ASKERİ DARBELER ve NORMALLEŞME – Av. Nimet Baş

0
70

Av. Nimet Baş

TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma  Komisyonu Başkanı

“Geçmiş geleceğe ışık tutmuyorsa, akıl karanlıklar içinde yürümeye başlamış demektir.”

Alexis de Tocqueville

Giriş

Zorla veya demokratik yollardan yararlanarak meşru hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme olarak bilinen darbe, esasında devlet adına, devletin gücüyle, elinde silah olanlar tarafından iktidarın gasp edilmesidir. Milletin güvenliği ve ülkenin selameti için kendilerine emanet edilen silahları, belli dönemlerde millete doğrultan ilkel, modern ve post-modern darbelerin tamamı gayrihukuki ve gayrimeşrudur.

Türkiye’nin, Cumhuriyet öncesinden devraldığı kötü miraslardan biri olan darbe geleneği, soğuk savaş döneminde kendisine uygun bir iklim bulmuş ve on yılda bir klasikleşen müdahalelerle varlığını sürdürmüştür. Soğuk savaş döneminde Türkiye ve geri kalmış onlarca ülkede yaşanan darbelerin, insanlığa bir katkısının olmadığı; aksine şiddet, baskı, gözyaşı, ölüm ve hayal kırıklığından başka bir şey getirmediği tecrübe edilmiştir. Tüm bunlara rağmen Türkiye’de hâlâ darbeci bir damar, toplumsal tabanıyla birlikte varlığını sürdürmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesini değiştirerek darbelere engel olunamayacağı bilinmelidir. 50 yılı aşkın bir sürede inşa edilen vesayet rejiminin bir anda ortadan kaldırılması da zor görünmektedir. Bu itibarla ekosistem temelli ve yapısal reformlarla toplumsal barışın ve huzurun tesisi sabırla inşa edilmelidir.

Türkiye’nin darbecileri, kendilerini ve darbelerini Cumhuriyetin kurucu iradesi ve kurucu ideolojisi ile temellendirerek, devlete sahipliklerini muhayyel bir “vatan ve millet sevgisiyle” gerekçelendirmişlerdir. Darbeciler her zaman vatanı, vatandaşlardan daha çok sevdiklerini söylemeyi ihmal etmemişlerdir.

Askerî Darbe Kültürü

Türkiye için askerî müdahalelerin tarihi kökü 30 Mayıs 1876’da gerçekleşen ve “modernleşen” Osmanlı ordusunun ilk darbesi olarak nitelendirilen vakaya uzanır. Darbeyi icra edenlerin başında bugünkü adıyla Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa vardır. 1876 Mayıs sonunda Serasker (Genelkurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa, Bahriye Nazırı Ahmed Paşa, Askerî Mektepler Nazırı Süleyman Paşa’dan oluşan darbeci asker grubu, Dolmabahçe Sarayı’nı kuşattır ve Sultan Abdülaziz hal edilir, yani tahttan indirilir.[1]

Sultan Abdülaziz, hal olayından birkaç gün sonra öldürülür fakat bu olaya intihar süsü verilir. Türkiye’nin bundan sonra karşılaşacağı tüm askerî darbelerde olduğu gibi 1876 darbesinde de bir “dış etki, dış güç” mevzubahistir. Abdülhamit döneminde, cuntadaki rolü yüzünden yargılanmak üzere tevkif edileceğini haber alan Mithat Paşa, İngiliz Konsolosluğuna sığınır. Çünkü İngiliz büyükelçisi Sir Henry Elliot bu işin organizatörleri arasındadır.[2] Önce V. Murat, ardından II. Abdülhamit tahta çıkar. II. Abdülhamit liberal darbeci gruba Anayasayı ilan edeceği teminatını verir. 19’uncu yüzyıl başından itibaren Osmanlı devletinin reform asrı diyebileceğimiz dönem, yerini artık inkılâp asrına devretmiş ve Türkiye’nin siyasal hayatında, fikir hareketlerinde yapısal bir değişim başlamıştır. Meşrutiyet hareketi padişahın değil, aslında Babıâli’nin (Osmanlı hükûmeti) mutlakiyetçiliğine karşı, gene Babıâli’nin bir kadrosu tarafından başarılmıştır. Meşrutiyete geçiş bir büyük ihtilalle değil, gene yönetici grubun içindeki bir başka grubun başkaldırmasıyla/darbesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu ilginç görünüme, günümüz tarihçilerinin bir kesiminin yorumu: Bu bir darbedir ve sapkınlıktır ve de imparatorluğu mahva götüren bir harekettir.[3]

Sultan Abdülaziz’in hallinin modern Türkiye Cumhuriyeti’ne bakan yüzü önemlidir. Eskiden iktidar değişikliklerinde yeniçerilerin oynadığı rol, artık Nizam-ı Cedid döneminin ‘modern ordusu’ tarafından devralınmış bulunuyordu. Ama bundan sonraki ayaklanmaların asli unsuru olan ‘modern ordu’ için kimse mürteci, yobaz, gerici, vb. kavramları kullanmayacaktır. Artık 20’nci yüzyılın sonuna kadar modern ordu (zinde kuvvetler) gerektiğinde “durumdan vazife çıkaracak” ilericilik adına iktidara ya doğrudan el koyacak ya da kuliste kalarak sahneyi düzenlemeyi yeğleyecektir. Herhalde şöyle düşünüyor olmalıydılar: Modern çağda yapılan darbeler ilericidir. Birileri çıkıp da ilerici darbe olamayacağını, darbelerin doğası gereği her zaman gerici ve gericiliğin hizmetinde olduğunu, ilerici darbe kavramının eşyanın tabiatına aykırı olduğunu söylemediğine (söyleyemediğine) göre, gereği de yapılmayınca, yüzyılların geleneği sürüp gidecektir.[4]

12 Eylül 1980’den, devlet yönetiminin sivil iktidarlara bırakıldığı Aralık 1983’e kadar 669 yasa çıkaran askerî rejim, adeta devleti militarist düzelmede yeniden restore etmiştir. Cumhuriyet tarihinin en yoğun yasa yapma sürecinin izlediği bu dönemde devletin merkeze alındığı, hiyerarşik ve mutlak denetimi mümkün kılan yasal ve kurumsal bir yapı oluşturuldu. Sivil düşüncenin hiçbir şekilde dâhil edilmediği, büyük ölçüde askerin belirleyici olduğu bu restorasyon sürecinin sonucunda ise muhafazakâr, denetim ağırlıklı, otoriter ve hiyerarşik bir devlet yapılanması ortaya çıktı.

12 Eylül rejimi yapılanmasının temsilini bulduğu, diğer bir ifadeyle militarist söylemin etkin bir şekilde üzerine sindiği en önemli yasal düzenleme 1982 Anayasası’dır. Siyasi hiçbir temsilcinin içinde yer almadığı ve tümüyle bürokratlardan oluşan “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanan 1982 Anayasası; devlet dışındaki tüm kurumlar ve kişilere mesafeli bakan, devletin bu kurumların ve kişilerin denetimine öncelik veren, bu denetimi mümkün kılan merkezi kurumları öngören, devlet dışındaki kurum ve kişiler arasındaki yatay bağı/bağlantıları kesen, kişi ve kurumları hiyerarşik bir şekilde devlete bağlayan ve özgürlüklerin istisnalarla sınırlandırıldığı bir anayasa oldu. Kısacası 1982 Anayasası militarist söylemin temel özelliklerini içinde barındıran yasal bir metin olarak görülebilir.[5]

1960, 1971, 1980 darbeleri, hatta 1990’lardaki 28 Şubat postmodern darbesi ya da 27 Nisan postmodern muhtırası gibi askerî yönetim ve müdahaleler aynı zamanda Türkiye’de demokrasi adına büyük fırsatlardır. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de, Arjantin’de sivil siyasetçiler, 1970’li ve 1980’li yıllarında askerî dönemlerin noktalanmasıyla birlikte hem darbecilerden hesap sordular, hem darbecileri cezalandırdılar, hem de darbeleri tarihe gömen demokrasi reformlarını yaptılar. Yunanistan’da 1960 darbesini yapan ve yedi yıl süreyle ülkeyi demir elle yöneten askerî cuntanın tüm üyeleri yargılandılar, hapse atıldılar. Bir kısmı hapiste öldü. Sonuncu general, 2009 yazında yaş haddi ve sağlık nedeniyle hapisten çıkmadan önce, parlamento tarafından kamuoyu önünde yazılı olarak özür dilemek zorunda bırakıldı. Bizde ise hep tersi yaşandı. 27 Mayıs darbesini yapan cuntanın lideri cumhurbaşkanı seçildi. Cunta üyeleri, ömür boyu senatör yapıldılar. 12 Mart’ı yapanlara dokunulmadı. Hatta biri[6] az daha yine cumhurbaşkanı seçiliyordu. 1970’li yıllarda patlayan “Lockheed Yolsuzluk Skandalı”nın asker kanadındaki hesabı bir tek Türkiye’de sorulmadı. 12 Eylül’ü yapanlara da dokunulmadı. Cuntanın lideri cumhurbaşkanı seçildi. Hatta daha ilginci, Süleyman Demirel daha sonraki yıllarda cumhurbaşkanı olunca, 1980’de kendisini deviren 12 Eylül darbesinin liderini Çankaya Köşkü’nde ağırlayabilmiştir.[7]

Türkiye’de Darbecilerin Başarısının Sırrı

Türkiye darbelerinin dünyadaki emsallerinden ayrılan yanı; askerî müdahalelerin bütün yıpratıcılığına rağmen, Türk ordusunun, kendisini aranılır kılabilmiş olması ve imtiyazlı konumunu kabul ettirme konusunda önemli mesafeler alabilmiş olmasıdır. Askerî müdahale dönemlerinin kısa süreli olması, tam da askerlerin öngördüğü gibi, ordunun prestij kaybını sınırlayabilmiştir. Bu olgu, hem insan hakları ihalelerinin vahim olarak algılanmasını zorlaştırmış, hem de TSK’nın ekonomik, siyasal veya askeri başarısızlıkların müsebbibi olarak görülmesi ihtimalini azaltmıştır. Oysa Arjantin ve Şili gibi ülkelerde uzun süreli askerî yönetimler, orduların yıpranmasını kaçınılmaz kılmış böylece askerî müdahalelere karşı geniş bir toplumsal ittifakın temelleri atılmıştır.[8]

Devleti ele geçiren askerlerin, yönetimi sivillere devrettikten sonra kendi düzenlerini korumak, etkinliklerini devam ettirebilmek ve yaptıklarının hesabının sorulmaması için oluşturdukları tüm düzenlemeler “çıkış garantileri” (exit guarantees) olarak adlandırılır. Bunlar beş ayrı başlık altında toplanmaktadır:[9]

Vesayet Yetkisi: Demokratik olmayan yollarla yaratılan bu yetki, ulus devletin müphem bir biçimde tanımlanan asli ve sürekli çıkarlarını koruma iddiasıyla, hükûmet kararları üzerinde geniş bir denetimin uygulanmasıdır.

Mahfuz Alanlar: Hükûmete ve seçilmiş makamlara ait olması gereken önemli sayılabilecek türden yetkilerin bu makamların elinden alınarak seçilmemiş makamlara tahsis edilmesidir.

Seçim Sürecinin Yeniden Yönlendirilmesi: Seçim kanunlarının, otoriter yönetimin iktidar sahipleri tarafından kendi tercihleri doğrultusunda hazırlanmasıdır. 1980-1983 yılları arasında yönetimde olan Milli Güvenlik Konseyi Rejimi, genel seçime katılacak siyasi partiler ile bu seçimlerde yarışmasını uygun bulduğu siyasi partilerin aday listeleri üzerinde veto yetkisini kullanmıştır.

Askerî Rejimin Eylem ve İşlemlerinin İptal Edilemezliği: 1961 Anayasası’nın geçici 4’üncü maddesi ve 1982 Anayasası’nın geçici 15’inci maddesi ile “askerî yönetim tasarruflarının anayasaya aykırılığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağı” hükme bağlanmıştır.

Af ve Bağışıklık Yasaları: 1961 Anayasası’nın geçici 4’üncü maddesi ve 1982 Anayasası’nın geçici 15’inci maddesi, askerî yönetim üyelerini, hükûmet üyelerini ve bunların emirleri altında çalışan tüm görevlileri cezai ve adli soruşturmaya karşı korumaktadır. Bu kişiler aleyhine hiçbir mahkemeye cezai, mali ve adli sorumluluk yaratacak biçimde başvurulamaz.

Darbelerin mütemmim cüzü olan kavram, devlet sırrıdır. Türkiye’de devlet sırrı, batılı muadillerinin aksine, tam olarak millî güvenlik devleti anlayışı üzerine oturan ve kapalı tutulması gerekenlerin adıdır. Bir ülkede milli güvenlik denilen kavram eğer militarist bir biçimde belirleniyorsa, herkesin bilmesi gereken kavramlar milli güvenlik ekseni içerisinde devlet sırrına dönüştürülüverir. Bu, devletin sözde millî güvenlik anlayışı içinde atacağı bütün hukuk dışı adımları meşrulaştırmaya ve onları çözümsüz bırakmaya yarayan bir araç olarak çalışır. Devlet sırrı; derin devlet, özel harp, kontrgerilla gibi korkunun, ölümün, suikastların kol gezdiği çevrelerde dolaşmaktadır. Modern devlette, devlet sırrı denilen olguya parlamento ya da parlamentonun denetiminde olan bir komisyon karar verir. Türkiye’ye bakıldığında, devlet sırrına kimin karar vereceğine ilişkin herhangi bir yasa yoktur; devlet sırrı kavramının asker sırrı kavramıyla özdeşleştiği görülür.[10] Devlet sırrı; darbecileri, hukuk dışına çıkan kamu kurumlarını ve kamu görevlilerini koruyan bir kalkan olmaktan kurtarılmalıdır.

2002 yılının son çeyreğinde koalisyonlar döneminin sona ermesi, tek partili ve demokrasiye inanan istikrarlı bir hükûmetin ülkeyi yönetmeye başlaması, ayrıca Avrupa Birliği adaylığının gerektirdiği reformların hızla yasalaşmasıyla, militarist söylem ve bunun araçları için zor zamanlar başlamıştır.

Demokrasinin Esasları

İki asır önce Thomas Jefferson şöyle demektedir: “Toplumun en üst gücünün emanet edilmesi için halkın kendisinden daha güvenilir bir şey bilmiyorum. Eğer yurttaşların kendi denetimlerini, sağlıklı bir akılla yapacak ölçüde aydınlanmamış olduklarını düşünüyorsak, bunun çaresi denetimi onların elinden geri almak değil, onları bilgi sahibi kılmaktır.” Amerikan toplumu Jefferson’un önerisine uydu demokrasisini kökleştirdi.

Demokrasiler, devletin varlık sebebini “halka hizmet” olarak açıklar. Bir diğer deyişle, insanlar demokratik devletin tebaası değil, yurttaşlarıdır. Devlet, yurttaşlarının haklarını korurken, bunun karşılığında, yurttaşlar da devlete sadakat gösterirler. Otoriter bir sistemde ise devlet, toplumdan ayrı bir varlık olarak, kendi halkından, devletin eylemlerine rıza göstermelerini garantiye almak gibi herhangi bir karşı yükümlülük getirmeden, sadakat ve hizmet talep eder.

Bütün demokrasiler, yurttaşların özgürce, çoğunluğun yönetimi ilkesine uygun olarak siyasal kararları aldıkları sistemlerdir. Hiç kimse, örneğin nüfusun yüzde 51’inin, geriye kalan yüzde 49’u çoğunluk adına baskı altında tutmasını hakça ya da adil diye nitelemez. Azınlıkların hakları, çoğunluğun iyi niyetine bağlı değildir ve çoğunluk oyuyla ortadan kaldırılamaz. Bu itibarla demokrasinin temel dayanakları şu başlıklar altında sıralanabilir: Halk egemenliği; hükûmetin yönetilenlerin rızasına dayanması; çoğunluğun yönetimi; azınlık hakları; temel insan haklarının güvence altında olması; özgür ve adil seçimler; kanun önünde eşitlik; davaların hukuki usullere göre görülmesi; hükûmetin anayasa ile sınırlandırılması; toplumsal ekonomik, siyasal çoğulculuk ve uzlaşma değerlerinin benimsenmesi.[11]

Söz ve ifade özgürlüğü, tüm demokrasilerin can damarıdır. Tartışmak ve oy kullanmak, toplanmak ve protesto etmek, ibadet etmek, herkes için adaleti güvence altına almak bunların hepsi söz ve enformasyonun sınırlandırılmamış akışına bağlıdır. Otoriter devletlerin aksine, demokratik yönetimler, yazılı veya sözlü beyanların içeriğini ne denetlerler, ne dikte ederler, ne de yargılarlar. Hukuk önünde eşitlik veya daha sık olarak ifade edildiği biçimiyle hukukun korumasından eşit yararlanma hakkı, herhangi bir adil ve demokratik toplum için temel düstur niteliğindedir. Zengin ya da yoksul, etnik çoğunluk ya da dinsel azınlık, devletin siyasal müttefiki ya da muhalifi olsun herkes hukuk önünde eşit korunma hakkına sahiptir.[12]

Demokrasinin Türkiye macerası İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme rastlar. Demokrasi ile eş zamanlı yürüyen; batılılaşma, modernleşme ve cumhuriyet kavramları Osmanlı’da doğar ve 1923 sonrası Cumhuriyet döneminde kurumsallaşır. Uzun zaman Türkiye’yi batılılaştırma misyonunu bürokratik seçkinler üstlendiler. Bu yüzden demokrasiyi salt batılılaşmanın bir alt boyutu olduğu için benimsediler.

Türkiye’nin çok partili demokrasiye bilerek ve isteyerek geçmediğinin ve bu geçişin pek de kolay olmadığının işaretleri vardır. Örneğin 1946-1947 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti’nin 15’inci Hükûmeti Başbakanı olan Recep Peker’in 1949 yılında, “Bu halk demokrasiyi bilmez.” ve “Halk hazır değil.” gerekçeleriyle demokrasiye geçilmemesi yönünde çok ciddi mücadelelerinin var olduğu da malumdur. Peker, aynen şu ifadeleri kullanmıştır: “Zigana Dağı’nın tepesine portakal ağacı dikemezsiniz!”[13]

Devletin var oluş sebebi insandır, hizmet etmekle yükümlü olduğu vatandaşlarıdır. Vatandaşının inanç, etnik aidiyet ve siyasi düşünceleri karşısında tarafsızlığını korumayan bir devlet demokratik normlara uymayan devlettir.

Normalleşme, Şili ve Arjantin Örnekleri

Türkiye’de askerî yönetimlerden sonra gelen siviller; kendilerinden önceki darbe dönemlerinde yaşanan yargısız infaz, gözaltında kayıp, işkence ve hak ihlalleri gibi hukuk dışı uygulamalarla yüzleşmek, faillerini araştırmak ve yargı önünde hesap vermelerini sağlamak gayesiyle harekete geçmemişlerdir. Bunun temel sebebi: Darbecilerin kendilerine anayasalarda sağlamış oldukları çıkış garantileridir. Bu tablonun Türkiye’ye maliyeti ise insan haklarına ve demokratik değerlere saygı kültürünün devlette, kamu personelinde ve toplumda sağlıklı yerleşmemesidir. Çıkış garantilerinin ve vesayetin sonunun başlangıcı; 12 Eylül 2010’da yapılan Türkiye anayasa değişikliği referandumudur. 26 maddelik anayasa değişikliğini içeren paket, TBMM tarafından kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından referanduma sunulmuş, referandum sonucunda %57,88 evet ve %42,12 hayır oyu çıkarak anayasa değişiklikleri kabul edilmiştir. Yaşayan son darbecileri adaletin önüne çıkarma imkânı ancak bu anayasa değişikliğinin ardından mümkün olabilmiştir.

Darbe dönemlerinin ardından iç savaş ve ağır insan hakları ihlalleri yaşamış 40’tan fazla ülkede (Güney Afrika, Arjantin, Şili, Guatemala, Ruanda, Uganda, Uruguay, Peru, El Salvador, vb.) toplumsal barışı sağlamanın ve demokrasiye geçişin bir aracı olarak hakikat komisyonlarına benzer yapılar oluşturulmuştur. Bu komisyonlar eliyle mesela; Peru eski Devlet Başkanı Fujimori kayıplar, toplu infazlar, keyfi gözaltıların mimarı olduğu gerekçesiyle 2009’da 25 yıl hapis cezası aldı; Arjantin’de 8.960 kaybın bilgilerine ulaşıldı; Şili Devlet Başkanı Aylwin, özür diledi; El Salvador’da komisyonun belgelediği 22.000 vakaya dair 40 sorumlunun ismi açıklandı; Guatemala’da ihlallerin yüzde 93’ünün devlet sorumluluğunda olduğu ortaya çıktı. Darbe sonrası normalleşmede en iyi örneklerden biri Şili’dir.

Şili’de 11 Eylül 1973 tarihinde sosyalist Başkan Salvador Allende’nin devrilip yerine General Pinochet’in iktidara geldiği bir askerî darbe gerçekleşmiştir. 1973’ten 1990 yılına kadar geçen süre içinde askerî rejime düşman olmak veya tehdit oluşturdukları gerekçesiyle Şili halkının birçoğu ağır insan hakları ihlallerine maruz kalmıştır. Binlercesi tutuklanmış, idam edilmiş, işkence görmüş, sürgüne gönderilmiş, diğerleri de hapsedilmiş ve ortadan “yok olmuş”tur. Tam bir sayı bulunmamasına rağmen, bazı raporlara göre 4.000 dolayında Şili vatandaşı idam edilmiş veya işkence sonucunda ölmüştür. Öldürmelerin %80’inin 1973 ile 1978 yılları arasında faaliyet gösteren devlet kurumları tarafından gerçekleştirildiği tahmin edilmektedir. Söz konusu işkenceler sol eksenli siyasi parti ve sendika üyeleri ile öğrenciler ve Allende sosyalist hükûmetinin kamu görevlilerini hedef almıştır.

1990 yılında Devlet Başkanı Patricio Alywin Alócar tarafından bir kararname ile askerî darbe sonrasında askerî hükûmetin iktidarda olduğu yıllar içinde yaşanan insan hakları ihlallerini ele almak üzere Rettig Komisyonu olarak bilinen Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (Comision Nacional de Verdad y Reconciliacion) kurulmuştur. 8 kişiden meydana gelen Komisyonun üyeleri Devlet Başkanı tarafından belirlenmiştir. Komisyonun rolü, “ortadan yok olan” kişilerin akıbeti ve nerede olduklarının ortaya çıkarılması için delil toplamak ve işkence sonucu gerçekleşen ölümler ile mahkeme kararı olmaksızın yapılan idamların soruşturulmasıydı. Komisyon, Pinochet döneminde meydana gelen 3.000 ortadan kaybolma vakasını belgelendirmiştir. Başkan Aylwin, Şubat 1990’da Komisyonun hazırlamış olduğu 1.800 sayfalık raporu yayımlamış, devlet adına darbe mağdurları ve ailelerinden resmî olarak özür dilemiş ve ordudan bu vahşetteki rolünü kabul etmesini istemiştir.

Komisyon çalışmalarının takibi, mağdurlara sağlanan tazminatların ödenmesi, denetlenmesi amacıyla Ulusal Tazmin ve Uzlaşma Kurumunun oluşturulması gibi raporda yer alan birçok tavsiye kararı uygulanmıştır. Şubat 1992’de çözülmemiş olaylar üzerindeki çalışmalara devam etmek ve yeni davaların ortaya çıkarılması ve çözülmesi için 1990 tarihli Komisyonun halefi olarak Tazmin ve Uzlaşma Kurumu (Corporaction de Reparacion y Reconciliacion) kurulmuştur.

Komisyon, mağdurlara ödenecek tazminatı 3 yönlü olarak öngörmüştür: “Gerçeğin açıklanması ve gizliliğin sona erdirilmesi”, “mağdurun şeref ve haysiyeti ile yakınlarının çekmiş olduğu acıların tanınması” ve “mağdurun yakınlarının hayat kalitesinin iyileştirilmesi için alınacak tedbirler”. Mağdurun sağ olan eşine, annesine ve 25 yaşın altında olan veya her yaştaki özürlü çocuklarına “tazminat aylığı” adı altında aylık bir ödenek verilmesini hükme bağlayan bir kanun yürürlüğe girmiştir. Son olarak, kanunla darbe mağdurunun çocukları zorunlu askerlik hizmetinden muaf tutulmuştur.[14]

Arjantin’de Mart 1976’da gerçekleşen bir askerî darbe sonrasında askerî cunta yönetimde kalırken, aynı zamanda bu duruma karşıt olarak sol görüşlü gerilla hareketleri de artış göstermiştir. Askerî dikta ile muhalif “yıkıcı”lar arasında yedi yıl süren silahlı mücadele, hükûmetin solcu olduklarından şüphelendiği kişilerin, sistematik olarak ortadan kaybolması, işkence görmeleri ve öldürülmeleriyle sonuçlanmıştır. Devlet Başkanı General Reynaldo Benito Bignone rejimi, kayıp kişilerin durumlarının aydınlatılması konusunda yurt içi ve yurt dışından gelen baskılar, ekonomik kriz ve Malvinas/Falklands üzerinde Büyük Britanya ile yapılan savaşta alınan askerî yenilginin ortak etkisi sebebiyle 1983 yılında genel seçimlerin yapılmasına izin vermeye zorlanmıştır.

Başkan seçilen Raúl Alfonsín göreve geldiği ilk haftada, 16 Aralık 1983’te yayımladığı bir kararname ile Kayıp Kişiler Hakkında Ulusal Komisyon (Comisión Nacional sobre la Desaparición de Personas – CONADEP)’u kurmuş ve kendi mensuplarını soruşturulmaktan koruyan askerî affı ilga etmiştir. 1976 ile 1983 yılları arasında gerçekleşen kayıp vakalarının araştırılması ve cesetlerin yeri de dâhil olmak üzere bu olaylardaki gerçeklerin açığa çıkarılması ile görevlendirilen Komisyon, Aralık 1983 – 20 Eylül 1984 arasında faaliyet göstermiştir.

Komisyon, raporunu 20 Eylül 1984’te tamamlamış ve “Nunca Más: Informe de la Comision Nacional sobre la Desaparicion de Personas” (Bir Daha Asla: Kayıp Kişiler Ulusal Komisyon Raporu) adıyla daha kısa bir versiyonla yayımlanmıştır. Bu raporda Komisyon, 1976 – 1983 arasındaki askerî yönetim döneminde 8.960 ortadan yok olma vakasının gerçekleştiğini, bu vakaların yanı sıra sistematik şekilde işkence, gizli tutuklama, bilinmeyen yerlere cesetlerin gömülmesi olaylarının meydana geldiğini bildirmiştir. Ortadan yok olan kişilerin hepsinin öldürülmüş oldukları ve bu kişiler hakkında sağlanan bilgilerdeki eksikliklerin, hayatta kalanlar ile kurulacak bağlantılara engel olmak amacıyla hükûmet tarafından uygulanan bir stratejinin sonucu olduğu belirtilmiştir.

Komisyona göre ordunun baskıcı eylemleri, ordu içindeki en yüksek makamlar tarafından planlanmış ve kumanda edilmiş; de facto başkan General Reynaldo emir komuta zinciri içindeki sorumluluğu kanıtlayabilecek olan askerî belgelerin yok edilmesini emretmiştir. Komisyon tarafından kayıp kişilerin ailelerine yönelik olarak bir tazmin programının tesis edilmesi ve hâlâ kayıp olan kimseler hakkında soruşturma ve kovuşturmalara devam edilmesi önerilmiştir. Yargı reformunun gerçekleştirilmesi ve insan hakları konusunda eğitim verilmesi de ayrıca tavsiye edilmiştir. Başkan Alfonsín komisyonun tespitlerini resmî olarak kabul etmiş ve komisyonun çalışmaları üzerine iki saatlik bir belgeselin yayımlanması için yetki vermiştir. Fakat Ordu, komisyonun raporunu reddetmiştir. 1994’te demokrasinin geliştirilmesi ve Kongre tarafından onaylanan uluslararası anlaşmaların anayasal kanun statüsüne yükseltilmesi için anayasa reformu gerçekleştirilmiştir. Yeni anayasa devlete, insan haklarından tam olarak yararlanılmasını temin eden mutlak önlemler alması yükümlülüğü getirmiştir.

Komisyonun elde ettiği bilgiler askerî cuntanın yargılanmasında çok önemli rol oynamış ve yargılama sonunda beş general hapsedilmiştir. Ancak, 1980’lerin sonunda çıkarılan mevzuatla diğer failler hakkındaki kovuşturmalar durdurulmuştur. 1983 yılında askerî rejim döneminde yasalaşan af kanunları daha sonra 2003’te sivil hükûmet tarafından feshedilmiştir. Af kanunlarının feshi, yaklaşık 700 kişiye karşı başlatılan bir yargılama dalgasına yol açmış, 2010 itibarıyla davaların 50’den fazlası mahkûmiyet kararı ile sonuçlanmıştır. 2004’te hukuka aykırı tutuklama mağdurları için 3 milyar ABD doları tazminat verilmiştir. Tazminata hak kazanmak için mağdurlar, 1976 ile 1979 yılları arasında yargılama yapılmaksızın hapsedildiklerini kanıtlamak zorunda bırakılmışlardır. Ordu, bu süreçte iş birliği içine girmemiş ve istenen belgelerin çoğunu vermemiştir.[15]

Sonuç

Bir daha darbe olmasın, bir daha darbe yaşanmasın diyen herkesin odaklanması gereken hususlardan biri, darbecilerden çok darbelerin mayalandığı zemindir. Türkiye’nin demokrasi yolunda büyük mesafeler aldığını, bugün büyük bir güvenle söyleyebiliriz. Ama darbeleri yeşerten zeminin tedavülden kalktığını söylemek için biraz daha zamana ve kollektif irade oluşumuna ihtiyaç vardır. Düşman üreterek birleşme ve bütünleşme anlayışı, tepeden inmeci zihniyetlerin çoğu zaman bildiği tek yöntemdir ve Türkiye’de bu yanlış, arkaik zihniyetin ne yazık ki henüz bir tabanı vardır.

Anayasa hukukçuları ideal bir anayasayı tanımlarken 1982 Anayasasının ne olduğunu da anlatırlar: “Türk halkını bir yığın, bir sürü düzeyine indiren, halkın onuruna saldıran bir anayasadır ve bu anayasa ile iki binli yıllara girilemez, iç barış kurulamaz. ‘Meşruluk, sitenin görünmeyen barış meleğidir.’ (Feraro). Halkın gerçek temsilcilerince, halkın önünde yüksek sesle tartışılarak ilmek ilmek dokunmuş; özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık temeline dayalı ve üzerinde uzlaşılmış yepyeni bir anayasa yapılmalıdır. Çünkü bir anayasa, özgür bir halkın, özgür iradesiyle benimsenmiş ve belirlenmiş ‘özgür yönetimin çerçevesidir.’ (G. Sartori). Özgür iradeyle benimsenmeyen bir anayasa, barışı sağlamak şöyle dursun, çatışmanın çekirdeğini içinde taşıyan bir patlayıcı maddedir.”[16]

Türkiye’de devlet ile millet arasındaki mesafe son yıllarda büyük ölçüde kalktı ve demokrasi üzerindeki vesayetin kalkması için tarihi adımlar atıldı. İnsan hak ve özgürlükleri, düşünce ve inanç özgürlüğü üzerindeki antidemokratik baskılar büyük ölçüde yok edildi. Demokrasi ve hukuk devleti yolunda çok büyük mesafeler alındı. Bu emeğin, yeni ve sivil bir anayasa ile bir an evvel taçlandırılması gerekmektedir.

Her soruna, her meseleye ulusal güvenlik penceresinden bakılması Türkiye’yi çıkmaza sürüklemiş durumdadır. İç düşman, iç tehdit sınıflandırmaları, raporlamaları, izlemeleri, fişlemeleri ve istatistikleri bahanesiyle “Solcu”, “İrticacı”, “Kürtçü”, “Alevi”, “Misyoner”, “Hristiyan Azınlık” adı altında “düşmanlar” yaratılmaktadır. Vatandaşlarına merhametsizce ve soğuk savaş paranoyasıyla ideolojik engizisyon uygulayan bir sistemden adalet devleti çıkamayacaktır.

Türkiye’nin asker sorununun çözülmesinde henüz riskli eşik aşılamamıştır. Mevcut düşünme modellerinin ötesini görememe, görmeyi kabul etmeme veya geçerli modele fazlasıyla bağlılık hallerinde değişim gerçekleşemez ve sorunlar çözülemez. Bu durum için kullanılan kavram paradigma felcidir. Askerî vesayetin kurumsal ve hukuki temellerine yönelik sistemik bir dönüştürme iradesi henüz ortaya çıkabilmiş değildir ve hâlâ tereddütler mevcuttur. “Peki, darbe riski hâlâ var mıdır?” sorusuna verilebilecek yanıt: 27 Nisan 2007 e-muhtırasından sonra hükûmetin yaptığı karşı duruş sayesinde, darbe ihtimalinin ortadan kalktığını söylemek mümkün olsa da, imkânsız olduğunu söylemek zordur.

Yaşanan askerî darbelerle ve bunların yarattığı travmalarla yüzleşmek; hukukun üstünlüğüne, demokrasiye ve insan haklarına olan güveni yeniden inşa etmek için yapılması gerekenler, sadece mevzuat düzenlemelerinden ve kamu yönetimi reformlarından ibaret olmamalıdır. Ülkenin tüm ekosistemini ilgilendiren bir değişim politikasıyla yol alınmalıdır. Bu alanda yapılması gerekenleri bugün için beş başlık altında ele almak mümkündür:

1. Tam Demokratik, Çoğulcu ve Sivil Bir Anayasa

Türkiye’de anayasa ile birlikte temel yasaların neredeyse yüzde sekseni darbelerden ve darbecilerden halka mirastır. 12 Eylül rejiminin, dolayısıyla militarist söylemin temel özelliklerini içinde barındıran anayasalar döneminin sona erdirilmesi ve milletin temsilcilerince hazırlanacak bir anayasaya her zamankinden daha çok ve acil ihtiyaç vardır. Halkı bir yığın düzeyine indiren mevcut anayasa ile çoğulcu demokratik bir sistem ve iç barış kurulamaz. Halkın gerçek temsilcileri tarafından; özgürlükçülük, çoğulculuk ve katılımcılık temeline dayalı, yepyeni bir anayasa yapılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tüm askerî darbelerin ve muhtıraların, hukuku ve demokrasiyi ağır şekilde ihlal eden fiiller olduğunu ilan etmeli, asli faillerini kınamalı; madden ve manen zarar görmüş tüm kişilerden ve ailelerden özür dilemelidir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama organı sıfatıyla; darbe anayasalarını yürürlükten kaldıramadığı ve toplumuna bir bütünlük içinde demokratik anayasa sunamadığı için sorumludur. Darbe kırılmalarını yaşamış ve demokratik sistemlerini sağlamlaştırarak normalleşen ülke parlamentolarının, darbe sonrası pratikleri ufuk açıcıdır. İspanya’da “Tarihin Anısından Kurtulma Yasası”, mağduriyetleri telafi edici hükümler içermektedir. Arjantin Parlamentosu “askerî affın kaldırılması” kararını almış, yargılama sonunda darbeciler mahkûm olmuş, darbede zarar görenler için tazminat düzenlemelerine gitmiştir. Portekiz, Şili, Yunanistan benzer örneklerle doludur.

2. Hakikatleri Araştırma Komisyonu

Yasal düzenlemeler yapılmak suretiyle, Hakikatleri Araştırma Komisyonu veya benzeri bir oluşum kurulmalıdır. Bahse konu komisyonun TBMM’nin takdir edeceği süreyle çalışması ve daha geniş yetkilerle donatılmasını teminen, devlet sırrı, ticari sır ve bankacılık sırrı niteliğindeki bilgilere erişme imkânını verecek hukuki düzenlemeler yapılmalı ve TBMM İç Tüzüğü’nde de gerekli değişikliklerin yapılması sağlanmalıdır.

Temel insan haklarının askıya alındığı darbe, muhtıra ve post modern darbe dönemlerinde mağdur olan, işkenceye uğrayan, hüküm giyen vatandaşların ve kamu görevlilerinin durumlarının incelenmesi, gerektiğinde yargılamanın yenilenmesi, haklarının iadesi, ayrıca işkence, insan hakkı ihlalleri yapan ve insanlığa karşı suç işleyen kamu görevlileri araştırılmalı ve bunlar kamuoyuna ifşa edilmelidirler.

3. Askerî Yargı

Askerin politik ve sivil alan karşısında özerkliğini sağlayan askerî yargının mevcut durumu, demokratik hukuk devletinin gerçekleşmesine engeldir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin benimsediği objektif ölçüte göre Türkiye’de askerî yargı komutan etkisine maruz olduğundan, bağımsız ve yansız değildir.

O halde Silahlı Kuvvetlerin, iç disiplini açısından Almanya’da olduğu gibi disiplin yargılamasına sahip kılınması yeterli olup, askerî mahkemelerin kaldırılarak gerekirse adliye içerisinde uzmanlık mahkemesi olarak; “asker mahkemesi” şeklinde düzenlenmesi ve bu mahkemede görülecek davaların temyiz incelemesi görevinin de Yargıtay’ın ceza dairelerinden birine verilmesi, yargılanacak sivil ve asker kişiler bakımından güvence sağlayacaktır. Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi kapatılmalı ve yüksek yargı temyiz yeri Yargıtay ve Danıştay’dan ibaret olmalıdır.

4. Askerî Eğitim

Türkiye’de ordu kendisini, ulus devletin oluşum sürecinde oynadığı rolden ötürü, devletin önemli unsurlarından biri olarak değil, bizzat ‘devlet’ olarak görme inancına sahiptir. Sıkı bir eleme sürecinden sonra askerî okullara giren genç öğrenciler, ilk günlerinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devletini koruma ve kollamanın asli görevleri olduğu düşüncesiyle yoğruldukları gibi; bütün meslek hayatları boyunca bu doğrultuda düşünmeye ve davranmaya teşvik edilirler. Türk Silahlı Kuvvetlerinin subay adaylarına verdiği eğitim teknik olmaktan ziyade ideolojiktir.

Eski bir Millî Birlik Komitesi üyesi durumu şöyle özetler: “Türk subayının yetişme tarzı diğer ordulara hiç benzemez. Diğer ordularda subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise bir mesleğin çok üstünde millî bir vazifedir. Devlet muhafızlığıdır. Bütün okullarda bu telkinlerle yetişen subaylar, Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevine bağlılık, bütün ordu hayatları boyunca onlar için değişmez bir inanç haline gelir. Şartlar gerektirdiği zaman bu vazifeyi yapmak için ya kendileri harekete geçerler veya verilen müdahale emirlerini normal bir vazife yapmanın rahatlığı içinde yerine getirirler.”

Bu itibarla; ortaöğretim düzeyinde askerî liseler, ön lisans düzeyinde astsubay meslek yüksekokulları, lisans düzeyinde harp okulları, lisansüstü düzeyde harp akademileri ve enstitülerinin bir bütün olarak müfredatı, eğitim bilimciler tarafından incelenmeli ve sivil demokratik toplum ihtiyaçları doğrultusunda gerekli düzeltmeler ve güncellemeler yapılmalıdır.■


[1] İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 260.

[2] Faruk Yılmaz, Süleyman Paşa ve Sir Henry Elliot; Emperyalizmin Hükümet Darbesi Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi, Berikan Yayınevi, Ankara, 2007, s. 25.

[3] İlber Ortaylı (2005); s. 261, 262, 268.

[4] Fikret Başkaya, Yediyüz, Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, Ankara, 1999, s. 226, 227.

[5] Ali Balcı, Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi, Kadim Yayınları, Ankara, 2011, s. 118, 121-123. 

[6] Orgeneral Faruk Gürler. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 15’inci Genelkurmay Başkanı. 12 Mart Muhtırasında Kara Kuvvetleri Komutanı sıfatıyla imzası vardır.

[7] Hasan Cemal, Türkiye’nin Asker Sorunu Ey Asker, Siyasete Karışma! Doğan Kitap, İstanbul, 2005, s. 20, 21.

[8] Tanel Demirel, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Toplumsal Meşruiyeti Üzerine, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 353, 358, 396.

[9] Serap Yazıcı, Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Yetkin Yayınevi, Ankara, 1997.

[10] Osman Can, Darbe Yargısının Sonu, Karargâh Yargısından Halkın Yargısına, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43.

[11] Türk Demokrasi Vakfı, Demokrasi Nedir? (Çev: Levent Köker), Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 1992, s. 9, 11.

[12] Türk Demokrasi Vakfı (1992); s. 17-21, 25, 29.

[13] Osman Can (2010); s. 176, 177.

[14] TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu, Kasım 2012, s. 908, 909. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf Erişim Tarihi: 12 Ocak2016. Truth Commision: Chile 90, United States Institute of Peace. http://www.usip.org/publications/truth-commission-chile-90; Government Strategies on Victims in Post-Conflict Societies, Kelly, Gráinne; Fitzduff, Mari. International Conflict Research-INCORE. http://www.incore.ulst.ac.uk/publications/pdf/Government_Strategies.pdf

[15] TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu, Kasım 2012, s. 905, 906. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf Erişim Tarihi: 12 Ocak 2016. Truth Commision: Argentina, United States Institute of Peace, http://www.usip.org/publications/truth-commission-argentina

[16] Sami Selçuk, Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 560.