1-) Neden Postmodern Darbe?
28 Şubat askeri müdahalesi, akıllara kazınan ifadesiyle Postmodern Darbe. Türkiye’de ilk duyulmaya başladığı dönemde tereddütle karşılanan ve menşei konusunda hala daha tartışılan Postmodern Darbe kavramı, 28 Şubat’ın nevi şahsına münhasır yapısı ve metotları sayesinde yıllar içinde benimsendi. Öyle ki dönemin etkili askeri aktörlerinden bazıları Postmodern Darbe kavramını 21. Yüzyıla yakışan bir darbe yöntemi olarak gördüler ve bundan rahatsızlık da duymadılar.
Postmodern Darbe en basit ifadesiyle, silahlı kuvvetlerin geleneksel askeri yöntemleri kullanmadan, devleti ve kurumlarını fiilen ele geçirmeden, doğrudan ve dolaylı yollarla demokratik düzenin işleyişine müdahale etmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu müdahale; daha çok tehdit, sindirme ve korkutma gibi psikolojik yanı ağır basan yöntemleri öncelediği ve menfaat gruplarıyla organize bir biçimde gerçekleştirildiği için “Postmodern”, sonuç itibariyle siyasal iktidarın meşru olmayan yollarla ortadan kaldırılmasına yol açtığı için de “Darbe” olarak ifadelendirilir.
1980 askeri darbesi, Türkiye’deki son geleneksel askeri müdahale olarak görülmektedir. Devletin ve kurumlarının fiilen silahlı kuvvetler tarafından ele geçirildiği, parlamentonun feshedildiği, siyasi partilerin kapatıldığı, anayasanın askıya alındığı, siyasi liderlerin tutuklandığı bu dönem, askeri darbe şartlarının tam anlamıyla vücut bulduğu bir dönemdi.
Sürecin genel karakteristiği incelendiğinde, 28 Şubat darbesinin, 1960 ve 1980 müdahalelerinde uygulanan geleneksel darbe yöntemlerinden ayrılan birçok yönü olduğu görülür. Postmodern Darbe kavramının da bu nedenle sürecin bir ifadesi olarak kullanıldığı söylenilebilir. 28 Şubat, asker-bürokrat-medya-sermaye işbirliğinin organize bir eylemi olarak geleneksel darbelerden farklıdır. Ancak sonuçları ve kullanılan yöntemler bakımından fiili darbe dönemleriyle birçok noktada örtüştüğü görülür. Siyasal iktidarın gayrımeşru biçimde görevinden uzaklaştırılması, siyasi parti kapatmaları, haksız tutuklamalar, hukuk güvenliğinin ortadan kalkması ve fişlemeler aslında 28 Şubat sürecinin fiili darbe süreçlerinden kesin bir şeklide ayrıldığı tezini çürütmektedir.
Silahlı kuvvetlerin 21. Yüzyıla yakışan bir müdahale planı hazırlaması stratejik açıdan doğru bir hamleydi. Zira Devlet 1980’de olduğu gibi bütün kurum ve organlarıyla askerin fiili yönetimine girecek kadar küçük değildi. 1980 öncesi kutuplaşan sivil toplum geçen 15 yılda önemli bir gelişim sürecinden geçmişti. Bu nedenle fiili müdahale yerine, askeri vesayetin güdümünde, sermaye, bürokrasi ve medyanın oluşturduğu çoklu bir mutabakatın daha başarılı sonuçlar vereceği düşünüldü. Ancak gerek Genelkurmay brifingleri, gerek talimatlı manşetler ve gerekse bildiriler vasıtasıyla sürecin tam merkezinde yer alan askerler, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ifadesiyle “sürecin demokratik yöntemlerin uygulandığı hukuki bir süreç” olduğu iddiasını koruyamadılar. Dolayısıyla Türkiye niteliği itibariyle Postmodern, sonuçları itibariyle fiili bir askeri darbeye tanıklık etti.
2-) Sürecin Arka Planı
Türkiye’nin koalisyonlu yılları olarak bilinen 90’lı yıllar; merkez sağın güçlendiği, devlet mafya ilişkilerinin gün yüzüne çıktığı, devletin ekonomik anlamda dibe vurduğu, faili meçhul cinayetlerin sıradanlaştığı ve PKK ile mücadelenin en hızlı olduğu dönemi ifade eder. Derin devlet olgusunun yerleştiği bu dönem, kontragerilla faaliyetlerinin ve bunun bir neticesi olarak siyasi cinayetlerin gayrıresmi devlet politikası haline gelmesine yol açtı. “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü aslında sürecin önemli bir özetini sunmaktadır.
90’lı yıllar aynı zamanda İslamcı siyaset için de bir yükseliş dönemiydi. 80’lı yılların yoğun İslami fikri faaliyetleri, 90’lı yıllara önemli bir zemin hazırladı ve parti içi siyaset anlayışını güçlendirdi. Toplumsal ve siyasal alanda gelişen bu güçlenme eğilimi 28 Şubat süreci için de önemli bir altyapı anlamına geliyordu. 90’lı yıllarda meydana gelen ve tam olarak aydınlatılamayan Muammer Aksoy (1990), Çetin Emeç (1990), Bahriye Üçok (1990), Uğur Mumcu Suikastleri (1993) ve Madımak Olayı (1993) gibi birçok karanlık olay artan “irticai tehdidin bir neticesi olarak” İslamcı siyasete mal edilecekti.
İslamcı siyaset için 90’lı yıllardaki en büyük sıçrama 27 Mart 1994 tarihinde yapılan mahalli idareler seçiminde gerçekleşti. Milli Görüş geleneğinin temsilcisi Refah Partisi %19 oy oranıyla üçüncü parti oldu, Ankara, İstanbul ve Diyarbakır dahil olmak üzere 28 ilde seçimi kazandı. Seçimin en önemli sonucu hiç şüphesiz Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlıklarının Refah Partisi’ne geçmesiydi. Özellikle seçimden önce medyada hiç şans tanınmayan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçilmesi tam anlamıyla bir başarıydı. Bu sonuç Refah Partisi için yükselişin ilk adımı, devlet seçkinleri, asker ve sermaye için ise irtica söylemlerinin referans noktası oldu.
1994 yılındaki seçim zaferi ve İstanbul başta olmak üzere yerel yönetimlerdeki başarılı çalışmalar Refah Partisi’nin siyasi başarısının da giderek artmasına yol açtı. 24 Aralık 1995’te yapılan Milletvekili genel seçimlerinde Refah Partisi, medyada uzun bir süre yayınlanan anketlerin aksine, %21 oy oranıyla birinci parti oldu ve 158 Milletvekili ile meclise girdi. Ancak sandıktan birinci olarak çıkmasına rağmen Refah’sız bir koalisyon kurmak için çalışmalara başlandı. Çalışmalar 6 Mart 1995 tarihinde sonuç verdi ve Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin kurduğu Anayol hükümeti iktidar koltuğuna oturdu. Fakat merkez sağın zayıf ve parçalı yapısı Anayol hükümetini çok fazla taşıyamadı. Nitekim Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan bu durumu; “Kadayıfın altı nihayet kızardı. Koalisyon bayrama çıkmaz” ifadeleriyle açıklıyordu.
Nihayet üç aylık Anayol hükümeti 6 Haziran 1995’te istifa etti. Yılmaz’ın istifasına sevinen Çiller, “Ya gidecek ya gidecek demiştim. İşte gitti. Allah üç aydan fazlasını nasip etmedi.” diyerek sevinirken, 28 Haziran 1995 tarihinde Refah Partisi ve DYP ortaklığında Refahyol hükümeti kuruldu. Erbakan modern Türkiye’nin ilk İslamcı Başbakanı olarak ilan edildi.
3-) 28 Şubat’a Giden Yolda Medya
Bir dördüncü kuvvet olarak medya 28 Şubat askeri müdahalesinin tam merkezinde yer almaktadır. Özel televizyon yayıncılığının başlamasıyla manipülasyon gücü artan medya, 28 Şubat sürecinde toplumsal psikolojiyi etkileyen en önemli araç haline gelmişti. Gerek yazılı gerekse görsel basın kuruluşlarının çoğalması ve güçlenmesi, hepsinin fiilen kontrolünü zorlaştırsa da 28 Şubat’ın postmodern yapısı içerisinde, büyük bölümünün askeri vesayet güdümüne girmesine engel olmadı. Hatta bazı gazete manşetlerinin birtakım askeri yetkililerin “ricasıyla” atıldığı yıllar sonra itiraf edildi. Genelkurmay karargahında brifinglere katılan yayın yönetmenleri ve köşe yazarları, ertesi gün tehdit kokan ifadeleri sayfalarına taşımakta bir sakınca görmediler.
Psikolojik harekat çerçevesinde girişilen faaliyetler toplumsal algıya yönelikti. İstenilen algıyı oluşturabilmek için her türlü yol denendi. Televizyon ekranlarında beliren karakterlerin birçoğu bu algıyı pekiştirebilmek için alelacele ortaya konulmuştu. Aczimendiler, Ali Kalkancı-Fadime Şahin Olayı, Tarikatlerin İç Yüzü gibi haber dizileri, sıradan insanların rahatlıkla anlayabileceği düzeyde olmasına rağmen üst siyasi manevralara alan açabilecek bir yapıya sahipti.
28 Aralık 1996 tarihinde Aczimendi lideri Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin’in bulunduğu eve yapılan polis baskını, tarikat mağdurları, Başbakan Necmettin Erbakan’ın yurt dışı ziyaretleri ve adı açıklanmayan üst düzey askeri yetkililerin tehdit içeren beyanatları ülkenin ana gündemine oturtulurken medya silahsız kuvvetler misyonunun en hayati kısmını icra ediyordu. 28 Şubat sürecindeki medya operasyonunun en kilit isimlerinden biri olan Ali Kalkancı, bu süreçte Türkiye’nin gündemine girdi. Kamuoyu Ali Kalkancı ismini, Azcimendi lideri Müslüm Gündüz’ün bulunduğu eve yapılan polis-medya baskını sonrasında duymaya başladı. Televizyonların ve gazetelerin irtica haberlerini yağdırdığı 1997 yılının ilk günlerinde, Fadime Şahin, şeyh olduğunu ileri sürdüğü Ali Kalkancı’nın kendisini kandırdığını ilan etti. Bunun üzerine polis tarafından her yerde arandığı iddia edilen Ali Kalkancı, televizyon kanallarında boy göstermeye başladı. İlerleyen günlerde ise, senaryonun diğer ismi, Ali Kalkancı’nın eşi Emire Kalkancı, medya organlarında yer aldı. Tarikatları yerden yere vuran Emire Kalkancı, Refah Partisi’nin bu yapıları cesaretlendirdiğini söylüyordu. Bu operasyonun toplum hafızasında bırakmak istediği algının ta kendisiydi.
4-) 28 Şubat ve Sermaye
Sürecin en önemli sacayaklarından olarak kabul edilen sermaye, sadece sermayenin el değiştirmesine karşı değil aynı zamanda var olan siyasal güçlerinin zayıflamasına karşı da mücadele verdi. Aslında bu durum bir merkez-çevre savaşı olarak tanımlanabilir. Daha doğrusu kendisini merkez olarak kabul eden sermayenin, çevrede kalan ve yeşil sermaye olarak kodlanan Anadolu sermayesini daima kontrol altında tutma ve merkeze yaklaştırmama mücadelesi.
Bu mücadele sadece merkez sermayenin mücadelesi olarak kalmadı. Zira sermayenin el değiştirmesi olgusu ve merkezin odak noktasının değişmesi sadece ekonomik bir değişim anlamına gelmiyordu. Bu aynı zamanda Anadolu sermayesinin desteklediği İslami siyasetin de güçlenmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla çevrenin ilerleyişine karşı verilen mücadele aynı zamanda bürokratik seçkinlerin ve silahlı kuvvetlerin de mücadelesiydi. Bu nedenledir ki merkez sermayenin direnişi hiçbir zaman yalnız kalmadı.
Yeşil sermaye olarak bilinen kuruluşlara Genelkurmay eliyle gerçekleştirilen baskı ve taarruzlar, bu işbirliğinin bir neticesi olarak ortaya çıktı. Öyle ki Genelkurmay Başkanlığı 1997 yılında tüm birliklere gönderdiği “gizli” emirde, Kombassan, Yimpaş, İhlas, Ülker, Beğendik’ten, “irticai faaliyetlere destek sağladığı” gerekçesiyle alışveriş yapılmamasını ve bu kuruluşların ihalelere alınamamasını istedi. Topyekün mücadele bu yolla en önemli adımını atıyor ve irticai tehdidin büyümesine fırsat veren finans kaynaklarını kurutmaya çalışıyordu.
28 Şubat sermayesinin Anadolu sermayesine gerçekleştirdiği taarruzun kısmen de olsa sistem için olumlu sonuçlar verdiği söylenebilir. Fakat özellikle Refahyol Hükümeti’nin devrilmesinden sonra gerçekleştirilen batık banka operasyonları ve ardından Türkiye’nin içine girdiği büyük ekonomik kriz, askeri vesayet yönetimindeki sermaye grupları için işlerin hiç de iyi gitmediğini açık bir şekilde ortaya koydu.
5-) 28 Şubat ve Yargı Oligarşisi
Hukukun askıya alındığı bu süreç içinde yargının bir meşruiyet aracı olarak kullanıldığı söylenilebilir. Yargı elitleri açısından ise sürecin anlamı; tarihsel birikiminden hiçbir sapma göstermeyen apaçık bir mevzi koruma mücadelesiydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurucu kadrolar eliyle tahkim edilen yargı oligarşisi, sistem için en az silahlı kuvvetler kadar önemli bir misyon üstlenmişti. Aslında bu durum Türkiye’deki diğer darbe dönemlerinin de ortak bir özelliğiydi. Fakat 28 Şubat yargısının diğer dönemlere kıyasla daha özerk bir alanda faaliyet gösterdiği, birçok noktada kendi savunma reflekslerini göstererek askeri vesayete istediği alanı açtığı görülmektedir.
28 Şubat yargısının görece özerk ve özne yapısı, 28 Şubat müdahalesinin postmodern yapısıyla da doğrudan ilgiliydi. Öyle ki dönemin birçok yargı yetkilisi daha önce hiç olmadığı kadar kamuoyu önünde ve en az askerler kadar etkili, sözü dinlenir kişileri olmuşlardı. Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş ve dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Nuh Mete Yüksel sürecin sürükleyici gücü olarak görev yaptılar.
1999 Haziran’ında İslami kuruluşlara ve yöneticilerine ait 188 ayrı yere baskın düzenleyen Nuh Mete Yüksel’in, 18 Ekim 1999 gecesi, Fazilet Partisi’nden İstanbul Milletvekili seçilen ve Meclis Genel Kurulu’nda zorbalıkla yemin etmesi engellenen Merve Kavakçı’nın evine, Terörle Mücadele Polisleri ve gazeteci ordusuyla baskına gittiği olay, 28 Şubat döneminin asker-gazeteci-savcı işbirliğinin de bir özetini sunuyordu.
28 Şubat’ın kurumsal ağlarının çok büyük oranda çözülmesine rağmen, özellikle 28 Şubat yargı kararlarının halen varlığını sürdürmesi ve 28 Şubat hükümlülerinin halen hukuksuz yargılamaların sonuçlarıyla baş başa olması, yargı oligarşisinin darbe sürecindeki silahsız kuvvetler rolünün önemini açık bir şeklide göstermektedir. Aynı zamanda bu Cumhuriyet yargısının teamül haline gelmiş militarist ve sistemci yapısını da ifşa etmektedir.
6-) 28 Şubat’ın Kurumları
a-) Milli Güvenlik Kurulu
28 Şubat askeri müdahalesinin temsili yönünü Milli Güvenlik Kurulu oluşturmaktadır. 1960 darbesinin bir ürünü olarak askerin siyasal alanı kontrol etme gayesinin meşru aracı olarak nitelendirilebilecek Milli Güvenlik Kurulu, sürecin siyasal gerginliğinin ve askeri vesayetinin en belirgin şekilde hissedildiği kurumsal yapıydı. Bu yapısıyla Milli Güvenlik Kurulu her ne kadar siyasal konumu gereği bir danışma örgütü olsa da, aslında sistemin kalesi, teminatı ve icracısı olarak görülmüştür. Kırmızı Kitap olarak adlandırılan ve devletin siyasi yörüngesini belirleyen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Kurul’un varoluşsal önemini ortaya koyma açısından zikredilmelidir.
Sürece adını veren 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısı bu yapısal denklem içinde ve darbenin gergin ortamında gerçekleştirildi. Refahyol Hükümeti’ne had bildirme ve siyasetin yörüngesini belirleme kararlılığındaki askeri yetkililer; laiklik ilkesinin büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunması, özel yurt, vakıf ve okulların devletin yetkili organlarınca denetim altına alınması, 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulamaya konulması, tarikatların faaliyetlerine son verilmesi, Kurban derilerinin rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmaması gibi birçok konuda uygulanması zorunlu “tavsiye” karalarını dikte ettiler. Böylece sürecin adı konulmuş, çerçevesi belirlenmiş oldu.
b-) Batı Çalışma Grubu
Batı Çalışma Grubu (BÇG), Millî Güvenlik Kurulu kararlarının uygulanıp uygulanmadığının denetimi amacıyla kurulan ve 90’lı yılların derin devlet örgütlenmeleriyle birçok konuda örtüşen askeri bir yapılamaydı. Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde kurulduğu ve fikir babasının Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir olduğu iddia edilen Batı Çalışma Grubu, irtica ile mücadele kapsamında çok geniş bir alanda ve çoğunluğu hukuksuz eylemlerle gündeme geldi.
1997 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi’nin çalışmaları sonucu kamuoyunda duyulmaya başlayan yapı, fişleme iddialarından Kur’an Kurslarının gayrımeşru denetimine kadar birçok yasa dışı faaliyeti devlet gücüyle gerçekleştirdi. 16 Nisan 1997 tarihli olan ve bütün askerî birimlere gönderilen Batı Çalışma Grubu belgelerinde, laiklik aleyhtarı faaliyetlerin arttığı vurgulanarak camilerin gözetim altına alınması emrediliyordu. Oluşan tablo topyekün mücadelenin bir sonucuydu ve aslında sürecin ne kadar organize ve kararlı yürütüldüğünün bir göstergesiydi.
7-) Sonuç: Darbe ve Çöküş
28 Şubat döneminin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya: “Yıllardır devletin geleceği için birinci tehdit PKK terörü idi. Ancak güvenlik güçleri görevini yaptı ve PKK olayı kontrol altına alındı. Aşırı dinci akımlar ise bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline geldi.” sözleriyle önemli bir süreç tahlili yapıyordu. Bu aynı zamanda, askeri darbe yolunda atılan adımların gelecek için oluşan samimi tedirginliklerden ziyade, sistem için bir var olma savaşını ifade ettiğini ilan ediyordu. Bu var olma savaşı Çevik Bir’in ifadesiyle bin yıl sürecekti.
Refahyol Hükümeti 18 Haziran 1997 tarihinde askeri müdahale sonucu iktidardan indirildi. Ancak darbe süreci, toplumun bütün kanallarına doğru uzanan topyekün bir imha politikasıyla devam etti. Refahyol’dan sonra Anasol-D Hükümeti’nin iş başına getirilmesiyle; “ Komutanların ‘tak’ diye istediği, Anasol-D’nin ‘şak’ diye yerine getirdiği” “büyük uzlaşı” dönemine girildi. Bu dönem insan hakları ihlalleri, ekonomik çürüme ve toplumsal huzursuzlukla çevrelenen bir çöküş dönemiydi.
28 Şubat darbe süreci, insan hakları ihlali bağlamında en fazla tahribatı Müslüman kadınlar üzerinde bıraktı. Müslüman kadının Müslüman kimliğiyle toplumsal bir özne olması rejim için en büyük tehlike olarak görüldü. Başörtüsü yasaklarıyla simgeleşen bu siyaset neticesinde binlerce başörtülü kadın mesleğinden, okulundan, toplumundan tecrit edildi. Bu tablo 28 Şubat sürecinin en sembolik ve en açık özeti oldu.
Başörtüsü tecridi aslında darbe sürecinin temel dinamiğini oluşturan merkez-çevre ikiliğinin bir neticesiydi. Sistemin sahipleri; çevrenin iktidarına, sermayenin el değiştirmesine, devlet aygıtlarının ellerinden kaymasına önemli bir direnç gösteriyorlardı. Böylece Başörtüsü, İmam Hatipler, İslami sivil toplum örgütleri bu direnç noktasının ana hedefi haline geldiler. Aslına bakılırsa bu direnç ve tazyik 28 Şubat sürecine has bir özellik değildi. Zira bin yıllık sürecin yüz yıllık geçmişi, aynı özden beslenmekteydi.
Faiz ekonomisinin büyümesiyle oluşan kamu zararının milyarlarca dolar olduğu tahmin edilirken, özellikle toplumsal alanda meydana gelen derin tahribatın boyutu hala netleştirilemedi. Belki de başörtüsü ve katsayı engeli nedeniyle ortaya çıkan ve psikolojik tacizlerle örülü tahribatın tam anlamıyla ne boyutu belirlenebilecek ne de sebep olduğu zararlar giderilebilecek.
28 Şubat süreci toplumsal ve siyasal dönüşümü içeren bir sürekliliği ifade ediyordu. İzlenen politika Türkiye’nin hala çözümleyemediği derin sosyal ve siyasal izler bıraktı. Özellikle toplum psikolojisinin 28 Şubat travmasını hala atlatamadığını söyleyebiliriz. Diğer yandan süreç boyunca yaşanan hak ihlallerinin, maddi ve manevi boyutlarıyla tamamen ortadan kaldırıldığını ifade edemeyiz. 28 Şubat zihniyeti ve kurumları tasfiye edildi, ama bıraktığı izler hala ortada ve hala taze.
Toplumun bütün kılcal noktalarına yayılan bu tahribat sebebiyledir ki 28 Şubat’ın toplum vicdanında oturduğu yer hiç şaşırtıcı olmadı. Refahyol Hükümeti’nin devrilmesinden sadece 5 yıl sonra, 3 Kasım 2002’de, Türkiye’nin askeri vesayete davetiye çıkaran Koalisyonlar Devri kapandı. Yeni açılan sayfa ise artık başka bir Türkiye’yi yazacaktı.