoldan saptığı, HSYK, internet ve MİT yasası dolayısıyla diktatöryal yetkilere ulaşıldığı gibi tezler bolca işleniyor. Bu söylemin dışarıya dönük temel mesajının “onlar otoriter biz demokrat” olduğu açık bir şekilde görülmektedir.

Bunu Hareket’in, özellikle Suriye dış politikası eleştirilerinde, hükümetin imajını uluslararası platformda radikal ve terörü kullanan İslamcı gruplara yakın olduğu iddiaları üzerinden yıpratma stratejileri takip etti. Bu açıdan özellikle IŞİD’in faaliyetlerini arttırdığı 2014 yılında Hareket’in öncelikli söyleminin Türkiye’nin IŞİD ve el-Kaide gibi radikal İslamcı gruplara yardım ettiği ve zaten AK Parti hükümetinin gittikçe radikalleştiği üzerinde yoğunlaştığı görüldü.[23] Hareket kendisi bu tarz yayınlar yaptığı gibi, bu tarz söylemlere yer veren yayınlara da destek verdi.[24] Hükümetin iddia edilen “radikal İslamcı” siyasetinin panzehiri olarak, Gülen Hareketi’in ılımlı, “liberal İslam” modeli ve diyalog yöntemi sunulmaktaydı.

Özellikle Gülen cemaatin İngilizce yayın organı Today’s Zaman’da El-Kaide ve İran haberleri ile başlayan bir dizi saldırının dili, yayılış biçimi ve sürekliliği bu haberlerin amacını açık ediyordu: belirli uluslararası çevreleri harekete geçirerek hükümeti uluslararası kamuoyu nezdinde zor durumda bırakarak AK Parti’ye karşı uluslararası destek kazanmaktı. Müşterisi hazır bu söylemler, Gülen cemaatinin uluslararası örgütlenme ağı ile birleşince kısa bir süre için belirli bir karşılık buldu. Fakat bu hamlelerin bumerang etkisi göstererek geri tepmesi beklenenden daha kısa bir sürede ve gayet etkili bir seviyede oldu. Hiç bir rasyonalitesi olmayan bu türden yayınların kamuoyunda ciddiye alınması beklenemezdi. Dahası, Suriye gibi çok sıcak bir gündem içinde bu haberlerin ayrıca bir karşılığı oldu. Kendini kırk yıllık dini bir hizmet hareketi olarak gören bir zümrenin, özellikle Türkiye’nin El-Kaide’ye yardım gönderdiğine yönelik iddiaları CHP ve hatta Esed’in siyasi söylemleri ile kesişmeleri ise bu zümre adına çok trajik bir görüntü oluşturdu. Hem devletin bekası, hem de ümmetin maslahatını hiçe sayan bu tavırlar yerellik duyarlılığına sahip herkesin tepkisini çekerek cemaatin yalnızlaşmasının önünü doğal olarak açtı. Mevcut herhangi bir hükümeti aşan sonuçlar doğurabilecek bu yaklaşım, yerli bir referans noktası olmayan, küresel ilişkilerin icbar ettiği bir pozisyona sürüklenmeyi işaret ediyordu.

İlerleyen günlerde ise bu bağlamda önemli gelişmeler yaşandı. Dış İşleri Bakanlığının düzenlediği Büyük Elçiler konferansı sırasında (ertesi gününde Başbakanın Belçika’ya yapacağı ziyareti de hatırlamalı) MİT’e ait olduğu ifade edilen tırlar durdurulmuş ve bunun üzerinden kara propaganda yapılmıştır. Bosna Hersek’teki gösteriler sürerken, Dış İşleri Bakanı’nın bu ülkede bulunduğu sırada Halkbank, TİKA ve bazı kurumlar üzerinde şaibe oluşturulmaya çalışıldı. Benzer şekilde Somali ve Libya’daki faaliyetler üzerinde çeşitli spekülasyonlar yapılarak hükümet yıpratılmaya çalışıldı. Ancak bu spekülasyonlar son on yıllık döneme kadar “band vagoning” tabiri ile ifade edilen Türk dış politikasına yönelik birer operasyon olarak algılandı ve beklenenin tersine bir tepki oluşturdu. Bu tepki bir sürpriz de değildi. Çünkü bu politikaların çeşitli ülkelerdeki (hem Müslüman hem de Müslüman olmayan) insanların hayatı üzerinde somut ve ciddi sonuçları vardı ve Türkiye’de yaşayan ortalama bir insanın bu noktada yüksek bir duyarlılığı söz konusudur. Örneğin Türkiye’de misafir edilen 1 milyon 700 bini aşkın Suriyeli ile, Suriye içindeki toplu katliamlarla, harap edilen şehirlerle, Bosnalıların yüzünü buraya dönmüş olması ile, Somali’de insanların canlı yayınlarda açlıktan ölürken Türkiye’nin gösterdiği duyarlılıkla ilgili bir çok konuda Türk halkının kaygıları ve beklentileri vardı. Kara propaganda aracı olarak kullanılan makro analizlerin, stratejik hesapların bu sahici ve somut örnekler dolayısıyla halkın bu kaygısı karşısında aciz kalması ve beklenenin tersine tepki üretmesi kaçınılmazdı. Gülen cemaatine yakın yayın organlarında bu operasyonları sahiplenen bir dille üretilen haberlerin faturası, Türkiye’ye karşı yürütülen operasyonlara ortak oldukları algısını yerleştirerek geri döndü.

Uluslararası güç odaklarından medet umarak dışarıya konuşmak, vaatlerde bulunmak ne bir siyaset biçimidir ne de tartışması yapılan konunun meşruiyetini sağlayabilir. Kendileri için dominant bir pozisyon temin eden yargı statükosunu korumak ve hükümete baskı oluşturmak amacıyla dışarıdan payanda temin etme hamleleri Gülen cemaatinin aidiyet bağlamında sorgulanmasına, ardından bir ulusal güvenlik sorunsalına dönüşmesine zemin hazırladı

17 Aralık’tan 14 Aralık’a

14 Aralık günü, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen “medya ve polis merkezli paralel yapı” soruşturması başladı. Soruşturmanın temelini 2009–2010 yıllarında yürütülen “Tahşiyeciler grubuna yönelik” operasyon oluşturuyordu. Operasyon kapsamında Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ve Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın da aralarında olduğu 32 kişi gözaltına alındı. 19 Aralık’ta Dumanlı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, Karaca “silahlı örgüt kurma ve yönetme” suçundan tutuklu yargılanmak üzere Silivri Cezaevi’ne gönderildi. ABD’de ikamet eden Fethullah Gülen hakkında ise aynı dava kapsamında “gıyaben tutuklama” kararı çıkartıldı.[25]

14 Aralık operasyonu yaklaşık bir sene sonra 17 Aralık’ta Gülen Hareketi’nin AK Parti hükümetine karşı giriştiği darbenin başarısız olduğunu tescil ediyordu. Hareket, birçok farklı taktiği devreye sokarak son 3–4 yıldır AK Parti iktidarını zayıflatma ve yerinden etme stratejisi izlemekteydi. Bu taktikler, 1) AK Parti içinde Gülen Hareketi yanlısı bir ağırlık noktası oluşturmak ve vesayet odaklarının karşısında demokratik siyasetin garantisi konumundaki iktidar partisini parçalamak; 2) İslamofobinin zirve yaptığı bir dönemde uluslararası kamuoyunda AK Parti’yi radikal İslami gruplarla ile ilişkilendirerek demokratik siyaset açısından meşruiyetinin sorgulanmasına ve üzerinde baskı oluşturarak geri adım atmasına yönelik propaganda ve algı faaliyetleri yürütmek: 3) Bu meyanda, AK Parti hükümetinin en önemli kozu olan siyaset kurumunu, emniyet ve yargı bürokrasisi aracılığıyla çevrelemeye ve işlevsiz bırakmaya yönelik siyaset-dışı darbe girişimlerinde bulunmak; 4) Ayrıca, sivil toplumda ve bürokratik kademelerde dışlayıcı ve saldırgan bir hareket tarzı geliştirerek muhalif birey ve toplumsal grupları sindirme ve yok etme siyaseti gütmeyi kapsıyordu.

14 Aralık operasyonlarının en önemli özelliği, paralel yapı olarak adlandırılan organizasyonu faş eden bir niteliğe sahip olmasıdır. Cemaat liderinden, TV yöneticisine; köşe yazarından, senaristine; emniyet mensubundan, yargıçlara, organizasyonun hareket tarzını ifşa etmesidir. Bu durum hükümetin Paralel Yapı üzerine çok daha kararlı bir şekilde gideceğini gösterdi. Bunun münferit bir operasyon olarak kalmayacağı, devletteki “paralel yapı”nın kapsamlı tasfiye sürecinin bir parçası olduğu Hükümet tarafından bir çok kez etkili bir söylemle dile getirildi. Bundan sonraki süreçte Gülen Hareketi’nin önünde iki seçenek bulunuyor: iktidar mücadelesini devam ettirmek ya da siyasetten el etek çekip başlangıçtaki asli misyonuna, din-eğitim hizmeti veren bir sivil toplum kuruluşuna geri evrilmek. Gülen Hareketinin bir cemaat olarak, iktidar ve güç arayışında en büyük silahı, kamuoyunda apolitik bir hareket olduğu imajı oluşturması ve ülkedeki siyasi çatışmanın açıktan bir kutbu olmamasıydı. Hareket bu silahını geldiğimiz noktada kaybetmiş durumda. Eğer Gülen Hareketi iktidar mücadelesini devam ettirmekte kararlıysa bundan sonra siyaseten örgütlenerek, siyaset kurumu dâhilinde tikel bir pozisyonu temsil eden bir siyasi partiye evrilerek gerçekleştirmek zorundadır. 2014 yılı içerisinde bu yönde bazı utangaç adımlar atıldı. Ancak bir yandan kendisine evrensellik atfederek diğer toplumsal grupları kendisine eşit görmeyen, diğer yandan da sadece dar bir cemaatçi ideolojiye yaslanan bir hareketin şeffaflık gerektiren siyaset kurumu dâhilinde başarılı olması pek muhtemel değildir.

Sonuç:

17-25 Aralık süreci derin görüş ayrılığına sahip iki zihniyetin aleni mücadele sürecinin bir hikayesi olmuştur. Gülen Hareketi basın-yayın organları, siyasetçileri, akademisyenleri ve devlet bürokrasisinin birçok farklı kademesine uzanan yapılanmasıyla siyasi iktidar ile giderek dozajı artan ve alenileşen bir şekilde çatışmaya başladı. Gülen Hareketi’nin meydan okuması zamanla siyaset kurumunun ve meşru toplumsal-sivil muhalefetin sınırlarının ötesine taşarak demokrasiyi, halk iradesini ve siyaset kurumunu hedef alan bir boyut kazandı. Böylece, Hareket yeni bir dönüşüm daha geçirerek bir zamanlar askeri-sivil vesayeti geriletmede aktif rol almış “demokratik ve özgürlükçü” bir siyasi güç olma vasfını kaybetti. Siyaset mühendisliğine girişen, siyaset kurumunu ve dolayısıyla demokrasiyi hedef alan, sivil toplumda kendisinden farklı olanların özgürlüğünü ve varlığını tehdit eden otoriter-vesayetçi bir güce dönüştü.

2013’ten itibaren ise Gülen Hareketi’nin yaşadığı dönüşüm en mükemmel haline ulaştı: Bir zamanlar mücadele ettiği vesayetçi siyasi-toplumsal aktörler ve Türkiye-karşıtı uluslararası güç odakları ile yan yana gelerek hükümet ve demokratik siyasete karşı oluşturulan “gerici” tarihi bloğun kilit bir unsuru haline geldi. Ne yazık ki idealist, reformist, ılımlı bir “gönül hareketi” zamanla güç ve iktidarın peşine düşerek pragmatist ve statükocu bir iktidar odağına dönüşmüş oldu. Emniyet ve yargı başta olmak üzere bürokraside organize olmuş, uluslararası düzeyde bir medya gücüne sahip ve uluslararası aktörleri arkasına alma potansiyeline sahip Gülen cemaatinin stratejilerine karşı Erdoğan’ın en önemli sermayesi, siyasal zihni ve kitleleri siyasal alanda mobilize etme kabiliyeti olmuştur. Meselenin basit bir rüşvet ve yolsuzluk meselesi olmadığına ikna olan ve iktidarla çıkar ilişkisi olmayan kitleler cemaatin beklemediği bir şekilde iktidara sahip çıkmıştır. Bu sahiplenme hem bütün seçimlerde hem de meydanlarda yapılan mitinglerde kendini göstermiş ve basit bir oy kullanma pratiğinin ötesinde olduğunu göstermiştir. Geldiğimiz noktada mücadelenin genişleyerek devam ettiğini ifade etmek mümkündür. Paralel Yapı’nın bir yandan kendi tabanını konsolide etme çabası öte yandan bürokrasi içindeki örgütlenme üzerinden yaptığı hamleler, kendini ifşa eden bir karaktere sahip olmakla birlikte gücünü belirli bir düzeyde de olsa koruduğu ve stratejisini değiştirdiğini göstermektedir.

[1] Baskıcı bir siyasi-toplumsal ortamda ortaya çıkmış olmanın dayattığı “tedbir siyaseti”nin de etkisiyle Gülen Cemaat’i, düşünceyle ileri düzeyde işlevsel bir ilişki kurma becerisi geliştirmiştir. Bu durum Cemaat için, dışa dönük yüzünde eşitlikçi ve özgürlükçü liberal-demokrat bir söylemi sahiplenme, içe-dönük yüzünde ise bunun tam zıttı hiyerarşik, mesiyanik ve kapalı ataerkil bir ideolojiye sahip olmayı mümkün kılmıştır.

[2] Taha Özhan, “Neo-vesayet yolsuzluğu!”, Sabah Perspektif, 21 Aralık 2013.

[3] “İlk çatlak Mavi Marmara’da”, Hürriyet, 21 Aralık 2013.

[4] “Fethullah Gülen: İsrail’den izin almalıydılar”, NTVMSNBC, 4 Haziran 2010.

[5] “Gülerce: İlk çatlak Mavi Marmara’ydı”, Yeni Şafak, 21 Aralık 2013.

[6] Taha Özhan, “27 Nisan’dan 7 Şubat’a Siyasete Müdahale”, Sabah Perspektif, 18 Şubat 2014.

[7] “Etyen Mahcupyan: AK Parti Cemaat’e Tuzak Kurdu” İnternethaber, 9 Ekim 2014.

[8] “’Durdurulan TIR’lar haddini bilmezliktir’”, Hürriyet, 20 Ocak 2014.

[9] Ahmet Hakan, “Savcı ve yargıçların cemaatçi olduğunu ispat etsinler”, Hürriyet, 12 Ekim 2014.

[10] “AKP ve Erdoğan’a şok Zaman anketi”, Sözcü, 3 Şubat 2014.

[11] Galip Dalay, “AK Parti, 30 Mart’tan zaferle çıktı”, Al Jazeera Türk, 30 Mart 2014.

[12] Ali H. Aslan, “Erdoğan’ın kutuplaştırıc tavrı ülkeye istikrarsızlık getirir”, Zaman, 2 Nisan 2014.

[13] “MHP’den çatı aday”, Hürriyet, 7 Mayıs 2014.

[14] “İhsanoğlu’na destek için 5 parti lideri mutabakat metni imzaladı”, Zaman, 3 Temmuz 2014.

[15] Nebi Miş ve Medaim Yanık, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Adaylar: Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Siyasal Anlamı, SETA Analiz, (2014).

[16] “Erdoğan: Genel Başkan adayımız Ahmet Davutoğlu”, Hürriyet, 21 Ağustos 2014.

[17] “Turkey’s ‘obsession’ with removing Assad hurts Turkish interests”, Today’s Zaman, 19 Ekim 2014.

[18] Şahin Alpay, “A necessary reset in Turkish foreign policy”, Today’s Zaman, 15 Haziran 2014.

[19] Ekrem Dumanlı, “Sayıların altında ezilmek: Çoğunluk Zulmü”, Zaman, 8 Eylül 2014.

[20] “AK Party increasingly seen as terror, radicalism sponsor in Mideast”, Today’s Zaman, 25 Ağustos 2014.

[21] “Abant Platform: Turkey has lost its direction in a troubled region”, Today’s Zaman, 20 Haziran 2014.

[22] “Fethullah Gulen’s interview with the Wall Street Journal in English”, Wall Street Journal, 21 Ocak 2014.

[23] “US operation against ISIL, Turkey’s silence”, Today’s Zaman, 14 Ağustos 2014.

[24] Yıldıray Oğur, “Hacı Bayram-ı Veli’den 100 yard uzakta…”, Türkiye, 17 Ekim 2014.

[25] “Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca hakkında karar açıklandı”, Sabah, 19 Aralık 2014.