Prof. Dr. Evanthis Hatzivassiliou
Atina Üniversitesi Tarih ve Arkeoloji Fakültesi Öğretim Üyesi
Çev. Ömer Temel[1]
1974-75 döneminde Yunan geçiş dönemi adaleti, çeşitli hedeflere ulaşmayı amaçlıyordu: Diktatörleri mahkemeye getirmek ve hem Yunan demokrasisi hem de vatandaşlarının insan hakları ihlallerini içeren suçları cezalandırmak; geçiş sürecine yardım etmek ve gelecekteki darbecileri caydırmak; yeni demokratik rejimin meşruiyetini arttırmak ve Yunan kamuoyunu ve uluslararası toplumu yeni bir başlangıcın yapıldığına ikna etmek. Constantinos Karamanlis hükûmetlerinin bu dersi ihtiyatlı bir şekilde takip etmeleri gerekiyordu. Böylece, liderlerinin yargılanması yeni bir darbe ile tepki göstermesi muhtemel subayların özellikle de eski diktatörlüğün taraftarlarlarını kışkırtmaktan sakınabilirlerdi. Aynı zamanda hükûmet, muhalefetin özellikle Solun hakim sloganı olan “temizlik” (katharsis) süreci bahanesiyle Yunan toplumunda bir cadı avından kaçınmak istedi: Bu düzeydeki abartılar, yeni rejimin temelini ipotek altına alabilecekti. Aşırılıklar arasında bir orta yol tutturmak, genç demokrasinin liderlerinin önemli bir gayretiydi.
Yunan geçiş adaleti, 1960’ların sonunda şekillenmeye başlayan daha geniş uluslararası eğilimlerden ve Batı sivil toplumunun daha büyük gruplarının diktatörlüklerin sebep olduğu insan hakları sorununa karşı seferber oldukları 1967-74 yıllarının mirası dışarıda bırakılarak incelenemez. 1960’larda insan hakları gündemi hızla yükselmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yeniden yapılanma tamamlandığında, yeni bir savaş sonrası nesil kamusal alana giriyordu ve Batı, otuz şanlı yıl sırasında benzeri görülmemiş bir zenginliği tecrübe ediyordu: İnsan hakları uluslararası meselelerde ortaya çıkan “yeni sınır” sorunlarının bir parçası haline gelmişti. Tabii ki en büyük endişe Sovyet bloğundaki insan hakları koşullarıydı: Gerçekten de son zamanlarda akademi, Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin meşruiyetlerinin azaltılmasında insan hakları gündeminin ve Sovyet bloğundaki muhaliflerin önemine işaret etmektedir. Bununla birlikte, Amerika yanlısı Latin Amerika diktatörlüklerinin insan hakları ihlalleri––sembol seviyesinde önemli olan 1973 Şili olayıydı––ABD’nin Vietnam Savaşı sırasında Güneydoğu Asya’daki bombalama harekâtları Holokost, Apartheid, Rhodesian krizi ve Biafra’daki savaş gibi Amerikan sivil hakları hareketi ve hatta insani afetler de aynı derecede önemliydi. Yunan diktatörlük deneyimi bu söylemin önemli bir parçası oldu. Yunan cuntası ve insan hakları ihlalleri Batı için önemli bir darbeydi. Ülke, NATO Batı askerî ittifakına aitti ve soğuk savaşta Amerikan yardımının olumlu etkileri konusunda sembolik önem taşıyordu: 1947 Truman Doktrini, Doğu yarımkürede barış zamanında ABD tarafından yapılan ilk uzun vadeli taahhüttü; Truman Doktrininin kaba bir askerî rejime “sebep olduğu” düşüncesi, Amerikan’ın önleyici politikalarının temelinin ve hikmetinin sorgulanması eğilimini doğuruyordu. Dahası, Yunanistan’ın “demokrasinin beşiği” olduğu iddiası, ülkedeki insan hakları ihlallerini yeni oluşan uluslararası insan hakları hareketinin sloganı haline getirdi.
Cunta’nın 1974’te devrilmesinden sonra, Constantinos Karamanlis hükûmeti altındaki Ulusal Birlik sadece demokrasiye yumuşak bir geçişi etkileyecek bir şeye ihtiyaç duymuyordu fakat ayrıca uluslararası topluluğun yeni beklentilerini de haklı çıkarması gerekiyordu. Diktatörleri devirmek ya da onları intikamcı bir duruşma gösterisiyle cezalandırmak yeterli değildi; eski diktatörlere yeni Yunan demokratik rejiminin nasıl davrandığı çok daha önemliydi. Öte yandan geçici adalet, çoğunlukla ülkenin yakın geçmişinden kaynaklanan bazı ilave baskılar getirdi. Bu bağlamda, 1974 yılındaki Yunanistan’dan yüklenmiş olduğu kendi mirasını aşması beklenmekteydi.
Yüklü Bir Geçmiş
Çoğu zaman, akademisyenler ülkenin geçmiş hatalarının Karamanlis hükûmetinin politikasında ne derece rehberlik ettiğini gözden kaçırırlar. Yunanistan’ın, 20. yüzyılın iki temel iç çatışması sırasında siyasete dokunan girişimleri zaten başlamıştı: 1915 sonrası Venizelistlerle anti-Venizelistler arasındaki Ulusal Anlaşmazlık ve 1943-49 iç savaşı. Her iki durumda da rövanşist “siyasi” adalet, iç bölünmenin bir tezahürüydü, aynı zamanda iç bölünmüşlüğü dramatik bir şekilde derinleştirmede kilit bir rol oynamıştı. Böylece de Yunan demokrasisinin gelecekteki rotasını ipotek altına almıştı.
İlk büyük politik girişim, 1922 yılında Yunanistan, Kemal’in Türkiyesi’nin ellerinde yenilmesiyle sonuçlandığı zaman vuku bulmuştu. Bu, Venizelistler (Liberal lider Eleftherios Venizelos taraftarları) ve anti-Venizelistler arasındaki Ulusal Anlaşmazlığın zirve noktasıydı. Ulusal Anlaşmazlık Yunanistan’ın Birinci Dünya Savaşı’na katılması sorunuyla patlak vermişti: Venizelistler İtilaf Devletleri safında savaşa girmeyi isterlerken, Kral 1. Constantin etrafında toplanan anti-Venizelistler tarafsızlık politikasını tercih ediyorlardı. Kral, Venizelos’u 1915’in başında istifaya zorladı; ancak, Venizelos, Yunanistan’ın savaşa girmesi konusunda bir seçim zaferini daha kazanınca, Kral tekrardan onu istifaya zorladı. Bu olay ile birlikte, Alman-Bulgar güçlerinin Yunan Doğu Makedonyasını 1916 yazında işgal etmesiyle direkt bir çatışmaya yol açtı: Venizelos ülkenin ikinci büyük şehri Selanik’e gitti ve İngiliz-Fransız güçlerinin desteğiyle savaşa girmeye niyetli ayrı bir Yunan devleti ilan etti. 1917 Haziran’ında İngiliz ve Fransızlar Kral Constantin’i “Atina Devletinden” attılar, böylece ülkenin Venizelos altında birleşmesine izin verdiler. Liberal lider daha sonra Yunanistan’ın savaş çabalarına öncülük etti ve Paris Barış Konferansı’ndaki nüfuzlu kişilerden biri olarak ortaya çıktı. Bununla birlikte, “Fransız süngüleri” sayesinde iktidara gelen “İngiliz-Fransız yardakçısı” imajı ve 1917-20 yıllarındaki baskıcı hükûmeti, Yunanistan’ın Sevr Antlaşmasıdaki muhteşem toprak kazançlarına rağmen 1920-1950 genel seçimlerinde yenilgiyle sonuçlandı. Bundan sonra, anti-Venizelistler Kral Konstantin’i geri getirdi ve kendileri Venizelistlerin bastırılması rejimini kurdular. Aynı zamanda, yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Küçük Asya savaşını sürdürdüler (ve Ağustos-Eylül 1922’de sonunda kaybettiler). Yunan ordusu muzaffer Türk kuvvetleri tarafından ezildiği ve yüz binlerce Rum, Pontus ve Doğu Trakya ve Ege’nin doğu kıyılarından uzaklaştırıldığı için hükûmet bir grup Venizelist subay tarafından devrildi. 1922 sonbaharında Venizelistlerin “intikam” fikrinin ortasında, Venizelist karşıtı hükûmetlerin altı lideri bir askerî mahkeme tarafından kısa ve öz bir şekilde yargılanarak “ihanet”ten suçlu bulunup idam edildi. Bu, kötü şöhretli “altı kişi davası”, açıkça bir sahte yargılama davasıydı. Anti-Venizelistlere göre bunlar, siyasi liderliklerinin tamamının yargısız şekilde öldürülmesini ifade ediyordu. 1924’te bir Yunan Cumhuriyeti ilan edildi ancak anti-Venizelistler bunu tanımayı reddetti. Altı Kişi Davasının anısı (her yıl anti-Venizelistler tarafından anılıyor), bölünmeyi çarpıcı bir biçimde derinleştirdi, yeni cumhuriyet rejiminin meşruiyetini engelledi ve Yunanistan’ın 1932’de devletin iflasını içeren savaş dönemleri arasındaki bir dizi sorunla tam olarak ilgilenmesini engelleyen iç çatışmayı körükledi. 1935’e kadar bir dizi yeni askerî darbe monarşinin yeniden tesis edilmesiyle sonuçlandı ve iç çatışma sonunda 1936’da Metaxas diktatörlüğünün dayatılmasıyla doruğa ulaştı.
Atina’da Aralık 1944 Komünist devriminin bastırılmasının ardından siyasi bölünmelere dokunan girişimler tekrar ortaya çıktı. Bu, 1943-49 arasındaki geniş Yunan iç savaşının bir bölümüydü. Atina’nın Aralık 1944 savaşından sonra Komünist Güçler (Ulusal Kurtuluş Cephesi – EAM) hükûmetle bir “barış antlaşması” (Varkiza anlaşması) imzaladı. Bu anlaşmayı her iki taraf da ihlal etti: EAM silahlarını teslim edecek (ancak EAM, modern silahlarının çoğunu gizlemeyi başardı) ve politik suçlar için, hükûmetin inatçı EAM taraftarlarına karşı yürüttüğü sert politikalara karşı bir af sağlayacaktı.
Bu ve aşırı sağ kanat silahlı grupların, intikam almak suretiyle solculara yaptıkları acımasızlık, zaten halihazırda buna istekli olan Komünist Partiyi 1946-9’da Yunan iç savaşını üçüncü evreye taşımasında önemli rol oynadı. Ayrıca, 1946-9 yılları arasındaki bu üçüncü iç savaş sırasında tutuklanan komünistlerin büyük çaplı davaları ve infazları gerçekleşti. İç savaşta adaletin kullanımı ––her ne kadar tartışmalı ancak kısmen kaçınılmaz olsa da–– hem çatışmanın evriminde hem de sonrasında körükleyici bir etkiye sahipti. İç savaş dönemindeki hırsların zirve yapması aşırı anti-komünist eğilimlerin yaşamasına imkan verdi. Her ne kadar bu hırs mirası savaş sonrası Yunan demokrasisinin çöküşünü kaçınılmaz değil olası yapmış olsa da bu aşırı anti-komünist eğilimlerin 1967’de cuntanın zorla uygulanmasının bir tezahürü olduğu not edilmelidir.
Her iki durumda da ––Altı Kişi Davası ve iç savaş davaları–– rövanşist adalet, bir Yunan hizipinin elinde diğerine karşı silah haline gelmiştir. Bu girişimler iç çatışmaların yansımalarıydı ve iç çatışmalar daha gergin ve daha az yönetilebilir olma eğilimindeydiler. Her iki durumda da intikamcı adalet, sonunda rejimi ipotek altına aldı. Hem savaşlar arası cumhuriyet hem de iç düşmanın kanı üzerine kurulmuş iç savaş sonrası demokrasisinin meşruiyet açısından çok arzulanmasının onları kriz zamanlarında daha savunmasız bıraktığı açıktı.
1974: Geçiş İçin Bir Strateji
Yunanistan’daki yöneticilerin 1974-75 yıllarında ana hedeflerinden biri, geçmişin hatalarından kaçınmak ve 20. yüzyıl boyunca birbiri ardına gelen kırılmaların kalıntılarını aşmaktı. Ancak böylece yerleşik bir demokrasi oluşturmaya muktedir olacaklardı. Karamanlis hükûmeti (hem Temmuz-Ekim 1974 büyük koalisyonu ve hem de Kasım 1974 seçimlerinden sonraki Yeni Demokrasi hükûmeti) 1955-63 arasında iktidarda olan insanlardan oluşmaktaydı ve ––kısmen başarısız olarak––ülkeyi daha ılımlı bir politik iklime götürmeye çalıştılar. Karamanlis’in ekibi (Constantinos Tsatsos, Evangelos Averoff-Tossizza, Georgios Rallis, Panayis Papaligouras, Xenophon Zolotas ve diğerleri) Venizelistler ve anti-Venizelistler arasındaki Ulusal Anlaşmazlık döneminin hırslarını açık bir şekilde kınayan bir nesle aittiler. Böylece Karamanlis, 1955’te sağın liderliğini üstlendikten sonra onun temsilcileri 1922’de idam edilen eski liderlerinin yıllık anma törenine gitmeyi bıraktılar. Nitekim, ilk seçim zaferinden bir ay sonra ve Eleftherios Venizelos’un ölümünün yirminci yıl dönümü 1936 Mart’ında, politik kariyerine 1935’te anti-Venizelistlerle başlayan Başbakan Karamanlis, Venizelist liderinin anısını onurlandıran bir bildiri yayımladı. Yunan sağının liderinin bu yaptığı oldukça benzersiz ve istisnai bir jest ve “ulusal ihtilafın” anılarının bir kenara bırakılması gerektiğine yönelik açık bir mesajdı. Her hâlükârda, Karamanlis’in ekibi hem eski anti-Venizelistler’den (örneğin, Karamanlis ve Rallis) ve Venizelist cenahtan (Tsatsos ve Averoff) gelen insanlardan oluşmaktaydı.
Dahası, 1955’ten sonra (ve Komünist Partinin sindirilmesi devam ediyor olsa da), mahkum edilen komünistlerin infazları durduruldu. Bu infazların sonuncuları 1952’de Nikos Beloyiannis ile arkadaşları (merkez bir hükûmet altında) ve 1954’te Nikos Ploumbidis, Alexandros Papagos’un yeni sağı altında. Karamanlis yönetimi, daha fazla komünist şehit yaratmak istemediler. 1963’te yönetim, yürütmeyi güçlendirmek ve ayrıca yürürlükte tutulan sivil savaş döneminin olağan dışı tedbirlerinden bazılarını kaldırmak veya yasal sistemle bütünleştirmek için anayasayı değiştirmeyi denedi. Yunanistan’ın siyasi rejimini ”düzeltmeye” çalışan bu çaba Saray, merkez muhalefet ve sol buna karşı çıktığı için başarısız oldu. Haziran 1963’te Karamanlis, Kral tarafından istifaya zorlandı; reform yapmanın olanaksızlığı 1960’lı yılların ortalarında Yunan demokrasisinin çıkmaza girmesinin temel sebeplerinden biriydi ve sonunda 1967’de aşırılık yanlısı subayların ağına düştü.
Karamanlis’in ekibi Temmuz 1974’te tekrar iktidara geldiğinde ve Kasım 1974 seçimlerini kazandığında benzer değişimleri etkilemeyi denediler. Örneğin, Yunanistan’ın 1975 Anayasası, 1963’te önerilen anayasa değişikliğine büyük ölçüde dayanıyordu. Amaç Avrupa’da ve Batı’da yer alabilme iddiasında olabilecek istikrarlı ve ılımlı bir demokrasi kurmaktı. Nitekim son araştırmalar, Karamanlis ekibinin istikrarlı bir demokrasi kurma ve Avrupa’ya entegre olma hedeflerinin bir elmanın iki yarısı olarak görüldüğünü kuvvetle vurgulamaktadır; bu iki yaklaşım da karşılıklı olarak birbirini desteklemekteydi. Yeni Anayasanın Meclis tarafından 7 Haziran 1975’te onaylanması, 11 Haziran’da yürürlüğe girmesi ve Yunanistan’ın AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) hemen ertesi sabah, 12 Haziran’da tam üyelik için başvurması tesadüfi değildir.
Genç demokrasinin cunta liderlerine karşı tutumları bu dengenin odak bölümüydü. Halkın, ülkeyi yedi yıl boyunca aşağılayıcı bir diktatörlükle yöneten, Yunan halkını baskılayan, kendi siyasi rakiplerinin yoğun işkencelerden geçmesinden sorumlu olan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’a çıkmasının yolunu açan bu insanların ibret verici bir şekilde cezalandırılmasını beklediği açıktı. Buna ek olarak, yeniden dirilen sol, Andreas Papandreou başkanlığında yeniden oluşturulan Sosyalist Parti de (PASOK) dahil olmak üzere, diktatörlere karşı rövanşın ötesine geçiyordu: “Temizlik” sloganı açık bir şekilde bütün muhafazakâr düşünceyi hedeflemekte ve solun siyasi egemenliğinin yolunu açmaktaydı. 1974’ün hakim sloganları “cuntayı halka verin” idi (yargı güvencesi neredeyse olmadan) veya hatta “bütün suçlular Goudi’ye”, yani 1922’deki Altı Kişi Davasının Görüldüğü Yer. Bu çok tehlikeli bir psikolojiydi. Karamanlist hükûmetleri çok dikkatli bir yol tutturmalıydılar: Karamanlis, diktatörleri adaletin önüne çıkarmayı istiyordu fakat bu salt intikam gerekçeleriyle yapılmamalıydı (ve bu yapılmıyor gibi de görülmemeliydi). Diktatörler, Yunan devletine karşı işledikleri suçlar ve kendi vatandaşlarına karşı hak ihlalleri için adil bir yargılamaya çıkmalılardı; rövanşist bir “yargılama” süreci yeni rejimin meşruiyetini basit olarak ipotek altına alırdı, tıpkı 1922’de ve 1944-52’deki durumlarda olduğu gibi. Dahası Karamanlis, istikrarlı Batılı Avrupa demokrasisinin temeli için gerekli gördüğü ılıman iklimi yok edecek bir cadı avından da sakınmak istiyordu.
Fakat Karamanlis için zorluklar sadece Sol’dan gelmiyordu; ayrıca aşırı Sağ’dan da geliyordu. 1974’ün sonu, 1975’in başına kadar, ordudaki cunta destekçileri aşırı derecede güçlü olmaya devam ettiler ve Karamanlis’in onların tekrardan gelme girişimlerine kadar korunması gerekti.
Sorumlu Bakanlar (Milli Savunma’da Averoff ve savaş sonrası en önde gelen askerî figürlerden biri olan Kamu Düzeni’nden Solon Ghikas) aşırılık yanlısı askerî subayların darbelerini “yumuşak bir şekilde” ve sessizce” bastırdıkları 1974 yılının ikinci yarısında sayısız vaka oldu. 1974 yazında, Karamanlis’in kendisi bir suikast korkusuyla her gece farklı bir yerde uyumak zorundaydı (hatta birtakım söylentilere göre Faleron Körfezi’ndeki tekne veya savaş gemilerinde).
11 Ağustos 1974’te, yeni bir askerî darbenin istihbaratını takiben Karamanlis askerî liderlerle yaptığı çarpıcı bir toplantıda, onları Atina’daki hayati ordu birimlerini terk etmeye zorladı. 19 Ağustos’ta hükûmet Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlarını değiştirdi fakat yeni bir darbeden kaçınmak için mevcut yönetim görüşmesi büyük bir gizlilik içinde Dışişleri Bakanlığında gerçekleşti ve bazı görevliler Ulusal Basım Ofisinde anında kararnameyi – daha sonra kanun oldu – basmak için alarm durumunda beklediler.
Ancak ondan sonra hükûmet ordudan kalan son diktatörü – Tuğgeneral Dimitrios Ioannides – tasfiye edebildi. Ağustos sonlarında, Karamanlis Selanik’te ilk halk mitinginde konuştuğunda, ona karşı bir suikast girişimi de engellenmişti. Kasım 1974 seçimlerinin bildirgesi, ordunun reaksiyonlarından kaçınmak için oldukça dikkatli bir şekilde planlandı. Şubat 1975’te dahi, Averoff ultra sağcıların bir askerî darbe girişimini bastırdı, her ne kadar bu vakada hükûmetin de önleyici sebeplerle bazı subayları tutuklama listelerine eklediği yönünde bazı kanıtlar mevcuttur.
Bu bağlamda, diktatörleri adaletin karşısına çıkartacak her türlü girişimin, onların ordudaki destekçilerinin korkulan tepkilerini ateşleyeceği açıktı. 3 Ekim 1975’te, hükûmetin bakanlarının imzaladığı (merkez partinin lideri, Dışişleri Bakanı ve Başkan Vekili olan Georgios Mavros’ın da dahil olduğu) yeni bir Anayasal Kanun, 21 Nisan 1967 darbesinin “birincil faillerinin” beş üyeli Atina Yargıtay tarafından yargılanmasına olanak sağladı.
Bu yine riskli bir girişimdi ve 17 Kasım 1974 genel seçimlerinin ilan edilmesinden sonra bazı önemli adımlar atıldı. Seçim dönemi boyunca cunta destekçilerinin şiddetli bir şekilde tepki veremeyecekleri tahmin edilmekteydi (doğru olduğu ortaya çıktı). Böylece, 22 Ekim’de, 1967 darbesinin liderleri (Georgios Papadopoulos, Nikolaos Makarezos, Stylianos Pattakos) tutuklandı ve Kea Adası’na nakledildiler. 1 Kasım’da Atina Yargıtay’ı, suçlamaların onlara karşı baskı yapacağına ilke olarak karar verdi.
Ağustos 1975 Yargılamalarına Doğru
Ocak 1975’teki bir sonraki aşamada, Meclis “demokrasinin hiçbir zaman kaldırılmadığını” ve bu yüzden diktatörlüğün yasa dışı bir rejim olduğunu ve liderlerinin adaletin karşısına çıkarılabileceği ünlü kararına vardı. Bu da ordudaki cunta destekçilerine karşı ciddi bir meydan okumaydı ve Şubat 1975 darbe girişiminin Meclis’in bu kararını takiben olduğu hatırlanmalıdır. Cunta liderleri (24 kişi) isyan ve vatana ihanetten resmi olarak 22 Mayıs’ta suçlandılar. Her iki suçlama da 1967’de Yunan demokrasisini devirmelerine atıfta bulunuyordu. 1974 Kıbrıs krizi vakasındaki tutumları dolayısıyla bir yargılama da planlandı fakat hiçbir zaman yapılamadı: 1975 Mart’ındaki bir hükûmet kararına göre “ülkenin uluslararası ilişkilerinde olası bir kargaşayı”––başka bir deyişle Türk harekatı sırasında Amerika ve Batının tutumunun tartışılmasını––önlemek için Kıbrıs krizine yönelik zulümler bir süreliğine “ertelendi”. Sonrasında, Haziran 1975’te alt rütbeli cunta destekçileri vatandaşlara karşı işkence suçundan yargılandılar. Cunta liderlerinin yargılaması 28 Temmuz’da başladı ve 23 Ağustos 1975’te sona erdi. Papadopoulos, Makarezos ve Pattakos ölüm cezasına çarptırıldılar, ordudan (isyan) atıldılar ve vatana ihanet suçlamalarıyla ömür boyu hapis cezası aldılar. Ioannides ve diğer yedi kişi ömür boyu hapis cezası aldılar.
O zamana kadar Yunanistan ölüm cezasını henüz kaldırmamıştı: Merkez ve Sol kanat muhalefet oy birliği ile hükûmetten hüküm giymiş üç diktatörün infaz edilmesini talep ettiler. Halkçı Yunan siyasi tarafında, “Sağın çocukları” olarak nitelendirilen diktatörlerin cezasından kurtulacakları ve kısa bir süre sonunda serbest bırakılacakları dedikodusu dolaşmaktaydı.
Karamanlis hızlı hareket etti. 25 Ağustos’ta, Kabine üç ölüm cezasının ömür boyu hapis cezasına çevrildiğini duyurdu. Bu, muhalefetin aşırı tepkisine sebep oldu. Özellikle, PASOK lideri Andreas Papandreou Başbakan’ın cunta liderlerine karşı “yükümlülüklerini” yerine getirdiğini ifade etti. Muhalefet ayrıca hükûmetin cezaları dönüştürmesinin “aceleciliğini” de protesto etti. Yine de Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri M. Ennals, her ne kadar mahkumun insanlık dışı olmasına ve hatta kamuoyunun onların cezalandırılmasını talep etmesine rağmen bu kararı, ölüm cezasının kaldırılmasına yönelik bir adım olarak methetti.
Karamanlis, cezaların dönüştürülmesiyle yetinmedi. Bu Yunan toplumuna ılımlılık anlamında bir mesajdı ve bunun diğer taraftan, yani cunta destekçileri, yanlış anlaşılmamasından emin olmalıydı. 29 Ağustos’ta, Yunan ordusunun yaz manevralarının son aşamasına katıldı (“Ptolemy” tatbikatı). Ardından katılan subaylara seslendi. Cuntanın mağdurları olan Yunan subaylarına saygı duyduğunu vurguladı; kendi menfaati dışında veya “aptallığından” dolayı rejimi destekleyenlerden onun yıkıcı ve utandırıcı sonunu ve Yunanistan’ın uluslararası alanda küçük düşmesine sebep olmasını hatırlamalarını istedi. Ölüm cezalarının ömür boyu hapis cezasına çevrildiğini söyledi ve “ömür boyu diyorsak gerçekten ömür boyudur” dedi. Böylece, ölüm cezalarının dönüştürülmesinin cunta liderleri için af anlamına gelmediğini vurguladı. Üstelik İngiliz Büyükelçiliğinin de belirttiği gibi hükûmetin mahkeme kararını bu ordu tatbikatı sırasında, yani ordunun büyük kısmının Drama’nın “nispeten uzak” alanına taşınması esnasında, yayımlatmasını garantiye almasının tesadüfi olmadığıdır. Bu, hükûmetin karardan sonra bir askerî darbeyi önleme girişimiydi.
Aynı zamanda, Ağustos 1974’te işkenceci cunta subaylarının ilk duruşması başladı. Bu yargılamalar ilerleyen aylarda da devam etti. Kış mevsiminde, başka bir duruşma da Kasım 1973 Atina Politeknik ayaklanmasının cunta tarafından bastırılması için yapıldı; bu üç hükümlünün ömür boyu hapis ve diğer hükümlülerin de daha kısa cezalar almalarıyla sonuçlandı (Ioannides yedi kere ömür boyu hapis cezası aldı). Bu tür davaların devam ettirilmesi, insan hakları ihlallerinin yargılamanın temelini oluşturmadığı 1922 ve 1944-9 emsalleriyle karşılaştırıldığında önemli bir kopuştur.
Sonuçlar
Kathryn Sikkink tarafından kaleme alınan The Justice Cascade insan hakları yargılamalarıyla alakalı yakın zamanlardaki temel bir çalışma olarak,Yunanistan ve Portekiz’in, sonraki yıllarda bir norm haline gelecek olan benzer yargısal işlemler için ilk örneklerden biri olduğunu vurgulamaktadır. Sikkink Yunanlıların kendilerinin de bunu tam anlamıyla anlamadıklarına (ve anlamamaya devam ettiklerine) ve bu yargılamaların devam ettirilmesiyle (özellikle Politeknik ayaklanmasının bastırılması ve işkencelerle ilgili olanların) insan hakları adaletinin önünü açmaya önemli ölçüde katkı yaptıklarına işaret etmektedir. 1975’te Yunanistan’ın siyasi yargılamalar mirası, diktatörlerin mahkeme karşısına çıkartılacağının göstergesi olmuştur: Bu, Yunan tarihindeki genel eğilime göre yapılması gereken “doğal” şeydi. Yine de halkın talebi (ve muhalefetin) gerçek adalet için değil, intikam içindi. Sikkink’in belirttiği gibi, “Sokaklardaki insanlar [Cuntanın devrildiği 23 Temmuz gecesindeki Atina’daki], hem şiddetli baskının faillerinin hem de mağdurlarının haklarını gözetecek bir hukuki süreç değil eski tarz siyasi yargılamaları talep etmekteydi.
Karamanlis ve halkı bu kamu talebini çok tatmin edici bulmadı. 1974-75’teki Yunan geçiş adaleti, nihai anlamda ciddiyet, affedecilik ve adaletin bir karışımı olduğu için dikkate değerdi ve bu unsurlardan her biri bir diğeri olmadan imkansızdı. Bu, 1974-5 geçiş adaleti ile 1922 ve 1944-49 vakalarındaki temel bir farklılıktır. İnsan hakları adaleti çalışmasında Sikkink, muhalefetin popülist taleplerinin, özellikle de Andreas Papandreou’nunkileri, “bütünüyle konuyu anlayamadığına” işaret etmektedir: “Yunan adli sistemi kanuni prosedürde ısrar ettiği ve Karamanlis ölüm cezasının hafiflettiğinde, özellikle 1922’deki Goudi infazları gibi eski tarz siyasi yargılamalarla bağlarını da koparmış oldular ve hakiki, modern insan hakları davaları için zemin hazırladılar”.
Bununla birlikte, Karamanlis ve karşıtları arasında çok temel bir farklılık daha vardı. Karamanlis geçmişin hatalarından kaçınmaya azmetmişti. Genç demokrasinin temelinin idam ile tanımlanmasından çoğunlukla kaçınmayı istedi. Esas itibarıyla Karamanlis, komünistlere karşı 1955-63’te ve aşırı sağa karşı 1974-75’te uygulanandan farklı bir politika uygulamamıştı: Her iki vakada da, azimle infazlardan kaçınmıştı. 1974-75’te mantığı basitti: Böylesi bir anda kan dökülmesi, onulmaz yaralar açabilir ve Yunanistan’ın genç demokrasisi için yıkıcı olduğunu kanıtlayan hırsların yeniden canlanması eğilimine sebep olabilirdi. 1922’deki infazlarının kanı üzerine kurulduğu şeklinde belleklerde yer eden savaşlar öncesi cumhuriyetin utandırıcı bir sonu olmuştu; savaş sonrası demokrasisi, nihayetinde saçma bir diktatörlüğün dayatılmasına imkan veren aşırılık yanlısı anti-komünist ruh tarafından yüklenmişti. Bu sebeple, Karamanlis aşırı sağdan “şehitler” yaratmak istemiyordu: Cunta liderlerinin toplumsal hafızadan silinip gitmesine izin verilmeliydi.
Bu bakımdan, Yunanistan’ın 1974-75 geçiş adaleti salt bir geçiş stratejisinin parçası değildi; bu bir dünya görüşünün veya en azından Yunan siyasi gelişmesinin dinamiklerine ilişkin kapsayıcı bir görüşün parçasıydı. Hükûmet konuya ılımlılıkla ve kararlılıkla yaklaştı ki bunlar geçiş için merkezî bileşenlerdi ve muhtemelen de başarısı için elzem unsurlardı. Bu da gösteriyor ki muhalefetin popülist çığlıklarına rağmen, kamuoyu geçmişle bağını kopartma çabasında en azından o zaman için Karamanlis’in yanında durmuştu. Bu konularda Karamanlis, Yunan siyasi yaşamının uzun vadeli bir şekilde normalleştirilmesi ve hırsların azaltılması yönündeki öncelikli hedeflerin rehberliğinde, özel ilkeler uyguladı. Bunlar olmadan hiçbir normalleştirme mümkün olamazdı. Bu, infazların basit reddinden daha geniş bir amaçtı. Bu daha büyük bir görev, yani 1915’ten beri şiddetlenen kurumsal krizin kısır döngüsünü kırmak ve adil bir adli sürecin uluslararası kabul edilen koşullarını yerine getirmek için bir ön koşuldu. O, bu konuda oldukça başarılıydı. İngiltere’nin Yunanistan Büyükelçisi Sir Brooks Richards, yıllık incelemesinde Yunanistan için 1975 yılının “şeytan çıkartma yılı” olduğu yorumunda bulunmuştur.
Bununla birlikte, 1975 yargılamalarında sorunun tamamen ortadan kaldırıldığını varsaymak yanlış olur. Devam eden aylar ve yıllar boyunca, aşırı sağın genç Yunan demokrasisine karşı tehditleri belirginleşmeye başladı. Müteakip vesilerle, Karamanlis hükûmeti cunta destekçilerini herhangi bir şey denememeleri konusunda uyardı; ABD ve İngiltere Büyükelçiliği hükûmete karşı başarılı bir askerî darbenin yapılma ihtimalinin düşük olduğunu ancak bazılarının deneyebileceği ve hatta aşırı sağın garezini çeken Başbakan’a suikast girişimi ihtimalinin daima bulunduğunu belirttiler.
Diğer bir deyişle, genç demokrasinin istikrarı süregiden bir süreçti ve bunu Karamanlis’in özgül kişiliğinden ayırmak ve düzgün bir kurumsal––böylece istikrarlı––çerçeve ile eşleştirmek için biraz daha zaman gerekliydi. 1974-75 dönemi geçiş adaletinin başarısı muhteşemdi ancak bu bir son değil, sadece başlangıçtı.
[1] Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi.