Demokratik Görünümlü Ama Demokrasi Karşıtı:
Sivil Darbe Girişimi Olarak Gezi Olayları
Giriş
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Taksim Meydanı civarında yapılması planlanan proje, 2013 Mayıs’ının son günleri ve Haziran ayı boyunca ülke gündemini önemli ölçüde meşgul etti. Bir belediyenin kendi sınırları dâhilinde hayata geçirmek istediği projeye yönelik getirilen eleştiri ve yapılan protesto gösterilerinin sınırlarını aşması ve belediyeden ziyade iktidarın eleştiri oklarının odağına getirilmesi, bir aylık süre boyunca ülkede iktidar-muhalefet gerilimini beraberinde getirdi. Projeyi hayata geçirmek isteyen iradenin yerel yönetim olmasına rağmen, protestoların mevcut iktidara karşı meydan okumaya dönüşmesi, sivil inisiyatifin demokratik bir olgunluk çerçevesinde yerel yönetimin bir kararını eleştirmenin ötesine geçerek 11 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarına karşı beslenilen öfke ve kinin dışa vurumu olarak karşımıza çıktı.
İleri demokrasilerde halkın ya da sivil toplumun yönetime ve idarecilerin karar alma mekanizmasına müdahil olmasından daha doğal bir şey beklenemez. Katılımcı demokrasilerin en önemli nişanesi, ülke yönetiminde olduğu kadar yerel yönetimler düzeyinde de halkın talep ya da eleştirilerini dile getirerek karar alma ve uygulama sürecinde etkin olmasıdır. Bu bağlamda, yerel yönetimlerin mahallî düzeyde uygulamaya koyduğu bir projenin o bölgede yaşayan vatandaşlarca istenmemesi, protesto edilmesi ve yahut hukuki bir mücadele sonucunda o projenin iptal edilmesini sağlaması, gelişmiş ve olgunlaşmış demokratik sistemin doğal süreçlerinden biridir. Lakin demokratik yönetim sisteminin sağladığı bu ayrıcalığın elbette hukuki ve makul düzeyde olması gerekmektedir. Hem geliştirilen söylemin hem de kullanılan araçların farklı bir amaca hizmet etmesi ve başlatılan sivil direnişin ya da gösterilerin bambaşka bir anlam dairesi içinde yer alması, demokratik değil aksine demokrasi karşıtı bir davranış biçimine dönüşmesini sonucunu doğuracaktır. Nitekim Gezi olayları çerçevesinde ülke gündemini ve meydana gelen olayları dikkatle incelediğimizde, bu süreçteki protesto gösterilerinin ‘demokratik hak’ kılıfına sığınılarak meşru iktidara karşı onu yıkmak üzere başlatılan ve meşruiyetini yitirmiş sivil bir kalkışma adımı olduğunu görmekteyiz.
Gezi Parkı üzerinden gelişen olaylar zincirine bakıldığında, katılımcı demokrasi örnekliği üzerinden kendine meşruiyet oluşturmaya çalışan grupların, hükümetin ulusal ve küresel projelerinin eleştirmesi ve bu projelerin durdurulmasını talep etmesi, protestocularının hedefinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi değil doğrudan iktidarın kendisi olduğunu ortaya koydu. Olayların ilk birkaç gününde çevreci hassasiyeti yüksek olan sınırlı bir grubun sökülen ağaçlara yönelik tepkisi, daha sonraki gelişmelerle birlikte çevreci hassasiyetin ötesine geçerek ülkedeki iktidar karşıtı tüm cenahların bir araya gelerek sivil bir darbe arayışı içine girdiği bir hale büründü. Buna ek olarak, ulusal ve uluslararası bazı medya ve finans odaklarının süreç boyunca eylemcilere yönelik desteği ve yaptıkları manipülasyonlar, Taksim’deki olayların uluslararası arenada meşru iktidara karşı sivil bir darbe girişiminden ziyade otoriter yönetimin muhalefeti sindirme politikası olarak resmedildi. Ülke istikrarına darbe vurmayı amaçlayan ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına yönelik başlatılan bu proje, halkın geniş kesimlerinden destek bulmaması ve iktidarın hem kendi hem de ülke istikrarını korumayı başarması sonucunda siyasi ve iktisadi büyük bir krize yol açmaksızın sonlandırıldı.
Gezi Olayları Süreci
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisince onaylanan Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi kapsamında belediye ekiplerinin Gezi Parkı’nın duvarının bir kısmını yıkması ve birkaç ağacın yeniden başka bir yere dikilmek üzere sökülmesi sonucu olayların ilk fitili ateşlendi. 27 Mayıs 2013 tarihinde kendilerini Taksim Dayanışma Grubu olarak adlandıran 40-50 kişilik bir topluluk, Park içinde çadır kurarak projenin iptal edilmesi için eyleme başladı. Eylemin başlamasından iki gün sonra, polis ekiplerinin eylemcilere doğrudan müdahalesi ve çadırların yıkılması sonucunda, Taksim civarında toplanan eylemcilerim sayısında ciddi bir artış görüldü. Bazı milletvekilleri ve siyasilerin desteğinin de gelmesiyle, olaylar eylemi ilk başlatanların da kontrolünden tamamen çıkarak, Gezi Parkı’ndaki ağaçların davası üzerinden 11 yıllık iktidar eleştirisine dönüştü. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın büyükşehir belediyesinin projesine sahip çıkması, Gezi’deki sürecin tamamen iktidar-muhalefet karşıtlığı üzerinden gelişmesini beraberinde getirdi.
Ülke gündemini bir ay süreyle yoğun şekilde meşgul eden Gezi olaylarının genel kronolojisi dikkate alındığında Hatem Ete ve Coşkun Taştan’ın tasnifi, sürecin gidişatını okumak bağlamında oldukça yol göstericidir. Buna göre; 27-31 Mayıs arası olayların başlangıç aşaması; 01-15 Haziran arası olayların siyasallaşma aşaması ve 15 Haziran sonrası da olayların zayıflama aşaması olarak kategorize edilebilmektedir.[1] Bu noktada en önemli safha şüphesiz olayların siyasallaşmaya başladığı ve iktidar karşıtı odakların başta Erdoğan olmak üzere iktidarın tüm organlarıyla hesaplaşma ve onu yok etme yönündeki adımlarının yaygınlaştığı aşamadır. Başta Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere meclis içi ya da dışı muhalefetten birçok siyasi isim, sürecin yönetici ve yönlendirici aktörü olma çabası içine girerek bir bakıma uzun yıllardır AK Parti karşısındaki zayıf konumlarını bu sivil protesto eylemlerini sahiplenerek güçlendirmeye çalıştı.
Bu dönemde, olayların sadece Taksim’le sınırlı kalmaması ve iktidar karşıtı protestoların ülkenin neredeyse tamamında etkisiz de olsa belirli düzeyde gerçekleşmesi, muhalefetteki siyasilerin Gezi’deki sahiplenici pozisyonu daha çok etkiledi. Halkı arkalarına alarak iktidarı devirecekleri yanılsaması, siyasilerin Gezi üzerinden iktidar eleştirisinin dozunu oldukça artırdı. Siyasilerin olaya müdahil olması ve gelişmeleri farklı bir boyuta kayması, Gezi olaylarının ilk başladığı günün katılımcı demokrasi çerçevesinde sağladığı kısmi meşruiyetin tamamen kaybolmasına yol açtı. Belediye’nin yapacağı bir projenin protesto eyleminin, ülkeyi ‘Kimin yöneteceği’ meselesine dönüşmesi ya da farklı bir deyişle ‘Ülke Erdoğan tarafından yönetilmesin’ amacı doğrultusunda kitleselleşmesi, demokrasi adına yapılan sivil girişimin, meşru hükümete karşı hukuki bağlamını yitirmiş karşıt ve yıkıcı etkiye sahip bir harekete dönüşmesine neden oldu.
Eylemcilerin sosyal medyayı aktif kullanmaları, uluslararası yayın kuruluşları yoluyla olayların boyutlarını manipüle edecek şekilde demeçler vermeleri, legal ve illegal muhalif odakların doğrudan iktidarın projelerini hedef alan söylemleri, AK Parti’yi iktidar tecrübesi boyunca ilk defa bu tarzda bir krizle karşı karşıya bıraktı. Eylemlerin sınırlı katılım sayılarıyla olsa da ülke geneline yayılması, iktidarın yıkılacağı yönünde bir yanılsamanın gerek muhalif siyasiler gerekse dış güçlerin zihninde yerleşmesine olanak sağladı. Bununla birlikte iktidarın protesto eylemleri ve talepler karşısındaki dirayetli duruşu, sürecin telafisi zor zararlarla sonuçlanmasının en önemli dayanaklarından biridir.
Taksim Dayanışma Plaformu, Taksim Projesinin “kimliksizleştirme, insansızlaştırma ve betonlaştırma projesi” olduğu söylemiyle yola çıkmıştı. Ayrıca “Taksim’in, daha bütüncül bir yaklaşımla, sahip olduğu sosyal, tarihi, toplumsal, kültürel ve ekolojik değerler göz önünde bulundurularak, evrensel kuram ve kurallara uygun, dürüst, şeffaf, katılımcı ve demokratik yöntemlerle düzenlenmesini”[2] vurgulayan platform, Taksim’le sınırlıymış gibi görünen ve demokratik hak üzerinden yürütülen bu taleplerinin peşi sıra hükümetin ne tür adımlar atması gerektiğine dair isteklerini sundular. Taksim direnişçilerinin acil talepleri olarak 3 Haziran günü belirtilen talepler şunlardı:
- Gezi Parkı, Park olarak kalacaktır. Ne Taksim’de Topçu Kışlası’na ne de tüm doğa ve yaşam alanlarımızın talanına izin vermeyeceğiz.
- Gezi Parkı’ndaki direnişten başlayarak halkın demokratik hak kullanımını engelleyen, şiddetle bastırma emrini veren, bu emri uygulatan, yüzlerce insanın yaralanmasına neden olan sorumlular, başta İstanbul ve Ankara Valileri ve Emniyet Genel Müdürleri olmak üzere derhal istifa etmelidir. Gaz bombası kullanılması yasaklanmalıdır.
- Ülkenin dört bir yanında direnişe katıldığı için gözaltına alınan arkadaşlarımız derhal serbest bırakılmalı, haklarında hiçbir soruşturma açılmamalıdır.
- Taksim başta olmak üzere Türkiye’deki tüm meydanlarında, kamusal alanlarda toplantı, eylem yasaklarına son verilmelidir.[3]
Taleplerden görüldüğü üzere belediye meclisince alınmış olan kararı hiçe sayan, doğrudan hukuki dayanağı olmaksızın kamuya açık ve ait olan bir mekânın kamu/halk söylemi gölgesinde belirli bir zümrenin merkeziymiş gibi göstermenin örnekliği sergilenmektedir. Ayrıca zikredilen talepler, sivil bir inisiyatifin meşru yönetim ve idarecilerden bulunabileceği demokratik taleplerin ötesine geçerek, istenenlerin tez elden yapılması gerektiğini vurgulayan dikte edici bir tarzda ifade edilmektedir. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, meşru otoritenin çiğnendiği ve yerine ‘direnişçilerin’ otoritesinin ikamesini getirecek bir anlayışın benimsendiği sonucu çıkmaktadır.
Taksim Platformu’nun meşru yönetime karşı ağır eleştirileri ve ülkede otoriter bir rejimin varlığı yönündeki demeçleri özellikle uluslararası basın tarafından oldukça desteklenmiştir. ‘Erdoğan yönetimine karşı en büyük meydan okuma’ şeklinde haberler yapılarak, hem Taksim’dekilerin hem de diğer şehirlerdeki göstericilerin sayılarının artırılması yoluyla Türkiye’de özgürlük ve demokrasi taraftarı sivillerin ‘otoriter rejimi’ sarstığı imajı uluslararası kamuoyuna sunulmaya çalışılmıştır. Özellikle dönemin başbakanı Erdoğan’ın Taksim’deki Gezi savunucularına yönelik kullandığı ‘çapulcu’ tabirinin, dış basında da önemli ölçüde yankı bulması ve Gezi taraftarı yabancı oluşumların da yazılı, görsel ve sosyal medya yoluyla bu kavram üzerinden destek sağlamaları, olayların boyutunun sadece birkaç ağaç meselesi olmadığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Taksim Dayanışma Platformu’nun olayın ilerleyen günlerinde hükümete ilettikleri öncesine nazaran daha geniş ve kapsamlı talepler, “Gezi Direnişinin” yerel ve meşru dayanakları olmadığını ortaya koydu. Platformun ilettiği talepler, hükümetin son yıllarda gerçekleştirdiği ve ülkenin siyasi ve ekonomik büyümesine önemli katkılar sağlayacak uluslararası projelerin ‘çevrecilik’ kisvesi altında sonlandırılması yönündeydi:
“Yükselen bu tepkinin içeriğinin; “başta 3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, AOÇ ve HES’ler olmak üzere ekolojik değerlerimizin talanına ve güncel olarak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısına ilişkin itirazların, ülkemize ve bölgemize ilişkin savaş siyasetine karşı duruşun ve barış talebinin, alevi yurttaşlarımızın hassasiyetlerinin, kentsel dönüşüm mağdurlarının haklı taleplerinin, kadınların bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakar erkek politikalarına karşı yükselen sesin, üniversite, yargı ve sanatçılar üzerindeki baskılara karşı direncin, başta Türk Hava Yolu işçileri olmak üzere tüm emekçilerin hak gasplarına karşı taleplerinin, tüm cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı mücadelenin, yurttaşların eğitim ve sağlık hakkına ulaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması istemleri” olduğunu iktidar sahiplerine iletmek istiyoruz.”[4]
Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, İstanbul’un bir meydanında bulunan bir parkın üzerinde yapılacak bazı değişiklikleri, yerel yönetimlerin kararlarına demokratik çerçevede katılım ilkesi üzerinden eleştiren zihniyetin, temel amacının ülkenin gelişmesi ve büyümesine darbe vurmak, uluslararası konjonktür dahilinde hükümetin bölgedeki artan etkinliğini kısıtlamaya yönelik olduğu görülmektedir. Tüm bu taleplere rağmen, özellikle Erdoğan ve ekibinin süreci başarılı şekilde yürütmesi, milli irade mitingleri yoluyla ülke insanın bu olaylar karşısındaki mobilizasyonunun sağlıklı şekilde sağlanması, Gezi olaylarının etkisinin geniş kitlelerden destek bulamadığı için azalmasını sağladı.
Taksim’deki olayların başlamasının ardından uluslararası medya süreci oldukça yakından takip etmeye başladı. Özellikle bazı kesimler İstanbul merkezli olarak başlatılan bu olayları Arap dünyasında başlayan halk ayaklanması dalgasının yeni bir durağı olarak göstermeye çalıştı. Farklı siyasi, iktisadi ve sosyolojik arka planlara sahip Türkiye ve Arap dünyasında benzer bir halk ayaklanması sürecinin meydana gelmesi imkân dâhilinde olmamasına rağmen, yapılan haberler ve köşe yazıları yoluyla sanki Türkiye’de de rejim karşıtı halk direnişi başlatılmış imajı oluşturulmaya çalışıldı. ‘Türkiye Baharı’ olarak oldukça yönlendirici ve yanlış bir şekilde tasvir edilen süreç, uluslararası kamuoyuna otoriter ve faşist bir rejime karşı Türkiye halkının ayaklanması/direnişi şeklinde lanse edildi.[5]
Gezi’nin Meşruiyet Arayışı: Türkiye Baharı
Gezi Parkı savunucularının iç ve dış kamuoyuna sunduğu otoriter rejime ya da diktatörlük yolunda ilerleyen bir başbakana karşı başlattıkları özgürlük mücadelesinin, toplumdan yeterli düzeyde karşılık bulmaması, bu oluşumun ister istemez meşruiyet krizine girmesine yol açtı. Bu minvalde ulusal ve uluslararası düzeyde birçok kesim, 2010 yılı Aralık ayında Tunus’ta başlayan ve sonrasında Mısır’la birlikte Arap dünyasının önemli bölümünde kendini hissettiren halk ayaklanmaları üzerinden benzerlik ve meşruiyet arayışı içine girdi. Arap dünyasındaki otoriter rejimlere karşı kazanılan zafer dalgasının bir benzerinin Türkiye’de olacağı yönündeki algı operasyonu, dış basında belirli düzeyde yankı bulmakla beraber, yurt içinde herhangi bir şekilde karşılık görmemiş ve toplum tarafından bu düşünce tamamen reddedilmiştir.
Özellikle uluslararası alanda Arap Baharı olarak adlandırılan süreçle Taksim’deki Gezi olaylarının benzerlikleri vurgulanmaya çalışılsa da göz ardı edilen sosyal gerçeklik, yapılan analizlerin bilimsellikten tamamen uzak olduğunun ve ideolojik okuma üzerinden manipülasyon amaçlandığının en önemli delilidir. İki örnek olay arasında bir benzerlikten bahsetmek mümkün olmamakla birlikte aradaki köklü farklılıkların vurgulanması gerekmektedir. Öncelikle halk ayaklanması sürecinin başarıya ulaştığı ve mevcut liderlerin görevlerini bırakmak ya da ülkeyi terk etmek zorunda kaldıkları Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki siyasi ve iktisadi ortamın Türkiye ile mukayese edilemeyeceği aşikârdır.
Dört ülkenin ortak özelliği liderlerinin asker kökenli olması, hukuk ve demokrasi dışı darbe yoluyla göreve gelmeleri, otoriter yönetim sistemini benimsemeleri ve ülke içinde her türlü muhalif unsuru yok eden bir politika izlemeleridir. Türkiye’deki iktidarı ele aldığımızda, 2002 Kasım’ındaki seçimlerden bu yana sürekli oy oranını artıran, kesintisiz olarak iktidarda kalmayı başaran, demokratik ve şeffaf seçimler sonucunda yönetime gelen bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan, Türkiye’de otoriter ya da faşist bir yönetimin varlığı söylemi üzerinden bir mücadele girişimi, ülkenin siyasi yapısına yeni bir form verme amacından başka bir şey değildir. On yıllar boyunca baskı ve zulüm altında kalmış, sözde ve göstermelik seçimler yoluyla statükonun demokrasi maskesi altında devam ettirildi, herhangi bir muhalif akım ya da düşünceye yaşam hakkı tanımayan ülkelerdeki halk ayaklanmasıyla Türkiye’dekinin benzer olduğu ve aynı amacı taşıdığının ifade edilmesi, bilimsellikten uzak olduğu kadar gerçek manada otoriter rejimlere karşı mücadele vermiş halklara da haksızlık etmek anlamına gelmektedir.
Gezi Parkı olayları ile Arap dünyasındaki halk hareketleri arasındaki en önemli farklardan biri de taraftarların çeşitliliği ve sosyal yapısıdır. Her şeyden önce, Arap ülkelerindeki değişim dalgasının motor görevini doğrudan haksızlık, zulüm ve baskılara maruz kalan halkın kendisi üstlenmiştir. Hukuk dışı uygulamaların yıllar boyunca halk üzerinde oluşturduğu birikimin dışa vurumu sonucu ortaya çıkan rejim karşıtı gösteriler, demokratik, şeffaf ve hukuk dairesinde hareket eden yönetimlerin inşası adına yapılmıştır. Ülkemizde başlatılan ve Taksim’in tarihsel, sosyal ve siyasi konumunun devamı için yürütülmüş mücadele geniş kitlelerin aksine toplumun sınırlı bir kesiminin sahip çıktığı ve bir süre sonra da meşruiyetini tamamen yitiren bir yapıda olmuştur. Gezi savunucularının talep, söylem ve tavırları, Türkiye toplumunun genel dinamikleriyle uyuşmadığı için ve özellikle de Gezi savunucularının Türkiye toplumunun kültürel kodlarına uzak olması, onları Arap dünyasındaki devrimci kahraman figüründen ziyade istikrarı sarsan ve ülkeye zarar veren kişi pozisyonuna getirmiştir. Nitekim taleplerin ülkenin büyüme ve küresel etkinliğini artırmasına engel teşkil edecek türden olması, bu kişilerin yerliliğinin, milliliğinin ve ülke menfaatlerini ne kadar düşündüklerinin sorgulanmasına yol açmış ve sonuç olarak halk tarafından olumlu yönde bir kabul görmemişlerdir. Bu bakımdan, Arap Baharı ile Gezi Parkı arasında temel bir kıyaslama yapılacak olursa, Arap ülkelerindeki ayaklanmaların statükoyu yok etmek ve yerine demokratik ve adil bir yönetim ikame etmek amacı taşıdığı görülürken; Gezi’nin amacının ise Taksim’in zihinlerdeki sosyolojik ve siyasi konumunun sağlanması ve Taksim’in tarihsel olarak sahibi olanların elinde kalmasına yönelik bir amaç taşıdığı görülmektedir. Bu yönüyle, Gezi olaylarının statükocu bir yönünün olduğunu, değişimden ve alternatif önermediğini, kucaklayıcı değil aksine Taksim’in sınırlı bir kesimin elinde kalmaya devam etmesini arzulaması nedeniyle elitist olduğunu özellikle vurgulamak yerinde olacaktır.
Uluslararası basın ve kamuoyunda Gezi Parkı’na sıklıkla yer verilmesi ve bunun hükümete karşı önemli bir başarı olduğu mesajlarının iletilmesi bir yanıyla değişen İslam dünyası ve Orta Doğu dengelerini de yeniden dizayn etme emelinin bir uzantısıdır. Mısır’da Temerrud Hareketinin, Bangladeş’te ise Şahbeg Hareketinin benzer dönemlerde ortaya çıkması ve Batı dünyasında her iki hareketin de tıpkı Gezi benzeri şekilde desteklenmesi, küresel siyasetin İslam dünyasındaki gelişmelerin alternatif bir sistem oluşumunun önünü baştan kesmek adına bir çaba içine girildiğinin göstergesi olarak okunabilir. Bu nedenle, Gezi’den önce başlamış olmasına rağmen hem Şahbeg hem de Temerrud olaylarını aynı minval üzere irdelemek, Gezi’ye destek veren küresel güçlerin niyetlerini anlamak adına önemli kazanım sağlayacaktır.
Üç Olay Ama Tek Amaç: Temerrud, Şahbeg ve Gezi
Arap dünyasındaki halk ayaklanmalarının en önemli ve etkin durağı şüphesiz Mısır oldu. 25 Ocak 2011 tarihinde Muhammed Hüsni Mubarek’in görevini bırakmasıyla, Mısır halkı uzun yıllardır hayalini kurduğu amaca ulaşmış oldu. On yıllar boyunca baskı ve kısıtlamalara boyun eğmek zorunda kalan halkın, kendi iradesiyle gerçekleştirdiği ve kendi adlandırmalarıyla ‘Mübarek ve Şerefli Devrim’, Mısır’ın yeniden inşasına olanak tanıdı. İslam dünyasının en önemli ve kurucu toplumsal hareketi olan Müslüman Kardeşler’in süreçteki etkin konumu, devrim sonrasında başlıca kazanımlar edinmesini beraberinde getirdi. Nitekim devrimden sonra yapılan ilk meclis seçimlerde Müslüman Kardeşler tarafından kurulan Hürriyet ve Adalet Partisi, seçimlerden birinci çıkmayı başardı. Takip eden süreçte, partinin genel başkanı olan Dr. Muhammed Mursi’nin ülkenin ilk demokratik ve şeffaf devlet başkanlığı seçimlerinden zaferle çıkarak ilk sivil devlet başkanı olması, Mısır siyasetinin yeni bir aşamaya geçtiğinin resmi oldu.
Bölgedeki yeniden toparlanma ve inşa sürecinde, Müslüman Kardeşler’in etkin siyaseti ve AK Parti iktidarının Türkiye’de elde ettiği destek ve kazanımlara ek olarak bölgede yükselen konumu Ankara- Kahire hattında kurucu bir ittifakın kapısını araladı. İki ülke arasındaki ilişkilerin derinleşmesi elbette sadece bölge siyasetinin değil aynı zamanda küresel siyasetin de yeniden biçimlenmesini beraberinde getirecek ve diğer Arap ülkelerindeki benzer adımlarla birlikte Batı merkezli bir Orta Doğu’dan yerel dinamiklerle özgün politikalar üreten yeni aktörleri küresel sistemin doğasını değiştirmeye yönelik bir çaba içinde görmek mümkün olacaktı. Bu bağlamda, Ankara-Kahire arasındaki derinlikli ittifak, I. Dünya Savaşı sonrası inşa edilen statükonun ters yüz edilmesi anlamına gelecek ve Batılı güçlerin bölgedeki çıkarlarını kökten etkileyecekti. O sebepledir ki, Mısır’da Mursi’ye yönelik ayaklanmanın başlaması Batı dünyasında derin bir yankı meydana getirdi ve özellikle Batı medyası Temerrud Hareketi’nin söylemleri üzerinden bir algı operasyonu yaparak Mursi ve Müslüman Kardeşler’in meşruiyetini sarsmaya çalıştı.
Muhammed Mursi’nin devlet başkanı seçildiği 30 Haziran’ın yıl dönümünde 15 milyon karşıt imza toplama çağrısında bulunan Hareket, sonrasında 22 milyondan fazla imza topladığını açıklamış ve Muhammed Mursi’nin görevini bırakmasını talep etmiştir.[6] Devrimin kazanımlarının yok edildiği, ülkede henüz bir iyileşmenin gerçekleşmediği, Mursi’nin sadece Müslüman Kardeşler merkezli hareket ettiği ve bir bakıma Müslüman Kardeşleri yönetiminde yeni bir otoriter rejim inşası gerekçesiyle protesto gösterileri düzenleyen Temerrud taraftarları, devrimin kazanımlarını korumak adına devrimin sonunu hazırlamışlardır. Mursi’nin diktatörce tavırlarda bulunduğu yönündeki eleştireler üzerinden sistemi kilitlemeye çalışan Temerrud taraftarları, Mursi’nin diyalog çağrılarına kulak vermemiş ve nihai olarak diktatöre karşı başlattıkları mücadelede yeni bir diktatörün doğmasına ön ayak olarak Mısır ordusunun Genel Kurmay Başkanı Abdul Fettah es-Sisi önderliğinde yönetime el koymasına fırsat vermişlerdir. Batı dünyası tarafından oldukça desteklenen Temerrud Hareketi’nin hedefinin, yerli ve İslami hassasiyetleri yüksek olan kimselerin yönetimine izin vermek olduğu açık şekilde görülmektedir. Bu bakımdan Mısır’da her ne kadar ordu yönetime el koymuş olsa da bunun yolunun kesinlikle Mursi’ye karşı sivil itaatsizlik çağrısında bulunan Temerrud vasıtasıyla olduğunun altını çizmekte yarar vardır.
2013 Şubat’ı diğer ikisine nazaran daha önce gerçekleşen ama bezer sloganları taşıması ve benzer bir hedefe odaklanması nedeniyle yakınlık kurulabilecek bir olaya tanıklık etti. Bangladeş’in başkenti Dakka’nın Şahbeg bölgesinde özellikle seküler üniversite öğrencilerinin ve entelektüellerin başını çektiği olaylar doğrudan Bangladeş Cemaat-i İslamiye Teşkilatını hedef almaktaydı. Cemaat-i İslamiye’nin Genel Sekreteri Abdulkadir Molla’nın ömür boyu hapis cezası olması sonucu idam cezasına çarptırılması talebiyle başlayan ayaklanmalar, Cemaati İslamiye’nin yasaklanması ve önde gelen isimlerinin idamla ya da ağır şekilde cezalandırılması talebiyle devam etti.[7]
Bangladeş’in siyasi, iktisadi ve sosyal yapısı göz önüne alındığında mevcut sistemin politikaları nedeniyle meşruiyetini halk nezdinde yitirmeye başlaması ve Müslüman dünyada İslami hareketlerin iktidara gelerek başarılı örnekler sunması, Bangladeş nezdinde de Cemaati İslamiye’nin toplumsal yapı içindeki alternatif pozisyonunu ciddi şekilde güçlendirdi. Bunun engellenmesi adına ülkenin seküler aydın ve öğrencileri, Şahbeg bölgesini işgal ederek buradan hükümetin Cemaat’e karşı ağır yaptırımlar izlemesi gerekliği vurgusunu yaparak, siyasi yasak ve idam taleplerinde bulundular. Batı kamuoyunda oldukça destek gören Şahbeg Hareketinin demokrasi karşıtı ve özgürlükleri kısıtlayan talepleri Batı tarafından demokratik olmadığı yönünde bir eleştiri almadı. Ülkenin seküler kesimleri, demokrasi ve özgürlükleri muhafaza etmek adına demokrasinin katledilmesi ve özgürlüklerin kısıtlanması gerektiğine inandıkları için, Cemaat-i İslamiye’nin yasaklanması ve önde gelenlerinin ağır şekilde cezalandırılması için Bangladeş hükümetine baskı kurdular. Bunun sonucunda kısa bir süre öncede bir yenisini gördüğümüz Cemaat’e yönelik siyasi idam cezalarının infazı gerçekleşmeye başladı. Bu açıdan bakıldığında, Şahbeg olaylarının daha önce gerçekleşmiş olsa da etkisinin hala devam ediyor olması nedeniyle, hem Temerrud hem de Gezi’yle benzer şekilde halk adına ama elitist bir tavırlar, demokrasi adına demokrası ve hukuk dışı yöntemlerle, değişim adına meşruiyetini yitirmiş bir statükoyu devam ettirmeye çalıştığı ve bunun da İslam dünyasının yeniden ve özgün bir şekilde biçimlenmesine izin vermek istemeyen Batı dünyası tarafından da şiddetle desteklendiği görülmektedir.
Sonuç Yerine
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Taksim Meydanı’na yapılacak bir projeye karşı başlatılan ama ülke siyasetini yeniden dizayn etme amacına dönüşen Gezi olayları, halkın büyük çoğunluğu tarafından desteklenen meşru bir iktidara karşı sivil itaatsizlik kisvesi altında hukuki olmayan bir yolla sivil darbe girişimi halini almıştır. “Halk adına konuşan ama halktan korkan, Başbakanı otoriter olarak gören ama izlediği yöntem itibariye totaliter bir zihin dünyasına sahip olan” Taksim Platformu[8], kullandığı söylem çerçevesi ve toplumun kültürel kodlarından uzak olması nedeniyle halkta bir karşılık bulamamış ve meşruiyetini tamamen yitirmiştir.
Katılımcı demokrasi örneği olarak yerel yönetimlerin bir bölge üzerinde düşündükleri projenin eleştirilmesi ya da ona karşı çıkılması oldukça normaldir. Fakat çevresi hassasiyet üzerinden başlayan Gezi sürecinin kısa sürede gerçek rengine bürünmesi ve olayın siyasi bir arka planla iktidarla hesaplaşma haline dönüşmesi, zihinlerde yatan gerçekliğin ne olduğunu açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Başka bir yere yeniden dikilmek adına sökülen birkaç ağaç üzerinden başlatılan protestoların, ülkenin iktisadi büyümesine ve siyasi etkinliğinin artmasına ciddi katkı sağlayacak 3. Boğaz Köprüsü, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul Projesi gibi büyük ve küresel ölçekli yatırımların durdurulmasına yönelik taleplerin olduğu yapıya dönüşmesi, olaylar dâhilinde kurulan platformun temel amacının ülkenin ilerleme ve güçlenmesinin önünü kesmek olduğu anlaşılmaktadır. Ülkede özgürlüklerin kısıtlandığı, iktidarın otoriter bir rejim inşa ettiği vurgusuyla kendisine meşruiyet alanı oluşturmaya çalışan ve uluslararası kamuoyunda ülkede Erdoğan rejimine karşı bir devrim mücadelesi havası meydana getiren süreç, Türkiye toplumunun demokrasi karşıtı ve hukuki olmayan bu sürece destek vermemesiyle toplumsal meşruiyet alanını tamamen yitirmiştir.
Uluslararası basında Arap Baharı dalgasının bir durağı olarak gösterilmeye çalışılan Gezi protestolarının, muadili konumundaki Cemat-i İslamiye karşısı Şahbeg Hareketi ve Mursi karşıtı Temerrud Hareketiyle birlikte ele alındığında, küresel nizamı sarsacak ve alternatif sunabilecek kurucu bir iradenin küresel hesaplar çerçevesinde önünün kesilmesi olarak okunması gerekmektedir. Halk ve demokrasi adına mücadele verdiklerini ifade eden kesimlerin, halktan uzak, kopuk ve korkar vaziyette olması; toplumun geleneksel kodlarıyla yakın bir temas kuramaması, söylem ve yöntem itibariyle demokrasi karşıtı olması nedeniyle, Gezi protestoları geniş kitlelerin desteklediği bir halk hareketi olamamıştır. Aksine Gezi, AK Parti iktidarının 11 yıllık süre boyunca değiştirmeye çalıştığı siyasal sistemin yeniden eski haline dönüşmesini arzulayan statükocu bir tavırda olmuş, ülkenin genel maslahatının önemsemeksizin, sınırlı bir kesimin talepleri dâhilinde çoğunluğa tahakküm kurma girişimi halini almıştır. Bu bakımdan, Gezi protestolarını içeriği, söylemi, enstrümanları ve taraftarları itibariyle bir halk hareketinden ziyade halka ve değişime karşı yapılan sivillerin bir darbe girişimi olarak okumak ve adlandırmak en doğrusu olacaktır.
[1] Hatem Ete ve Coşkun Taştan, Kurgu ile Gerçek Arasında Gezi Eylemleri, Ankara: SETA Yayınları XXVII, 2013: 21-22.
[2] http://taksimdayanisma.org/page/9
[3] http://taksimdayanisma.org/page/9
[4] http://taksimdayanisma.org/page/8
[5] Bu tarz haberlerle ilgili şu örneklere bakılabilir: Richard Seymour, Istanbul Park Protests Sow the Seeds of a Turkish Spring, http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/may/31/istanbul-park-protests-turkish-spring; Michael Dickinson, Turkish Spring? Revolution in Gezi Park, http://www.counterpunch.org/2013/06/07/revolution-in-gezi-park/; Cory Doctorow, Turkish Spring: Taksim Gezi Park Protests in İstanbul, http://boingboing.net/2013/06/01/turkish-spring-taksim-gezi-pa.html.
[6] Profile: Egypt’s Tamarod Protest Movement, http://www.bbc.com/news/world-middle-east-23131953.
[7] Shahbag Protesters versus the Butcher of Mirpur, http://www.theguardian.com/world/2013/feb/13/shahbag-protest-bangladesh-quader-mollah.
[8] Atilla Yayla, Gezi Olayları ve Siyaseti Dizayn Teşebbüsü, http://www.zaman.com.tr/yorum_gezi-olaylari-ve-siyaseti-dizayn-tesebbusu_2104988.html.